Mürekkeb-i Mülhem

"Şiir sadece hayatın bir delilidir. Hayatınız iyi yanıyorsa şiir sadece küldür."

Leonard Cohen

Mürekkeb-i Mülhem'den herkese merhaba!

Her ay bir şairimizin hayatına daha yakından dokunacağımız, duygularını hissetmeye çalışacağımız şiir dergimize hoş geldiniz!

Ve hazırsanız başlayalım; ama ilk önce Mürekkeb-i Mülhem'in hikayesine göz atalım.


Mürekkeb-i Mülhem

Televizyonun, telefonun ve radyonun olmadığı çok eski zamanlarda kasabanın birinde yoksul mu yoksul bir adam yaşarmış. Bu yoksul adam şiir yazmayı çok severmiş, öyle çok severmiş ki uçan kuşa, pencerenin kenarındaki yanan muma ve ekmek kırıntılarına bile şiir yazarmış. Anlayacağınız derdini şiirle anlatırmış. Zaten pek de konuşmazmış, bu yüzdendir ki kasabalı onu hiç sevmezmiş. Çalışıp para kazanmak istemesine rağmen kasabalı tarafından meczup olarak bilindiği için herkes ondan çekinir, kimse ona iş vermezmiş.

Adamcağız bazı yardımsever komşularının ona yiyecek getirmesiyle hayatta kalıyormuş. Ama hiçbir şikayeti yokmuş hayatından; hele kağıtlarının başına geçip kalemini mürekkebine daldırdı mı dünyalar onun oluyormuş. Şiir yazarken hiç düşünmez içinden ne gelirse kağıda aktarırmış bu adam. Öyle kaygısız olurmuş ki başka bir alemdeymiş gibi hissedermiş kendini. O alemde mürekkebi dile gelir ona arkadaşlık edermiş. Kasabalı ona meczup demekte haksız değilmiş gibi, ne dersiniz?

Günlerden bir gün bu adam kırlarda güvercinleri besledikten sonra evine dönerken tahta bir çite yapıştırılmış bir ilan görmüş. İlanda bir şiir yarışmasından söz ediliyormuş. Kazanan şairin şiirleri her hafta gazetede yayınlanacakmış. Adam okudukları karşısında oldukça heyecanlanmış. Etekleri tutuşa tutuşa eve koşmuş.

Adamın gözü ne parada ne de gazeteden gelecek ündeymiş. Tek isteği kasabalıların artık onu normal biri gibi görmesiymiş.

Eve gider gitmez hemen şevkle masasının başına oturmuş. Adam bu işi çok ciddiye alıyormuş.

Öyle hep yaptığı gibi hemencecik bir şiir yazamazmış. Günlerce özenmeli, her satırıyla okuyucuyu mest edecek, anlamlı ve kulağa hoş gelecek kafiyelerle dolu bir şiir yazmalıymış.

Üç günün sonunda adam yazdığı şiiri katlayıp ceketinin cebine koyarak yola koyulmuş. Ertesi gün geri geldiğinde kâğıdı çöpte göreceğinden habersiz, koltukları kabararak teslim etmiş şiirini gazeteye.

Neden çöpe attıklarını bir türlü kavrayamamış, öyle ya adam gününü gecesine katıp her yönüyle muazzam bir şiir yazmış, yani öyle olduğunu düşünüyormuş. Hayal kırıklığıyla oradaki çalışana sormuş:

"Neden beğenmediniz şiirimi?"

"O şiirde duygu yoktu." diye kestirip atmış adam.

Adam üzgün bir şekilde evine dönüp yatağına yattığı sırada kadim dostu mürekkep dile gelmiş:

"Neden böyle üzgünsün dostum?"

"Ben bir şair değil, meczubum;

Yalnızlığa mahkumum.

Beğenmediler şiirimi,

Hüzün gözlerime ediyor hücum."

Bunun üzerine mürekkep adama sitemle cevap vermiş:

"Senin mürekkebin mülhemdir. Sen dünyayı şiir olarak görür, öyle okursun. Yarışma için yazdığın şiir senin kalbinin eseri değildi, yüreğinden gelerek yazdığın yüzlerce şiirden birini seç ve götür. Elbet beğeneceklerdir."

Adam mürekkebinin sözünü dinleyerek en sevdiği şiirini de yanına alarak yeniden gazeteye gitmiş. Bu kez eseri çok beğenilmiş, dahası yarışmanın kazananı olmuş. Mürekkeb-i mülhem mahlasıyla herkes onu tanıyor, şiirlerini hayranlıkla okuyormuş. Asıl istediği şey olan kasabalıların saygısını da kazanmış. Hayatının geri kalan yıllarını huzur içinde yaşamış.

