4. Oyunbozan
4. Oyunbozan
Bütün renkler kaybolmuştu. Bir adım daha yaklaştım karanlığa. O bir katilse, aldığı her nefes ziyandı. Tam alnın ortasını hedef alıyordum. Tek kurşunla bitebilirdi her şey. Ama ben, kimsenin canına kast edecek bir insan değildim. Beni masum olduğuna inandırsın istiyordum.
Feza'nın büyümüş gözbebeklerinde hiç tereddüt yoktu. Korkmuyordu ölümden. Ya da onu öldürmeyi beceremeyeceğime emindi. "Eğer gerçekten katil olduğumu düşünüyorsan vur beni."
"Çalışma masanda kırmızı bir ruj buldum," dedim onu suçlayarak. "Kırmızıyı sevdiğin bilgisayar ekranındaki duvar kâğıdından, ajandanın renginden belli. Pelin Solmaz'ın ölmeden birkaç gün önce çekilmiş fotoğrafı duvarında asılı."
Gülümseyen dudaklarını birbirine bastırdı. "Bravo Sherlock Holmes. Her şeyi çözmüşsün. Başka bir kanıtın var mı?"
"Şimdilik yok."
Böyle karşılıklı dikilirken, o gece bana saldıran kişiyle aynı boylarda olduğunu fark ettim. Ben 1.71 boyundaydım. Aramızda neredeyse yirmi santim fark vardı. Boştaki elimi havaya kaldırdım. Sadece gözlerini görebileceğim şekilde avucumun içiyle yüzünü kapattım. Kara gözleri, beni boğmaya yeltenen nefret dolu gözlerle aynı bakmıyordu.
Ve en tuhafı, bir katil olduğu ihtimalini düşünürken bile ondan korkmuyordum.
Feza birkaç saniyelik dalgınlığımdan faydalanarak bana yaklaştı. Hızlı bir hareketle namluyu kavradı. Korkusuzca göğsünün üzerine yasladı. Metal soğukluğu arasında parmaklarımız birbirine değdi. Tek bir dokunuşla silah patlayabilirdi.
"Delirdin mi?" diye bağırdım.
"Cesaretin yoksa silahı eline almayacaksın."
Telaşım mimiklerime yansıdı. "Bırak şunu Feza!"
Yüzünü yüzüme yaklaştırıp, başını hafifçe yana eğdi. Kirpiklerini kırpmadan gözlerimin içine baktı. Nefesi yanağıma çarpıyordu. "Korkuyor musun benden?"
Gözlerimi kaçırıp, "Korkuyorum," diye fısıldadım.
Çattığı kaşlarının ortasındaki çizgi silindi. "Bir kurşunla bütün korkularına son verebilirsin," dedi tehditkâr bir sesle. "Sık hadi!"
"Seni öldürmekten korkuyorum."
Gücenmiş ama kararlı bir ifadeyle bana baktı. "Madem senin gözünde bir katilim, sana beni öldürme şansını veriyorum. Yap hadi!"
Ona silah doğrulturken emin olduğum bütün şüphe yok olmuştu. Eğer Kızıl Karga olsaydı, şu an namlunun ucundaki kişi o değil, ben olurdum. Böyle bir düşünceyi aklımdan geçirdiğim için suçlu hissettiriyordu. Ölmek pahasına yanlış anladığımı kanıtlamaya çalışıyordu.
Elimi silahtan çekmeye çalıştım ama bırakmama izin vermedi. "Yapamam..." dedim.
İşaret parmağımın üzerindeki baskıyla beraber, gözlerimi sımsıkı kapattım. Gerçekten kendini öldürtmekte kararlıydı. Küçük bir çıt sesi yankılandı odanın içinde. Silah patlamamıştı. Çünkü içinde kurşun falan yoktu. Yumduğum gözlerimi araladığımda, Feza'nın yüzündeki alaycı tebessümle karşılaştım. Ben korkudan yere yığılmak üzereydim o ise resmen dalga geçiyordu. Silah ellerimizden kayıp yere düştü.
Göğsüne sertçe vurdum. Elim sızlamıştı. Omzunu geriye ittim. "Baştan beri kurşun olmadığını biliyordun!"
Umursamaz gülümsemesi kayboldu. Kollarının arasında sinirle çırpındım. Yerlerimizi değiştirerek beni duvara yasladı. Kaçmamam için bir kolunu yanıma siper etti. "Durduk yere ölmeyi isteyecek kadar delirmedim."
"Çekil şuradan!" diye haykırdım.
"İlk kural, bir daha silah tutarken bu kadar tereddüt etme. Karşında ben değil, gerçek bir katilde olabilirdi."
"Ama ben hâlâ senin masum olduğuna ikna olmadım," dedim. Yalan söylemiş, tersini düşünüyor olsam da onu kızdırmak istedim.
Birkaç adım geri çekilip benden uzaklaştı. "İstediğini düşün. Bana inanıp inanmaman umurumda bile değil."
Bu sefer iğneleyici bir şekilde gülen bendim. "O zaman neden bu şovu yaptın?"
"Ne kadar cesaretli olduğunu görmek istedim. Aslında seni elinde silahla görünce cesur olduğunu düşünmüştüm ama korkağın tekisin."
