UYU BEBEĞİM

Hava pratiği sınıfına girdiğimde Uğurcan, kalabalığın içinde bir köşede yalnız başına duruyordu. Kollarını kavuşturmuş, başı önde ve sırtı metal duvara yaslıydı. Belki onu bir süre yalnız bırakmak, söylediklerini ikimizin de sindirmesi için sessiz kalmak en iyisiydi. Ama ben yerimde duramıyordum ki. Tabiki yanına gittim. Gerekirse ayaklarına kapanırdım ama beni affetmek zorundaydı.

Hızlı adımlarla kalabalığı yardım ve kavuşturduğu kollarını yakaladım.

"Uğurcan..."

Şimdi olduğundan daha mutsuz hissedemem sanmıştım. Kırmızı gözlerini bana diktip tüm kırgınlığını yansıttığına, sanki içindeki hüznü de bana katmıştı. Bunu artık taşıyamazdım.

Mutsuzluk kalbe ağır geldiğinde su olup gözden akardı.

"Konuşmak istemiyorum."

Kolarını açınca ellerim de aşağı düştü, başını benden başka yöne çevirdi.

"Konuşma o zaman. Sadece dinlemeni istiyorum."

Bir an bana bakıp gözümden akan o bir damla yaşa odaklandı, sonra kafasını yine çevirdi. Hiçbir şey söylemedi. Bunu konuşmama izin verdiği şeklinde yorumladım.

Zaten başka bir şansım yoktu.

"Özür dilerim. Ben bencil ve duygusuz bir gerizekalının tekiyim. Seni hiç hak etmiyorum. Sen benim için onca fedakarlık yaptın, daha beni hiç tanımdan kendini tehlikeye attın. Ben ise sana ihanet ettim sadece. Biliyorum, farkındayım. Ve özür dilerim. Çok pişmanım, öyle pişmanım ki ne istersen yaparım. Yeter ki beni affet. Ben bu okulda sensiz dayanamam ki. Bir tek sana güveniyorum, bir tek gerçekten, gerçekten arkadaşım sensin. Bir tek sen varsın Uğurcan. Ne olursun beni bırakma. Söz veriyorum bir daha asla seni üzmeyeceğim. Gece uykusuz kalma sebebin olmayacağım. Ne istersen yaparım, ne olur affet beni."

Yumuşadığını hissediyordum. Vücudunun gevşemesinden ve nefesinin yavaşlamasından anlamıştım.

"Ne istersem mi yaparsın?"

Bu beni affetmeye en yakın olduğu zamandı.

"Ne istersen."

Dedim hiç kuşkusuz. Bakışları tekrar bana odaklandığında ne isteyeceğinden çok emin gibiydi.

"Senden sadece tek bir şey istiyorum."

"Ne? Söyle hemen yapayım."

"Bana güven."

Kaşlarımı çattım. Ona zaten güveniyordum, neden bunu istemişti ki? Konuşmaya devam etti.

"Bana güvenmeni istiyorum ama sıradan bir güven değil. Güveniyorum deyip durmanı değil, güvendiğini göstermeni istiyorum. Her konuda bana güvenmeni istiyorum. Bana bir çocuğun annesine güvendiği gibi güvenmeni istiyorum. Ne desem kuşkusuz yapacak kadar güvenmeni. Çünkü sana zarar verecek hiçbir şey yapmam. Eğer sonunda sen kötü etkileneceksen bir şey istemem. Buna inanmanı istiyorum."

"İnanıyorum. İnanıyorum ve sana güveniyorum. Bunu göstereceğime de söz veriyorum."

"Peki ben sana nasıl inanıp güveneceğim Buse?"

Kalbimi korku esir aldı. Uğurcan iyice bana döndü ve konuşabilmek için biraz uzaklaştı.

"Güvenebilirsin."

"Nasıl? Sana Teoman da onlardan dedim ama bana inanmadın. Gelmesem onu öpeceğini kendin söyledin. Bana güvenmiyorsun işte. Bana güvenmeyen birine ben nasıl güveneyim?"