Kazanmak için yalnızca kendiniz ve mürekkebinize güvenmeniz yeterli.

~SON~

"Mutluluğun resmini yapabilir misin Abidin?"

Nazım Hikmet'in bu sözleri üzerine Abidin Dino'nun mutluluk resmi çalışmasının aşağıdaki resim olduğu sanılıyordu bir çoğumuz tarafından. Asıl gerçek ise bu güzel ve huzur verici resim Dianne Dengel'e aittir.


Peki Nazım Hikmet'in yazdığı oldukça aşina olduğumuz bu sözün gerçek hikayesi nedir?

Abidin Dino ve Nazım Hikmet Türkiye'nin iki büyük sanatçısı olmasının yanı sıra aynı zamanda çok iyi bir dostluğa sahipti.


Nazım Hikmet eşi Vera'yla Abidin Dino'yu Paris'te ziyaret ettiği sırada, bir otel odasında kaleme almış bu satırları. Vera çoktan uyumuş, kim bilir kaçıncı rüyasını görürken eşi Nazım gecenin bir yarısı eline kalemini almış ve "Saman Sarısı" adlı şiirini yazmaya başlamış. Nazım ve Abidin, otel odalarının penceresinden Sen ırmağını gören çatı katındaki otel odalarının pencerelerinin başında oturmuşlar. Abidin de bir yandan bir şeyler çizmekteymiş. Nazım'ın şiirinin içindeki şu dizeden anlıyoruz bunu:

"Abidin uçsuz bucaksız hızın renklerini döktürüyor."

Aynı zamanda Nazım, yakın arkadaşı olan Abidin Dino'nun yaptığı resimlere hayranlık da duymaktaymış. Yine o gece yazdığı şiirin içindeki şu dizelerden bunu çok net bir şekilde görebiliyoruz.

"Yüz elliye altmışın meydanlığında
suda balıkları nasıl görüp suda balıkları nasıl avlayabilirsem
öyle görüp öyle avlayabilirim kıvıl kıvıl akan vakıtları tuvalinde Abidin'in"

Nazım aslen eşine ithafen yazdığı "Saman Sarısı" adlı şiirinin içinde dostu Abidin Dino'ya da yer vermiştir.

"Sen mutluluğun resmini yapabilir misin Abidin?
İşin kolayına kaçmadan ama
Gül yanaklı bebesini emziren melek yüzlü anneciğin resmini değil
Ne de ak örtüde elmaların
Ne de akvaryumda su kabarcıklarının arasında dolanan kırmızı balığınkini
Sen mutluluğun resmini yapabilir misin Abidin"

Nazım'ın Dino'ya bu soruyu sorması zannedildiği üzere, gerçekten çizip çizemeyeceğini merak ettiği için değildi elbet, retorik bir soruydu bu. Ülkesini çok özleyen iki sanatçı arasındaki sıkı dostluğun getirisi olan bir diyaloğun ürünüydü. Bu sorudaki amaç, fikir birlikteliğini, pekiştirme amaçlı kurulmuş soru kalıplı cümleler eşliğinde dökmekti mısralara. Aslında Nazım'ın Dino'dan bir resim beklentisi yoktu. Muhtemelen o da biliyordu yakın arkadaşının ona vereceği cevabı. Abidin Dino, Nazım Hikmet'in "Mutluluğun resmini yapabilir misin Abidin?" sorusuna resimle değil de, aynı türü kullanarak Nazım gibi şiirle karşılık vermişti. Çünkü Dino da biliyordu Nazım'ın sorusunun cevabının olmadığını. Mutluluğun resminin tuvallere sığamayacağını... Bu sebepledir ki Nazım'a yazdığı şiirinin son dizesinde şu sözlerle cevap vermişti.

"Buna da ne tuval yeterdi; ne boya..."