"Korkak değilim ben," diye itiraz ettim. "Sen de büyük bir yalancısın!"
"Gerçekleri duymak ister misin?"
Başımı onu onaylar gibi aşağı yukarı salladım. "En küçük detayına kadar anlatmanı istiyorum."
Feza derin bir nefes verdi. Sırtını duvara yaslayacak biçimde yere oturdu. Bileğimi tutarak, beni oturmam için yere doğru çekti. İstediği gibi yanına çöküp bağdaş kurdum. Dakikalar boyunca ikimiz de sessiz kaldık. Az önce yaşananları sindirebilmek güçtü. Ben ona inanmayı beklerken, bütün dürüstlüğüyle konuşmaya hazırdı.
"Kırmızı ruju, o çukurda buldum," dedi Feza. "Düşürmüştü ya da bilerek bırakmıştı Karga. Adli tıpta incelendi ama bir şey bulamadılar."
"Senin evinde ne işi vardı?"
Dirseklerini diz kapaklarının üzerine koydu. "Bir cinayeti çözmeye çalıştığımda, olay yerinde bulduğum objeleri eve getiririm bazen. Düşünürken odaklanmamı sağlıyor."
"Çok saçma," diye gözlerimi devirdim.
Yaşadığımız her şey kadar saçmaydı. Şu an katil olduğunu düşündüğüm bir adamla yan yana oturmuş, beni suçlu olmadığına ikna etmesini bekliyordum. Belki de gerçekten aklımı oynatmıştım. Berbat olan psikolojimin, deliliğe teslim olmadan önceki son çırpınışlarıydı.
"Ayrıca kız arkadaşımın falan da olabilirdi. Dünyada sadece bir tane kırmızı ruj yok değil mi dedektif?"
"Haklısın, bir sevgilin olabileceğini düşünemedim," dedim.
Seninle uğraşamayacağım der gibi bakarken, işaret parmağıyla dudağının üstünü kaşıdı. "Kırmızıyı sevmem ben. Bilgisayar ekranındaki duvar kağıtları otomatik değişiyor. İstersen şimdi aç bak, değişmiştir. Ajandayı Rüya almıştı."
Şüphelendiğim ne varsa sormaktan çekinmedim. "Peki ya en önemli detay, Pelin Solmaz'ın fotoğrafı neden sende?"
"Çiçekçi dükkânın karşısındaki fotoğrafçıda çalışan adam, Pelin'in eski sevgilisiymiş. Bu fotoğrafı küçük bir notla birlikte çiçekçiye bırakmıştı. Hâlâ sevdiğine, unutamadığına dair bir şeyler karalamıştı. Fakat Pelin, notu okuyamadan çoktan ölmüştü. İki gün sonra bulundu cesedi. İlk başta adamdan şüphelendik. Sorguya aldık ama suçsuz olduğu belliydi."
"Duvarın Kızıl Karga'nın işlediği cinayet fotoğrafları, onunla ilgili gazete küpürleriyle dolu. Yani demek istediğim, takıntı yapmış gibisin." Bedenimi ona doğru çevirdim. "Bu davayla neden bu kadar ilgileniyorsun Feza?"
"Görevim bu, onu yakalamak zorundayım. Yeni bir kurbanı daha öldürmesine izin veremem. Çünkü o şerefsiz..." Son cümlesini tamamlamadan sustu.
"Başka bir sebebi olmalı," diye üsteledim.
"Neyse, boş ver. Bu kadar dedektiflik oyunu yeter. Hem ben niye seni ikna etmeye çalışıyorum ki?"
Devamını getiremediği cümle her neyse, ilk defa gözlerinin dolduğuna şahit olmuştum. Duygularını her zaman kızgın cümleleriyle saklıyordu. Beni terslemesinin sebebi kaçmaktı.
"Bu bir oyun değil ama sen oyunbozansın," dedim.
Feza ayağa kalktı. Yaşadığımız bunca şeye rağmen elini bana doğru uzattı. "Şimdi inanıyor musun bana?"
Elimi avucuna bırakıp, yerden kalktım. "Oyunbozan ve yalancılara inanmam. Ama katil olmadığını biliyorum."
"Bir özür bile dilemeyeceksin yani."
Canını yakmaya gücümün yetmeyeceğini bilsem de parmaklarımla hâlâ tuttuğum elini sıktım. "Peşin hükümle seni suçladığım, silahla tehdit ettiğim için özür dilerim."
Sol omzu hafifçe yükselip alçaldı. "Affedildin."
Bir saat önce silahla göğsünü hedef aldığım adamın şimdi elini tutuyordum. Bu kez kurşunun önünde hayatım olduğunu bilmeden. Birbirimize söylediğimiz yalanlardan kaçarken bu oyundan ikimiz de sağ çıkamayacaktık.
"Yaptığım onca şeyden sonra nasıl bu kadar kolay bir şekilde affedebilirsin beni?" dedim.
"Aklın darmaduman Ahu." Gözlerindeki hüznü saklamadı. "Sen günlerdir bir caninin peşinde olması ihtimaliyle yaşıyorsun. Tehlike içindesin. Korkularınla yalnız başına savaşıyorsun. Bu yüzden seni anlayabiliyorum. Suçlayacak birini aradın ve o an karşında gördüğün tek kişi bendim."
