BÜYÜK HATA

"Demek üzüntü de tetikleyici duygun değil."

Zafer hoca derin düşüncelere dalmış, Emre hoca ile Teoman ise geçen sefer oturdukları yerde duruyorlardı. Ben büyük bir titizlikle gözlerimi Teoman'dan kaçırıyordum. Konuşurken ise sesimden isteksizlik akıyordu. Aklım Uğurcan'daydı ve tek yapmak istediğim koşup ona sarılıp af dilemekti. Bir an önce şu dersin bitmesini umuyordum.

"Limonatandan içsene Buse."

Emre hoca elindeki kalemle ilgilenirken bir an kafasını kaldırıp bakmış ve bunu çok önemsiz bir şey gibi söylemişti. Onların üçü de bardaklarını yarılamıştı ama ben tek yudum almamıştım. Hem içindekilerden şüphelendiğimden, hem de moralim bozuk olduğundan dokunmamıştım bardağıma.

"Hayır, hiç havamda değilim. Teşekkürler hocam."

"Limonata sevmiyorsan başka bir şey hazırlayabilirim."

Tanrım, sesi ne kadar yardımsever çıkıyordu! Karşımda duran üç insana şöyle bir göz gezdirdim. Zafer hoca dünyanın en tontiş dedesi gibiydi. Emre hoca hep yardımseverdi ve Teoman... Teoman'dı işte. Bu insanlardan nasıl nefret edebilirdim? Belki de her şeyi kafamızda kuruyorduk. Belki de o dosyada benim resmimin olması hiçbir şey ifade etmiyordu. Belki de arşivde bulduğumuz kağıt gizli bir şey bile değildi.

Belki de düşündüğümüz her şey iki kafadarın macera arayışıydı.

Her ne olursa olsun, çok abarttığıma karar verdim. En fazla ne olabilirdi ki?

"Hayır, başka bir şeye gerek yok. Düşündüm de, limonata iyi gelebilir."

Bardağı aldığım anda sanki çölde su bulmuş gibi lıkır lıkır içtim. Bardağın dibini gördüğümde onu masaya fırlatıp elimin tersiyle ağzımı sildim.

Bu hareketim herkesi şaşırtmış gibi duruyordu. Umurumda değildi. Moralimin bozuk olduğu anlarda kişisel temizliğim önem verdiğim şeyler listesinde son sıralara düşerdi.

"Bir problemin mi var Buse?"

Zafer hoca problem olmayan şeyleri sorsa daha kolay cevap verebilirdim. Bu yüzden her şeyi anlatmak yerine, bu dünyadaki herkesin söylediği bir yalana başvurdum.

"İyiyim. Bir problem yok."

"Peki... O zaman, dün alamadığımız kan örneğini alıp seni odana yollayalım."

Üçünün de gözleri birazdan patlayacak bir bombaya bakar gibi üzerimdeydi. Onları şaşırttım ve itiraz etmedim. Bendeki bu ani değişimin nedenini çılgınca merak ediyor olmalıydılar. Aslına bakılırsa, ben de bilmiyordum. Sadece, Uğurcan'la kavga edince birden hayatımdaki tek önemli şey onun gönlünü almak oluvermişti. Diğer her şey ikinci plandaydı.

Emre hoca iğneyi koluma saplarken anlık acı ile gözlerimi kapattım. Asla ama asla iğne yapılırken bakamazdım. Bir süre sonra iğne çıkarken oluşan acı ve Emre hocanın bitti diyen sesi geldi. Gözümü açtığımda tüpteki kanımı ve kolumdaki yara bandını gördüm.

İşte bakın, sadece kan almışlardı. Başka süper kötü bir amaçları yoktu.

"Hepinize iyi akşamlar dilerim. Ben gidiyorum, izninizle."

Dedim ve bana güle güle dediklerinde kapıdan çıkıp merdivenlere yöneldim. Birden kolumda hissettiğim el ise, beni durdurdu.

"Konuşabilir miyiz?"

Teoman'ın orman yeşili gözleri karanlık koridorda daha koyuydu. Saçları daha az parlaktı. Aslında, şu an o kadar da çekici değildi.

"Odama gitmeliyim."

Dedim ve kolumu kurtarıp yoluma devam edecektim ama buna izin vermedi.

"Bana soğuk davranıyorsun. Aramızda bir sorun mu var?"

Onun koridorda üç serseriye gülerkenki görüntüsü beynimde bir şimşek gibi çaktı.

"Evet. Evet aramızda bir sorun var."

Sesimin sertliği onu şaşırttı ve bir an ne yapacağını bilemedi ama çabuk toparladı.

"Konuşalım ve çözelim o zaman. Lütfen."

Derin bir nefes alıp verdim.

"Burada mı konuşacağız? Zafer hoca ve Emre hoca içeride."

"Haklısın. Alt katta kütüphane var. Gel orada konuşalım."

Kütüphanelerin sohbet etmek için uygun yerler olduğunu sanmıyordum ama başka bir yer önermek için beynimi kullanmak istemedim. Başımla onayladım ve o önden ben arkadan kütüphaneye vardık.

