3. Pranga

3. Pranga 

Göğsüme yerleşen kuşku tohumları filizlendikçe cesaretim benden adım adım uzaklaşıyordu. Bir daha asla eskisi kadar özgür olamayacaktım. Bileklerimde hiç geçmeyecek bir korkunun prangaları vardı.

Sabaha kadar dönüp durmuş, yerimi yadırgadığım için uyuyamamıştım. Erkenden kalktım ama yabancısı olduğum bu evde nasıl davranmam gerektiğini bilmiyordum. Mutfağa gidip, kurtarıcıma dün gece yaptıkları için teşekkür maksadıyla kahvaltı hazırlamaya karar verdim. Buzdolabında bulduğum kahvaltılıkları tabaklara koydum. Beyaz peynir, zeytin, domatesten başka seçenek yoktu. Evde yemek yemeyi sevmediği belliydi. Ekmek kızartıp, iki tane yumurta haşladım. Kahvaltı hazırlamayı bitirdiğim sırada, Feza mutfak kapısından içeriye girdi.

"Günaydın," dedim sesimi neşeli tutmaya çalışarak. Bardaklara çay doldurduktan sonra sandalyeye oturdum.

"Boşuna uğraşmışsın. Kahvaltı yapmayı sevmem," dedi tersinden kalkmış gibi.

"Ama çay bile demlemiştim..." Başımı aşağı eğdim. "Burası senin evin tabii, biraz abarttım galiba. Kusura bakma amacım sadece teşekkür etmekti."

Bir süre sakin bir tavırla yüzümü inceledi. "O hâlde bir dakika öncesine geri dönüyoruz." Geri geri yürüyerek mutfak kapısından dışarı çıktı. Tekrar kapıdan içeriye girerken, "Günaydın Ahu," dedi yarım bir gülümsemeyle. Karşımdaki sandalyeye geçti ve bir parça ekmek koparıp ağzına attı.

Bu dengesiz tavrına karşı kendimi tutamadım. "Sahiden tuhaf birisin değil mi?"

Sıcak çayından bir yudum aldı. "Öyle olduğumu söylerler. Neden tuhaf olduğumu düşünüyorsun?"

Yabani olduğu konusunda yanılmamıştım. "Bilmem, zamanı geriye alabildiğini sanıyorsun ama bir saniye öncesi unutulmuyor."

"Sahiden kırılgan birisin değil mi?"

"Değilim."

Elindeki çatalı sertçe tabağa bıraktı. "Bak," dedi diliyle alt dudağını ıslatıp. "Davranışlarımı bana kırılacak kadar önemseme. Söylediklerim umurunda olmasın."

"Önemsemiyorum ya da sana kırılmadım," diye yalan söyledim, çünkü umursuyordum.

"Sana borçlu hissetmeni istemiyorum derken ciddiydim. Benim için hiçbir şey yapmana gerek yok. Senin alacaklın değilim. Ben de kimseye minnet etmem zaten. Yalnızca kendini düşün, anlaştık mı?"

Sanırım birbirimize ödeyemeyeceğimiz sonsuz bir borç döngüsüne girmemizi istememişti. "Tamam."

"Güzel," dedi düz bir sesle. "Ben doydum. Kahvaltı için sağ ol."

Feza kapıya yöneldi. Hızlı adımlarla peşinden gittim. Masanın üzerinde bıraktığı silahını, belindeki kemere soktu. Siyah kot montunu üzerine geçirdi. Yere eğilip, spor ayakkabısının bağcıklarını bağladı.

Artık eve gitmemin zamanı gelmişti. "Bu arada beni eve bırakır mısın?" dedim.

"Bırakamam." Yüzünde yine o hiçbir zaman çözemeyeceğim karmaşık ifade vardı. "Dün gece apartmanın önünde şüpheli birini görmüşler. Bizim çocuklar kovalamış ama gözden kaybolmayı başarmış."

Tüylerimi ürperten bir his yayıldı tenime. "Benim için geri dönecek kadar gözünü karartmış olamaz. Polisin izlediğini bile bile neden risk alsın ki?"

"O olduğundan emin değiliz ama şüpheli olmasa kaçmazdı. Her ihtimale karşı birkaç gün burada kal. Dışarı çıkmak yok."

Göğsümde bağladığım kollarımı çözdüm. "Sanırım emrivaki konuşmaların mesleğinden kaynaklanıyor. Ama ben senin her dediğini dinleyecek bir polis değilim."

"İnan bu bir emir değildi. Eğer olsaydı, bana koşulsuz şartsız itaat etmek zorunda kalırdın."

Onu dinlemekten başka çarem olmadığı için acıyla güldüm. "Hiç sanmıyorum."

"Göreceğiz," dedi bana sırtını dönerek. "Eve geç gelirim. Beni bekleme."

"Öyle bir niyetim yoktu zaten," diye homurdandım. Yine ilk tanıştığımız günkü kabalığı üzerindeydi. Öylesine sinir bozucuydu ki, kendini ne sanıyordu?

Feza çelik kapıyı ardından kapattı. Salona geri döndüm. Ev telefonunun ahizesini kaldırıp, kulağıma götürdüm. Kanalı arayarak, hasta olduğumu, cep telefonumun bozulduğunu ve işe gelemeyeceğimi söyledim. Ege beni birkaç gün idare edebilirdi.

Bütün gün koltukta kıvrılıp, televizyon sesi eşliğinde beyaz tavanı izledim. Ne uyuyabildim ne de bir şey yapacak gücüm vardı. Karnım acıkmıştı ama Feza'nın sabah kahvaltısındaki tavrı yüzünden bir daha mutfağına girmemeye yemin etmiştim.