Biri beni anlamayalı uzun zaman olmuştu. Hissettiğim utançtan dolayı yüzüne bakamadım. "Bana kin tutsan içim daha çok rahatlardı. Böyle vicdan azabı çekeceğim."
"Artık vicdanını dinlediğinde, benim sesimi duyacaksın. Bu hoşuma gitti." Bir kez daha beni güldürmeydi denedi. "Üstelik senin için bir azap olacağını sanmıyorum. Ses tonum insanda güçlü bir etki bırakır."
Nafileydi, çünkü bu suçluluk hissi içimden hiç silinmeyecekti. "Sanırım bugün yaşadıklarımızdan sonra burada kalmam doğru değil."
Neden sanki hiç bırakmayacakmış gibi elimi tutmaya devam ediyordu?
Cümlelerim yüzündeki yarım gülümseyişi soldurdu. "Zaten gitmek istiyordun. Bugün yaşananlar bahane değil," dedi kısık bir sesle. "Bana bakışlarındaki tedirginliği görebiliyorum. İçindeki şüphe hâlâ silinmedi."
Avuçlarımız birbirine değerken, göğsüme yerleşen his gittikçe ağırlaştı. "Hayır, içimde sana dair en ufak bir şüphe yok artık."
"Seni burada zorla tutamam. Ama şunu bilmeni istiyorum, ben senin düşmanın değilim Ahu."
Hiç tereddüt etmeden elimi parmaklarımdan ayırdım. "Bugüne kadar yaptığın her şey için teşekkür ederim. Sana hep minnettar kalacağım."
Buzdan soğuk bakışları yüzümün her ayrıntısında dolaştı. "Gerçek düşmanın dışarıda olduğunu unutma."
"Hoşça kal Feza," diyerek arkamı döndüm. Ondan adım adım uzaklaşırken, sessiz kalmayı seçmişti.
Bu, birine hoşça kal derken derinlerde bir yerde acı hissettiğim ilk vedaydı.
Karanlık bütün ışıkları yutmuş, yalnızca sokağın sonundaki lambaya dokunmamıştı. Başımı gökyüzüne çevirdim. Yıldızları eksik, zifiri bir geceydi. Üşüdüğüm için kollarımı göğsümde birleştirerek yürüdüm. Ayağımda Feza'dan ödünç aldığım birkaç numara büyük terlikler, üstümde onun kıyafetleri vardı hâlâ. İçten içe gitmeme izin vermez sanmıştım. Ama o kal dememişti. Beni durdurmak için yerinden kıpırdamamıştı bile. Kendisine silah çeken birine yalvaracak hâli yoktu. Onu suçlamama rağmen bir de peşimden koşmasını mı bekliyordum?
Sessiz adımlarla bir hayalet misali geçtim uykuya dalmış tenha sokaktan. Caddeye çıktığımda, yanımdaki birkaç kişi göz ucuyla beni süzdüler. Muhtemelen garip göründüğümü düşünüyorlardı. Kaldırımın kenarında müşteri bekleyen taksiye yaklaştım. Ama cebimde beş kuruşumun olmadığı geldi aklıma. Taksiye binmekten vazgeçip, yaya geçidinden caddenin karşısına geçtim. Kalabalığın ortasında kimseye çarpmadan yürüdüm. Takip ediliyormuşum hissi ensemdeydi yine. Düşmanım, kuytularda bir yerde pusuya yatmış, en savunmasız halimi kolluyordu belki de.
Ara sokağa sapmak için köşeyi döneceğim sırada, bir el tam arkamdan dirseğimi kavradı. Beni kendisine doğru döndürdü. Rüzgâr saçlarımı uçuşturdu. Dehşete düşmüş bir şekilde başımı kaldırdım. Yüzüne bakınca çapraz bir gülümseme belirdi dudağında. "Buldum seni," dedi.
Sesini duymanın içimi bu kadar rahatlatacağını hiç düşünmemiştim. "Feza..."
"Yanlış yöne gidiyorsun."
"Galiba kayboldum," diye fısıldadım ama çenem titredi.
"Ben varken asla kaybolmazsın, nereye gitsen bulurum seni."
Buğulu gözlerimde biriken yaşlar akmasın diye içimi çektim. Soluduğum havada bile burnumun direğini sızlatan bir acı vardı. "Gerçekten bulur musun?"
"Bana hiç inanmayacaksın değil mi?"
"Sana hep inanacağım," dedim mahcubiyetimi gizlemeden. "Ama kendimi hiç affetmeyeceğim."
Feza hiçbir şey söylemedi. Dirseğimden bileğime doğru kaydırdı elini. Birlikte yeniden kalabalığın arasına karıştık. Hızlı adımlarına yetişmeye çalışırken kolumu çekiştirdi. Kaldırımın kenarına park ettiği arabasının önüne vardığımızda, binmem için ön kapıyı açtı. İtiraz etmeden koltuğa yerleşip, emniyet kemerini taktım. O ise gerginliği her halinden belli olan tavrıyla direksiyona geçerek motoru çalıştırdı.
"Neden peşimden geldin?" diye sordum.
"Beni bekleseydin evine bırakacaktım zaten. Neden bu kadar inatçısın?"
