Yaşamaya Dair
Kırılsın Şubat ayının soğukları, yaşanmış ve yaşanılacak tüm hüzünler geride kalsın, bir parça umut aksın mürekkebin ucundan ve tüm dünyaya yayılsın. Mürekkeb-i Mülhem bu ay yaşamı davet ediyor sayfaları arasına ve sizi bekliyor hayatın tadını doyasıya çıkarmak adına.
YAŞAMAYA DAİR
Yaşamak şakaya gelmez,
büyük bir ciddiyetle yaşayacaksın
bir sincap gibi mesela,
yani, yaşamanın dışında ve ötesinde hiçbir şey beklemeden,
yani bütün işin gücün yaşamak olacak.
Yaşamayı ciddiye alacaksın,
yani o derecede, öylesine ki,
mesela, kolların bağlı arkadan, sırtın duvarda,
yahut kocaman gözlüklerin,
beyaz gömleğinle bir laboratuarda
insanlar için ölebileceksin,
hem de yüzünü bile görmediğin insanlar için,
hem de hiç kimse seni buna zorlamamışken,
hem de en güzel en gerçek şeyin
yaşamak olduğunu bildiğin halde.
Yani, öylesine ciddiye alacaksın ki yaşamayı,
yetmişinde bile, mesela, zeytin dikeceksin,
hem de öyle çocuklara falan kalır diye değil,
ölmekten korktuğun halde ölüme inanmadığın için,
yaşamak yanı ağır bastığından.
1947
2
Diyelim ki, ağır ameliyatlık hastayız,
yani, beyaz masadan,
bir daha kalkmamak ihtimali de var.
Duymamak mümkün değilse de biraz erken gitmenin kederini
biz yine de güleceğiz anlatılan Bektaşi fıkrasına,
hava yağmurlu mu, diye bakacağız pencereden,
yahut da sabırsızlıkla bekleyeceğiz
en son ajans haberlerini.
Diyelim ki, dövüşülmeye değer bir şeyler için,
diyelim ki, cephedeyiz.
Daha orda ilk hücumda, daha o gün
yüzükoyun kapaklanıp ölmek de mümkün.
Tuhaf bir hınçla bileceğiz bunu,
fakat yine de çıldırasıya merak edeceğiz
belki yıllarca sürecek olan savaşın sonunu.
Diyelim ki hapisteyiz,
yaşımız da elliye yakın,
daha da on sekiz sene olsun açılmasına demir kapının.
Yine de dışarıyla birlikte yaşayacağız,
insanları, hayvanları, kavgası ve rüzgarıyla
yani, duvarın ardındaki dışarıyla.
Yani, nasıl ve nerede olursak olalım
hiç ölünmeyecekmiş gibi yaşanacak...
1948
3
Bu dünya soğuyacak,
yıldızların arasında bir yıldız,
hem de en ufacıklarından,
mavi kadifede bir yaldız zerresi yani,
yani bu koskocaman dünyamız.
Bu dünya soğuyacak günün birinde,
hatta bir buz yığını
yahut ölü bir bulut gibi de değil,
boş bir ceviz gibi yuvarlanacak
zifiri karanlıkta uçsuz bucaksız.
Şimdiden çekilecek acısı bunun,
duyulacak mahzunluğu şimdiden.
Böylesine sevilecek bu dünya
'Yaşadım' diyebilmen için...
NAZIM HİKMET RAN
Edebiyatın birçok dalı nesiller arası, yaşamaktan kaçarken sığınılacak bir liman gibi görülmüştür. Nice romanlar, nice hikayeler, nice kurgular kaleme alınmış hem yazarına hem okuyucusuna kendi hayatlarından daha heyecanlı, daha umutlu, daha özgür hayali dünyaların kapılarını aralamıştır. Yalnızca şiir belki de, yaşamdan kaçış için tercih edilen bir korunak olmak yerine yaşamın kendisini sunmuştur. El değmemiş, has ve kendine özgü yaşamı... Bütün duygularıyla, bütün ümidiyle ve ümitsizliğiyle, kaybı ve kazancıyla, sevinci ve hüznüyle yaşamın yekpare kendisini taşımıştır dizeler arası tarihsel çizgide.
Yaşam oturur kalır baş köşeye, edebiyatın tüm kalemlerinde. Yaşamak vardır çünkü bir başına, dolu dizgin ve yaşayabildiğin kadar. Amacı budur insanların topraktan yaratılmasının, bir ruhla can bulmasının. Ve şiir yaşamı paylaştığı, yaşamı dağıttığı kadar şiirdir. Tıpkı sanatın yaşayabildiği ve yaşatabildiği kadar sanat olması gibi...
