Yazın Gidişi

Mürekkeb-i Mülhem'in Ağustos sayısına hoş geldiniz!

Ağustos ayının son günlerini yaşarken yazın bizi yavaş yavaş terk edişini yaşıyoruz; bu haftaki sayının adı o yüzden 'Yazın Gidişi'.
Yazın gidişine üzülenlerden misiniz yoksa, sonbahar geliyor diye mutlu olanlardan mısınız?

Bu ay sizler için şairlerimizin ve yazarlarımızın hiç bilinmeyen yönlerini derledik. Keyifli okumalar!

Hüseyin Rahmi Gürpınar

Türk Edebiyatı'nın usta kalemi Hüseyin Rahmi Gürpınar, çok titizmiş. Sürekli 12 ayrı eldiven takarmış. Gürpınar, yazı yazmaktan sıkıldığı zaman örgü örermiş.

Cemal Süreya

İkinci Yeni Akımı'nın en önemli temsilcilerinden sayılan Cemal Süreya, aşk şiirleriyle edebiyatımızda unutulmazlar arasında yerini almıştır. Cemal Süreya ise şaşırtan özelliği gürültü ortam olmadan yazamamasıdır.

Nazım Hikmet

Nazım Hikmet, beyaz pantolonları çok severmiş. Öyle ki, ilham geldiğinde beyaz pantolona en güzel dizelerini yazarmış.

Cahit Sıtkı Tarancı

Unutulmaz 'Yaş Otuz Beş' şiirinin yazarı olan Cahit Sıtkı Tarancı, kendini çok çirkin bulurmuş. Lisedeyken bütün arkadaşlarına mektup gelir, ona gelmezmiş. Çareyi mektupları kendi adına yazarak bulmuş. Yazdığı maktubu posta kutusundan alıp, başkasından geliyormuş gibi sevinirmiş.

Orhan Kemal

Türk edebiyatının ustalarından Orhan Kemal'in gençliğinde başlayan kahvehane tutkusu hayatı boyunca sürdü. Orhan Kemal'e göre kahvehaneler bir çeşit laboratuvardı.

Tevfik Fikret

Eskiden bizde bir şair laubaliliği, derbederliği vardı. Şairler kıyafetlerine özen göstermezlerdi. Tevfik Fikret, şık giyimiyle perişan şair kıyafetini maziye karıştıranların başında gelir.

Şair köşesinde bu ay sizler için Ahmet Arif'in hayatını derledik. Geçen haftaki sorunun cevabı Ahmet Arif'ti.

Asıl ismi Ahmed Önal olan şair, 21 Nisan 1927'de Diyarbakır'da dünyaya gelmiştir. Babası Arif Hikmet Bey'e olan sevgisinden daha sonraki yıllarda onun ismini kendisine soyadı olarak benimsemiştir. Annesi Sare Hanım, çocuğu daha iki yaşına basmadan hastalık sebebiyle hayatını kaybeder. Babası yeniden evlenir ve Ahmed Arif ile kardeşlerini üvey annesi Arife Hanım büyütür. Arife Hanım'a derin bir sevgi ve bağlılık duyduğunu otobiyografisinde de babası ve öz annesinden ayrı olarak belirtmiştir.

Çocukluğu, devlet memuru olan babasının tayinleri sebebiyle Diyarbakır ve Siverek arasında geçer. Mizacı gereği sürekli adaletten yana olan, kimsenin hakkının ezilmesine gönlü razı gelmeyen Ahmed Arif çocukluğunun da sürekli arkadaşlarını korumak adına çoğunlukla kavgayla geçtiğini söyler.

   Şiire ve edebiyata olan sevgisi lise döneminde, Afyon'daki yatılı okulunda yükselir. Ortaokul zamanında ilk şiirlerini yazmaya başlasa da, dergilerde ve gazetelerde yayımlanan şiirlerini lise döneminde kaleme alır. Afyon halkevi Dergisi'nde yayımlanan ilk şiiri 'Gözlerin' olur.

"Gözlerim, maviliğin ruhudur.
Fecirlerin tebessümü içer.
Berraklığında ilah çocukları uyur.
Ve emer sükutu beyaz gölgeler."

16-17 yaşlarındayken, Seçme Şiirler Demeti adlı dergide, Neyzen Tevfik'in yer aldığı bir köşenin diğer ucunda yayımlanan şiirlerinden 10 lira telif hakkı parası kazanır. Bu onun, şairlik yaşamı boyunca unutulmaz özel anlarından ilki olur.

1947 yılında Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi'nde Felsefe bölümüne kayıt olur. Ancak bütün hayatı boyunca belki de izlerini taşıyacağı mahpus dönemleri de bu tarihten sonra başlar ve eğitimi yarıda kalır. İlk tutuklanması üniversiteye kayıt olduktan bir yıl sonra hem okuyup hem çalışmak amacıyla işe başladığı Merkez Bankası memuriyetinde gerçekleşir. Şair, Palmiro şiiri sebebiyle gözaltına alınır.