Sitemli bir ifadeyle ona döndüm. "Sana hoşça kal dediğimde sustun. Beni durdurmadın bile."
Başını bana çevirip bir süre sessiz kaldı. "Vedalaşmak istemedim." Ardından yeniden yola baktı. "Peşinden gelmek konusunda tereddütlerim vardı. Çünkü beni görmekten bıktığını, yalnız kalmak isteyebileceğini düşündüm."
Seni görmekten bıkmadım demek yerine, "Yalnız kalmak istemiyorum," dedim.
"Beni yanında istiyor musun peki?"
Bunu açıkça söylemekten korktum. "Sen yanımda olmayı istediğin sürece."
"Seni anlamak faili meçhul dosyaları çözmekten daha zor Ahu," dedi pürüzlü bir sesle.
Taklidini yaparak omuz silktim. Feza sessiz bir şekilde kıkırdadı ama sinirden güldüğüne adım kadar emindim. Yarım saat içinde evimin bulunduğu sokağa vardık. Arabayı apartmanın önüne park etti. Bir numara tuşlayıp, telefonu kulağına götürdü. "Durumlar nasıl Mete?" dedi aceleyle. "Tamam, siz gidebilirsiniz. Bu gece görev bende."
Telefonu kapattığı an, binanın karşısındaki beyaz araba hareket etti. Sanırım evimi gözetleyen polislerdi. Feza açıklama ihtiyacı hisseder gibi bana döndü. "Mete dosyayla ilgili her şeyi biliyor. Bizimkilere söylemeyecek. Ben için rahat etsin diye bütün gece aşağıda olacağım."
"Merak etme, içim rahat. Burada beklemene gerek yok," dedim.
Feza burnundan sert bir nefes verdi. "Görevim bu Ahu."
Oysa ben onun iyiliği için söylemiştim, bütün gece yorulmasın diye. "Bana kızgın olmanı hak ediyorum."
"Sana kızgın falan değilim."
"Hiç öyle görünmüyorsun."
Telefonunu bana doğru uzattı. "Numaranı yaz," dedi. "Aradığım her dakika sana ulaşabilmeliyim. Bir saniye bile geç açsan tehlikede olduğunu düşünür, kapını çalarım."
"Emretmeden nazik bir dille söylersen yazarım."
"O kadar kibarım ki, kayıtlarından almakla uğraştırma beni diye sana bir tercih hakkı sunuyorum."
Pes edip telefon ekranına numaramı yazdım. "Hayatımda gördüğüm en garip adamsın."
Bana dikkatle bakan gözleri, çözmeye çalıştığı bir bulmaca gibi suskunluğuma odaklanmıştı. "Sen yeryüzünde daha önce hiç rastlamadığım bir kadınsın."
"Bıraktığın için sağ ol," diyerek arabadan indim.
Aralık bırakılmış dış kapıyı itip, apartmanın içine girdim. Yavaş adımlarla ikinci kata çıktım. Ayakkabı dolabının alt rafına sakladığım yedek anahtarla kapıyı açtım. Sanki benim evim değildi de yabancı bir yerdeydim. Işıkları yaktıktan sonra salona yürüdüm. Parkelerin üzerinde polislerden kalma çamurlu ayak izleri vardı. Odamdaki yere saçılmış kırık ayna parçalarından ve kan lekelerinden eser yoktu. Feza en başında bunun kafamda kurguladığım bir şey olduğunu düşünmekte haklıydı. Çünkü Karga, bu eve hiç girmemiş gibi her yeri temizlemişti.
Komodinde duran cep telefonumu elime aldım. Şarjı bitmek üzereydi. Bildirimlerinde sekiz cevapsız çağrı, iki mesaj vardı. Annem ve Ege birkaç kez aramışlardı. Aniden ortadan kaybolmama alışkın olduklarından beni pek umursamamışlardı sanırım. Anneme mesaj atıp telefonumun bozulduğunu, yarın arayacağımı söyledim. Muhtemelen mesajımı sabah okuyacaktı.
Üzerimdeki hırka, tişört ve gri eşofmanı çıkardım. Çamaşır makinesine attım. Feza'nın kıyafetlerini geri vermem lazımdı. Duş alırken banyonun kapısını kilitlemiştim. İçimde hep bir endişe vardı. Yaşadığım travmayı unutmak, hayatıma devam etmek zorundaydım. Yatak odasına girdiğimde de kapıyı kilitledim. Sanki kilitler olduğu sürece bir daha kimse evime giremezdi.
Mutfaktan aldığım keskin bıçağı yastığımın altına sakladım. Öyle yorgundum ki, karyolaya uzandım. Endişelerim beni tüketmeden önce gözlerimi kapattım. Feza aşağıda benim için nöbet tutuyordu. Sanki o olduğu sürece, bana kimse dokunamazdı...
Sabahleyin ısrarla çalan zil sesiyle uyandım. Yataktan telaşla fırladım. Üzerime polar sabahlığımı geçirip, hole doğru yürüdüm. Kapı deliğinden baktığımda karşımda iki adam dikiliyordu. "Kimsiniz?" dedim açmadan önce.
"Merhaba, biz güvenlik şirketinden geliyoruz. Komiser Feza gönderdi," dedi, esmer olan adam.