"Bir daha onunla asla hiç bir şekilde yakınlaşmamamı mı istiyorsun?"

"Sadece bana güvendiğini göstermeni istiyorum."

Ne demek isteğini çok iyi anlamıştım. Bundan sonra Teoman'ı değil öpmek, kendi isteğimle yakınına bile yaklaşmayacaktım. Uğurcan'ı kaybedemezdim.

"Tamam. Kabul ediyorum isteğini. Şimdi eskisi gibi miyiz?"

Cevap vermesi birkaç saniye sürdü. O birkaç saniyede beni süzdü. Büyük ihtimalle yine beni düşündüğü için kendine küfrediyordu.

Onu bu hale getirdiğim için ben de kendime küfrettim.

"Sanırım."

Dedi ve bunun evet olmaması umurumda değildi. Ona sarıldım, zıplayıp boynuna atıldım. Bana karşılık vermemesi de umurumda değildi. Buna ihtiyacım vardı, ona sarılmaya, rahatlamaya.

Ama o an ona göstermek istediğim şey için onun da sarılması gerekiyordu. Tıpkı arşivin kilidini kapatırken olduğu gibi, onun dokunuşu eksikti.

"Dokunuşun eksik."

Tıpkı o gün olduğu gibi, bu sefer kulağına fısıldadım. Yine ne tepki verdiğini görmüyordum ama yavaşça belime sarılan kollarını hissettim. Ve o an işte her şey tamamdı. Dört bir yanım metallerle çevrili ve sol yanım sevgi doluydu. Hükmetmemek için hiçbir sebebim yoktu.

Yavaşça elimi kaldırıp hemen yanımızdaki duvara koydum. Metal kendini tamamen bana bırakmıştı. Emrimi bekliyordu.

İşaret parmağımla, sanki kuma yazı yazar gibi kolayca eriterek metali, minik bir kap kazıdım duvara. Sonra birkaç çiçek çizdim. Yıldızlar ve yin yanglar çizdim. Bir tuval gibi kullanıyordum duvarı.

"Bunu görmelisin."

Dediğimde Uğurcan beni bırakıp, hala bir eli hafifçe belimi kavrıyordu, duvara baktı ve o çocukça çizimleri görüp sanki hayatında gördüğü en güzel tabloymuş gibi gülümsedi.

"Bunu nasıl yaptın?"

Sanırım artık ona da söylememin vakti gelmişti. Kimse duymasın diye, ya da belki de kendime bile itiraf edemediğim halde ona daha yakın olmak için, kulağına yükseldim ve fısıldadım.

"Tetikleyici gücümü buldum."

Ciddi olup olmadığımı anlamak için yüzüme şaşkınlıkla baktı ama ben ciddiydim.

"Neymiş?"

Tekrar kulağına fısıldadım.

"Sevgi..."

Dersin hocasının sınıfa girmesiyle Uğurcan'ın hala belimde duran elinden destek alıp duvara kazıdığım saçma resimleri sildim ve elini nazikçe belimden çekip araya mesafe koydum.

"Bugün nasılsınız bakalım çocuklar?"

Diyen hocaya sınıftan iyiyiz sesleri yükselirken biz Uğurcan ile safça birbirimize gülümsüyorduk.

O gülümsemeye hasret kaldığımı o an fark ettim. Sadece bir gün olmuştu onu gülerken görmeyeli ama nasıl da içime işlemişti yokluğu. İnsan bazen bazı şeylerin yokluğunu ancak varlığını tattıktan sonra fark edebiliyordu.

"Gülümsemeni çok özlemişim."

Diye sadece onun duyabileceği bir sesle fısıldadım. Bakışları üstümdeydi ve gülümsemesi olduğundan daha da geniş bir hal aldı.

"Ben de beni gülümsetmeni çok özlemişim."

Biraz utanarak kafamı önüme çevirdim ama sırıtışım yüzümden silinmiyordu.

"Umarım bir daha ikimiz de bunlardan mahrum kalmayız."

