dört
Ben çocuk olmayı dokuz yaşında, annemin beni korumadığı kötü cadı, önünde renkli çiçeklerin dizili olduğu penceresinden bana seslendiğinde öğrendim. Ondan öncesi neydi, hiç var olmuş muydu hatırlamıyordum. Kaldırımda oturmuş, yanaklarımda kurumuş gözyaşları rüzgâr altında buz kesmişken, önünde artık yanmış çiçeklerin dizili olduğu pencereye bakıyor ve bunu düşünüyordum: Çocukluğumu.
Öncesi hep oyuncaklardı. Konuşmamam için alınan pahalı hediyeler. Son model bebekler.
Ah, bak bu bebek konuşuyor!
Bu şarkı söylüyor.
O ağlıyor.
Şuna bakın! Altına yapan bir başka bebek daha. Yeter ki konuşma artık.
Altı yaşında -çok net hatırlıyordum çünkü annem o gün elimi tutmuştu ve bunu genelde beni çekiştirmek için, sıkıca bileğime sardığı parmakları ile yapardı ama o gün farklıydı, gerçekten nazikçe minik avucumu kendi avucuna almıştı; avucu soğuktu- annemle beraber deniz kenarında yürüyorduk. Varış noktamız neresiydi ya da bir varış noktamız var mıydı bilmiyorum, kırıldıktan sonra kendimi dış dünyadan soyutlama huyunu çok daha öncesinde edinmiştim. Gözlerim etrafı büyük bir açlıkla tarar ve gördüğü her renge, her harekete ve ilginç bulduğu her nesneye takılırken uzaklarda bir rüzgâr bir bankın üstündeki çiçek yapraklarını denize doğru üflemesine nasıl hayran kaldığımı şimdi bile mestle hatırlıyorum. Gözlerimin neşeyle büyüdüğünü, dudaklarımın yukarıya tırmanıp konuşmak üzere açıldığını ve parmağımın yapraklara uzandığını nasıl hatırlıyorsam, dudaklarımdan anne kelimesi çıktığı anda beni çekiştirip bir dondurma karavanına götürüşüyle beraber kalbimin ortalarında adını koyamadığım bir şeylerin nasıl kırıldığını da hatırlıyorum. Devamını dinlememişti, gösterdiğim yere bakmamıştı; dondurma mı istiyorsun, demişti bana ve elime bir külah tutuşturmuştu.
Ama ben bir dondurma istemiyordum anne, hayır, sadece rüzgârın gökyüzüne armağan ettiği o muhteşem manzarayı seninle paylaşmak istiyordum.
Sen her zaman çok meşguldün, acele içinde koşturup dururdun. Dünyada rahat yaşayabilmek için çok çalışman lazım derdin bana. Yaşamak, birbirimizle bir daha hiç konuşmamak mı demekti?
Buna katıl(a)mıyorum. Bence anne, bunu sen uydurmuştun. Çünkü benim cadım hepinizden daha yaşlıydı, daha büyüktü, daha olgundu ama hepinizden daha çok zamanı vardı. Eğer o gün, o deniz kenarında seninle değil de cadım ile yürüyor olsaydım eminim ki benden önce o fark ederdi uçan yaprakları ve hemen bana gösterirdi. Sonra bir hikâye uydururdu onlarla alakalı. Mesela derdi ki, rüzgâr bir dostuna veda ediyor, biri rüzgâra veda ediyor ve gökyüzü tüm bunlara şahit oluyor.
Ama senden bunları beklemek benim hatamdı anne, senin ruhun her zaman çürüktü ve gerçekte çürümüş olanın benim çiçeklerim olması ne kadar da üzücü, değil mi?
Ben tüm çocukluğumu onunla yaşadım. Onun yanında büyüdüm ben, onun bilgileri ile kutsandım. Elinin değdiği kitaplara ben de dokundum. Gözlerinin üstünden geçtiği her kelimeyi ben de okudum. Tüm ilklerimi benim biricik cadımla yaşadım ben mesela. On ikimde yanında oturup el işi yaptım. On üçümde ilk kez zevkle ev temizledim. On dördümde yaralı bir kuşa aile olduk biz. On beşimde ilk kez bir yemek yapmayı denedim, her yerim un oldu ama olsun; değdi. On altımda ilk kez kalbim kırıldı, bana o sarıldı, bana ilk kez o sarıldı. On yedimde disipline gittim, biliyor muydun? Bilmezsin. Veli olarak onu çağırdım, yanımda o durdu, beni o savundu. Şimdi on sekizim ve... Ben on sekizimde annemi kaybettim.
Bir planımız vardı. Dünyanın en güzel planıydı bizimkisi. Buradan gidecektik. Sen eve gelmemeye başlamıştın ve seni terk ettiğimi fark etmemiştin bile anne. Artık onunla yaşıyordum ben ve dört gün sonra mezun olup, dört sene boyunca biriktirdiğim ne varsa cadımı da alıp buradan gidecektim. Çok az kalmıştı. Çok, çok az.
O hiç kar görmemiş biliyor muydun? Onu, karın yağdığı bir yere götürecektim önce. Sonra çiçek bahçelerine gideriz diyordum. O, artık rengi atmış ve ölüme sökükler uzatan koyu yeşil koltuğunda oturmuş, örgüsünü örerken, ayaklarının ucunda halıda yatarken anlatmıştım tüm bunları ona. Yüzündeki hafif gülümsemeyle beni nasıl da ilgiyle dinliyordu öyle. O da heyecanlanmıştı, biliyordum.
Bugün okula gitmeyip haftalar sonrasına biletleri almıştım. Elimde biletler, cadıma gidiyordum. Bir ambulans gördüğümde ne hissettiğimi bilebilir misin sen anne? Hayır, sanmıyorum. Kalbimde bir şeyler oldu önce. Sonra penceredeki yarı yanmış çiçekleri gördüm, bir tanesi sokağa düşmüştü. Midem düğümlendi. Fakat hiçbiri, apartman kapısından sedyeyle çıkarılan cadımı gördüğümde hissettiğim kadar kötü hissettiremedi.
Elimde biletlerim vardı, kenarda param; bana özgürlük veren bir yaşım vardı. Varlığımın farkında olmayan bir ebeveynim de vardı. Fakat artık bir cadım yoktu. Cadısız küçük bir kız ne tür bir küçük kızdı öyle?
Kaldırımda otururken küçük bir çocuk yanıma geldi ve düştüğünü bile fark etmediğim biletlerimi bana uzattı ama söylesene anne, benim çiçeklerimin en güzeli bir pazartesi günü solup gitmişken nasıl yaşanırdı?
Biliyor musun anne, ben bugün bütün çiçeklerimi kaybettim.
Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top