Kendi kendime bunu yapmak neden daha önce benim aklıma gelmedi diye hayıflandım. Feza inkâr etse de beni düşünüyordu. Kapıyı açtığımda, adamlar hızlı bir şekilde evin içerisine ve kapının dışına alarmlı kamera sistemi kurup gittiler.
Bugün iznimin son günüydü. İşe dönmeliydim. Üzerime kot pantolon ve uzun kollu bir bluz giydim. Sarı saçlarım dümdüz bir şekilde omuzlarıma dökülüyordu. Krem rengi yağmurluğum ile küçük çantamı koluma asıp, evden çıktım. Sokağın ortasında tanıdık bir yüz aradı gözlerim. Feza'nın arabası ortalarda yoktu.
Gölgesini yanımda hissetmemek korkularımı tetikliyordu.
Kısa bir otobüs yolculuğunun ardından haber merkezine ulaştım. Ofisin kapısından içeriye girdiğimde, koridorda Ege ile karşılaştık. Beni görmenin şaşkınlığıyla yanıma gelip, "Nerelerdesin sen?" diye dırdır etmeye başladı. "Evine gittim yoktun. Kaç kez aradım telefonlarıma bakmadın. Hastayım diye izin almışsın, bari haber verseydin."
Biriyle dertleşmeye ihtiyacım vardı. "Anlatacağım her şeyi."
"Şimdi Gözde ile habere gidiyorum. Döndüğümde konuşalım," dedi Ege.
"Tamam, sonra görüşürüz o zaman."
Ege ile vedalaştıktan sonra merdivenlerden yukarı kata çıktım. İş arkadaşlarım bulaşıcı hastalık korkusuyla benden uzak dursalar da geçmiş olsun dediler. Cahit Bey'in azarlamasını dinlemek istemedim ama beni çağırmıştı. Derin bir iç çekerek odasına girdim. "Ben döndüm," dedim yüzümde sahte bir gülüşle. "Nasılsınız Cahit Bey?"
Beklediğimden daha sakin karşılamış, hatta hiç kızmamıştı. "Ben iyiyim. Esas seni sormalı, geçmiş olsun Ahu."
Yalancı bir öksürük çıktı boğazımdan. "Sağ olun. Çok hastaydım ama geçti sayılır."
Cahit bulaşıcı olmasından tiksinmiş gibi yüzünü buruşturdu. "Tamam, burada olduğuna göre işinin başına dönebilirsin," dedi beni odadan kovar gibi.
Masamın başına geçip, bilgisayarımı açtım. Yerimde oturmaktansa sokakta olmayı, haber peşinde koşmayı sevmiştim hep. Gelmediğim günlerin acısını çıkarırcasına işlerim yığılmıştı. Karanlık çökene kadar birikmiş haberleri düzenlemekten sırtım uyuşmuştu. Mesaim bitmesine rağmen ofiste birkaç saat daha kaldım.
Eve geri döndüğümde, saat epey geç olmuştu. Sokakta yürürken, gözlerim tanıdık birini aradı yine. Karşı kaldırıma baktım. Feza cipinin yanında dikilmişti. Elindeki telsizi dudaklarına götürmüş, gergin bir şekilde konuşuyordu. Kendimde yanına gidecek cesareti bulamadım. Rahatsız etmek istememiştim. Küçük bir an için göz göze geldiğimizde, ona arkamı dönerek apartmana girdim.
Sıcak bir duş aldıktan sonra pijamalarımı giydim. Islak saçlarımı kurutmadan yatağıma uzandım. Gözlerimi yumsam da en ufak tıkırtı kulağımda çınlamış, uykumu bölmüştü. Yataktan kalkıp pencereye doğru yürüdüm. Perdeyi kenara çekerek dışarı baktım. Arabasının siyah camlarından hiçbir şey görünmese de Feza hâlâ aşağıdaydı. Uyumama engel olan sadece sesler değil, onun varlığıydı. Benim için yaptığı bunca şeyden sonra araba koltuğunda bütün gece bekleyecek olması canımı sıkıyordu. Birkaç gün içinde yanımda olmasına öyle alışmıştım ki, ona bir camın ardından bakmak tuhaf hissettiriyordu.
Arabanın farları yanınca, daldığım düşüncelerden koptum. Beni fark etmesin diye hızla perdeyi çektim. Bu ihtimalin kalbimi neden böyle hızlandırdığını bilmiyordum. Gecenin bu saatinde, mutfağa gidip Feza'ya kahve yaptım. Sıcak kahveyi gümüş renkli küçük termosuma doldurdum. Bir de yünlü battaniyeyi aldım kucağıma. Kapüşonlu gri hırkamı pijamalarımın üstüne geçirip, elimde eşyalarla evden çıktım.
Bunun aptalca bir iyilik olduğunu düşünecekti muhtemelen. Ama ona hâlâ minnettar hissettiğimden içimden gelmişti sadece. Makyajsız yüzüm, dağınık saçlarımla karşı kaldırıma geçtim. Siyah cipin camına iki kez vurduğumda, Feza kapının kilidini açtı. Arabasına binerek ön koltuğa yerleştim.
"Niye ayaktasın sen hâlâ?" dedi şaşırmış gibi.
