TETİKLEYİCİ DUYGU

Hemen elime kağıt kalem alıp kağıttaki şemayı buraya geçirdim. Çince yazılar için boşluk bıraktım ve en ortaya da yin yangı yerleştirdim.

"Hadi hadi, hemen söyle."

"Tamam, başlıyorum."

Yin yangdan temelde beş çubuk çıkıyordu. Bunlar en temel olanlar olmalıydı. Eliyle temel beşliden en tepedekini gösteri.

"Burada ateş yazıyor."

Hemen kâğıtta gösterdiği yere ateş yazdım. Sonra onun sağ altındakini işaret etti.

"Bu da dünya... Daha çok yeryüzü demektir. Aslında... Tam olarak, toprak demeliyiz sanırım."

"İnanılmaz! Gerçekten de dört element çıkıyor. Başka?"

Ben kâğıttaki yerine toprak yazarken o da bu sefer sol alttakini işaret etti.

"Bu odun demek. Sanırım bitkileri kastediyor. İlginç..."

"Ama bu dört elementten değil! Devam etsene."

En alttaki iki taneden soldakini gösterdi.

"Bu su."

Sağdakini gösterdi.

"Bu da metal."

Hepsini yerine yazdım ama biraz ilginçti.

"Bunlar dört temel element değil. Hava yok ve fazladan metal ile odun var."

"Belki metal fazladan değildir."

Dedi koluma hafifçe vurarak. Ona gözlerimi devirdim.

"Ben bir istisnayım."

Birden aklına bir şey gelmiş gibi dondu.

"Bir saniye..."

"Ne oldu?"

"Ya başka istisnalar da varsa?"

Kaşlarımı çattım.

"Ne demek istiyorsun?"

"Burada yazan diğer her şeye hükmeden birileri varsa? Başka metal hükümlüleri, bitki hükümlüleri varsa?"

Çılgınca bir hayaldi ama ben varsam, onlar neden olmasındı ki?

"İyi de, olsa bilmez miydik? Yani bu okula gelmezler miydi benim gibi? Veya Zafer hoca biliyor olurdu, annem ve babam ben doğduğumda hemen ona söylemişler, inanamamışlar. Sence dünyaya öyle bir bebek gelse, ailesi ne yapacağını bilemeyip hemen Zafer hoca'yı aramaz mıydı?"

"Aramadıklarını nereden biliyorsun? Zafer hoca sana veya kimseye söylemediyse?"

"Off!!!"

Yeterdi artık ama! O kadar çok ihtimal, o kadar çok düşünecek şey vardı ki ben hepsinin içinde boğuluyordum.

"Bunu sonra düşünsek? Diğerlerini okur musun?"

"Tamam, tamam devam ediyorum."

Beş temelin her biri dört ayrı dala ayrılıyordu. Elif önce ateşin ayrılan dallarını söyledi.

"Rüzgar yani hava, lav, ışık ve kaynamak... Kaynamak mı? Çok mantıksız."

"O bir fiil. İsim hali yok mu bunun? Bir madde olması gerekiyor."

İkimizin de kafası karışmıştı. Bunun başka bir anlamı olmalıydı.

"Biliyorum ama benim bildiğim kaynamak demek bu. Şimdilik yanına bir soru işareti falan koy. Araştırıp sana söylerim."

Dediğini yaptım ve o da toprağın dört dalını çevirmeye başladı.

"Elmas, mürekkep, mıknatıs... Diğer ucu lava bağlı."

Gerçekten çok ilginç şeyler çıkıyordu. Elmas kadar nadir bir şeyi nerede bulup hükmedebilirdin ki? Veya mürekkebe hükmetmek ne işine yarardı?

Ben yazarken Elif de metalin bağlarına geçti.

"İkisi ışık ve mıknatıs, diğer ikisi ise buz ve ses."

"Bunlar giderek daha da ilginç hale geliyorlar. Doğru çevirdiğine emin misin?"

"Kesinlikle eminim. Bir açıklaması mutlaka vardır."

