HÜKMETMEK
Multimedya: Teoman Aydın
"Bugün herkesin rahatça yerleşebilmesi için ders yok. İstersen seni biraz gezdirebilirim."
Dedi yanımdaki olağanüstü çocuk, hocalar gidip bizi baş başa bıraktığında. Onunla gezme fikri, kulağa çok hoş geliyordu.
"Olur... Ama önce bavulumu odama bırakmalıyım."
Dedim elimdeki dev valizi hatırlayarak. Hangi odada olduğumu öğrenmek için panodaki listeye doğru yürüdüm.
"Bir bakalım... Buse Sayar... İşte burda. 132 numaralı odadayım."
Dedim ve beraber yürümeye başladık. Bir yandan bana etraftan bahsediyordu.
"Bak bu taraftan gidince sınıfların olduğu kısma çıkıyorsun. Düz gidersen de ana bahçeye. Yatakhanelere gitmek için bahçeden geçmelisin."
Ben onun ağzından çıkanlara odaklanmaya çalışıyordum ama görünüşü aşırı derecede dikkatimi dağıtıyordu. Tanrım, gamzeleri olduğunu yeni fark ediyordum. Elim o çukurlara dokunmak için kalkıyordu ki onu durdudum.
Hayatım boyunca hep gamzeli insanların gamzelerine izin bile almadan şakkadanak dokunmuşumdur. Ama ona rezil olmak istemiyordum. Bu yüzden kendime engel oldum.
"İhtiyaçlarımızı nereden alıyoruz, dışarıdan mı yoksa market gibi bir yer var mı burada?"
"Yatakhanelerde minik birer market var ama onun dışında kocaman bir çarşıya sahibiz. Çarşıda ihtiyacın olan her şeyi bulabilirsin. Dışarı çıkmana hiç gerek yok. Zaten haftasonu dışında dışarı çıkmak yasak. Haftasonu da kimse çıkmıyor genelde, herkesin evi uzak buraya çünkü. Şehirdeki tek hükümlü eğitim okulu burası. Biliyorsun."
Kafamı evet anlamında aşağı yukarı salladım. Benim evim de uzak sayılırdı. Buraya gelmek iki saat sürmüştü. Trafik bile olmamasına rağmen.
"Bak işte. Geldik ana bahçeye."
Dedi ve biz büyük ve yüksek bir kapıdan yeşillik bir alana çıktık. Yerlerdeki çimlerde insanlar oturuyordu. Kimileri bir ağacın gölgesinde dinleniyor, kimileri de güneşin altında uzanıyordu.
"Vay canına..."
Dedim usulca ama Teoman beni duymuştu.
"Bence de harika bir yer. Bak çarşı da şurası..."
Demesiyle kolunu omzuma atıp beni kendine çekmesi bir oldu. Boyuma yetişmek için hafifçe eğiliyor, boştaki eliyle de ilerdeki bir yeri işaret ediyordu.
Bir yeri... Neresini olduğunu göremeyecek kadar büyülenmiştim. Ben onun gösterdiği yere değil, yüz hatlarının muhteşemliğine bakıyordum. Hem de bu kadar yakından. Kendime gelmeye çalıştım ama gözlerim bu fırsatı bulmuşken onun dışında bir şey görmeyi reddediyordu.
"İstersen gideriz oraya da."
Derken yüzünü bana döndü ve biz burun buruna geldik.
İlk defa bir erkeğe bu kadar yakındım. Ve o erkek muhteşem görünüyordu. Nasıl olurda ondan hoşlanmazdım ki?
Çaaat!
Birden çıkan ses ile ikimiz de irkilip normale döndük. Elimde hissettiğim hafifliğin sebebini anlamak için baktığımda, valizimin yerde durduğunu, metal kulpun ise elimde kaldığını gördüm.
Valizim kırılmıştı!
"Ahh, buna inanmıyorum!"
Dedim bıkkınlıkla. Bugün bu üçüncü kere oluyordu. Normal hayatımda hiç böyle değildim halbuki. Nadiren kendimi kontrol edemediğim olurdu.
Ve ilginç bir şey daha fark ettim. Kendimi kontrol edemediğim nadir zamanlarda da metali hep eritirdim. Şimdi ise her şey kırılıyordu. Tuhaftı.
"Endişelenme, ben taşımana yardım ederim."