Abidin Dino mutluluğun resmini yapmadı. Onu fırçasıyla tuvale değil, kalemiyle kağıda anlatmayı seçti. İşte Adidin Dino için mutluluğun tarifi:

Mutluluğun Resmi

Kokusu buram buram tüten
Limanda simit satan çocuklar
Martıların telaşı bambaşka
İşçiler gözler yolunu.
İnebilseydin o vapurdan
Ayağında Varna'nın tozu
Yüreğinde ince bir sızı.
Mavi gözlerinde yanıp tutuşan
hasretle kucaklayabilseydim
seninle, bir daha.
Davullar çalsa, zurnalar söyleseydi
Bağrımıza bassaydık seni Nazım,
Yapardım mutluluğun resmini
Başında delikanlı şapkan,
kolların sıvalı, kavgaya hazır
Bahriyeli adımlarla düşüp yola
Gidebilseydik Meserret Kahvesine,
İlk karşılaştığımız yere
Ve bir acı kahvemi içseydin.
Anlatsaydık
o günlerden, geçmişten, gelecekten,
Ne günler biterdi,
Ne geceler...
Dinerdi tüm acılar seninle
Bir düş olurdu ayrılığımız, anılarda kalan.
Ve dolaşsaydık Türkiye'yi
bir baştan bir başa.
Yattığımız yerler müze olmuş,
Sürgün şehirler cennet.
İşte o zaman Nazım,
Yapardım mutluluğun resmini
Buna da ne tuval yeterdi;
ne boya...

Şair köşemizde bu ay ki konuğumuz Mehmet Akif Ersoy'dur. Koca bir millete bağımsızlık savaşı için güç veren dizelerin sahibi Mehmet Akif Ersoy'u rahmet ve sevgiyle anıyoruz!


20 Aralık 1873, İstanbul doğumludur milli şairimiz. Babasının ona verdiği asıl isim, doğum tarihinin ebced hesabında karşılığı olan Ragıf'tır, ama bu ismin söylenişi zor olduğundan dolayı babasının vefatının ardından çevresi tarafından hep Akif olarak çağrılmıştır. Babası Mehmet Tahir Efendi ve annesi Emine Cemile hanımdır, Nuriye isminde de bir kız kardeşi vardır.

Eğitim hayatı oldukça küçük bir yaşta başlar usta şairin. Ersoy'un okuduğu ilk manzum eserin, Fuzuli'nin kaleme aldığı 'Leyla ile Mecnun' olduğu söylenir.

*Mehmet Akif Ersoy'un çocukları ve eşi.

Tophane-i Amire Veznedarı Mehmet Emin Bey'in kızı İsmet Hanım ile evlenir. Bu evlilikten 'Cemile, Feride, Suadi, Emin ve Tahir' adını verdikleri beş çocukları olur. Mehmet Akif, belki babasını çok erken kaybetmesinden dolayı çocuklarıyla olabildiğince çok zaman geçirmeye çalışır. Evde bulunduğu zaman dilimlerini hep çocuklarının eğitimine ayırır.

Vatan şairi olarak bilinse de Mehmet Akif, aslında edebiyatta da çok yönlü bir insandır. Manzum hikayeler kaleme alır, destanlar yazar, dini bilgisini ve sevgisini eserlerinden yansıtır, 'sanat, toplum içindir' diye haykırır. Halkın dertlerini hikayelerine taşır, vatan sevgisini dizelerinden coşturur. Milletin derdini kendi derdine ekler, sırtlanır, vatan için yapabileceği her şeyi yapmadan içi rahat etmez.


1915 yılında Çanakkale Savaşı sırasında Mehmet Akif, Hicaz vilayetinde Medine yollarındadır. Bu seyahatin amacı İngilizlerin Hicaz'da Osmanlı'ya karşı oynadığı oyunları bertaraf etmek ve söylentileri yalanlamaktır. Ancak aklı hep Çanakkale'dedir. Sonunda zaferin kesinleştiği 18 Mart günü Eşref Sencer yanına gelir ve ona müjdeli haberi verir. Haberi alır almaz Akif, gözyaşları içinde secdeye kapanır, uzun süre kumların üzerinde secdede hareketsiz bir vaziyette kalır. Eşref Sencer o günü, kendi hatıralarında şöyle anlatır:

"Sonra kalktı. Ağlamaklıdır. Birbirimize sarıldık. Akif'in hayatının en mesut, en bahtiyar anı... Anlatılması çok zor... Ay, bedir halindedir. Çöl gecelerinin parlak yıldızlı semasını zaferimizin şerefine aydınlatan ayın bu efsanevi ışıkları altında, Mehmet Akif, hiçbir başka ışığa ihtiyaç bırakmayan, bu güneşi bile unutturacak kadar parlak çöl gecesinde sabahladı. İstasyon kulübesinin arkasındaki hurmalığın içine çekildi. İşte o Çanakkale'ye lâyık olan destan, o gece Akif tarafından, hıçkırıklar içinde, ay ışığı altında, Medine'de el- Muazzam istasyonunda yazıldı. Ravza- Mutahhara'ya yakın bir noktada, sabaha kadar süren ilham saatleri sonunda... Mehmet Akif, vazifesini tamamlamış fanilerin az kula nasip olan o rahatlığı ile yüzüme derin derin baktı: 'Artık ölebilirim Eşref... Gözüm artık açık gitmez!' dedi."