Sıra suyun dallarındaydı.

"Buz, mürekkep, kaynamak ve zehirli içki. Alkolden bahsediyor sanırım. Bitkinin dalları da saydıklarıma bağlanıyor zaten. Hepsi bu kadar."

Karşıma çıkan şemaya söyle bir baktım. Şu kaynamak dışında hepsi tamamdı. Biraz saçma gibi görünse de netti.

"Başardığımıza inanamıyorum. Bunu çözmenin aylar süreceğini düşünüyordum."

"Bir şey değil."

Elif'in yalandan somurtan suratını görüp güldüm.

"Tabiki senin sayende! Teşekkür ederim, hem de çok teşekkür ederim Elif. Sahi, Çince'yi nereden biliyorsun?"

"Dedem Çinlidir. Babaannem Türk. Yani babam yarı Çinli. Annem Türk olduğundan ben de çeyrek Çinli oluyorum. Yılda iki kez babaannem ve dedimin yanına Çin'e gideriz. Ben de küçüklüğümden beri öğrendim işte."

Fiziksel olarak bir Çinliye benzemiyordu. Yine de bu ilginç bir hikayeydi. Çeyrek Çinli... Buna güldüm.

"Aaa! Hemen Uğurcan'a kağıdı çözdüğümüzün haberini vermeliyim!"

Elim telefonuma gider gitmez hatırladım. Beni engellemiş ve telefonunu kapamıştı. Elim geri gittiğinde ve yüzüm düştüğünde Elif elini omzuma koydu.

"Tekrar ara. Belki telefonunu açmıştır."

Bir umut yeniden aradım. İçimden çalması için dua ettim.

Ve duam bir kez olsun kabul oldu.

"Çalıyor!"

Dedim heyecanla. O sırada telefon açıldı.

"Konuşacak bir şeyimiz yok! Neden beni rahatsız edip duruyorsun?! Uyuyorum! Arama!"

Bu sert çıkışı beklemiyordum doğrusu. Kelimeleri canımı yaksa da, onun canının yandığı kadar olmadığı kesindi.

"Bu saatte uyumazsın ki sen."

Saat ikiye geliyordu. Gececi bir canlı için erken olduğunu biliyordum. Telefonda bir sessizlik oldu. Sanki bunu biliyor olmam onu yumuşatmış gibi hissettim. Yine de konuştuğunda sesi soğuktu.

"Artık uyuyorum."

"Ne değişti?"

Hızlı cevabım karşısında yine biraz durdu, düşündü ve cevap vermek yerine konuyu değiştirmeyi tercih etti.

"Buse konuşmak istemiyorum tamam mı? Kapatıyorum ve bir daha arama."

"Dur! Dur lütfen bir şey söyleyeceğim."

Hemen konuya girdim.

"Elif Çince biliyormuş. Ona her şeyi anlattım. Artık o da bizden ve kâğıtta ne yazdığının hepsini çözdük. Tüm kelimelerin anlamlarını biliyoruz artık."

Elif ile göz göze geldiğimizde bana baş parmağını kaldırmış iyi işareti yapıyordu.

"Ne yazıyormuş?"

Sesinde öfke dışında küçük bir duygu, merak duymuş olmak hoşuma gitmişti.

"Sana yeni şablonun fotoğrafını atarım ama engeli kaldırman gerek."

"Sonra tekrar engellerim ama."

"Ne? Neden?"

Neden bunu yapıyordu ki? Mızmız bir çocuk gibi davranıyordu! Az da olsa onu yumuşatmış olduğumu düşünmüştüm ama yanılıyordum sanırım.

"Çünkü, başka mesaj atmadan durabileceğine inanmıyorum Buse. Sana güvenemiyorum artık."

Bu çok sertti. Bu sefer cevap veremeyen, sessiz kalan bendim.

"Doğru."

Dedim uzun bir süre sonra.

"En iyisi sabah konuşuruz. Ben seni daha fazla rahatsız etmeyeyim."