Dedi Teoman valizimi küçük, plastik tutma yerinden kaldırırken.
"Yok, gerek yok cidden, ben hallederim."
Dedim telaşla.
Ben hallederim mi dedim? Ben, elimde en ufacık ağır bir şey olunca başkasına kakalayan ben, valizi ben taşırım mı demiştim?
Bu çocuk beni hafiften değitiriyor muydu, yoksa bana mı öyle geliyordu?
"Bırak bırak, aldım bile."
Dedi ve soldaki binaya doğru yürümeye başladı. Orası kızların yatakhanesi olmalıydı.
Benim odama vardığımızda şaşkınlıktan küçük dilimi yutacaktım. İlk bakışta normal bir oda sanabilirdiniz. Tek kişilik yatak ve yanında iki kapılı bir dolap vardı. Ve bir de banyo olduğunu tahmin ettiğim kapı. Çalışma masası ve ufak bir televizyon bile vardı odada. Ama biraz durup baktığımda, her şeyin metalden yapılmış olduğunu fark ettim. Dolap, yatak başlığı, masa, tuvalet kapısı, hatta duvarlar ve yerler bile metal levhalarla kaplanmıştı.
"Bunu nereye bırakmamı istersin?"
Diye bir ses duyduğumda arkamdaki Teoman'ı hatırladım.
"Ah, üzgünüm. Şuraya koyabilirsin ben sonra hallederim."
Dedim yatağın yanını gösterek. O da gelip valizi bıraktı ve yatağa oturdu.
"Neden her şey metalden yapılmış? Bu bana özel bir şey mi?"
Diye sordum ona büyük bir şaşkınlıkla. Etrafına şöyle bir baktı ve bana o iç ısıtan tebessümlerinden birini bahşetti.
"Hayır. Tüm odalar böyledir. Aslında bu güvenlik amaçlı yapılan bir şey. Sonuçta metal su çekmez, rüzgarda kolay yıkılmaz ve en zor yanan maddedir. Tabi odanın bu tasarımı sende biraz ters etki yapacak sanırım."
Birkaç saniye cevap vermeyip etrafı inceledim. O kadar çok metal vardı ki... Tuhaf hissediyordum. Sanki, bunu nasıl anlatsam bilemiyorum, her bir metali tek tek içimde hissediyordum. Üzerime baskı yapıyorlarmış gibiydi. Bu odada fazla kalmak istemiyordum. Farklı olmam her zamanki gibi zararımaydı. Tabiki bu oda benim gibi biri için tasarlanmamıştı. Bu odayı geçtim, bu okul bile benim gibi biri için tasarlanmamıştı.
Ben buraya ait değildim.
"Buradan çıkabilir miyiz Teoman?"
Teoman birden ayaklandı ve yanıma yaklaştı. Yüzünde endişeli bir ifade vardı.
"Sen iyi misin? Bir şey mi oldu?"
"Hayır hayır, iyiyim... Sadece dışarı çıkalım. Lütfen."
"Tabi. Tabi gel."
Dedi ve kolunu belime sarıp beni dışarı çıkarttı. Odanın kapısını kapattığında daha rahat hissettim.
"Daha iyi misin?"
Dedi. Gözlerimin içine bakarken cidden endişelenmiş görünüyordu.
"Sanırım çok fazla metal olduğundan. Sanki hepsi üzerime geliyor gibi hissettim. Kontrolü sağlayamadım."
"Ah, endişelenme. Küçükken her açık havaya çıkışımda ben de aynı şekilde hissederdim. Herkes elementine aşırı maruz kaldığı ilk zamanlarda böyle hisseder. Zamanla alışacaksın merak etme."
Demek böyle oluyordu. Gücüm hakkında öğrenmem gereken çok şey vardı.
Birden Teoman'ın parmaklarını saçlarımda hissettim. Parmakları usulca hereket edip önüme düşen bir tutam kıvırı kulağımın arkasına itti. Gözleri de saçlarımdan benim gözlerime kaydı.
"Ne güzel gözlerin varmış senin."
Sanırım nefesim kesiliyordu. Beni yine bir heyecan dalgası sararmıştı. Bu, odamdaki metalin baskısından bile daha kötüydü. Tuhaf bir şekilde ondan kaçmak istemiyordum ama. Hatta hoşuma bile gidiyordu bu his. Teoman'ın bana yakın olması, tanrım, bu muhteşemdi.