Yaşadıklarımdan Öğrendiğim Bir Şey Var
Yaşadıklarımdan öğrendiğim bir şey var:
Yaşadın mı, yoğunluğuna yaşayacaksın bir şeyi
Sevgilin bitkin kalmalı öpülmekten
Sen bitkin düşmelisin koklamaktan bir çiçeği
İnsan saatlerce bakabilir gökyüzüne
Denize saatlerce bakabilir, bir kuşa, bir çocuğa
Yaşamak yeryüzünde, onunla karışmaktır
Kopmaz kökler salmaktır oraya
Kucakladın mı sımsıkı kucaklayacaksın arkadaşını
Kavgaya tüm kaslarınla, gövdenle, tutkunla gireceksin
Ve uzandın mı bir kez sımsıcak kumlara
Bir kum tanesi gibi, bir yaprak gibi, bir taş gibi dinleneceksin
İnsan bütün güzel müzikleri dinlemeli alabildiğine
Hem de tüm benliği seslerle, ezgilerle dolarcasına
İnsan balıklama dalmalı içine hayatın
Bir kayadan zümrüt bir denize dalarcasına
Uzak ülkeler çekmeli seni, tanımadığın insanlar
Bütün kitapları okumak, bütün hayatları tanımak arzusuyla yanmalısın
Değişmemelisin hiç bir şeyle bir bardak su içmenin mutluluğunu
Fakat ne kadar sevinç varsa yaşamak özlemiyle dolmalısın
Ve kederi de yaşamalısın, namusluca, bütün benliğinle
Çünkü acılar da, sevinçler gibi olgunlaştırır insanı
Kanın karışmalı hayatın büyük dolaşımına
Dolaşmalı damarlarında hayatın sonsuz taze kanı
Yaşadıklarımdan öğrendiğim bir şey var:
Yaşadın mı büyük yaşayacaksın, ırmaklara,göğe,bütün evrene karışırcasına
Çünkü ömür dediğimiz şey, hayata sunulmuş bir armağandır
Ve hayat, sunulmuş bir armağandır insana
ATAOL BEHRAMOĞLU
Bu ay Türk şiirine damga vurmuş ve kendinden sonra gelen şairlerin çoğuna ilham olarak örnek oluşturan usta şair Nazım Hikmet'in biyografisini sizlere sunuyoruz.
Nazım Hikmet, 20 Kasım 1902 tarihinde Ayşe Celile Hanım ve Selanik valisi Hikmet Bey'in oğlu olarak Selanik'te dünyaya geldi. Ancak kimliğe doğum tarihi, 40 gün için bir yaş büyük olarak görülmemesi amacıyla 15 Ocak 1902 olarak yazdırıldı. Nazım Hikmet'in gençliğinden sonra yaşam görüşünü kavrayabilmek için ailesine bakmak önemlidir. Çünkü annesi Celile Hanım'ın resim yapmayı, piyano çalmayı çok sevdiği, iyi bir Fransızca konuştuğu ve iyi bir eğitim almış olduğu bilinir. Sadece bu bilgi çerçevesinde bile Nazım'ın sanatçı kişiliğinin ve sanata olan ilgisinin annesine çekmiş olduğunu söylemek yanlış olmaz.
Babası gibi baba tarafından dedesi Nazım Paşa da bir valiydi ve şair yönüyle tanınıyordu. Nazım Hikmet'in ileriki yıllarda siyasete bu kadar önem vermesi aileden de bilgili olmasının bir yansımasıydı belki de. Çocukluğunun birkaç yılını ailesi ile birlikte dedesinin yanında Halep'te geçiren Nazım'ın şiire olan ilgisi de dedesi Nazım Paşa'nın şair yönünden etkilenmesi ile başladı. İlk şiiri "Feryad-ı Vatan"ı henüz ortaokula yeni başlamış bir öğrenci iken 1913 yılında kaleme aldı.
Göztepe Taş Mektep'te ilkokulu bitirdi, Galatasaray Sultaniyesi'nde orta okula başladı, ancak ailesinin ekonomik durumu kötüleşince bir yıl sonra Nişantaşı Sultaniyesi'ne geçti ve 1917 yılında mezun oldu. 1919 yılında Bahriye Mektebi'nden mezun olarak stajyer güverte subayı olarak atandıysa da zatülcenp hastalığının tekrar nüksetmesi sebebiyle sağlık kurulu raporuyla askerlikten çıkarıldı.
Bahriye Mektebi'nde edebiyat ve tarih öğretmeni olan Yahya Kemal ile dostluğunu geliştirdi, ilk şiirlerini ona gösterdi. 1920 yılında Alemdar gazetesinin şiir yarışmasında birincilik ödülüne layık görüldü. Bu başarısından sonra adını dönemin ünlü şairleri arasında duyurdu ve beş hececilerden olan Faruk Nafiz Çamlıbel, Orhan Seyfi Orhon, Yusuf Ziya Ortaç gibi ustalar ondan övgüyle bahsetmeye başladı.