"Sana kahve getirdim." Termosu ona uzattım. "Bir de üşürsün diye battaniye."
Buz kadar soğuk yüzünde kar beyazı bir gülümseme belirdi. "Neden yapıyorsun bunu?"
"Neyi?"
Hafifçe bana doğru döndü. "Beni düşünüyorsun, üşürüm diye endişeleniyorsun, herkesten çok önemsiyorsun..."
"Sen de aynı şeyleri yapmıştın," diye kaçamak bir cevap verdim.
Termostaki kahveden bir yudum içti. "Ben hayatımdaki beş dostum dışında kimseyi düşünmem Ahu," dedi yutkunarak. "Kimse için endişelenmem. Hatta duygularını önemsemem."
Ona inanmak istemedim çünkü bakışları ve davranışları bunun tam aksini söylemişti. "O zaman neden öyle hissettirdin bana?"
"Çünkü sen, kimse olmadın hiç," dedi sessizce. "İlk gördüğüm andan beri bir yabancı olduğunu düşünmedim asla."
"Senin için diğer insanlardan bir farkım olduğunu mu söylüyorsun?"
"Evet. Çok tuhaf ama seni korumak bir zorunluluk benim için. Sana bir şey olsa en başta kendimi suçlarım."
"Böyle konuşup, baskı altında hissetmeni istemiyorum," dedim gözlerim dolarken. "Başıma bir şey gelmesi senin suçun olmayacak."
"Ben sana bir söz verdim ve sözümü tutacağım."
"Biliyorum."
Kolunu bana uzattı. Omzuma düşen sarı saçlarımın bir tutamına dokundu. "Saçlarını kurutmamışsın hâlâ nemli," diye mırıldandı. "Hava epey soğuk. Bu gidişle hasta olacaksın."
Onu birkaç dakika önce söylediği cümlelerle vurmak için, "Bu neden umurunda olsun ki?" dedim.
İki elini havaya kaldırıp, hırkamın kapüşonunu başıma örttü. Ucundan sarkan ipleri çekerek boğazımda düğümledi. Kusursuz gülümsemesi içtendi. Yüzünün yüzüme yakınlığı nabzımı hızlandırdı. Bakışları aralık dudaklarımdan gözlerime tırmandı. Durduramadığım bu heyecanı içimden söküp alsın istedim. Fakat ikimizin de aramızdaki mesafeyi kapatmaya cesareti yoktu.
"Seninle baş edemiyorum Ahu."
Dikiz aynasından kendime baktım. "Ya Feza, komik oldum böyle!"
Gülünce gözleri kayboldu yine. "Her hâlinle..." dedi kısık bir sesle. "Dengemi bozuyorsun."
"Birkaç gündür düzenini bozdum. Yetmedi sana silah doğrulttum. Beni evine götürdüğüne pişman olmuşsundur..."
"Sen gidince bomboş duvarlarla bir başına kalmak garip hissettirdi," diye itiraf etti. "Yalnızlığı benimsemiş bir adam için bu ne demek biliyor musun?"
"Ne demek?"
"Sana alıştım demek."
O sırada polis telsizinden bir cızırtı duyuldu. Feza telsizi eline alıp konuşmaya başladı. Onu meşgul etmemek için sadece dudaklarımı kıpırdatarak, elimle gidiyorum işareti yaptım. Tamam der gibi başını aşağı yukarı sallayınca arabadan indim.
Apartman kapısının önündeyken, "Ahu!" diye bir ses duydum arkamda. Başımı çevirdim. Feza arabasından dışarı çıkmış, karşımda dikiliyordu. "Ben diyecektim ki..." Eliyle ensesini ovuşturdu. "Kahvenin tadını beğendim. Ne kattın içine?"
"Sırrımı söyleyemem!"
"Öyle olsun. Bundan sonra hep senin ellerinden içeriz," dedi samimi bir gülüşle. "Bir de iyi geceler diyecektim."
Ellerimi hırkamın cebinden çıkarıp, kocaman gülümsedim. "Sana da iyi geceler komiser."
Feza Karahan için farklı biriydim. Bunu bilmek tuhaftı, inanmak ise imkânsız.
🦢
Tam iki gündür Feza'nın ne yüzünü ne de etrafta cipini görmemiştim. Onun yerine Mete nöbet tutmuştu. Dün ayaküstü sohbet etmiştik. Bana evimin çevresinde kuş uçurmadığını, endişelenmem gerektiğini söylemişti. Şimdi ise Mete'nin beyaz arabası da sokakta yoktu.
Günlerden pazardı. İzin günümü evde dinlenerek geçirmiştim. Akşam yemeği hazırlamak için mutfaktaydım. Yuvarlak bir şekilde dilimlediğim patatesleri ve baharatlı tavuğu fırına verdim. Pencereyi açarken, apartmanın karşısındaki kaldırımda Feza'yı gördüm. Bir eli cebinde, volta atarak hararetli bir şekilde telefonla konuşuyordu. Camdan onu izlediğimi fark edince başını yukarı kaldırdı. Gülümseyerek ona el salladım. Telefonu birkaç saniyeliğine kulağından çekti. Sonra beni görmezden gelip konuşmaya devam etti. Bana bir tebessümü bile çok görüyordu.