"T-teşekkür ederim. S-seninkiler de ç-çok güzel. Bir orman gibi yemyeşil."
Ah, tanrım! Ne saçmalıyordum ben? Ve az önce kekelememiş miydim ben? Bu daha önce hiç olmamıştı. Neler oluyodu bana, neden bu kadar saçma davranıyordum onun yanında? Hep o yakışıklı suratı yüzündendi! Beni o bu hale getiriyordu.
Benim aptal gibi aynı şekilde iltifat etmeme sırıttı.
"Teşekkür ederim."
Dedi benim gibi. Ama o kekelememişti tabi.
Bana dokunuşunun, iltifat etmesinin içimde yarattığı heyecanı durdurmaya çalışırken garip bir şey hissettim. Daha önce hiç hissetmediğim bir şey.
Önünde durduğumuz odamın metal kapısı... Çatlamak üzereydi. Bunu biliyordum. Nerden bildiğimi bilmiyordum, sadece biliyordum. Kapının kırılmasını engellemek istedim. Ani bir refleksle yumruğumu sıkıp ona sadece düşünerek durmasını emrettim. Ve durdu. Her şey normale döndü. En inanılmazı da bunların hepsinin sadece bir saniyede olmasıydı.
Hayatımda ilk defa, gücümü kendi irademle yönlendirmiştim.
Bu inanılmazdı. Bu inanılmazdı.
Ömrüm boyunca gücümün farklı oluşundan hep nefret ettim. Bu yüzden onu kullanmaya tenezzül bile etmedim. Yasak olmasına rağmen elbette küçük numaralar sergileyen hükümlüler olurdu. Güçlerini sergileyerek okulda hava atarlardı akıllarınca. Ne zaman benden bir şey isteseler, beceremeyeceğimi bildiğimden reddederdim. Beklemediğim zamanlarda bir şeyler erir veya kırılırdı ve ben hep rezil olurdum. Bu yüzden kontrol etmek benim için çok daha zordu. Ama şimdi başarmıştım. Başarmıştım!
"Eee, madem odanda durmak istemiyorsun, nereye gitmek istersin?"
Onun sorusunu umursamayıp bir heyecanla bağırarak bunu başardığımı söylemek istedim. Hatta sadece ona değil, bunu tüm okula haykırabilirdim.
Ama yapmadım.
Bu fazla abartı bir sevinç olurdu. Yani, bir bakıma altı üstü bir metal kırılmasını önlemiştim. Teoman için bu çok küçük bir şey olmalıydı. Sonuçta o hava 3 sınıfındaydı ve rüzgardan fırtınalar yaratabildiğine emindim.
Bu yüzden sustum. Neşemi içime gömüp sorusuna cevap verdim.
"Çarşıda gezmek güzel olurdu."
"Nasıl istersen."
Ve çarşıya doğru yola koyulduk. Yan yana yürürken bize bakan çok insan gördüm. Bu kadar tuhaf olan neydi ki?
"Neden bize bakıyorlar?"
Diye fısıldadım Teoman'a. Hayır yani tuhaf bir şey varsa bize de söylesinler biz de kendimize bakalım değil mi?
"Imm... Şey, ben okulda tanınıyorum ama seni tanımıyorlar henüz. Bu yüzden olabilir."
Yüzümü buruşturup o sırada bakan başka birine delici bakışlar yolladım. Bu insanların derdi neydi? Kafamı önüme çevirdiğimde Teoman'ın bakışlarını bana diktiğini fark ettim.
"Veya senin güzelliğine de bakıyor olabilirler."
Tanrım bu çocuk beni öldürmeye mi çalışıyordu? Katilim olacaktı ama haberi bile yoktu!
"S-sence ben, güzel miyim?"
Güldü ve başını öne eğip saçlarını karıştırdı.
"Öyle olmasan böyle demezdim."
Hayatımda ilk defa, bir erkek bana güzel olduğumu söylüyordu. Bu benim için çok özeldi. Ne diyeceğimi bilemiyordum. Aklıma bir tek teşekkür etmek geliyordu.
"Teşekkür ederim."
"Bu da ne böyle!"
Diye uzakta bağıran bir kızın sesi ikimizin de dikkatini o tarafa yöneltti. Kızın üstüne başına kola dökülmüştü ve yerde parçalanmış bir kutu kola vardı.