Ve telefonu suratına kapattım. Suçluluk duymadım, zaten bir an önce kapatmamı istiyordu.

"Ne yaptın?"

Lanet olası yaşlar yine gözlerimi doldururken Elif'e bakamadım bile.

"Yüzüne kapattım."

"Neden?! O sana kızgın, sen ona değil. Bu sadece işleri daha kötü bir hale sokar."

"Sesimi duymaya bile dayanamıyor Elif! Zaten kapatmamı istiyordu. İyi oldu. Yarın konuşuruz."

Bir damla tam firar edecekken elimle silip onu yok ettim.

"Ben kime aşık olduğunu anladım ama..."

"Ya sus sen de! Bir şey anlatmaya gelmiyor!"

Onun gülmesiyle ben de bir yandan gülüp bir yandan ağlıyordum.

"Ama cidden."

Dedim son kez, konunun kapanmasını umarak.

"Uğurcan'a hiç o gözle bakmadım. Hoşlandığım biri varsa o da Teoman'dır."

"Teoman'dan hoşlanmıyorsun ki. Sadece dış görünüşüne hayransın."

Bir an durup düşündüğümde bu hayatımda duyduğum en yerinde tespit cümlesi oldu. Kesinlikle haklıydı. Başımı sallayıp ona onay verdim.

"Birini güzel olduğu için sevmezsin ki. Sen sevdiğin için güzeldir o."

"Aşk doktoru falan mısın?"

Dedim çünkü çok bilgece ve doğru konuşuyordu. Güldü.

"Sadece bir tecrübem oldu diyelim..."

"Belki bir gün de senin hakkında konuşuruz. Şimdi saat çok geç oldu."

Bana memnun bir şekilde başını salladı.

"Çok isterim. Ama evet. Artık gideyim. İkimizin de uyuması gerek."

Ayaklandığında ben de onu geçirmek için kalktım. Gök mavi gözlerine son kez bakıp sarıldım sıkıca.

"Çok teşekkür ederim. İyi ki seninle tanışmışım."

"Asıl ben seninle iyiki tanışmışım."

Onu daha sıkı sararken içim sevgiyle dolup taştı. Kendime en sonunda gerçek bir kız arkadaş bulmuş olmak beni çok mutlu ediyordu. Elif en zor zamanımda yanımda olmuştu, beni hiç yargılamadan bu saate kadar oturup dinlemişti, ayrıca benim için çok önemli olan bir belgeyi çözmemde yardımcı olmuştu. Ona minnettardım. İçimden bir ses de hep yanımda olacağını söylüyordu. Ona da en az Uğurcan kadar güvenmeye başlamıştım bu geceden sonra. O da tıpkı Uğurcan gibi bana hep destek olurdu. Çünkü onun da beni sevdiğini hissediyordum. Ben de onu çok seviyordum.

Aniden karşımdaki demir duvarın erimeye başlamasıyla anladım. Tam o anda tüm parçalar birbirine oturdu ve tetikleyici duygumu keşfettim.

Sevgi...

◇◇◇

Sabah uyandığımda kararlıydım. Bugün Uğurcan ile barışacak, üniversite hayatımın geri kalanını onunla dostça ve mutlu mesut geçirecektim. Bu küslük bugün bitecekti.

O kadar kararlıydım ki bunun bir an önce bitmesini istiyordum. Duş bile almadan sadece temiz kıyafetler giydim, saçımı her yerinden fışkıran kıvırcık tutamları umursamadan aceleyle at kuyruğu topladım, yüzümü yıkayıp çantamı da aldığımda artık hazırdım.

Görünüşe göre kahvaltıya ilk gelen bendim çünkü her zaman oturduğumuz masa boştu. Tepsimi hazırlayıp oturdum. İlk gelenin Uğurcan olmasını istiyordum ki, onunla bir an önce konuşabileyim.

Tabiki benim istediğim olmadı. Birkaç saniye içinde Elif yanımdaki yerini almıştı.