Akşam dokuza kadar dayandım. Tam pes etmek üzereyken, anahtar sesiyle birlikte kapı açıldı. Telaşla doğrularak yastığı kucağıma aldım. Feza, salonun ışıklarını yaktıktan sonra yanıma yürüdü. Onu beklediğimi anlamasın diye karşımdaki televizyona baktım. Umursamaz görünmeye çalıştım.

Sessizliğime gücenmiş gibi bana baktı. "Niye karanlıkta oturuyorsun?"

"Filme dalmışım," dedim. Oysa şu an ne izlediğimizin farkında bile değildim. Televizyonda yeni başlayan bir Yeşilçam filmi vardı.

Koltuğun diğer ucuna oturdu. "Ne izliyorsun?"

"Selvi Boylum Al Yazmalım."

"Daha önce hiç izlememiştim."

"Gerçekten mi?" dedim şaşkınlıkla. "Ben çok severim. Hatta defalarca kez bıkmadan izlemişimdir."

"Trajik aşk hikayelerinden olabildiğince kaçarım."

"Önyargılı olma, belki bunu beğenirsin."

Bir süre çıt çıkarmadan ikimiz de ekranı izledik. Bazı sahnelerde burnumu çektim. Feza cebinden çıkardığı peçeteyi bana uzattı. Gözlerim dolmasına rağmen ağlamamak için direndim. Bir ara başını geriye doğru koltuğa yasladı. Yorgun bir hâlde gözlerini kapatmış, ellerini karnının üzerinde birleştirmişti. Ona hiç bu kadar dikkatli bakmamıştım.

Kemikli ve sakalsız yüzünde, düzgün bir burnu, belirgin kalın dudakları vardı. Kısacık kirpiklerinin çevrelediği gözleri badem şeklinde, hafif çekikti. Üç numara siyah saçları buğday tenine aykırıydı. Yutkunurken boynundaki âdem elması hareket etti. Birdenbire gözlerini açtı. Telaşla başımı televizyona çevirdim. Alt dudağımı kemirerek, birkaç dakikadır onu incelediğimi fark etmemiş olmasını umdum. Yoksa anlamış mıydı?

"Film bitti mi?" diye sordu.

Az önceki durumdan yüzüne tekrar bakmaya çekindim. "Hayır, birazdan bitecek."

Final sahnesi geldiğinde, Feza bomboş gözlerle ekrana baktı. Sanki duyguları alınmış biriydi ya da gizlemeyi çok iyi biliyordu. Yavaşça ona döndüm. "Bu kadar da duygusuz olamazsın ama..."

"Ağlamam falan mı gerekiyordu?"

"Hayır ama ne bileyim," diye mırıldandım. "Sen çok tepkisizsin."

"Sen yanımdayken odaklanmak zordu."

Gözlerim iri iri açıldı. "Ne?"

"Diyorum ki," dedi dalga geçmeye devam ederek. "Sen de o çok sevdiğin film yerine beni izledin."

"Uyuyordun sen, alnında gözün var sanki," diye saçmaladım.

"Film hakkındaki yorumumu merak ediyorsan," dedi uzatmadan. "Aşk nankör bir duygudur. Bu yüzden kimseye teslim olmamak gerekir."

"Kadın deli gibi sevmesine rağmen ona teslim olmadı zaten."

"Sonunda onu seçmemesi teslim olmamak değil. En başında kölesi olduğu bir aşk bu. Onunla gitmemiş olsa bile hayatının sonuna dek unutamayacak."

"Adam başına gelen her şeyi hak etti."

Feza dirseğini koltuğun başına koyup, yumruk yaptığı elini şakağına yasladı. "Sen yapar mıydın bunu?"

Bana döndüğü için gözlerimi kaçırmak imkansızdı. "Neyi?"

"Çok sevsen de çekip gider miydin?"

"Sanırım giderdim," dedim.

"Eğer küçük bir an bile tereddüt edersen, sen de hiçbir zaman söküp atamayacağın bir duygunun kölesi olursun."

"Böyle bir duyguyu hiç yaşamadığım için emin olamıyorum." Omuz silktim. "Sen ne yapardın?"

"Duygusuz biri olduğumu unuttun mu?"

Somurtmayı sürdüremedim. Dudaklarım bana ihanet ederek iki yana kıvrıldı. "Doğru, sormak bile hataydı."

Gülümseyişime karşılık verdiğinde, bakışlarımı yüzünden çekemedim. Donmuş kirpiklerimi hareket ettiremeden saniyeler boyunca onu izledim. İlk defa görmüştüm böyle kocaman gülümsediğini. Beyaz dişleri kusursuzdu. Kısılan gözleri bir çizgi hâlini almıştı.

Ona dikkatle baktığımı sezmiş gibi ciddileşti birden. "Ne oldu?"

"Daha önce gülümsediğini görmemiştim hiç."

Kendini tutamadan kıkırdadı. "Robot değilim Ahu. Ben de gülebiliyorum. Çok sık olmasa da ağlayabiliyorum."

Tam anlamıyla sersemlemiştim. "Daha sık gülmelisin," dedim alçak bir sesle.

Beni duymazdan gelip hafifçe boğazını temizledi. "Hiçbir şey yemedin değil mi?"

"Aç değilim," diye burun kıvırdım. Gerçekten tavırlarına akıl sır erdirmek mümkün değildi. Şimdi de nazik olmaya mı çalışıyordu?

Pantolonun cebinden telefonunu çıkardı ve bir numara tuşladı. "O zaman dışarıdan söyleyelim."