Teomanla birbirimize baktığımızda, ikimiz de ne olduğunu anlamamıştık. Kız öfkeli öfkeli kızlar yatakhanesine doğru yürümeye başlayınca biz de yolumuza devam ettik.
Kutu kola da metaldi sonuçta. Alüminyumdan yapılıyordu. Bir kola kutusu neden parçalandı ki? Benim yüzümden olmalıydı. Bu sefer kontrol edememiştim ama. Hatta onun parçalanacağını hissetmemiştim bile. Bu biraz moralimi bozsa da, sonuçta ilk denememdi. Kafaya takmamalıydım.
Belki de uzaklık yüzündendi. Sonuçta o kız uzaktaydı, ve kutu kola da çok küçük bir metal. Ama geçen sefer kapının hemen yanındaydık ve kapı kocaman bir demir kütleydi.
Evet, bu mantıklı bir sebep olabilirdi. Umuyorum ki derslerse bununla ilgili bir şey öğrenebilirdim.
Çarşıya vardığımızda çok samimi bir yer olduğunun farkına vardım. Bir sürü giyim mağazası, cafeler, marketler, küçük bankalar, kısacası ihtiyacınız olabilecek her şey vardı.
"İşte burası çarşımız."
Dedi Teoman ellerini iki yana açarak. Bu çarşı onunla çok daha güzel olmuştu.
"Beğendim."
Dedim ve içeriyi dolaşmaya başladım. Birkaç elbise ve tişörte göz gezdirdim.
"Burada eğlenebileceğimiz bir yer var mı?"
Diye sordum Teoman'a.
Başını evet anlamında aşağı yukarı salladı.
"Beni takip et."
Böylece o oyun salonunu keşfetmiş oldum.
"Her şeyi boşverip beni direkt buraya getirmeliydin."
Dedim ve hemen karşıdaki atariye saldırdım. Nasıl oynandığını bilmiyordum ama hemen kavrayabilirdim. Teoman'ın da bana katılmasıyla saatlerce atarilerde, 12D oyunlarda, bowlingde ve eğlenceli ne varsa onla oynadık. Kaç saat geçtiğini bilmiyorum ama sonunda kendimizi salondan dışarı atabildiğimizde hava kararmak üzereydi. Kesinlikle eğlendiğimi söyleyebilirdim. Ama dibine kadar eğlendiğimi söyleyemezdim.
O 12D oyunda Teoman'a rezil olmamak için çığlıklarımı içime atmıştım. Bowlingde tırnağım kırılmasın, ellerim çirkinleşmesin diye topu doğru düzgün atamamıştım. Kazandığım ve sevinçten havalara uçmam gereken oyunlarda sırf aşırı tepki vermiş olmamak için susmuştum.
Tanrım, onun yanında ben, ben değildim. Benim onu beğendiğim gibi o da beni beğensin istiyordum ve bu beni değiştiriyordu. Beni, yani kendi olan beni beğenmeyecekmiş gibi geliyordu.
Beğenmezdi tabiki. Bunca senedir kimse beğenmemişti. O neden beğenisindi ki? Bu yüzden kendimi değiştirsem en iyisiydi.
"Eğlendin mi bakalım Buse?"
Teoman'a mutlu görünmeye çalışarak baktım.
"Tabiki! Her şey harikaydı."
"Sevindim. Ama geç olmuş. Akşam yemeği saati gelmiştir. Artık gitmeliyiz."
Dedi Teoman ve beraber çarşıdan çıktık.
"Yemekhane nerede?"
Dedim laf olsun diye. Sonuçta beraber gidecektik.
"Imm... Evet ben onu sana tarif edeyim sen git. Benim odama uğramam gerekiyor. Sana yetişirim."
Yaa, ayrılıyor muyduk? Oysa ben birlikte olmayı sevmiştim. Her ne kadar pek rahat olmasam da yine de onun yanımda olması güzeldi. Ancak ona gitme diyecek kadar yakın değildim henüz. Madem odasına uğraması gerekiyordu, eli mahkum tamam diyecektim.
"Peki tamam. Tarif et o zaman."