"Günaydın diyeceğim ama gün sana pek aymamış galiba. Yataktan çıktığın gibi mi geldin?"

Neyi kastettiğini bilmiyordum. Her zamanki halimdi işte.

"Yoo, niye ki?"

"İnsan bir makyaj bir saç falan yapar kalkınca değil mi?"

Aynı annem gibi konuşmuştu.

"Ben insan değilim o zaman canım. Kimsenin ne düşündüğü umurumda değil. Ben böyle mutluyum, gerisini boşveriyorum."

Güldü ve portakal suyundan bir yudum aldı.

"Uğurcan ile konuşabildin mi?"

Dudağımı büzdüm.

"Hayır. İlk o gelseydi baş başa konuşacaktım ama sen hızlı davrandın."

"Gelirse tuvalete gidiyorum bahanesiyle masadan kalkarım. Sen hiç merak etme."

"Sen harika bir arkadaşsın."

İkimiz de sırıtıyorduk birbirimize.

"Biliyorum biliyorum. Alkışa gerek yok."

Ufak bir kahkaha attım ve yemeğinize döndük.

Ama bizim planlar da daha uygulamaya konmadan suya düştü çünkü gelen Uğurcan değil, Teoman'dı.

"Yine de kalkmamı ister misin?"

Diye fısıldadı o masaya oturmadan.

"Hayır. Onunla tekrar baş başa kalmak istemiyorum. Sonunda kötü şeyler oluyor."

"Günaydın."

Masada benim yanıma oturan Teoman'a biz de günaydın diye karşılık verdik. Bugün biraz neşeli görünüyordu. Dün olanlar yüzünden midir bilmiyordum ama gözlerini üstümde hissediyordum. Bir an keşke daha özenli giyinip saçıma ve makyajıma dikkat etseydim dedim ama bu düşünceyi hemen yok ettim. Beni değiştiriyordu onun yanında olmak ve buna izin veremezdim. Ben bendim, ben kalmalıydım. Hem kendimi ona beğendirmek gibi bir derdim hiç yoktu. Bu halimi sevmemesi işime bile gelirdi.

Gerçi pek sevmemiş gibi durmuyordu. Gözlerini yüzündeki sırıtışla beraber üstümde tutmaya devam ediyordu.

"Buse, sinemaya bu haftasonu gitsek mi, ne dersin?"

Sorusu beni biraz afallatmıştı. Ona daha sonra demiştim, aslında bu 'mümkünse hiçbir zaman' anlamında bir daha sonraydı ama sanırım o bunu anlamamıştı. Birden bugün günlerden ne olduğunu bilmediğini fark ettim. Teoman yerine Elif'e dönüp sordum.

"Haftasonuna kaç gün var ki?"

"Perşembe bugün. İki gün kaldı."

Hafta neredeyse bitmişti ve ben fark bile etmemiştim! Ne kadar da çabuk geçiyordu zaman!.

"Eee... Bu hafta sonu işlerim var. Belki daha sonra bakarız Teoman."

Diye yalan söyledim. Bir işim yoktu ama illaki bir şeyler bulurdum. Ailemle görüşürdüm, dışarıdan alışveriş yapardım, hepsi Teoman ile sinemaya gitme riskinden daha iyi seçeneklerdi.

Yüzü biraz düştü ama sonra hemen toparlandı.

"Peki. Sen nasıl istersen."

Konu kapandığından aklım yine Uğurcan'a kaymıştı. Hala gelmemişti ve ben artık merak etmeye başlamıştım.

O sırada Furkan kapıda belirdi ve iki dakika içinde yanımızda yerini aldı.

"Herkese günaydın!"

Neşesi hepimize bulaştı ve bizi gülümsetti.

"Sana da günaydın."

Diyen Elif'e ayrı bir gülümseme gönderdi Furkan. Ardından yemeğine adeta saldırdı.

"Furkan, Uğurcan ile konuştun mu hiç bu sabah?"