Söylediği şakayla karışıktı ama bir yandan da beni uyardığını anlıyordum. Bunlardan mahrum kalmamamız için ne gerekirse yapacağıma dair kendine söz verdim.

◇◇◇

"Sıra sende Uğurcan. Hadi bakalım."

Hoca sıska, sakallı ve bıyıklı, kırklı yaşlarında bir adamdı. Adının Oktay olduğunu öğrenmiştim. Bugün istediği şey, vantilatörden çıkan rüzgarı onun tersine çevirmekti. Vantilatörün arkasında duruyor ve eğer yüzüne rüzgar çarparsa başardığını söylüyordu.

Deneyenlerin neredeyse yarısı başarmıştı ve sıra Uğurcan'daydı. Daha iyi görmek için biraz önlere geldim.

"En iyi öğrencim bugün huzurlu mu?"

Hoca, benim gibi önlerde olup kulak kesilmeyen hiçkimsenin duyamayacağı kadar kısık bir sesle söylemişti bunu. Uğurcan ise mahcup bir şekilde güldü.

"Öyle sanıyorum hocam."

Ardından vantilatörün karşısına geçti. Esen rüzgardan saçları ve tişörtü geriye uçuşuyordu. Konsantre olmak için gözünü kapattı, ellerini öne uzattı. Arkada duran hocanın saçında veya sakalında bir kıpırtı varmı diye baktım ama henüz rüzgar ona vurmuyordu. Tekrar Uğurcan'a baktığımda kaşlarının çatıldığını gördüm. Tam konsantre olamıyordu sanırım.

Birden gözlerini açtı ve nedenini anlayamadığım bir şekilde bana baktı. Ona güç vermek için baş parmağımı yukarı kaldırıp her şey yolunda işareti yaptım. Bir süre daha bana öylece baktı, sonra gülümsedi. Tekrar önüne dönüp gözünü kapadı ve anında rüzgar hocanın yüzünde bitti. Uçuşan saçlarından anlamıştım.

"Tamam, mükemmelsin. Yeterli."

Hoca böyle dediyse de durmadı Uğurcan. Vantilatöre doğrulttuğu iki elinden birini bize, izleyen diğer öğrencilere doğru çevirdi ve birden herkesin yüzüne rüzgar çarpamaya başladı. O sırada onunla ilgilenmeyen birkaç kişinin de şaşkınlıkla olanlara dikkat kesildiğini gördüm. Fısıldaşanlar da sustu ve sınıfta aniden rüzgarın sesi dışında hiçbir şey duyulmaz oldu.

"Uğurcan, bence yeter."

"Şşşt!"

Uğurcan büyük bir soğukkanlılıkla hocayı susturdu ve onu birden havaya kaldırdı.

Hocanın korku dolu çığlıkları sınıfı doldururken izleyenlerin kimisi gülüyor kimisi ise bunun ne kadar inanılmaz olduğu hakkında konuşuyordu. Benim ise tek gördüğüm Uğurcan'ın bunları yaparken ne kadar soğukkanlı ve olaya hakim görünüdüğüydü. Bir gün ben de onun kadar iyi olabilir miyim diye merak ediyordum.

"Uğurcan, beni yere indir evladım!"

Diye çığlık atan hoca bir öne bir arkaya sendeliyor ama asla düşmüyordu. Aslında o da o gün benim yaptığım gibi bağdaş kurup sakin olsa her şey daha az korkunç olabilirdi. Yine de düşmeyeceğinden emindim çünkü Uğurcan'ın elindeydi. Biraz sonra kendi dengesini kurmayı başardı ve sanki havada yatar pozisyonda sandalyeye oturuyormuş gibi bir şekilde kıpırdamadan durdu.

"Uğurcan, biraz daha beni indirmezsen hendi hükmümle müdahale etmek zorunda kalacağım."

Sınıftakilerden buna itiraz eden sesler yükselse de Uğurcan hocayı yavaşça indirdi ve adam sırt üstü yerdeydi. Hemen toparlanıp ayağa kalktığında neyse ki sinirli değildi. Yüzünde daha çok, şaşkınlık vardı.