◇◇◇
Yemekhaneye vardığımda kalabalık beni şaşırttı. Uzun bir yiyecek barında sıraya girmiş veya masalardan birinde oturmuş birçok insan vardı. Yemeklerin kokusunu duyduğumda hemen kuyruğa girdim. On dakika kadar sonra sıra bana gelmişti. Tavuk butu, pirinç pilavi, çorba ve meyve olarak da üzüm almıştım. Masaların arasında dolaşırken, bir an yer bulamayacağımdan korktum. Boş yer neredeyse yoktu. Bir yandan Elif veya Teoman gibi tanıdık yüzler arıyordum ama bunda da başarılı olamayınca, mecburen tanımadığım bir çocuğun olduğu bir masaya yöneldim ve oturdum.
Benim oturuşumla karşımdaki irkildi ve gözlerini bana dikti. Sırf o bana baktığı için ben de ona bakıyordum.
Çocuğun gözleri o kadar koyu kahveydi ki ilk bakışta siyah zannetmiştim. Saçları da gözleriyle aynı renkti ve düz bir şekilde geriye uzanıyordu. Teni ise esmerdi. Yakışıklı bile sayılabilirdi.
"Tabiki oturabilirsin."
Dedi imalı imalı. O cümlenin alt metninde 'oturabileceğini söylemedim' yazıyordu.
"Özür dilerim ama etrafına bir baksana. Başka yer yok."
Dedim umursamazca ve çorbamdan bir kaşık aldım. Çocuk ise nedense hala bana bakıyordu.
"Seni daha önce gördüm mü?"
Görmüş olabilirdi. Sonuçta aynı okuldaydık değil mi ama? Hele bir de ilk sınıfsa, herkesin içinde metale hükmettiğimi söylediğim zamandan hatırlıyor olması kesindi.
"Hangi sınıftasın?"
"Hava 1"
"Tamam işte yenisin. Kesin şeyde gördün..."
Tam söyleyecekken birden durdum. Ben değil miydim bana sürekli farklı oluşum yüzünden yakınlaşan insanlardan şikayet eden? Madem o farklı olduğumu unutmuştu, neden hatırlatacaktım ki?
"Nerde gördüm?"
"Eee... Herkesin olduğu giriş konuşmasında, sabah görmüşsündür."
Dedim. Hangi sınıfta olduğumu sormamasını umuyordum yoksa açıklamak zorunda kalırdım. Bu yüzden ona soru sorma fırsatı vermemeliydim.
"Ben Buse. Senin adın ne?"
Dedim elimi uzatıp. Elimi tutup tokalaştı.
"Uğurcan ben. Memnun oldum."
"Ben de memnun oldum."
Çorbamdan bir kaşık daha alırken gözüm üzümüme takıldı. Ne zaman küçük, yuvarlak ve yenen bir şey görsem, havaya atıp ağzımla tutardım.
Ya, biliyorum çok saçma. Ama alışkanlık işte. Kendime engel olamadım ve üzümden bir tane koparıp havaya attım.
Her zamanki gibi, tam isabet. Ağzımın tam ortasına düşüvermişti. Ben üzümümü çiğnerken artık adının Uğurcan olduğunu öğrendiğim çocuk hala gözlerini benden alamamıştı. Ve şimdi yaptığım harekete gülüyordu.
"Ne yaptın sen öyle ya."
Onun gülüşüne ben de güldüm. İnci gibi beyaz dişleri ve geniş bir gülümsemesi vardı.
"Ne? Sen yapamıyor musun yoksa?"
"Bilmem... Hiç denemedim sanırım."
Tanrım, bunu denememiş olamazdı. Her insan hayatında en az bir kez leblebi gibi yuvarlak bir şeyi havaya atıp ağzıyla yakalamayı denemiş olmalıydı.
"Ne demek denemedim? Hemen denemelisin o zaman."
Dedim ama onun tabağında üzüm yoktu. Bu yüzden kendiminkinden bir tane kopartıp ona verdim. Bana kuşkulu bir bakış attı ama üzümü aldı. Havaya atıp ağzını açtı ama üzüm yüzüne çarpıp yere düştü.
"Ah, beceremedim."
"Hayır hayır, yalnış yapıyorsun. Üzümü gözünün hizasında değil, ağzının hizasında tutmalısın."
Bana şaşkın bir bakış attı.
"Bu işin uzmanı falan mısın?"
Ben gülerken o da tabağımdan bir üzüm tanesi daha aldı ve tekrar denedi. Bu sefer de fazla aşağı atmıştı. Üzüm çenesine çarpıp tekrar yere düştü ama bu sefer o da eğleniyordu.