Havadan sudan bahseder gibi sorduğum bu soruda bir tuhaflık hissetmemesine memnundum. O hissetmemişti ama Teoman'ın yüzündeki gülümsemenin kaybolduğunu göz ucuyla gördüm.

"Sabah aradım ama açmadı. Gelir herhalde birazdan."

Birazdan gelse cidden iyi olurdu çünkü ben korkmaya başlamıştım. Okulda başına bir şey geleceğinden değil, sırf beni görmemek için kahvaltıya gelmemiş olmasından, bana beni görmeye tahammül edemeyecek kadar kızmış olmasından korkuyordum.

Elif yüzümdeki ifadeden korkumu anlamış olacak ki masanın altından destek verircesine elimi tuttuğunu hissettim. Ona doğru hafifçe gülümsedim ve Furkan'a döndüm tekrar.

"Sen bir daha arasana. Normalde kahvaltıya geç kalmazdı."

Bu sefer tuhaf bir şeyler olduğunu fark etmiş gibi gözlerini bana dikti.

"Çok merak ediyorsan sen arayabilirsin, değil mi?"

Yutkundum.

"Evet de, ben ararsam... açmayabilir. Yani sen ara işte beni uğraştırma şimdi lütfen."

Açıklamadan tatmin olmadığı belliydi ama yine de dediğimi yaptı.

"Açmıyor."

Endişeyle Elif'e baktığımda onun da biraz şüphelendiğini gördüm.

"Bir daha ara bir daha."

"Rahat bırkasanıza adamı, ne zaman isterse o zaman gelir."

Bu sefer konuşan Teoman'dı.

"Hak veriyorum."

Diyen ise Furkan. Bunca sözün üzerine daha fazla ısrar edemezdim. Oflayarak önümdeki yemeğe odaklandım.

Herkesin tabağı bittiğinde ben hala son lokma omleti mikroskobik parçalar halinde yiyor, bitmemesi için elimden geleni yapıyordum. Çünkü kahvaltı bitmiş ama Uğurcan hala gelmemişti.

En sonunda hepsi kalkmaya karar verince o son lokmayı da ağzıma tıktım ve umutsuzca sınıfa doğru yol almaya başladık.

"Teneffüste görüşür müyüz?"

Diye arkamdam kulağıma fısıldayan Teoman'a ne cevap vereceğimi bilemedim. Tabiki olmaz diyip kestirip atmam gerekiyordu ama bana karşı hiç ama hiçbir kötülüğü dokunmamıştı ki! Cidden sadece bir ihtimal onlardan yanadır diye ona kaba davranamıyordum.

"Duruma göre bakarız."

Arkamda durduğundan ne tepki verdiğini göremedim ama kesinlikle hiç beklemediğim bir şey yaptı.

Beni yanağımdan öpüp, kendi sınıfına doğru arkasına bile bakmadan yürüdü gitti.

Onun ardından bakar bir şekilde donup kaldım. Bu yaptığına ne anlam yüklemem gerektiği hakkında hiçbir fikrim yoktu. Hem çok çocukça, masum bir şeydi, hem de sanki... 'Benimsin.' Der gibiydi. 'Seni seviyorum.' Der gibi.

Sevgili olduğumuzu düşünüyor olamazdı değil mi?

"Ne oldu?"

Diye koluma giren Elif'i ve biraz ilerisinde kalabalığın içinden meraklı gözlerle bize bakan Furkan'ı gördüm.

"Ağlamak istiyorum."

Dedim sadece ve yoluma devam ettim.

◇◇◇

Ders programıma bakıp da bugünkü teorik dersinden sonra hava pratiği olduğunu gördüğümde dünyadaki en rahatlamış insan ben oluverdim birden. Ne olmuş olursa olsun, Uğurcan kendi elementinin dersine gelecekti ve ben orada onunla konuşabilirdim.

Gerçi teorik dersinin yarısına kadar da ortalarda görünmeyince, pratiğe bile gelmeyeceğini düşünmedim diyemezdim ama şükürler olsun ki kapı çalındı ve Uğurcan izin isteyip teorik derisin ortasında sınıfa girdi.