1950-51 döneminde Muğlalı Katliamı üzerine yazdığı 'Otuz Üç Kurşun' şiiri ise onu neredeyse ölüme kadar götürür. Gözaltına alınır, saatlerce dövülür ve baygın bir şekilde tellerden aşağı bir çöplüğe atılarak ölüme terk edilir. Kendisini sabah saatlerinde çöpçülerin bulduğunu söyleyen şair, o zaman gerçekten öleceğine inandığını da ekler:

"Şu Bahçelievler'de manyağın biri otuz tane tavuğu çalsa, kesse, ertesi gün Ulus gazetesi olayı dört sütun üzerinden verir. Tavuk değil bu yahu 33 tane senin vatandaşın... Hiçbir suçu yok... Tertemiz... Belki hepimizden daha suçsuz... Kimsesizlikten başka suçu yok. Kimsesiz adamlar o kadar... İşte bu "Otuzüç Kurşun" şiiri yüzünden geldiler götürdüler beni. Gece sabaha kadar dövdüler. 'Oku' dediler, okumadım. Dövdükten sonra o tellerden aşağı attılar beni. Orada öylece kalmışım. Sabah çöpçüler gelip buluyorlar. Sokak köpekleri gelip gelip kokladılar beni. Ödüm koptu, ölü sanıp yiyecekler diye..."

1951 yılında Türk Ceza Kanunu'nun 141. Maddesine aykırı bulunan siyasi görüş ve eylemleri nedeniyle iş yerinden alınarak cezaevine götürülür. Bu tutuklanışı, bitmek bilmeyen 38 aylık işkencelerin başlangıcıdır. Günlerce işkence görür, bir hücreye atılır ve yalnızca açlığı, karanlığı, yalnızlığı hisseder. Kafasının içinde sesler duymaya başladığı için delirdiğini düşünen Ahmed Arif, bileklerini keserek intihara kalkışır. Son anda hastaneye yetiştirilerek kurtarılır ve hücreye döndüğünde eziyetler aynı şekilde devam eder.

1953 yılında, hâlâ içerideyken babasını kaybeder. 7 Ekim 1954'te tahliye edilir, 8 ay kamu gözetimi cezasını Urfa'dan Diyarbakır'a olarak değiştirtir. Cezaevi geçmişi sebebiyle memuriyetine devam edemez ve bir tuğla-kiremit fabrikasında çalışmaya başlar. Gazete ve dergilerde düzeltme işleri yapar. Hayatı yoksulluk, kavga, mücadele ve adalet arayışıyla geçer.

Ahmed Arif'in en çok etkilendiği şairler Nazım hikmet, Cahit Külebi, Ahmet Hamdi Tanpınar, Cahit Sıtkı Tarancı, Ahmet Haşim gibi isimler olmuştur. Lise yıllarında yazdığı birçok şiirde de ister istemez bu şairlerin etkileri görülmektedir. Romanlarda ise Dostoyevski, Tolstoy ve Emile Zola gibi isimler düşüncelerinin gelişimine katkı sağlamıştır. Ancak Ahmed Arif'in kendi tabiriyle bir okyanus olarak betimlediği Nazım hikmet, bir yandan onun en büyük korkusudur. Türk edebiyatının bir çınarı gibi görür onun dizelerini ve onun gölgesinden güç almak istese de, bir taklitçi olmayı kendine yakıştıramaz. Uzun yıllar nasıl bir şair olacağı, nasıl şiirler yazacağı arayışıyla kaleme sarılır. O dönemin şiir dünyasında etkilerini her köşede gösteren Garip akımına ise hiçbir şekilde ayak uydurmamaya kararlıdır.

"O günler asıl moda, Orhan Veli gibi yazmaktı. Üstelik çok da kolay bir yoldu bu. Biraz yaradılış gereği; biraz da şiirin gıdıklama, alay ve ucuz espri ile asla bağdaşmayacağına olan inancımdan, bu yola dönüp bakmadım bile. Yaradılış gereği dedim; buna yaşayış tarzı ve dünya görüşünü de katmak gerek. Orhan Veli olsun, çevresindekiler olsun, birer küçük burjuvaydılar. Hem de İstanbul burjuvası. Düşünce ve davranışları, kendilerine örnek seçtikleri Fransız şairlerinin paralelindeydi. Oysa ben Doğulu'ydum. Az gelişmiş değil, sömürülmek için kasıtlı olarak geri bırakılmış bir ülkenin, aşiret töreleriyle yetişmiş bir çocuğuydum. Sömürgeci Fransız toplumunun bohemi, serseriliği ve gerçekten kaçma çabalayan kutsayan şairleri, elbette beni ırgalamazdı."