Sipariş ettiği yemekler yarım saat içinde gelmişti. Gururumdan ödün vermemeye çalışsam da karnımın gurultusu buna engel oluyordu. Üstelik hamburgerle patates kokusu bütün odayı sarmıştı. Koltuktan sehpaya doğru eğildim. İştahla yemeye başladım. Feza hamburgerini bitirdikten sonra kendi patateslerini tabağıma döktü. Çaktırmadığımı sanmıştım ama ne kadar acıktığımı fark etmişti. Son patates dilimini ağzıma atıp, kolamdan birkaç yudum aldım.

"Bu aç olmayan hâlin miydi?" dedi. Sanki dakikalardır bunu söylemek için yemeği bitirmemi beklemişti.

Ona ters ters baktım. "Sen bana mutfağını yasakladığın için bütün gün bir şey yememiştim."

"Sana mutfağa girme mi dedim ben?"

"Evet, neredeyse kovuyordun beni," dedim abartarak.

"Bana gücenmişsin işte," diye yalanımı yüzüme vurdu. "Ve yine beni yanlış anlamışsın. Çünkü seni kendi ellerimle getirdiğim evimden kovmam mümkün değil."

"Bu sabah karşımda başka bir adam vardı şimdiyse başka... Söylesene, ben kaç farklı Feza ile tanışacağım?"

"Sana gösterdiğim yüzümü kimse görmedi Ahu."

"Nasıl yani?"

"Geçmişiyle savaşan bir adam var içimde. O adam, bir yabancıyı evine almaz. Öyle korkar ki gardını indirmekten, hiç kimseye güvenmez. Biraz aksidir, mantığına uymayanı gönlüne almaz. Yalnızlığa alışmıştır, mutfağında hiç yemek pişmez." Bir müddet gözleri uzaklara daldı. "Bir de her şeyini kaybetse de içindeki çocuğu büyütemeyen Feza var. Yalnız değil çünkü beş tane dosta sahip. Herkesi kendisi gibi zanneder, etrafındaki herkese iyiliği dokunur. Hissettiklerinin peşinden gider. İçi paramparça olduğu anlarda bile sık sık gülümser."

"Ben hangisiyle tanıştım?" diye sordum.

Soluk bir gülümseme belirdi dudağında. "Ben senin yanında hem gardını indirmeyen aksi bir adamım hem de gülümsemekten çekinmeyen o çocuk. Belki de ilk kez içimden geldiği gibi davranıyorum."

"Ben iki yüzünle de tanıştığıma pişman değilim."

"Benim gibi birine tahammül eder misin bilmiyorum," dedi kendi kendine konuşur gibi. "Sana hiçbir zaman normal olmanın sözünü veremem."

Kalbimdeki kördüğüm bir parça çözüldü. Başımı iki yana sallayarak gülümsedim. "Deneyeceğim."

"Eğer bu sabah seni kırdıysam..." Özür dileyeceğini sanmıştım ama cümlesini tamamlamadı. "Neyse boş ver, nasılsa alışacaksın."

Feza tahmin yürütemeyeceğim kadar farklı bir insandı. Kafamda kurmak boşunaydı, onu asla tam olarak çözemeyeceğimi kabullenmeliydim. Çünkü bana gözlerinin içiyle gülümseyen o çocuğa, her fırsatta benimle didişen aksi adama çoktan ısınmaya başlamıştım.

Belki kırk sekiz saat birini çözmek için çok kısa bir süreydi. Fakat biz normal bir şekilde tanışmamıştık. Feza beni en savunmasız hâlimle görmüş, hiç kimseye açmadığı kapılarını ardına kadar açmış, herkesten sakladığım yaralarımı elleriyle sarmıştı.

Yeniden koltuğun arkasına yaslandım. Dizlerimi kendime çekerek, kollarımı etrafında birleştirdim. İki büklüm oluşumun sebebi cevabını duymaktan korktuğum bir soruydu. "Herhangi bir gelişme var mı?"

Elindeki peçeteyi yumruk yaptığı avucunda buruşturdu. "Hayır, bu tür davalarda hızlı sonuçlar almayız. Fakındaysan herif yıllardır yakalanamıyor. Zekasını hafife almamalısın."

"Küçücük bir ipucu da mı yok elinizde?"

"Yok."

"Hissediyorum," diye mırıldandım. "Beni öldürene kadar durmayacak..."

Yanağımdan aşağı ılık bir yaş süzüldü. Kendimi tutamamıştım. Korkularım gözyaşlarımı büyütmüş, acı göz pınarlarımda birikmişti. Başlangıcı değişmeyecek bir sonun ağıtıydı bu. Sessiz ve çaresiz bir ağıt.

Feza aramızdaki mesafeyi aştı. Koltukta yanıma doğru kaydı. "Yanılıyorsun, çünkü ben bunun olmasına asla izin vermeyeceğim."

"Büyük laflar ediyorsun Feza. Senin bile tutamayacağın bir söz bu."

"Kahraman değilim. Özel güçlerim yok. Mucizelere inanmıyorum," dedi keskin bir tonda. "Ama eğer sen bana inanırsan, bu uğurda bütün gücümü ortaya koyarım. Her şeyi mümkün kılarım."

Gözlerinin en derinlerinde, ona güvenmemi sağlayan bir şey vardı. Tarif edemediğim bir şey. Ağlamaktan utandığım için yüzümü saklamak istedim o an. Hiç çekinmeden başımı omzuna yasladım. "İnanıyorum ama..."

Feza, hafif bir dokunuşla beni teselli etmek istercesine sırtımı sıvazladı. Sanki beni ürkütmek istemiyormuş gibi. "Bunu tereddüt etmeden söylediğinde, aramızdaki güven değişecek."