"Birini havaya kaldırmayı nereden öğrendin?"

Uğurcan gayet sakin, daha deminki huzur bulmuş anından arta kalan izlerle cevap verdi.

"Bir yerden öğrenmedim. İçimden geldi."

"Ne demek içinden geldi? Bu da ne demek oluyor? Birini havaya kaldırmayı ikinci sınıfın sonunda bile doğru dürüst beceremezler. Sen bunu birinci sınıfın başında yapıyorsun!"

Uğurcan uyuşukluktan kurtulup hocanın ciddiyetin farkına vardığında başını suçlulukla öne eğdi.

Yoksa gerçekten önceden çalışıyor muydu? Bu konuyu onunla konuşmam gerekiyordu.

"Öyle mi? Bilmiyordum. Sadece yapabileceğimi hissettim ve yaptım."

"Dostum sen harikasın!"

Arkalardan birinin Uğurcan'a bağırdığı duydum. Uğurcan da arkasına bakıp bağıran kişiye gülümsedi. Teşekkür eder gibi elini göğsüne koydu.

"Kerim!"

Diye bağıran hoca çocuğu susturunca orada bir kıkırdama oldu ama sonra sustular.

"Bak Uğurcan, bu ya çok üstün yeteneklerin olduğuna ya da önceden çalıştığına işaret. Hangisi olduğunu bana söylemelisin. Ve dürüst olmalısın."

Uğurcan hocaya bakmıyordu. Başı önde, eliyle ensesini kaşıyor veya saçını geriye ittiriyordu.

"Uğurcan, cevap vermelisin."

Hocanın kararlı sesi Uğurcan'ın kafasını çekinerek yukarı kaldırmasını sağladı. Kısa bir bakıştan sonra Uğurcan aniden geriye, bana baktı. Sadece bir saniye sonra geri dönüp hocanın kulağına yaklaştı, birkaç saniye sonra geri çekildi.

Ne dediğini duyamamıştım ama her ne dediyse hoca ikna olmuş gibiydi. Başını anlıyorum der gibi salladı ve Uğurcan'ı yerine gönderdi. Yani benim yanıma.

"Ne dedin ona?"

Diğerleri sırayla denemeye devam ederken ben konuşmaya başladım.

"Hiçbir şey. Sadece durumumu açıkladım."

"Ne durumun var işte? Ben de onu diyorum."

Bakışlarını benden kaçırması bir tuhaftı.

"Biliyorsun ya. Bazen öyle bir an oluyor ve huzuru hissediyorum. Sonra da bum! Her şeyi yapabilirmişim gibi bir his."

Buna inanmalı mıydım? Çünkü ses tonu tamamen beni geçiştirmeye çalışıyormuş gibiydi.

"Uğurcan, eğer önceden çalıştıysan bana söyleyebilirsin. Sadece merak ettim ve biliyorsun, kimseye söylemem."

Bu sefer yüzüme bakıp inandırıcı bir şekilde cevap verdi.

"Hayır hayır. Yemin ederim ki kuralları çiğnemedim. Sadece huzur buluyorum bazen."

Buna inanmıştım. Buna inanmam gerekiyormuş gibi hissettim. Çünkü sanki anlatmak istemiyordu. Üstüne gitmedim ve konuyu değiştirdim.

"Peki sence tetikleyici duygumu bulduğumu bilmeliler mi?"

"Kesinlikle hayır."

Kesin ve net bir cevaptı. Sebebini bilmesem de ben de aynı şekilde düşünmüştüm.

"O zaman sıra bana geldiğinde hiçbir şey yapmamalıyım. Ya da yapmalıyım ki benim duygumun huzur olduğunu sansınlar. Hangisi?"

Bu sanırım daha zor bir soruydu çünkü cevap daha geç geldi.

"Sen farklısın ve tetikleyici duygun da farklı olmalı. O yüzden bir şey yapama. Duygunu bulduğunu da kimseye söyleme."

"Tamam."