Yine de Feza'yı yemeğe davet etmek için sokağa çıktım. Ona borçluydum ve borcumu ancak bu şekilde ödeyebilirdim. Kalbim, aklımda yarattığım bahanelerin ardına saklanıyordu. Ona bakarken engel olamadığım mimiklerim aklımdan geçenleri ele veriyordu. Beni bütün kurnazlığıyla bir kitap gibi okuduğuna emindim.
Feza arabasının kaputuna yaslanmıştı. Düşünceli bir yüzle sigara içiyordu. Siyah kazağının kollarını yukarı sıyırmıştı. Koşar adımlarla yanına yaklaştım. "Seni burada görmeyi beklemiyordum," dedim heyecanımın yansıdığı sesimle.
Dudaklarının arasındaki izmariti yere attı. Ayağıyla ezerek söndürdü. Kıpkırmızı gözleriyle hiç olmadığı kadar yorgun görünüyordu. "Bir şey mi oldu?"
"Hayır, ben sadece..."
Cümlemi yarıda kesip, "O zaman beni özledin," dedi.
İçimdeki bu duygunun özlem mi yoksa başka bir şey mi olduğunu çözememiştim. Sadece yüzünü görmek, onunla konuşmak istemiştim. Ne diyeceğimi bilemediğim için birkaç saniye duraksadım. "Komik misin?"
"Madem değilim, neden istemsizce gülümsüyorsun?"
Ona gülümsediğimin farkında bile olmadığım dudaklarımı birbirine bastırdım. "Seni yemeğe çağırmaya gelmiştim."
"Görev başındayken rüşvet kabul edemem," dedi alaycı bir tavırla. "Ama biraz karnım aç."
"Fırındaki yemek yanmak üzeredir." Kolundan çekiştirdim. "Benimle gel."
Birlikte apartmandan içeriye girdik. Evimin kapısını açtığımda, Feza tarif etmeme gerek duymadan salona geçti. Koltuğa oturdu. Daha önce olay yerini incelemeye geldiğinden, burayı avucunun içi gibi biliyormuş gibi davranıyordu. Belindeki silahı çıkarıp, orta sehpaya bıraktı. Mutfağa koşarak kokusu her yeri saran yemeğimi neredeyse yanmaktan kurtardım. Tabaklara koyup, dört kişilik yemek masasına taşıdım. Soframız, beyaz örtünün üstündeki mavi çiçek desenleri olan porselenler, üstünden buhar çıkan kızarmış tavuk, nar taneleriyle süslü salata ile oldukça iştah açıcıydı.
Seslenmek için başımı Feza'ya çevirdim. Ama o yorgun gözlerini kapatmıştı. Kollarını göğsünde bağlamış bir şekilde uyukluyordu. Sessiz adımlarla koltuğa yaklaştım ve yanına oturdum. Uyansın diye koluna dokunmak istedim ama kıyamadım. Birden dik tutmakta zorlandığı, devrilmek üzere olan başını omzuma koydu. O an tek yapabildiğim hiç kıpırdamadan durmaktı.
Kalp atışlarım onu uyandıracak kadar yüksek sesliydi. Birkaç dakika içinde düzenli nefes alışlarını dinledikçe duruldum. Sırtımı geriye yaslamış, ellerimi bağdaş kurduğum dizlerimin üstünde birleştirmiştim. Burnuma dolan odunsu parfümü, yeniden koklamak isteyeceğim kadar güzeldi. Bu an hemen uyanmasını istemeyeceğim kadar huzurluydu.
Bağladığı kollarından birini çözüp, gevşek bir şekilde dizinin üzerine koydu. Elimi açık avucunun hizasında tutarak parmaklarımızı ölçtüm. Tutmaya cesaretim olsa kocaman avucunun içinde kaybolurdu elim. Ben geri çekmek üzereyken, Feza elini avucuma kenetledi. Sanki gördüğü kâbusun etkisiyle sımsıkı tutmuştu.
Sahiden uyuyor muydu yoksa numara mı yapıyordu?
"Feza..." diye fısıldadım. "Uyanman lazım."
Uykusu öyle derindi ki, hiç cevap vermedi. Boştaki elimle hafifçe yanağına dokundum. Soğuk tenindeki seyrek sakalı parmak uçlarıma battı. Bu kez mayışmış bir halde gözlerini araladı. İlk gördüğü tutuşan ellerimiz olunca, parmaklarını elimden hızla ayırdı.
"İçim geçmiş," dedi kendini toparlayarak. "Yirmi yedi saattir uykusuzum."
Hafifçe boynumu eğip kara gözlerinin içine baktım. Yalnızca bakmak değildi bu, kaybolmuştum yine. "Gözlerin kan çanağı, hiç uyumuyor musun sen?"
"Uyuyamıyorum." İki eliyle yüzü ovuşturdu. "Bu süre az bile, rekorum üç gün."
"Ama delilik bu... Yani bu kadar uzun süre uykusuz kalırsan sağlığın bozulabilir."
Dalgın bir hâldeydi. Sanki içini kemiren bir şeyler vardı. "Normal olmadığımı biliyorsun zaten." Konuyu geçiştirir gibi ayağa kalktı. "Ee, yemek hazır değil mi hâlâ?"