Yanağımdan damlayan yaşlar omzunu ıslatmıştı. On dakika önce hissettiğim öfke silinmişti. Bana yaptığı iyiliklere karşı, ona böyle davrandığım için nankördüm. "Ben kurban olmak istemiyorum." Çaresizliğim sesime işlemişti. "Ölmeme izin verme, ne olur..."

Beni kendinden uzaklaştırıp, yüzüme bakmak için geri çekildi. "Bak bana." Baş ve işaret parmaklarıyla çenemin ucunu kavradı. "Ağlama, çünkü ben ağlayan biri nasıl teselli edilir bilmiyorum." Gözyaşıma dokunmak istedi ama tereddüt ederek elini indirdi. "Fakat ölümden kaçmayı iyi biliyorum."

Buğulu gözlerim görüşümü bulanık bir hâle getirmişti ama yüzündeki merhameti seçebiliyordum. Sessizce ağlamaya devam ettim. "Yanımda olman, bu sözleri söylemen de bir teselli."

"Sözlerim boş değil. Canımı vermek pahasına koruyacağım seni."

Bu cümleleri boşa kurduğunu düşünmemiştim zaten. Cevap vereceğim sırada, bir zil sesi yankılandı salonda. Feza'nın kollarının arasından uzaklaştım. "Bu saatte kim gelmiş olabilir ki?" dedim.

Bilmiyorum der gibi dudağını büzdü. "Kimseyi beklemiyordum."

Ayağa kalkıp hole doğru yürüdü. Yuvarlak delikten baktıktan sonra kapıyı açtı. Karşısında ellerinde market poşetleriyle uzun boylu dört adam ve minyon bir kadın dikilmişti. "Ne işiniz var burada?" dedi Feza.

Ona aldırmadan, "Hoş bulduk Fezacığım," diyerek içeriye girdiler. Kendi aralarında gülüştüler. "Yine misafirperverliğin üstünde."

Elimi kolumu nereye koyacağımı bilemeden salonun ortasında durdum. Beni gördüklerinde beşlinin yüzlerinde şaşkın bir ifade belirdi. Bakışlarını müzede sergilenen ilginç bir esermişim gibi sargılı ayağımdan başlayarak üstümdeki Feza'nın bol kıyafetlerinde gezdirdiler. Hiç bu kadar utandığımı hatırlamıyordum.

Sarışın olan adam, "Çok yanlış bir zamanda geldik galiba," dedi. Kulağının hizasındaki açık renk saçlarını dağınık bırakmıştı. Elmacık kemikleri belirgin, gözleri elaydı.

Feza hemen arkalarında dikilmişti. Bir eliyle ensesini ovuşturdu. "Sizi Ahu ile tanıştırayım çocuklar," dedi gergin bir sesle. Sorgulayan gözlerle bize bakan arkadaşlarının arasından geçerek yanıma geldi.

İçlerinden biri, tokalaşmak için elini bana uzattı. "Selam, ben Mete." Uzun boylu, esmer ve kirli sakallıydı. "Feza komiserin yardımcısıyım. İş dışındaysa en yakın dostu."

Yüzümdeki gülümseme en az onlar kadar şaşkındı. Hafifçe elini sıktım. "Memnun oldum."

Biraz önceki sarışın tokalaşmak yerine elimi öptü. "Yamaç," diyerek adını söyledikten sonra Mete'nin omzunu itti. "Feza'ya sorarsan en yakın dostunun ben olduğumu söyleyecektir."

"Adım Erkin," dedi hemen yanındaki gözlüklü genç adam. Samimi bir ifadesi vardı. "Feza genelde kız arkadaşlarını bizimle tanıştırmazdı."

Feza ile birbirimize baktık. Ben dudağımı kemirirken, o bu cümleye itiraz etmemişti. Burada ne aradığımı onlara açıklamaya gerek görmemişti. Belki de herkesten gizlediğim için rahatsız olmamı istememişti. Başıma gelenleri anlatmak, yeniden yaşar gibi hissettireceği için sessiz kalmayı seçtim.

Bir kolu renkli dövmelerle kaplı, iri yapılı olan benimle tokalaşmadan koltuğa oturdu. Uzaktan elini havaya kaldırarak selam verdi. "Savaş ben," dedi rahat bir tavırla. "Seni bir yerlerden gözüm ısırıyor sanki."

"Televizyonda görmüş olabilirsin," dedi Feza. L koltuğa geçtikten sonra beni yanına çekti. Hep birlikte karşılıklı oturduk. Aramızda garip bir sessizlik oluştu.

Şimdiye dek hiç konuşmamış olan minyon kız, poşetlerdeki içecekleri ve çerezleri orta sehpaya dizdi. Onun için görünmez oluşumun sebebi neydi anlamamıştım. Çenesinin hizasında, simsiyah kısa saçları vardı. Yeşil gözlerini küçük bir an için yüzümde gezdirdi. "Yoksa sevgilin ünlü mü?" diye sordu.

"Hayır değilim," dedim cevaplama gereği hissederek. "Ben, sadece bir kanalda haber muhabiriyim."

Savaş işaret parmağıyla beni gösterdi. "Ah, şimdi hatırladım. Geçen gün seni haber bülteninde görmüştüm."

"Küçük bir kanal sanırım," dedi kız. Sesindeki iğneleyici tınıyı fark etmiştim. "Ben pek hatırlayamadım."

"Sen haberleri izlemediğindendir Rüyacığım," diye araya girdi Yamaç.