"Neden geç kaldın?"

Diye soran hocamız belki anlamamıştı ama ben bu kadar uzaktan bile gözlerinin şiştiğini ve kızardığını görüyordum.

Sabahlamış olmalıydı! Bütün gece uyumamıştı ve sabaha karşı dayanamayıp uyuduğundan derse geç kalmış olmalıydı. Tanrım! Ona gidip artık düzenli uyumasını, aynaya bakıp kendini ne hale soktuğunu görmesini söylemek istedim.

"Uyuyaklamışım hocam. Özür dilerim bir daha olmaz."

Bir saniyeliğine bizim oturduğumuz yere baktı, göz göze geldiğimizde kafasını çevirdi. Gelip yanımıza oturmasını bekliyordum ama öyle yapmadı. Önlerdeki boş bir yere geçti ve ders boyunca bir daha bize bakmadı bile.

"Sana onu tekrar aramanı söylemiştim. Şimdi şu haline bir bak."

Diye fısıltıyla Furkan'a çıkıştım. Bana hak vererek başını salladı.

"Bir dahakine seni kesinlikle dinleyeceğim."

◇◇◇

Hocanın ağzından ders bitti lafını duyar duymaz, cuma son ders zili çaldığı anda bahçeye koşan çocuklar gibi yerimden fırladım.

"Benimle geliyorsun."

Uğurcan'ı kolundan çekiştirirken ne olduğunu anlamadığına emindim.

"Ne yapıyorsun ya? Bırak."

"Uğurcan, kaçışın yok. Konuşacağız."

Kolunu öyle bir savurdu ki ellerim kaydı ve onu bırakmak zorunda kaldım.

"Derse gitmem lazım Buse. Çocuk gibi davranıyorsun."

Hiç de öyle bir şey yaptığımı düşünmüyordum.

"Benim de derse gitmem lazım ve aynı derse gidiyoruz zaten. O yüzden hemen gel konuşalım ki derse geç kalmayalım."

Kolunu tekrar yakalamış ve çekiştirmeye başlamıştım ki, diğer eliyle birden kolumu yakaladı. Elimi çekip savurmasını bekliyordum ama o kolumdaki bir şeye odaklanmış öylece duruyordu.

"İzin mi verdin?"

Etrafımızdaki insanlar duyamasın diye kıstığı sesi dehşet doluydu. Neye baktığını anlamak için baktığı yere baktığımda, kolumdaki dünden kalan yara bandını gördüm. Kan alındıktan sonra takılan yara bandını...

"Ben..."

Dedim ama söyleyecek bir şey yoktu ki. Yüzündeki öfkeyle birden ayağa kalktı ve bu sefer o beni kolumdan tutup sürüklemeye başladı.

"Hey, insan bir hoşçakalın der!"

Diye arkadan bize bağıran Furkan'ı Elif'in durdurduğunu göz ucuyla fark ettim. Uğurcan ise onu duymamıştı bile. Öfkeden gözü dönmüş gibiydi.

Konuşalım diye ısrar eden bendim ama şu an acaba konuşmak mı diye düşünmüyor değildim.

Uğurcan hızlı adımlarla beni bahçeye çıkardı ve az sayıdaki insanın arasından geçirip kimsenin bizi duyamayacağı uzak bir köşede durdu.

"Sen ne yapıyorsun ya? Ben daha geçen gün bu olmasın diye o odaya dalıp kendimi rezil edip seni kurtarmadım mı?"

Derken kolumdaki yara bandını işaret ediyordu. Ben ise başım önde, suçlu suçlu duruyordum çünkü haklıydı. Yerden göğe kadar her konuda o haklıydı. Her şeyi mahveden, aptal ve bencil bir pislik olan bendim.

"O an o odadan bir an önce çıkıp seni bulup kendimi affettirmek istiyordum. Ne istedilerse sırf bir an önce işim bitsin diye kabul ettim ama sırf seninle hemen konuşabilmek için."