Sonunda sıra bana geldiğinde huzur bulmuş taklidi yapıp ellerimi metal duvarlarda gezdirdim. O anda metalin baskısını ilk günlerdeki kadar çok hissetmediğimi de fark ettim. Hala oradaydı ama kontrol edilebilir bir seviyedeydi. Bu arada aklıma sevgiyi getiren her şeyden uzaklaştım. Hatta çirkin ve vahşice şeyler düşündüm ki yanlışlıkla bir yeri kırmayayım veya eritmeyeyim.

Bu görevi de başarıyla tamamladığımda, yani hocamız huzurun benim tetikleyici gücüm olmadığını söylediğinde ders bitti ve Uğurcan ile kimse fark etmeden çak yapıp sınıftan çıktık.

Tarih dersinde bizi yan yana ve samimi gören Elif mutluydu. Furkan ise Uğurcan'ı neden geç kaldığı hakkında sorguya çekiyor, kızarmış gözleri ile dalga geçip onu çıldırtıyordu.

Yani her şey eskisi gibiydi.

"Ama cidden biraz uyumalısın. Biraz değil hatta baya uyumalısın."

Bunu söylediğimde Uğurcan bana hafifçe gülümseyerek baktı ama hiçbir şey söylemedi. Ancak kafasını tekrar Furkan'a çevirirken,

"Uyutsan uyuyacağız."

Dediğini duydum.

Duymamazlıktan geldim.

Ders bitince inceleme dersimin sınıfına doğru yola koyuldum. Uğurcan'ın ben odaya girdikten iki dakika sonra kapıda olacağını biliyordum. Dersten kaçamayacağımı ikimiz de biliyorduk, bu yüzden onu en azından kapıda beklemek fikrinden vazgeçirememiştim. Kimseye görünmemek için sonradan gelecekti.

Bu seferki kontrol dersi sakin geçti, her zamanki gibi tetikleyici gücümü falan sordular ve ben her zamanki gibi bulamadığımı söyledim. Tek fark bu sefer yalan söylüyor olmamdı. Yine bir bardak limonata getirmişlerdi, bu sefer cidden istemediğimi söyledim. Emre hoca emin olup olmadığımı sordu, Teoman ise kendisinin yaptığını söyleyip içmemi rica etti. Ben ikisini de reddettim, fazla üstelemediler.

Görüşme bittiğinde hepsinden önce kapıdan çıkıp Uğurcan ile kaçmak istiyordum. Hızlıca kapıyı açıp arkamdan kapattım, holdeki koltukta oturan Uğurcan ile göz göze geldim.

"Hadi gidelim."

Anında yerinden fırladı ve soluğu bahçede aldık.

"Bu sefer kan falan aldırmadın değil mi?"

Derken gözleriyle kollarımı kontrol ettiğini görüyordum. Daha iyi görmesi için onları öne uzattım.

"Bana dokunmalarına dahi izin vermedim. Verdikleri limonatayı ağzıma sürmedim. Teoman'ın yüzüne bile bakmadım."

Gözlerini devirdi.

"Eminim bakmamışsındır."

Baktığımı kastettiği çok açıktı.

"Seni neden inandıramıyorum ya? Bakmadım diyosam bakmamışımdır."

Bu arada o yanından geçtiğimiz bir banka oturunca ben de yanına oturdum.

"Ya, aslında ben düşündüm de..."

"Ne düşündün?"

Elleriyle oynuyor ve bana değil de onlara bakıyordu. Sanki söylemeye çalıştığı şeyler ona zor geliyordu.

"Benim demek istediğim, sadece ona güvenmemendi. Yani mesela onunla yalnız kalmaman, kan almasına, limonata vermesine izin vermemen, ona hükmünle ilgili sırlarını açmaman... Bunun dışında eğer ona... Yani demek istediğim..."

"Ne demek istiyorsan söyle de kurtul işte."

Cidden meraklanmaya başlamıştım. Ağzındaki bakla her neyse çıkartmak için biraz desteğe ihtiyacı vardı.