Adının Rüya olduğunu duyduğum kız ona aldırmadan yere oturarak bağdaş kurdu. Feza sehpaya eğilip bir şişe bira aldı. Çakmakla kapağını açtıktan sonra elime tutuşturdu. Ardından kendisine de bir tane alıp, çok susamış gibi yudumladı. Zaten yeterince gerginken, Feza'nın gözlerini üstümden ayırmayışı içimde tuhaf bir heyecan yaratmıştı. Arkadaşları bana sergilediği kibar tavır yüzünden sus pus olmuşlardı.

Erkin meraklı bir ifadeyle ortamdaki sessizliği bozdu. "Feza'nın hayatında biri olduğundan haberimiz yoktu. Hatta senin adını bile duymamıştık. Ee anlatsanıza, nasıl tanıştınız?"

Feza boynunu bana çevirdi. "Ahu beni ilk gördüğü anda elimi tuttu," dedi alaycı bir tavırla. Omuzlarımız birbirine değmişti. Konuşurken nefesi yüzüme çarptı. Kaçacak yerim yoktu. Yanımızda Savaş ve Erkin oturdukları için L koltuğa sıkışmış, birbirimize sokulmuştuk.

"Yenge iyi ki harekete geçmiş," diye sırıttı Mete. Çaprazımızdaki tekli koltuğa yayılmıştı. "Yoksa senden ilk adımı almak için on yıl beklerdi."

Yenge kelimesini duyunca bu yalanı daha fazla sürdüremeyeceğimi anladım. "Şey, biz sevgili falan de..."

Feza sözümü kesti. Elini dizimin üstüne koydu. "Beklemezdim çünkü onu ilk gördüğümde emindim."

Neden gerçeği açıklamama engel olduğunu bilmiyordum. Bir ona bir dizimdeki eline bakarken yanaklarımın kızardığının farkındaydım. "Neyden?" dedim.

"Elini bir daha bırakmak istemeyeceğimden."

Öylesine gerçekçi bir şekilde söylemişti ki, sevgilisi olduğuma beni bile inandırabilirdi. Feza'nın aklından neler geçiyordu?

Rüya haricinde, diğer arkadaşları hep bir ağızdan gülüştüler. "Bizimki abayı fena yakmış," diye ıslık çaldı Savaş. "Bu duygusuzu aşık etmeyi nasıl başardın Ahu?"

Omuz silkerek Feza'ya baktım. Madem yalanı devam ettirmeye kararlıydı ona ayak uydurabilirdim. "Hiç çaba sarf etmedim."

Erkin başını kaşıdı. "Ben hâlâ nerede ve nasıl tanıştığınızı anlayamadım."

"Bir haberin peşinde koşarken, olay mahallinde tanıştık," dedim. En azından bu doğruydu. "Feza bana yardım etti. Sırf adımı öğrenebilmek için bir sürü soru sordu. Onu bir daha göreceğimi hiç ummamıştım. Ama yeniden karşılaştık."

"Bu adam kaderiyle bile kavgalı," dedi Yamaç. "Ama bak, kader seni yeniden çıkarmış karşısına."

Feza sanki salonda ikimizden başka kimse yokmuş gibi, birkaç saniye boyunca kara gözlerini gözlerime dikti. "Neyse kapatın şu konuyu. Kendinize dalga geçecek başka şeyler bulun."

Ankara şivesi yaparak, "Bak bak, yüzü kızardı hemen," diye dalga geçti Savaş. "Utanma la!"

"Çok konuşma kılıbık," diye tersledi Feza. "Nalan'ı arasana sen. Bir saattir mesaj atamadın. Yarın yiyeceksin azarı." Sanırım Savaş'ın bir kız arkadaşı vardı.

Savaş büyük bir kahkaha attı. "Sevgilini hiçbir anında habersiz bırakmamak kılıbıklıksa öyleyim, var mı?"

"Sahi Nalan yengeyle kaç aydır berabersiniz?" diye sordu Mete.

"Altı ay," dedi Savaş. "Ömrümün en güzel altı ayı." Gülümseyerek içini çekti. "Dur ben sevgilime mesaj atayım bu cümleyi."

Mete yüzünü buruşturdu. "Bu hanımcılıkta bambaşka bir seviye."

Gece boyunca sarhoş olana kadar içip, kahkahalarla sohbet ettiler. Onları tanımak için sorduğum soruları samimiyetle cevapladılar. Hatta aralarına dahil olmam için sık sık benimle konuştular. Savaş görünüşün aksine komik biriydi. Koyu kahve gözlere, dalgalı saçlara sahipti. Milli bir boksördü. Feza ile çocukluktan beri aynı mahallede büyümüşlerdi.

Mete'nin polis olduğunu, Feza ile beş yıldır aynı ekipte çalıştıklarını öğrenmiştim. Onu uzun zamandır tanıyormuşum gibi cana yakındı. Yamaç ünlü bir hukuk bürosunda avukatlık yapıyor, yakışıklı oluşunun verdiği özgüvenle oldukça çapkın birine benziyordu.

Erkin, Rüya, Yamaç ve Feza aynı lisede okumuşlardı. Erkin zeki bir tipti. Bilgisayar mühendisiydi. Zayıf ve uzun oluşu, geriye doğru taradığı kumral saçları, yanaklarındaki çillerle diğerlerinden daha genç görünüyordu. Espri anlayışımız uyuştuğu için aralarında en çok güldüğüm o olmuştu.

Rüya hakkında hiçbir şey anlatmasa da konuşmalarından adli tıp uzmanı olduğunu çıkarmıştım. Sanırım bana karşı olan soğuk tavrının sebebi, Feza'nın sevgilisi olma ihtimalimdi. Belki de ona karşı arkadaştan öte bir şeyler hissediyordu. Çünkü anlamlı bakışlarını Feza'nın üstünden ayırmamıştı. İçimden bir ses farklı bir mazileri olduğunu söylüyordu.