Yemek masasına doğru yürüdüm. "Hazır, hatta uyanmanı beklerken soğudular," diye sızlandım.
Feza sabırsız bir şekilde sandalyeye oturdu. "Bakalım neler pişirmişsin..."
Karşısındaki sandalyeye geçip, bardaklarımıza su doldurdum. "Fırında tavuk yaptım. Sever misin bilmiyorum."
Tavuktan bir çatal aldı. Çiğnerken tadını beğenmiş gibiydi. "Eline sağlık, baya lezzetli olmuş."
Patates dilimini ağzıma attım. Sorgulayan gözlerle ona baktım. "Kaç gündür ortalarda yoktun..."
"Uzak bir görevdeydim. Beni merak edeceğine emindim."
Sanırım kimseye anlatmaması gereken gizli bir görevdi. Boğazıma takılan lokmayı güçlükle yuttum. "Nasıl bu kadar emin olabiliyorsun?"
"Çünkü sen biraz," dedi çarpık bir gülümsemeyle. "Fazla meraklı birisin."
"Seni merak falan etmedim. Öylesine sormuştum."
Bana inanmadığı dudağından silemediği gülüşten belliydi. "Yani bir kere bile aklına gelmedim mi?"
Hiç aklımdan çıkmadın demek yerine, "Kapıdaki polis arabasını görünce sen sanmıştım ama Mete'ymiş," dedim.
"Mete ile konuştunuz mu?"
"Ayaküstü biraz sohbet ettik. Gerçekten samimi biri."
"Evet, düzgün bir çocuktur. Ona da nöbet tutuyor diye kahve götürdün mü?"
"Hayır, kahve yalnızca sana özeldi," diye itiraf ettim.
"Hep öyle kalsın." Ağzından yanlış bir şey kaçırmış gibi bocaladı. "Yani onun tarçınlı kahve seveceğini pek sanmam."
Bana sorduğu soruyu tekrarladım. "Peki ya ben, senin aklına geldim mi hiç?"
Arkasına yaslanıp, omuzlarını dikleştirdi. Nedense birdenbire değişmişti ruh hâli. "Aklım işten başka hiçbir şey düşünemeyecek kadar doluydu. Seni merak etmedim çünkü güvendiğim birine emanettin."
Yüzümdeki tebessümün yerini hayal kırıklığı aldı. Benim güneşim, Feza'nın buzlarını asla eritemezdi. O en başından beri yalan söylemeyi sevmeyen soğuk ve mesafeli bir adamdı. Ne demesini bekliyordum ki?
Tabağındakileri bitirince, kol saatini kontrol etti. "Bu arada evinin dışında beklediğimiz son gece bu. Amirim bir gelişme olmadığı için bu kararı verdi."
"Bu seni bir daha göremeyeceğim demek mi oluyor?" dedim. Ne saçmaladığım umurumda değildi.
"Bilmem," diye iç çekti. "Beni görmek mi isterdin?"
İsterdim demek geldi içimden ama sessiz kalmayı seçtim yine. Sadece başımı hafifçe aşağı yukarı salladım. "Görevinin gerektirdiği gibi davranmalısın tabii."
"Aldığım emir ne olursa olsun, ben sana bir söz verdim. Burada beklememem bir şey değiştirmez. Hatta beni görmek istemesen bile..."
"Sözünü tutup beni koruyacaksın," diye tamamladım cümlesini.
Gülümserken ilk defa gözlerini kaçırdı benden. "Peşinden gelirken, bu yoldan dönüşüm olmayacağını biliyordum."
Buruk bir tebessümle gülüşüne karşılık verdim. "Neden geldin o hâlde?"
"Aklımdan zorum var çünkü. Bile bile ateşe yürümeyi severim."
"Bu durumda ateş ben oluyorum galiba. Sana pişman olduğunu söylemiştim..."
"Lütfen beni pişman etme Ahu. Bana korkan gözlerle bakma bir daha. Benden şüphelenirken sesin titremesin. Sana verdiğim güveni içinde hisset."
Gözlerimde onu suçlamanın hüznü vardı. Sesim sadece karşısında heyecanlanınca titriyordu. Ona bütün kalbimle güveniyordum artık. "Bana kırıldığını biliyorum. Bir daha aynı hatayı yapmayacağım. Ne olursa olsun seni suçlamayacağım."
Cevap vermeden ayağa kalktı. "Yemek için teşekkürler." Ellerini pantolonunun cebine koydu. "Ben gideyim artık."
Telaşla yerimden kalktım. Onu durdurmak için önüne geçtim. "Zaten son gecenmiş. İstersen soğukta beklemek yerine burada uyuyabilirsin."
"Acil bir şey olursa diye arabada beklemek zorundayım."
Daha fazla ısrarıma müsaade etmeden kapıya yöneldi. "Benden kaçıyor musun Feza komiser?" diye bağırdım arkasından.
Bir an için duraksadı. Geniş omzunun üstünden başını yana çevirdi. "Senden değil," dedi kararsız bir tonda. "Kendimden kaçıyorum."
🦢
Sizce Feza, Ahu'nun güvenini yeniden kazanabildi mi?
Bölüme yıldız bırakmayı unutmayın lütfen. 🩶
Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top