"Demek istediğim, onu sevmek istiyorsan sev, konuşmak istiyorsan konuş, öpmek istiyorsan öp, aşık olmak istiyorsan ol. Sana karışmaya hakkım yok. Bu senin hayatın."

Hala kırmızı olan gözlerini gözlerime dikmişti. Ne saçmalıyordu bu karşıma geçmiş? Bakışlarından belliydi ciddi olduğu ama yine de söylediklerinden memnun değil gibiydi. Ben de değildim. Teomana aşık falan değildim! Elif'in dediği gibi, sadece dış görünüşüne hayrandım. Ve ayrıca Uğurcan benim arkadaşımdı, güvendiğim bir arkadaşım. İnsanlar güvendiği arkadaşlarının dediklerini yaparlardı. Bu birbirlerinin hayatına karışmak değildi ki.

"Ne değiştirdi birden düşünceni?"

"Sadece farkına vardım. Birden kafama dank etti. Seni fazla kısıtlıyorum sanırım. Senin neyinim ki kendimde bu hakkı görüyorum?"

"Arkadaşımsın."

Dedim hiç beklemeden. Elimi onun omzuna koyup hafifçe sıktım ve devam ettim.

"Bu okuldaki ilk ve en çok güvendiğim dostumsun. Tabi ki senin dediklerini dikkate alacağım ve onlara uyacağım. Çünkü sen öyle diyorsan öyledir, bir bildiğin vardır. Buna inanıyorum."

Yüzünde hafif bir gülümseme belirdi. Ona güvendiğim için mutluydu, teşekkür eder gibiydi ama yine de küçücük bir üzüntü vardı derinlerde. Neden olduğunu anlayabilsem de çözebilseydim keşke.

"Teşekkür ederim."

Niye teşekkür ettiğini bilmiyordum. O da bilmiyor gibiydi.

"Asıl ben teşekkür ederim, yanımda olduğun için."

Elimi çekip kucağıma koydum ve bir süre o bankta sessizce oturduk. Hiçbir şey söylemeden, sadece bahçenin ve gökteki yıldızların güzelliğine bakarak, düşüncelerimizle baş başa durduk.

En sonunda sessizliği bozan ben oldum.

"Odalarımıza gitsek mi artık, senin bir an önce uyuman lazım."

Gözlerini gökyüzünden ayırmadan cevap verdi.

"Ne uyuması ya, oturuyoruz işte."

Sesi çok sakindi. Bu bahçe cidden ona huzur veriyor olmalıydı. Yine de bana söylemediği, ona asıl huzur veren şeyin ne olduğunu merak ettim.

"Gözlerin tüm gün kıpkırmızıydı. Hala öyle."

"Biliyorum ama uykum yok."

"Sana ninni söylememi ister misin?"

Güldü, cevap vermeden yıldızlara bakmaya devam etti. Beni ciddiye almamıştı.

Ama ben ciddiydim.

"Eğer uyumanı sağlayacaksa bunu gerçekten yaparım."

Birden gökten hiç ayırmadığı gözleri yüzüme kenetledi. Gerçekten ciddi olup olmadığımı ölçüyordu.

"Ben ciddiyim."

Dedim en sonunda gülerek. Bana inanmıyordu.

"Nasıl yani? Bana küçük bir bebekmişim gibi ninni söylemek mi istiyorsun?"

"Eğer uyumana yardım edecekse evet."

Birden ayağa fırladı ve önümde dikildi.

"Nasıl olacak peki? Yani ben uyurken nasıl yanımda olacaksın?"

"Kiraz ağacının altına gidebiliriz. Yine."

Hala bana inanamıyordu, yüzünden belliydi. Bu kadar imkansız olan neydi ki?

"Bu sefer de ben orada yatacağım yani?"

"Ah, istersen odanda yatarsın ve telefondan da söyleyebilirim ama hem sesim o kadar güzel gelmez, hem uyduğundan emin olamam, hem de bahçenin bu muhteşem atmosferinden mahrum kalırsın."