Yamaç, sarhoşluğun verdiği uyuşuklukla yere uzanmıştı. Başını Rüya'nın dizine koydu. "Uykum geldi benim."

Feza kol saatine baktı. "Artık gitseniz diyorum," dedi hiç çekinmeden. Grubun arasındaki bağ o kadar derindi ki, sanki asla birbirlerine darılmazlardı.

"Bir tek bizi kovmadığın kalmıştı," diye güldü Savaş. Sarhoş olmadığını sanmıştım ama tuhaf kahkahasını durduramayınca onunda kendini kaybettiğini fark ettim.

"İstenmediğim yerde durmam!" diyerek ayağa kalktı Mete. Sonra üşengeç bir şekilde yeniden tekli koltuğa yığıldı. "Ama bu hâlde araba kullanamam ki komiserim."

"Midem çok kötü, kusacağım galiba," diyerek banyoya koştu Erkin. Herkes ona güldüğünde, Feza köpürmeye başlamıştı.

Şişedeki son yudumu içtim. Feza'nın kulağına yaklaşıp, "Arkadaşların ne kadar eğlenceli insanlarmış," diye fısıldadım. Köşeye çekildiğimiz için diğerleri bizi duymuyorlardı.

Feza gözlerini devirdi. "Ya, ne demezsin..."

"Sevip, önemseyebileceğin birinin kalmadığını söylemiştin," diye hatırlattım. "Ama dostlarına ne kadar değer verdiğini görebiliyorum."

"O zaman ailelerimiz hakkında konuşuyorduk. Onların yeri farklı."

"Söylediklerin ve davranışların arasında uçurum var."

"Senin de anlattıkların ve hissettirdiklerin arasında dağlar var," dedi ciddiyetle. "Onu ne yapacağız?"

Gülümsememe engel olamadım. "Sana bir şeyler hissettirebilmişim demek."

"Hâlâ bir robot olduğumu düşünüyorsun."

"Bence buradaki herkes seni çok seviyor," dedim. Sarhoş değildim ama vücudumda dolaşan alkol yüzünden bulanık görmeye başlamıştım. Hatta konuşmam ve hareketlerim ağırlaşmıştı. "Benim hiç böyle dostlarım olmadı."

Feza kirpiklerini yüzüme eğmişti. Elimdeki boş şişeyi alıp masaya koydu. "Hiç mi?"

"Antalya'daki en iyi arkadaşım Müge yurtdışına taşındı. Araya mesafeler girince görüşemedik. Bu şehirde ise en yakınım diyebileceğim bir tek Ege var..." dedim. "Böyle bir arkadaş grubum olmadı yani."

"Artık var gibi görünüyor," dedi Feza. İçtiği şişeler biraz bile sarsmamıştı onu. "Bizim çocuklar normalde kimseye bu kadar sıcak davranmazlar. Ama seninle çabuk kaynaştılar."

"İtiraf etmek gerekirse ben de onlardan hoşlandım," dedim gülümseyerek. Sonra göz ucuyla Rüya'ya baktığımda ifadem değişti. "Biri hariç."

Feza açık sözlü oluşuma küçük bir kahkaha attı. "Sarhoş mu oldun sen?"

Ne söylediğimin farkına varınca, kaçmak için ayağa fırladım. Sargılı bileğimin acısıyla dengemi sağlayamadım. Tekrar koltuğa devrildim. Feza beni belimden yakalayıp, kollarının arasına çekti. Yüzü yüzümün birkaç santim uzağındaydı. Kalbimin çalkalanmasının sebebinin sarhoşluk olmadığını biliyordum.

"Sarhoş değilim ama birden kalkınca başım döndü," dedim utançla.

Feza beni hâlâ bırakmamış, ikimizin de başı koltuğa yaslıydı. Dağılmış saçımın bir tutamını işaret parmağıyla geriye itti. "Yanakların kızarmış," dedi yutkunarak. "Deniz gözlerinden uyku akıyor ama sen bütün derinliğinle bana bakıyorsun. Boğulmamak mümkün değil."

"Gözlerimi kapatırsam kurtulur musun?"

"Kapatma." Başını iki yana salladı. "Nefesimin yetmeyeceğini bilsem de biraz daha bakmak istiyorum."

Bu sabah kurduğu cümlelere kızarken, şimdi her kelimesi beni heyecanlandırmıştı. Bu hissi içimden söküp almak istedim. Ama ona karşı koyamadım. Feza Karahan dengemi alt üst ediyor, kalbimin ritmini bozuyordu.

"Feza," dedi tiz bir ses. İkimizde başlarımızı kaldırarak yerimizde doğrulduk. Rüya önümüzde dikilmiş, kollarını göğsünde bağlamıştı. "Geç oldu, bu gece burada kalsak iyi olur. Hiçbirimiz araba kullanacak durumda değiliz."

"Tamam," dedi Feza. "Salonda uyursunuz. Daha fazla sapıtmayın. Sabah kalktığımda evimi bıraktığım gibi bulmak istiyorum."

Mete asker selamı verip, pişkince sırıttı. "Emredersiniz komiserim!"

"İyi geceler çifte kumrular," diye göz kırptı Savaş. Ardından Yamaç bize el sallayıp öpücük attı. Alkolün etkisindeki gevşekliklerine kıkırdadım.

