iki

Onlarla ilk tanışmam dokuz yaşında olmuştu. Üç sene boyunca o pencerenin ardı benim için bir cadı eviydi. Çocuk zihnimin kurduğu hayallerin haddi hesabı yok. Kazanlar, ölü hayvanlar ve loş ışık; boy boy şişeler, değişik adlarda kitaplar... Her şey. Üstelik böyle düşünen tek kişi ben de değildim. Çocukların birçoğu da onu kötü kalpli bir kadın olarak etiketlemişlerdi. Pencerenin ardındaki şeytani gözler.

Dokuz yaşında feci halde dizimi kanattığım o gün zihnimdeki cadının öldüğü gündü.

Kaldırımda oturuyordum. En sevdiğim taytım yırtılmıştı ve ben acıya mı yoksa kaybıma mı ağladığımı hatırlamıyorum. Belki ikisine birdendi. Annem, daha dikkatli olmam gerektiğini söyleyerek beni başından savmıştı. "Ama dizim acıyor anne..."

"Dikiş gerektirecek kadar kötü değil. Geçer kendi kendine."

Bir yerden sonra burnumu çekmeyi bırakmış, gözyaşlarımla sümüklerimin birbirine karışmasına izin vermiştim. Zaten dizim de kanıyordu. Çok acıyordu ama susmuştum. Kendi kendine geçmesini beklemiş, sesimi çıkartmamıştım.

Sonra üst pencerede bir perde hareketlenmişti. Gözlerim buğulu olduğundan hayal mi ettim yoksa gerçekten de gözler beni mi izliyordu ilk başta emin olamamıştım ama sonra pencere açıldı ve yaşlı bir kadının yüzü göründü. "Hey sen!" dedi bana doğru seslenerek. Hoş, öyle yapmasa bile sokakta sadece ben vardım ya, neyse. "Sana diyorum kızım. Yukarı gel, dizin mikrop kapacak."

Cevap vermemi beklemeden penceresini geri kapamış ve yok olmuştu. O anki çocuk aklımdan geçenler hatırladığım kadarıyla şöyleydi: Gitmeli miyim? Bir cadının evine mi? Asla olmaz. Yer beni. Canlı canlı fırınına atar, pişirip sonra da bir güzel ziyafet çekerdi. Dizim de amma acıyor be! Of, ama gitmemeliyim. Annem kızar, yabancı o. Hem korkutmuyor muydu o cadı beni? Neden şimdi gitmeyi düşünüyorum? Dizim acıyor. Çok acıyor anne, neden sen mikropları engellemedin?

Sağıma soluma baktığımı hatırlıyorum; yavaşça kalktığımı, topallaya topallaya sanki aslında oraya gitmiyormuşum gibi mini adımlarla apartman girişine ilerlediğimi... Cadıya doğru gidiyorsun, demiştim içimden kendime. Bunu sen seçtin, eğer ölürsen sakın ağlanma.

Ben cesurum.

Pencere üçüncü katta olduğundan zar zor merdivenleri tırmanmış ve iki kapı arasında durup biraz soluklanmıştım. Fakat kapılardan biri hafif aralık duruyordu. Odur herhalde deyip omuzlarımı silkerek içeri girmiş, gıcırdayan kapıyı ardımdan kapatmıştım.

Bir süre girişte sessizce dikilince belki de yanlış eve girmişimdir diye düşündüğümü hatırlıyorum. Cadının evi değildi olduğum, başkasının kapattığını sanıp tekrar arkasına bakmadığından aralık kalan kapısından içeri girmiştim ben. Evet, cadıya gelmedim. Ne düşünüyordum ki zaten! Bir an büyüsüne kapılmış olmalıyım.

Fakat hemen sonrasında koridorun sonundan yaşlı bir beden çıkmış ve tüm düşüncelerimi yıkmıştı. Kumdan kaleme tekme yemiş gibi üzgün hissediyordum kendimi o an.

Beden uzaktı, yüzünü tam seçemiyordum. "Ne diye dikilip duruyorsun öyle?" demişti sanki gerçekliğini kanıtladıkça bana acı çektirdiğinin farkındaymış da bu ona zevk veriyormuş gibi. Cevap vermemiştim. İstemediğimden değil, kitlenip kaldığımdandı. Sabır dilenir gibi yukarı bakıp, soluğu eşliğinde söylenmişti ama anlamamıştım. Beni orada bırakıp çıktığı yere döndü.

Geri gitmeyi istediğimi hatırlıyorum. Kalbim hızla atarken ve tanımadığım bir kadının (cadının) evinde, istesem asla kaçamayacağım bir diz yarası ile dikilirken hemen arkamı dönüp o an evi terk etmeyi tabii ki de düşünmüştüm. Fakat biliyor musunuz, dokuz yaşında bir kız çocuğu olmama rağmen aklımdan geçen şey kaybolsam ve kimse benden haber alamasa kimsenin umurunda olmayacağıydı. Annemin fark etmesi kaç gün sürerdi acaba? O kadar rakam arasında hiçbirini yan yanay koyamıyordum. Komikti, değil mi? Öyle.