"Ya sen kendini öldürmeye mi çalışıyorsun? Üstünde deneyler yapmayacaklarını nereden biliyorsun?"

"Yemin ederim sadece kan aldılar! Yemin ederim."

O zaman sadece kan almış olsalar bile limonatamın içinde bir şey olma ihtimali hala vardı. Onu kafaya diktiğimi öğrense kim bilir ne derdi?

"Bilemezsin Buse bilemezsin! Ya bir şey olsaydı sana, ya bayılıp kalsaydın, ya da daha kötüsü olsaydı? Kime, neye güvenip izin verdin?"

Cevap veremedim. Haklıydı çünkü. Haklı olan birine ne diyip kendimi savunabilirdim ki?

"Tabi ya, unutmuşum. Teoman'a güveniyordun sen. Bana güvenmiyorsun, tabiki ona güveneceksin."

Bir anda şaşkınlık ve dehşetle gözlerim açıldı. Sessizliğimi tamamen farklı yorumlamıştı. Bir adım ilerleyip panikle itiraz ettim.

"Hayır, öyle bir şey yok Uğurcan! Sana güveniyorum, hatta bu okulda en çok sana güveniyorum! Bu okuldaki ilk gerçek dostumsun sana nasıl olur da güvenmem?"

"O gün öyle demiyordun ama."

Zaten kırmızı olan gözleri sinirden daha da kızarmıştı. Yüzü korkunç ama bir yandan da acınası görünüyordu.

"Dilim kopsaydı da o lafı etmeseydim! Sinirle çıktı ağzımdan ve sadace Teoman'a güvenip güvenmemek konusunda kararsız olduğumu söylemeye çalışmıştım. Sana güvenmediğimi değil."

"Buse, sana ona güvenemeyeceğimizi söyledim ve sen ondan uzaklaşacağına onu öptün. Bu benim gözümde ne demek biliyor musun? Ona güvenip benim kıçıma tekme vurmayı tercih ettin demek!"

Bir problem bitse öteki çıkıyordu! Onu kıracak o kadar çok şey yapmıştım ki çok aptal hissediyordum. Berbat bir arkadaştım. Bir an ona cidden benim gibi biriyle arkadaş olmak zorunda olamadığını söyleyip burada bitirmeyi düşündüm bu dostluğu ama hayır. O olmadan bunca şeyin altından kalkamazdım.

"Öpmedim! Dudağı dudağıma bile değmedi! Ben hayatım boyunca kimseyi öpmedim, yemin ederim!"

Bunu duyunca bir an duraksadı. Daha çok bir anlık şaşkınlık gibiydi. Onu öpememiş olmama mı yoksa kimseyi öpmemiş olmama mı bu kadar şaşırdı bilmiyordum ama yüzünde öfke ve kırgınlık dışında bir duygu görmek rahatlatıcıydı.

"Neredeyse öpecektin ama."

"Öpmedim ama."

Artık bağırmadığımıza sevinmiştim. Yine de hala kızgındı.

"Beni orada görmesen öper miydin?"

Ama bu soruyu hiç beklemiyordum. Bir cevabım bile yoktu, hiç düşünmemiştim.

Cevap bulmak için o ana geri döndüm. Teoman'ın mum ışığı altındaki yüzünün kusursuzluğunu, yüzüme çarpan nefesini, dudaklarımı ve avcumu okşayan parmaklarını düşündüm. Kendimi nasıl da ona teslim etmiştim, beynim git diye seslense de kalbim kal diye çığlık çığlığa bağırıyordu. Onun sesinden beynimi duyamamıştım ki. Kalbim o öpücüğü istiyordu. Korkuyordu ama bu korku onu durdurmayacaktı.

Bir anlık zevk için sağlam bir dostluğu yok edecekti.

Uğurcan gelince ise hem dostluk yok oldu, hem de bir anlık zevk. Kalbim çok bencildi. Bir daha onu dinlemeyecektim.