Feza elimden tutup beni ayağa kaldırdı. İtiraz etmeden onu takip ettim. Yatak odasına girdiğimizde, kapıyı ardımızdan kapattı. Şimdiye kadar hiç adım atmadığım onun odasındaydık. Siyah nevresimli çift kişilik bir karyola vardı. Geniş yatağın başlığı deriydi. Hemen yanında beyaz minderli koltuk duruyor, ceviz rengi bir dolap duvarı boydan boya kaplıyordu. İçimi karartsa da modern bir atmosferi olduğunu inkâr edemezdim.

Uyuşuk beynim yüzünden ne diyeceğimi bilemedim. "Burada mı uyuyacağım?" diye geveledim.

"Evet, çünkü sevgilim olduğunu düşünüyorlar."

Elimi hâlâ tuttuğum elinden uzaklaştırdım. "Neden böyle saçma bir yalan söyledin ki?"

"Başındaki belayı anlatırsak çok soru soracaklardı," dedi Feza. "Onlarla Karga hakkında konuşmak istemiyorum. Bu konuda fazla hassaslar." Ne zaman adını ansa tiksiniyordu. "Hem yalan söylemedim. Sadece gerçeği açıklamadım. Sevgilim olduğunu düşündüler, ben de sessiz kaldım."

"Arkadaşın olduğumu söyleyebilirdin."

"İnanmazlardı. Evime hiç tanımadıkları sıradan bir arkadaşımı getirmeyeceğimi biliyorlar."

"Baştan söyleyeyim, seninle aynı yatakta uyumam," dedim.

Feza gözlerini yüzümden ayırmadan bana doğru yürüdü. Attığı her adımda bir adım geriye gittim. Kaçacak yerim kalmayınca sırtımı dolaba yasladım. Nabzımın hızlanışının bir bahanesi yoktu. En büyük neden gözlerimin içine bakıyordu. Yanımdaki dolap kapağını açtı. Kolunu üst rafa uzattı. Alnım göğsüne değerken hareket etme kabiliyetimi yitirmiştim. Umursamaz bir şekilde yünlü battaniyeyi çıkardı. Benimle alay edercesine sinsi bir kıvrım oluştu dudağının kenarında. "Emin misin?" dedi.

Kokusunu burnumun dibinde solurken istemsizce yutkundum. Pahalı bir parfüm kullanıyormuş gibi eşsizdi. "Kesinlikle eminim. Hatta son kararım."

Bana üstten bakarak bir adım geriye çekildi. Karyoladan yastığını alıp, yan taraftaki iki kişilik koltuğa koydu. "Burada uyuyacaksın. Ben de rahat yatağımı seninle paylaşacak değilim."

"İyi," diye homurdandım. "Deve gibi boyunla küçücük koltuğa sığmazsın zaten."

"Deve mi?" dedi yüzünü buruşturarak. "Deneyelim istersen."

"İstemem." Benimle didişmeye hazırdı ama onunla uğraşmayacaktım. "Arkadaşların birden odaya dalmazlar mı?"

"Benimle uyumak için bahane üretme."

Bir elimi boşluğuma yasladım. "Çok meraklıydım sana."

Feza içten bir şekilde güldü. "Bu hâlin bile komik. Gerçekten sarhoş olsan ne yaparsın kim bilir?"

Parlak gülüşünün başımı döndürmesi çok tuhaftı. "Dalga geçme. Sabah hatırlamayacağım cümleler kurmak istemiyorum."

Gözleriyle koltuğu işaret edip, "Uyu hadi," dedi.

Koltuğa uzandım. Feza yumuşacık battaniyeyi üstüme örttü. Bana arkasını dönüp, üstündeki kazağı boynundan sıyırdı. Beyaz ışığın yansıdığı geniş omuzları, hafif kaslı sırtı ortaya çıktı. Sonra kıyafetlerini alıp köşedeki banyoya girdi. Diş fırçasıyla suyun çıkardığı sesi duyabiliyordum. İçeri geri döndüğünde üstüne gri eşofman ve tişört giymişti. Işığı söndürerek ortamızdaki komodindeki abajuru yaktı. Yatağına sırtüstü uzandı. Bir müddet düşünceli bir şekilde tavanı izledi.

Bedenimi ona dönmüştüm. Yan bir şekilde yatarken, yanağımı avucuma yasladım. "Feza..."

Başını yavaşça bana çevirdi. "Hım?"

"Rüya ile aranızda ne var?" dedim dürüst davranarak.

"Hiçbir şey."

"O zaman neden kız arkadaşın olduğumu duyunca bana öyle soğuk davrandı?"

"Rüya baba gibi gördüğüm Kemal amcamın kızı. Benden iki yaş küçük ama birlikte büyüdük. Hatta aynı lisede okuduk. Beni abisi yerine koyar, kimseyle paylaşamaz. Biraz korumacıdır. Kolayca arkadaş olmaz."

"Yanlış düşünmüşüm."

"Daha önce hiçbir kız arkadaşımı grupla tanıştırmamıştım. Seni bu evde görünce şaşırmaları normal."

"Tuhaf olan şu ki, ben kız arkadaşın değilim," diye kıkırdadım.

Gülüşümü izlerken kara gözlerini hiç kırpmadı. Birkaç saniye boyunca sessiz kaldı. "Kimsin, nesin, niye yanımdasın, neden aklımdasın ben de çözemiyorum Ahu."

"Sadece bir yabancıyım."

"Benim için değilsin." Yeniden tavana baktı. "Ama çözmeme çok az kaldı." Usulca göz kapaklarını yumdu. "Uyuyalım artık."

Eğer senin için bir yabancı değilsem neyim diyememiştim. "İyi geceler..." diye fısıldadığımda, çoktan uykuya dalmıştı.