Kapıyı örttüm ve kalmayı seçtim, ben cesur olmuştum. Sese doğru ilerleyereksalona girdim. İlk gördüğüm gri perdeli pencereye neredeyse otomatik olarak yürüyerek karşıya baktım ve işte oradaydı. Kendi pencerem bana bakıyordu; hala perdesiz, gazete kâğıtları ile kapatılmaya çalışılmış bir pencere. İşte burası diye düşünmüştüm. İşte cadının beni kurban olarak seçtiği o büyülü pencere. Kazanmıştı. Artık korktuğum yerden kendime bakan bendim.

Bekle bir dakika. Hani cadı kazanları? Ölü hayvanlar? Boy boy şişeler neredeler? Yok. Hiçbiri yok.

Gördüğüm şey sade, kahverengi bir salondu. Birkaç sene öncesinde sadece bir kez gördüğüm o babaanne evi gibiydi. Televizyon yok, onun yerine kitaplık vardı. Bir sehpa üstünde gözlükler ve ortasından şişkin duran bir kitap vardı. Diğer köşede dikiş masası duruyordu. Sanki tek eksik başına oturacak birisiymiş gibi her şey hazırdı. Duvarlarda tablolar; kimisi siyah beyaz resimler, kimisi boya ya da etamindi. Çok güzellerdi hatta o kadar güzellerdi ki acımı unutturmuşlardı bana.

"Otursana sen, dizin acımıyor mu senin?" Etrafı incelemeye o kadar odaklanmıştım ki cadıyla birlikte olduğumu unutmuştum. Haliyle sesi ile yerimde zıpladım. Eh, dizim de acımıştı elbet. Yüzümü buruşturmuş ama dudaklarımı sıkıca yumarak sesimi yutmuştum.

Elinde bir kutu, kaşlarını kaldırıp benden bir tepki beklercesine suratıma bakıyordu. Yüzünde yaşı kadar yollar vardı. Gözaltları hafif torbalıydı. Zayıftı. Üzerinde çiçek desenli bir elbise vardı. Saçları bulutlar gibiydi, sıkı bir topuzdu. Gözleri elaydı, camdan vuran güneş ışığı altında yeşile parlıyorlardı. Çok güzeldiler.

Güzel bir cadıydı, unutma.

"Dilini mi yuttuğun çocuğum? Çok mu acıyor dizin? Gel hadi, otur, hadi otursana dikilme öyle aylak aylak." Bana derken kendisi koltuğa oturmuş, yanındaki boşluğa vuruyordu gelmem için. Bir süre daha kocaman gözler, hızlı hızlı kırpıştırmalar ile ona bakmış ve sonra topallayarak yanına oturmuştum. Sırtım pencereye dönüktü.

O bir cadı. Sakın unutma.

Ne yaptığını inanın hatırlamıyorum. O dizimle ilgilenirken benim tüm odağım yüzündeydi. İnsanın baktıkça bakası geliyordu gözlerine. Biraz korkuyordum, kabul ama buna rağmen güvende hissediyordum. En son ne zaman böyle hissetmiştim bilmiyorum.

Saçmalama! Ne düşünüyorsun böyle! Sadece saldırırsa diye izliyorum onu, temkinli olmak için yani. O bir cadı!

"İşte oldu. Niye kanayan dizle dolaşıp duruyordun öyle? Evde kimse yok mu?" Bakışlarını dizimden çekip gözlerime sabitlediğinde başımı çeviririm sanıyordum ama bakmaya devam ettim. Artık korkmuyordum. Belki birazcık.

Cadı o cadı! Kendine gelsene.

"Var. Annem var. Bir şey olmaz, kendi kendine geçer dedi."

"Öyle mi dedi?" Önce komik bir şey söylemişim gibi güldü. "Nereden öğrenmiş acaba bu üstün tıp bilgisini?" Cevap bekliyor muydu o an için bilmiyordum ama üstten üstten bana bakan muzip gözlerde kendi kendine eğlendiğini anlıyordum. Cevap vermedim. Zaten ne diyebilirdim ki?

Sonra birden "Aç mısın?" demişti, cevap vermemiştim. Kafamda hala kendimle tartışıyordum. O bir cadı. Ama-- hayır! Cadı diyorum sana işte! Fakat bedenim benimle aynı fikirde olmasa gerek, karnım oldukça yüksek sesle guruldamıştı. Hafifçe güldüğünü hatırlıyorum ama bu bana kendimi küçümsenmiş hissettiren bir gülüş değildi. Kalkıp beni orada yalnız bıraktı.

Dizim artık acımıyordu; yavaşça ayağa kalkmış, pencereye ilerlemiş ve perdeyi kenara çekmiştim. İşte çiçekler. Renk renk, boy boy çiçekler. Hepsi birbirinden güzel çiçekler. "Merhabalar," demiştim onlara. İşte ilk böyle tanışmıştım onlarla.

Keşke yine o anda olsaydım. Keşke tekrar tekrar onlarla ilk kez tanışabilseydim. Keşke cadım ile birlikte geçireceğim sonsuzluğum olsaydı elimde. Fakat tıpkı o gün, kendi odamdan bana öfkeyle bakan annemi gördüğümde yüzümdeki gülüşün solduğu gibi hepsi solmuştu işte, ölmüşlerdi. Keşke bir cadı olsaydım ve hepsine can verebilseydim.

Ama ben sadece bir kız çocuğuydum.

Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top