O anda da kalbim hayır dememi, beynim dürüst olmamı istiyordu. Ben de beynimi dinledim. Yalnız bunu yaparken Uğurcan'ın yüzüne bakamadım.

"Yapmamam gerektiğinin tamamiyle bilincinde bir şekilde, evet, öperdim."

Sesim o kadar kısık çıkmıştı ki! Ve içimde öyle büyük bir vicdan azabı vardı ki! Tamam dedim ya, bitti. Ben Uğurcan'ı kaybettim. Artık bu yolda tek başımayım.

Dediğimin şokuyla sustu. Ben ise yüzüne hâlâ bakamıyordum. Buna rağmen içindeki fırtınayı hissediyordum. Çığlık çığlığa susmak tam olarak buydu.

"Sen ona aşıksın."

Şok içinde kafamı kaldırıp yüzüne baktığımda gözleri dolmuştu. O kızarık ve ıslak gözler içinde istemediğim her duyguyu barındırıyordu. Öfke, kırgınlık, kızgınlık, acıma, güvensizlik... Bende ona sarılıp bir daha bırakmama isteği uyandırıyordu. Kendimi tuttum, çünkü bir işe yaramazdı.

"Hayır."

Dedim tüm içtenliğimle. Elimden gelen bir tek buydu ve inanması gerekiyordu. Bu tek kelime ona her şeyi açıklayacak kadar duygu yüklü olmalıydı ama anlaşılan değildi. Uğurcan bana bir adım yaklaşıp tam dibime girdi ve işaret parmağını göğsüme vurarak konuştu.

"Bu kalp, onun kusursuz yüzünün lanetine öyle kapılmış ki, o yüzün altındaki şeytanı görmüyor. O seni ilk görüşte kalbinden vurmuş. Ben kurşunu çıkartmaya çalıştım ama sen çoktan katiline aşık olmuşsun."

Nasıl bu kadar emin olabiliyordu onun da bu işin içinde olduğundan? Ne kötülüğünü, ne zararını görmüştü ki Teoman'ın? Anlamıyordum, anlayamıyordum! Bir ihtimale böylesine kesin gözüyle bakmak niyeydi? Aşık olduğum konusunda bu ısrar niyeydi? Ben bilmiyor muydum yani kime ne hissettiğimi?

"Uğurcan ama sen onun da işin içinde olduğuna kesin gözüyle bakıyorsun. Bu sadece bir ihtimal. Teoman bana bu kadar kibar davranırken ondan nefret etmek hiç kolay değil."

"Ben sana bu kadar sevgi dolu davranırken beni kırmak kolay ama!"

"Uğurcan ben..."

Sözümü kesip tekrar sesini yükselterek konuştu.

"Sen bana da güvenemeyeceğini söyledin ya o akşam, hani ben de seni Teoman kurtarsın dedim. Yine de geldim biliyor musun? Sana bir şey olmasın diye yine de geldim ve ne gördüm? Teoman ile mum ışığında öpüştüğünüzü! Ha pardon, öpmemişsin ama beni görmesen öpecekmişsin. Şimdi kolundaki bandı görüp yine senin için endişeleniyorum, konuşmayı kabul ediyorum ama sen gelmiş burada bana Teoman'ı savunuyorsun. Sabahlara kadar uyuyamadım ettiğimiz kavgayı, seni düşünmekten biliyor musun? Ben her seferinde seni düşünüyorum ve sen her seferinde Teoman'ı düşünüyorsun. Ama ben ne yapıyorum? Kafama sıçayım hala seni düşünüyorum! Sen benim ilgimi, sevgimi hak etmiyorsun! Sen benim dostluğumu, hiç bir şeyimi hak etmiyorsun!"

Ardına bakmadan hızlı adımlarla çekip gitti. Lafını söyledi, kalbimi eline aldı, yere atıp üstünü çiğnedi, sonra da gitti. Beni orada bırakıp öylece gitti.

Ve en çok canımı yakan da, sonuna kadar haklı olmasıydı.

Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top