Ertesi sabah uyandığımda kimse ortalarda yoktu. Muhtemelen Feza erkenden işe gitmişti. Kendimi meşgul etmek için evi toparladım. Banyoda bulduğum toz bezi ve spreyle mobilyaların tozunu aldım. Yatak odasının çaprazındaki kapı yarım bir şekilde açık bırakılmıştı. Başımı içeriye uzattım. Burası çalışma odasıydı. Karşımdaki duvarı büyük bir kitaplık kaplamıştı. Ahşap çalışma masasının üzerinde bilgisayarla kapaklı dosyalar duruyordu. Dağınık masadaki kalın dosyaları üst üste koydum. Yanlışlıkla bilgisayar faresini oynatınca ekran kendi kendine açıldı. Kırmızı tonlarda bir duvar kâğıdı vardı masaüstünde.

Dönen sandalyeye oturup, maillerimi kontrol ettim. Bir süre haber sitelerinde gezindim. Kızıl Karga ile ilgili tek bir haber girilmemişti. O an pencereden içeriye dolan akşam güneşi vurdu masaya. Kalemliğin kenarındaki gümüş kapaklı objeye yansıdı. Bir ruju andıran objeyi elime aldım ve kapağını açtım. Sahiden tahmin ettiğim gibi, bir rujdu bu. Üstelik kırmızı bir ruj.

Gözlerimin önüne, düştüğüm çukurun içindeki cesedin yüzü geldi bir an için. Kanım damarlarımdan çekilmişti. Buz kesmiştim. Hayır, böyle bir şey mümkün olamazdı. Ruj, titrek elimden kayıp yere düştü. Parke zeminde yuvarlanırken çıkardığı ses kulaklarımda uğuldadı.

Saç diplerimi çekiştirerek ayağa kalktım. Olduğum yerde deli gibi bir o yana bir bu yana yürüyüp durdum. İnandığım yalanlar bir çığ gibi üzerime devrildi. Hayır, günlerdir evinde uyuduğum adam katil olamazdı.

Çalışma masasının altındaki çekmeceyi açtım. Bu yersiz şüphemin yanlışlığını kanıtlayacak bir delil aradım içinde. Kullanılmamış ajanda, deri bir cüzdan ve pasaportu vardı. Arka kısımda ise antika gibi görünen bir silah duruyordu. Başka bir şey bulamamıştım.

Yan tarafımdaki beyaz duvara yaklaştım. Muhtemelen henüz çözemediği davaların olay mahalli fotoğraflarını asmıştı Feza. Yapışkan notları dikkatle inceledim. Hepsi tek bir cinayete aitti. Köşesine Kızıl Karga ile ilgili eski gazete küpürlerini sıralamıştı.

İşaret parmağımla karşımda asılı duran fotoğrafa dokundum. Bir yerden tanıdıktı. Kırmızı elbiseli genç bir kadın sıcak bir gülümsemeyle çiçekçi dükkanının önünde dikilmişti. Yüzünü aklımdan silemediğim, mezarına çiçekler bıraktığım, katilin son kurbanı Pelin Solmaz'ındı bu fotoğraf. Uzaktan gizlice çekilmişti. Kenarında yazan tarih, öldürüldüğü günden birkaç gün öncesine aitti.

Feza, Pelin Solmaz'ı tanıyor muydu?

Belki de onu öldürmeden önce son hâlini çekmişti. Aksi hâlde böyle bir fotoğrafın bu duvarda olmasını aklım almıyordu. Mantıklı düşünemeyecek durumdaydım. Paranoyaya teslim etmiştim kendimi. Beni öldürmek yerine ona inanmamı istemişti. Günlerdir yanında tutarak içten içe dalga geçmişti. Bu nasıl bir oyundu böyle?

Yalanlarına inanacak kadar aptaldım. Gözümün önündeki düşmanı göremeyecek kadar kördüm. Daha fazla vakit kaybetmeden kaçmalıydım buradan. Koridora doğru yürüdüğüm sırada bir anahtar sesi geldi kapının dışından. Feza mükemmel bir zamanlamayla eve geri dönmüştü.

Hiçbir şey olmamış gibi davranamazdım. Hızlı adımlarla tekrar çalışma odasına girdim. Masadaki çekmeceyi açıp, silahı elime aldım. Bu eski aleti nasıl kullanacağımı bile bilmiyordum. Odanın tam ortasına yürüdüm. Kolumu havaya kaldırarak namluyu açık kapıya doğrulttum. Adım sesleri yaklaştıkça, kalbim göğüs kafesimi delecek gibiydi.

Feza odanın girişinde durdu. Gözlerini kısıp, merakla bana baktı. "Ahu..." İçeriye doğru bir adım attı. "Ne oluyor?"

"Kıpırdama!" diye bağırdım. "Ellerini havaya kaldır ve duvara yaslan."

"Şimdi de rolleri mi değiştik?"

"Çok ciddiyim, ateş etmemi istemiyorsan dediğimi yap!"

İtiraz etmeden iki elini havaya kaldırdı. Sırtını duvara yasladı. "Biraz sakin olmalısın."

"Bana yalan söyledin," dedim titreyen sesimle.

"Ne yalanı?" Kaşlarını çattı. "Hiçbir şey anlamıyorum. Şu an ne saçmalıyorsun Ahu?"

"Kim olduğunu biliyorum Feza Karahan."

"O hâlde gözlerimin içine bakarak söyle, kimim ben?"

"Katilsin." 

🦢

Sizce Feza Karahan bunca zamandır Ahu'yu kandırmış olabilir mi?

Yorum ve oylarınızı bekliyorum! 🩶

Twitter: alevzf

Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top