"Hayır, hayır... Odamı istemiyorum, bahçede uyuma fikri çok hoş."

Gülümsedim.

"Tamam o zaman."

◇◇◇

Ona bu sefer yastık ve battaniyeyi benim getirebileceğimi söyledim ama kendisi getirmek konusunda ısrar etti. Hayır diyemedim. O geldiğinde örtüyü bir güzel yere serdik, yastığı ve battaniyeyi yerleştirdik. Uğurcan bu sefer feneri getirmemişti ama ay ışığı sayesinde zaten o kadar da karanlık değildi burası.

"Bence sesin güzel değildir."

Şaka yaptığı belliydi, ben de yastığı kafasına atarken şaka yapıyordum.

"Gidin odanızda uyuyun o zaman Uğurcan bey."

Gülerek yastığı kucağıma geri fırlattı.

"Hayır ya, burada uyuyacağım."

Yastığı yerine geri koydum, Uğurcan da hiç beklemeden yattı ve battaniyeyi beline kadar örttü. Kollarını başının altına alıp rahat olduğunu düşündüğü bir pozisyon aldı. Ben de yüzüm ona dönük bir şekilde yanına oturdum.

"Uyuyacaksın ama tamam mı? Sen uyumadan buradan gitmeyeceğim."

"Bana uyar."

Anlamadığımı belirten bir ifadeyle sırıtan yüzüne baktığım anda gülümsemesi silindi.

"Eee, yani uyumak bana uyar. Şimdiden uykum geldi bile, hemen uyuyacağım eminim."

Eğer ciddi ise bayağı bir ilerleme var demekti.

"Neyse, başlıyorum. Kapa gözünü."

Çocuk gibi dudak büzdü.

"Kapamayayım."

"Neden?"

"Çünkü... Çünkü şarkı söylerken nasıl göründüğünü merak ediyorum."

Evet, işte bu beklemediğim bir cevaptı. Bir cevap düşünüyor, ciddiye mi alsam yoksa şakaya mı vursam bilemiyordum.

"Şimdi kapasam bile aradan bakarım yani hiç şansın yok. Bırak da biraz izleyeyim."

Biraz kızardığımı hissettim, neyse ki hava karanlıktı. Uğurcan bunu göremezdi.

"Normal insanım işte neyimi merak ediyorsun?"

"Çok konuşma da başla, hadi!"

Birden bunu onun yüzüne bakarak yapamazmışım gibi hissettim. Tek çare gözlerimi kapatmaktı.

Tek gördüğüm karanlık olduğunda sözler ağzımdan çıkıverdi birden.

"Uyu bebeğim, yaradan alsın, saklasın seni ellerden..."

Uğurcan'ın hafifçe yerinde kıpırdandığını hissettim ama ne tepki verdiğine bakamayacak kadar utangaçtım hala.

"Uyu bebeğim, melekler korur, seni kara gecelerden..."

Daha henüz ikinci dizede olmama rağmen bu ninni beni etkisi altına almıştı. Hem sözleri, hem de melodisi o kadar duygu yüklüydü ki ben de kendimi onun akışına kaptırdım.

"Uyu bebeğim, annen bir gün, gelecek yad ellerden..."

Bu ninniyi bana hep annem söylerdi. O yanımdayken beni pek etkilemezdi ancak onu özlediğim zamanlarda,  mesela şimdi, sözler adeta içime işliyordu.

"Uyu bebeğim, uykuna gelsin, annen kokusu cennetten..."

Artık sakindim, şarkının huzurlu hüznü içinde gözlerimi açtım, Uğurcan daha önce hiç bakmadığı bir duyguyla bakıyordu bana, ne olduğunu çözemediğim bir duyguyla.

"Uyu bebeğim, güneş doğsun, ruhuna pencerenden..."

Hayal görmüyorsam sulanmıştı sanki gözleri, benimkiler gibi. Son dize de dudaklarımdan döküldü.

"Uyu bebeğim, aklında kalsın, benim sesim ninnimden..."