"Ya dur yapacağım. Bir dakika."
Bir üzüm daha kopardı.
"Hadi sana güveniyorum."
Üzümü havaya attı ve bu sefer, pek estetik bir şekilde olmasa da, yakalamayı başardı. Sevinçle ellerimi çırparak onu alkışladım.
"İşte bu be! Uğurcan show!"
"Tabi kızım, tekde attım ya çok başarılıyım."
Bunu ciddi söylemesi ikimizi de gülme krizine sokmuştu. Resmen kırk yıldır tanışan iki arkadaş gibi eğleniyorduk. Cana yakın biriydi Uğurcan. Bu benimle hemen anlaşmasından belliydi. Şaşılacak şekilde bana ayak uydurmuş, saçma bir alışkanlıkla yaptığım bu ufak akrobatik hareketi o da tekrarlamıştı. Birden ona karşı kendimi aşırı yakın, çok samimi hissettim. O arkadaş olmak isteyeceğim, bu yeni ortamda yakınlık kuracağım biriydi.
O anda hissettim kaşığımın eriyeceğini. Büyülü sesler gelip kulağıma söyledi. Ama istemiyordum. Eğer erirse Uğurcan farkımı anlardı. Yumruğumu sıktım. Dur! Dedim zihnimle, sesleri getirenlere. Dur, sana emrediyorum, sakın erime!
Ve durdu. Kaşık yine eski haline, sağlam duruşuna döndü. Emrime itaat etti.
"Ne oldu?"
Diyen Uğurcan'ın sesiyle o büyülü andan kurtuldum. Kendime geldiğimde bana şaşkınca bakan bir çift kara göz ile karşılaştım.
"Hı? Ne ne oldu?"
"Gülüyordun ama birden sustun. Yalnış bir şey mi yaptım?"
Birden susmuş muydum? Hiç farkında değildim. O söyleyince hakikaten şimdi gülmediğimi fark ettim.
"Yok canım sen bir şey yapmadın. Ben sadece... Yani birden..."
Ne yalan uyduracaktım şimdi? Ona gerçeği söyleyemezdim. Buradaki tek gerçek dostum olma yolunda ilerliyordu. Bunu yapamazdım. En azından şimdi olmazdı. Zaten kendimi ait hissetmediğim bu yerde en azından tek bir dostum olsun istiyordum.
Bu yüzden aklıma gelen ilk şeyi, çok saçma olduğunu bile bile söyledim.
"Şu yüzünün haline bak, ne kadar da korktun!"
Dedim ve yalandan, kahkahalarla gülmeye başladım. Bana hala şaşkın bakan gözlerine bu sefer anlamamazlık da yüklenmişti.
"Ay şaka yaptım Uğurcan, ne olabilir ki tanrı aşkına!"
Kahkahalarıma devam ederken, göz ucuyla onun da sırıtmaya başladığını gördüm. Sanırım şaka yaptım yalanı başarıya ulaşmıştı.
"Buse, çok tuhaf bir kızsın."
Dedi ve geniş gülümsemesi tüm suratını kapladı. Demek tuhaftım ha? Demek ki bazı insanlar farklı olduğumu ben söylemesem bile anlayabiliyorlardı. Tabi onun bahsettiği farklılık kişilik olarak farklı olmaktı. Bu lafına ve parlak gülümsemesine yine kahkaha ile karşılık verdim lakin bu seferki yalandan değil, içten bir kahkahaydı.
"Bakıyorum da bayağı kaynaşmışsın."
Diyen sesin sahibini görmek için sağıma döndüm. Bu Teoman'dı. Elindeki tepsiyi sertçe masaya koydu ve yanıma oturdu. Uğurcan da ben de yüzümüzde aptal bir gülümsemeyle ona bakakalmıştık.
"Beni tanıştırmayacak mısın yeni arkadaşınla Buse?"
Teoman o orman yeşili gözlerini bana dikmiş bakıyordu. Dudaklarını hafif öne doğru büzmüş, bir açıklama bekler gibiydi. Gözlerinden kızgınlığı okudum. Çok büyük bir şey değildi, hatta kızgınlıktan çok şeye benziyordu...
Tanrım, bu çocuk beni kıskanıyor muydu?
Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top