Ahmed Arif için şiir, sabır demektir. Bazı şiirlerinin başını ve sonunu yazar, ancak ortasına oraya yakışan en iyi dizenin gelmesi için bazen on, bazen yirmi yıl bekler. İnce bir işçilikle süsler şiirlerini, asla aceleci davranmaz.

Cemal Süreya ile yakın bir dostluğu vardır. Kendisine o kadar saygı duyar ki, hiç tanışmadığı halde kız kardeşiyle evlenmek ister. Cemal Süreya kız kardeşini 'Türkiye'nin en iyi şairi! Evlen kız!' diye ikna etmeye çalışır. Kız bu teklife şaşırsa da, ağabeyinin ısrarı üzerine tanışmayı kabul eder. Zafer Çarşısı'ndaki kahvede buluşmak için sözleşirler. Ancak bekle, bekle Ahmed Arif gelmez. Ertesi gün Cemal Süreya öğrenir ki; Ahmed Arif temiz bir gömleği olmadığından, buluşmaya gelmeye utanmıştır. Bu kısa hikaye, onun hayatı boyunca yüzleşmek zorunda olduğu yoksullukların en iyi özeti olabilir.

Ahmed Arif'in hayatına damga vuran aşklardan birisi ise kuşkusuz Leyla Erbil'dir. İkilinin nasıl tanıştıkları bilgisi tam bulunamamıştır, ancak bir kaynağa göre tanıştıklarında Leyla Erbil 23, Ahmed Arif 27 yaşındadır ve ikisi de yalnızdır. 1954-57 yılları arasında mektuplaşmalarının başladığı bilinmektedir. Ahmed Arif Leyla'sına mektup gönderecek pul parası kazanabilmek adına bazı zamanlar günlerce hamallık yapar. Onu en iyi dostu olarak, karşılık bulamadığı en derin sevdası olarak kardeşçe, tutkuyla, hasretle, bazen gizli saklı bazen alenen açık bir şekilde sever.

Ona düzinelerce mektuplar yazar. Bu mektuplarda çoğu zaman ortak edebiyat sevdaları, birbirlerini cesaretlendirmeleri, desteklemeleri, övgüleri ve nasihatleri yer alır. Çoğu zaman ortak arkadaşlarla ilgili haberler ve havadisler ve mütemadiyen Ahmed Arif'in bitmeyen bir umutla, dinmeyen bir inatla Leyla'ya olan aşkı taşınır mürekkepten kağıtlara.

"Aslında benim senden kopamayışım, sensiz dünyayı hafif buluşumdur bütün mesele!"

Leyla, Ahmed Arif'in sürgünde, açlıkta, yalnızlıkta, yargılanma zamanlarında, kavgalarında tutunduğu yegane dal olur. Ama hiçbir zaman karşılık bulamaz aşkına.

"Terk etmedi sevdan beni
Aç kaldım, susuz kaldım
Hayın, karanlıktı gece
Can garip, can suskun
Can paramparça...
Ve ellerim kelepçede
Tütünsüz, uykusuz kaldım
Terk etmedi sevdan beni..."

1955 yılında Leyla evleneceğinin haberini verir mektubunda. Ve günden güne, mektuptan mektuba satırlarındaki samimiyet azalır, mesafeler büyür paragraf başlarında. Yine de sevdasından vazgeçmez Ahmed Arif, yüreğinin en saklı, en sığ köşesinde taşır onu sene sene gittiği her yere.

1967'de Aynur hanımla evlenir, bu evlilikten Filinta ismini verdiği bir oğlu olur. Evlilik yıllarında Leyla Erbil'le mektuplaşmaları devam etse de, bu artık çocuklarından da selamlar ve bilgiler taşıyan dostane bir çember içindedir. En son mektubu Ahmed Arif 1977 yılında gönderir.

1968'de ilk şiir kitabı 'hasretinden Prangalar Eskittim' yayımlanır ve büyük bir yankı uyandırır.

"Öyle yıkma kendini
Öyle mahzun, öyle garip...
Nerede olursan ol
İçeride, dışarıda, derste, sırada
Yürü üstüne üstüne
Tükür yüzüne celladın
Fırsatçının, fesadın, hayının...
Dayan kitap ile
Tırnak ile, diş ile
Umut ile, sevda ile, düş ile
Dayan, rüsva etme beni!"

2 haziran 1991'de 64 yaşındayken Ankara'da yalnız yaşadığı evinde kalp krizi geçirir ve hayata gözlerini yumar. Ve gerisinde nice kalbe, özgürlüğe düşkün zihinlere, esir düşmüş kimilerine umut olan, aşk olan, ışık olan –bir daha onlar gibisi yazılamayacak- binlerce dize bırakır. Duyguyla, hakkıyla, hissedilerek okunan her satırında, ruhu biraz daha sonsuzluğa karışır.

Bu ay Mürekkeb-i Mülhem'in sonuna geldik. Çok yakında yeni bir sürpriz ile sizlerle birlikte olacağız takipte kalın. :)

Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top