"Şühedâ gövdesi, bir baksana, dağlar, taşlar...
O, rükû olmasa, dünyada eğilmez başlar...
Vurulmuş tertemiz alnından, uzanmış yatıyor,
Bir hilâl uğruna, Rab, ne güneşler batıyor!
Ey, bu topraklar için, toprağa düşmüş asker!
Gökten ecdâd inerek öpse o pâk alnı değer.
Ne büyüksün ki kanın kurtarıyor, Tevhidi...
Bedr'in arslanları ancak, bu kadar şanlı idi.
Sana dar gelmeyecek makberi kimler kazsın?
"Gömelim, gel seni tarihe" desem, sığmazsın."

1920 yılında Balıkesir'de Zağnos Paşa Camii'sinden bu sefer de Kurtuluş Savaşı için halka coşkulu bir hutbe okur. İlgiyi gördüğünde, bu hutbeyi geniş alanlara taşıyarak kurtuluş mücadelesine destek olmaya karar verir. Birinci Millet meclisinde, Burdur milletvekili seçilir.

1921 yılına gelindiğinde, onun adını göklere taşıyıp, bir milletin kalbinde yerini sağlamlaştıran İstiklal Marşı yarışması gündeme gelir. Yarışmanın kazananına 500 lira ödül vardır. Ancak Mehmet Akif, milliyetçi duygusuna bu para ödülünü yakıştırmaz ve bu sebeple de yarışmaya katılmaz. 'Milli Marş, kesinlikle para ile yazılmaz!' der. Onu ikna eden dönemin milli eğitim bakanı Hamdullah Suphi Bey'in ricasıyla, arkadaşı Hasan Basri Bey olur. 12 Mart 1921 günü Mehmet Akif Ersoy'un kaleme aldığı İstiklal Marşı, mecliste Milli Marş olarak kabul edilir. Ödül olan 500 lirayı Ersoy, hayır kurumlarına bağışlar.

Yıllar sonra Akif'in istirahat dönemlerinde ziyaretine gelen bir grup arasında İstiklal Marşı'nı yeniden yazmak konusu açılır. O zaman Akif yatağında doğrulur ve şöyle der:

"O şiir, bir daha yazılmaz. Onu kimse yazamaz, ben de yazamam. Onu yazmak için o günleri görmek, o günleri yaşamak lazım. O şiir, artık benim değildir. O milletin malıdır. Allah bir daha bu millete İstiklal Marşı yazdırmasın! Allah bir daha bu memleketin, bu milletin istiklalini tehlikeye düşürmesin. Bir daha onu İstiklal Marşı yazmaya mecbur etmesin!"

Kurtuluş Savaşı'ndan sonra uzun bir süre Mısır'da yaşar ve orada Türkçe dersleri verir. Hastalık teşhisi konulunca tedavi için İstanbul'a döner. 27 Aralık 1936 yılında siroz hastalığı sebebiyle Beyoğlu'ndaki Mısır Apartmanı dairesinde hayatını kaybeder. Milli şair ve yazarın kabri Edirnekapı Şehitliği'nde bulunmaktadır.

Not:
❣ Bir sonraki ay şair köşemizde görmek istediğiniz şairimizi yorumlarda belirtebilirsiniz.

Bu ay ki sorumuz:
Milli eğitim bakanının oğlu olan bir şairimiz. Arkadaşıyla birlikte para biriktiriyordur yurtdışında eğitim için. Ama babası ayrıcalık yaptığını düşünülmesin diye oğlunu göndermez.Biriktirdiği parayı arkadaşına veren şairimizin arkadaşı Gazi Yaşargil cerrah olur. Bahsi geçen şairimiz kimdir?

*Cevabı bir sonraki ay.

Mürekkeb-i Mülhem'in bu aylık sonuna geldik, bize düşüncelerinizi ve önerilerinizi bu köşede iletir misiniz? Bir sonraki ay görüşmek dileğiyle şiirle kalın!

Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top