1920'nin son günlerinde direniş altında olan ülkesine destek olmak amacıyla Gençlik şiirini kaleme aldı. Kurtuluş Savaşı sırasında milli mücadeleye katılmak için 1921'de Anadolu'ya geçen genç şair Bolu'da öğretmenlik yaptı. Aynı yıl Ankara Hükümeti, gençleri milli mücadeleye çağırması için kendisine bir şiir yazma görevi verdi ve yazdığı şiir Mustafa Kemal'e takdim edildi. Vala Nuhrettin, Nazım için yazdığı biyografi kitabında Mustafa Kemal'in ikisine verdiği nasihati kendi sözleriyle ölümsüzleştirdi.
"Bazı genç şairler, modern olsun diye mevzusuz şiir yazmak yoluna sapıyorlar. Size tavsiye ederim, gayeli şiirler yazınız."
Daha sonra yüksek öğrenimi için Moskova'da Doğu Emekçileri Komünist Üniversitesi'nde Siyasal Bilimler ve İktisat bölümünü tamamladı. Komünizm ile de aşkla da ilk burada tanıştı ve hayatının sonuna kadar da kalbini komünist bir geleceğe adadı. Bahçesinde ebruli hanımelleri açan bir evin hayalini kurduğu minnacık kadın diye adlandırdığı Nüzhet Hanım'la aynı yıl Moskova'da evlendi. Bu evlilikten Anyuta isimli bir kızları oldu.
Nazım'ın siyasi görüşleri hayatı boyunca başına bela açacaktı, ancak ilk darbeyi bu aşkta yedi. Nüzhet'in İttihatçı akrabaları bu evliliğe hiçbir zaman onay vermedi ve henüz 15 yaşında olan Nüzhet bu baskılara daha fazla boyun eğemedi. Ayrılık kararı ile birlikte ailesinin yanına döndü.
1924 yılında kalbini ele geçiren bu şehirde ilk şiir kitabı "28 Kanunisani"yi yayımlattı.
Türkiye'ye döndüğünde bir süre Aydınlık Gazetesi'nde çalıştı. Bu gazetede yayımladığı şiirleri ve yazıları başına ilk belayı açtı ve 15 yıllık hapsi istendi. Sovyetler Birliği'ne kaçan Nazım, ancak 1928 yılında çıkan afla ülkesine geri dönebildi. Ancak hakkında açılan davalar ve hapis istemleri bununla son bulmayacaktı.
1930 yılında hayatının en büyük aşkı Piraye'yle kesişti yolları. Ancak evliliklerinin çoğunda Nazım parmaklıklar ardında, Piraye göğün altında bu sevdayı ve hasreti kalplerinde taşıdı.
1938 yılında orduyu ayaklanmaya kışkırttığı gerekçesiyle 13 yıl Bursa, İstanbul, Ankara cezaevlerinde yattı ve bu dönemde tarihe geçen birçok şiirini yazdı. Mahkumluk günlerinde kalbini, sık sık ziyaretine gelen dayısının kızı Münevver Hanım'a kaptırınca Piraye'nin kalbini geri dönülemez bir şekilde kırarak eşinden ayrıldı. 1950'de serbest bırakılan mavi gözlü dev, bu ülkede özgürce yaşayamayacağını anlayınca Münevver Hanım'la evliliğinden doğan oğlu Mehmet Nazım henüz üç aylıkken Rusya'ya kaçmak zorunda kaldı. 1951'de Bakanlar Kurulu kararı ile vatandaşlıktan çıkarılan Nazım için artık vatanına dönmek bir hayalden ibaretti ve sonu gelmez gurbet günleri kesinleşmişti.
Münevver ile bir ayrılık konuşması gerçekleşmediği halde, o mavi gözlü bir devdi ve aşka aşıktı. Moskova'daki kaçak yıllarında kalbinde ilk olarak -hayatına aldığı takdirde hiç şiir yazmadığı tek kadın olan- Doktor Galina'yı, sonra da ömrünün sonuna dek Vera'yı ağırladı.
3 Haziran 1963'te ülkesine hasretle, sönmeye yüz tutmuş komünizm ümidiyle ve ardında nice yitik sevdayla son nefesini veren Nazım Hikmet, adını yıllar boyunca şiirleri ile yaşatmaya devam edecekti.
5 Ocak 2009'a gelindiğinde, ölümünden 46 yıl sonra yine Bakanlar Kurulu kararı ile Nazım Hikmet Ran, Türk vatandaşlığına geri alındı.
Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top