Tıpkı bankta oturduğumuz zaman olduğu gibi bir sessizlik büründü etrafa. Tek fark şimdi göğe değil, birbirimizin gözlerinin içine bakıyor oluşumuzdu.

Kendimi Uğurcan'ın yanına atmamak için zorladığımı fark ettim birden. Çok yoğun bir istek vardı içimde, onun yanına uzanmak, iyice sokulup battaniyenin altına girmek ve ona sarılıp uyumak istiyordum. Muhtemelen şarkının hüznü ve benim annemi, babamı, ailemi de özlemiş olmam yüzünden böyle hissettiğimi düşündüm. Mantıklı olmam gerekiyordu çünkü daha önce bir daha kalbimi dinlemeyeceğime dair kendime söz vermiştim.

"Bu hayatımda duyduğum... En güzel şeydi."

Uğurcan'ın bu tek cümlesinin yarattığı his de neydi böyle midemde oluşan? Sanki bir dalgalanmaydı, karnımın ortasında başlayıp tüm vücuduma yayılan. Sanki tam da, tam da 'midemde kelebekler uçuşuyor' cümlesinin duyguya dökülmüş hali gibiydi...

Bunu fark ettiğim anda bir korku dalgası kapladı bedenimi. O kadar kısa sürede sevgiden korkuya geçtim ki hiçbir metal eriyemedi. Nefesim hızlandı, göz kapaklarım sanki kapanırsa kurtulacakmış gibi kendini aşağı çekmeye başladı. Koşup gitmek, kaçmak ve saklanmak istedim ama ne diye kaçtığımı söyleyecektim Uğurcan'a? Tek yapabildiğim kendimi ondan biraz uzaklaştırmak oldu. Duygularıma hakim olmaya çalıştım, kalbimi susturup beynimi duymaya çalıştım...

"Ne oldu?"

Sahi, ne olmuştu? Midemde var olduklarını bile bilmediğim kelebekler ne olmuştu da canlanıp kanat çırpıyordu? Yıllarca filmlerden duyduğum, kitaplardan okuduğum bu tabir nasıl bir duyguyu bu kadar iyi anlatabiliyordu? Ve hiç hissetmediğim bu yabancı duygu, hepsinde aşk olarak tanımlanıyordu, beni korkutan buydu.

O kelebekler bir an önce ölmeliydi.

"Yok bir şey."

Elbette bir şey vardı. Sesimden bile belliydi bir şey olduğu ama ben dahil kimse ne olduğunu bilmiyordu. Daha doğrusu, bildiğim şeyden korkuyordum.

"O zaman bir kez daha söyler misin? Bu sefer uyuyacağım."

Uğurcan bende olan şeyi fark etmiş gibiydi. Buna aşk dememesini umdum. Benim midemde uçuşan kelebeklerin onda olmamasını umdum. Arkadaşlığımızın sadece arkadaşlık kalmasını umdum.

Peki neden?

Bilmiyordum! Bilmiyorum ve düşünmeye yetecek zamanım yoktu. Tek bildiğim korktuğumdu.

"Ben gitsem aslında..."

Deyip ayaklandığımda bileğimden çekip yerime geri oturttu.

"Ama o zaman uyuyamam."

Lanet olası kelebekler! Neden buradaydılar ki?! Neden kıpırdanıp duruyorlardı? Onlara sinirlendim, sonra Uğurcan'ın bana bir çocuk gibi masum masum bakan kırmızı gözlerine sinirlendim, bu bahçenin insanı içine çeken havasına sinirlendim... Hepsi kalmamı söylüyordu, buna sinirlendim.

Ama yine de kaldım.

Gözlerimi kapatıp o ninniyi bir kez daha söyledim. Ve sonra hiç durmadan bir kez daha. Ve bir kez, bir kez daha, sonra bir daha...

Neden kaldığımı bilmiyordum. Midemdeki kelebeklerin nereden çıktığını da. Neden korktuğumu bilmiyordum, o ninniyi kaç kez söylediğimi de.

Ve kaçıncıda orada uyuyup kaldığımı da.

Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top