Burası, tek kelimeyle, inanılmaz bir yerdi. En az benim metal hükümlü olmam kadar inanılmaz. Çünkü daha önce hiç bir arada bulunan bu kadar çok kitap görmemiştim. Ahşap raflar gerçekten dev gibiydi. En az beş insan boyundaydıylar. O kadar yukarı çıkacak bir merdiven olduğundan bile şüphelenirken kenarda bir tane görmem beni daha da şaşırttı. Tozlu rafların arasına yerleştirilmiş birkaç masa ve sandalye vardı. Masaların üzerindeyse, ilginç bir şekilde mumlar vardı. Bu devasa yeri aydınlatmak için sadece mum mu kullanılıyordu? Gerçi pencerelerden ayın loş ışığı giriyordu ama okumak için yeterli değildi. Ya bir mum yüzünden yangın çıksa ve tüm kitaplar yansa ne olurdu?

Kaos senaryolarını kafamdan silip sandalyelerden birine oturdum. Etrafta kimse yoktu, dolayısıyla rahat rahat konuşabilirdik. Teoman da yanımdaki sandalyeye oturdu ve sandalyesini bana çevirdi. Böylece karşı karşıyaydık. Ardından masadaki çakmakla iki mum yaktı. Ortam daha aydınlık bir hale geldi.

Ve romantik.

Beni getirmek için özellikle mi burayı tercih ettiğini merak ettim. Bahçede konuşsak çok daha aydınlık olabilirdi etraf.

"Lamba yok mu burada?"

"Hayır. Sadece mumlar ve pencereler."

Onunla durup buranın ne kadar büyüleyici olduğu hakkında uzun uzun konuşmak isterdim ama çok daha ciddi bir sohbet için buradaydık.

"Hadi söyle. Problem ne?"

Yüzüne baktım. O karanlık koridorda ne kadar sıradan görünüyorsa yüzü, mum ışığında da bir o kadar etkileyiciydi. Yüzünün yarısı aydınlık, yarısı gölgeler içindeydi. Aydınlık gözündeki ormanda sabah, diğerinde gece gibiydi. Ve saçlarının ışık vuran kısmı alev alev yanıyor, diğer yarısı buzlar içinde donuyordu sanki.

Onu incelemeyi kesip sorusuna cevap verdim.

"Bana mantıklı bir açıklama borçlusun. Seni gördüm."

"Anlamıyorum. Nerede gördün?"

Kendimi bir yaramazlığı öğretmenine şikayet eden küçük bir kız çocuğu gibi hissediyordum. Buna rağmen yetişkin ve ciddi olmalıydım.

"Bana laf atan o üç serseri beni üzdü diye neredeyse hepsini dövecektin ama koridorda onlarla gayet dostca gülüyordun. Yalan mıydı sözlerin, davranışların Teoman?"

Bir an ne yapacağını bilemez gibi donup kaldı. Sonra ise rahatlama kapladı suratını.

"Ben de ciddi bir şey var sandım. Bu muydu kırıldığın şey? Korkuttun beni Buse."

Derken küçük bir çocukmuşum gibi burnuma dokundu. Hâlâ sinirliydim ve yüzümü geri çektim. Ne demek istiyordu? Bu zaten ciddi bir konuydu, nedendi bu rahatlaması? Yüzümdeki anlamsız ifadeyi görüp açıklamak için öne eğildi. Birden sağ elimi iki avucunun içine alınca şaşırdım ama tepki vermedim.

"Onları bir daha sana yaklaşmamaları konusunda tehdit ediyordum."

Başımı iki yana salladım.

"Hayır etmiyordun. Gayet dostca, samimi bir şekilde gülüyordunuz."

"Sen çok saf, çok temiz bir kızsın da ondan öyle görmüşsün."

Baş parmağı avcumun içinde hafif yuvarlaklar çiziyor, sanki beni uyuşturuyordu. Ne bu yaptığına, ne de söylediklerine anlam veremiyordum. Tek gördüğüm dibimde duran kusursuz suretti.

"Buse, insanları bu şekilde tehdit edersin. Gülerek. Her şey yolundaymış gibi, kontrolün sende olduğunu gösterir gibi. Gülersin, ve aniden ciddileşip lafını söyler gidersin. Hiç film de mi izlemedin? Bir ara birlikte simemaya gitmeliyiz."

Bu bir çıkma teklifi falan mıydı? Veya ben bu açıklamaya kanmış mıydım?

"Doğru söylediğini nereden bileceğim?"

Elimin üstündeki bir elini çekip yanağıma koydu aniden. Parmağı avuç içimi okşadığı gibi yanağımda geziniyordu.

"Tabiki doğruyu söylüyorum. Sevdiğim birine neden yalan söyleyeyim ki?"

Sevdiğim biri mi demişti o? Evet, evet öyle demişti ve o tek cümle kalbimin ritmini birden değiştirmeye yetmişti. Solumuzdan gelen kırılma sesi de, muhtemelen benim eserimdi. Ne olduğunu görmek için kafamı çevirdim ama Teoman çenemden tutup beni nazikçe kendine çevirdi ve gözlerini gözlerime kilitledi. Bu ormanların gökyüzüne erişmesi gibiydi.

"Her şeyi boşver."

Dedi bana. Ağzımdan tek kelime çıkamayacak haldeydi. Beni resmen etkisi altına alıyordu. Sesiyle, görünüşüyle bana büyü yapıyordu.

"Benimle sinemaya gelir misin?"

Bu o kadar masum bir soruydu ki...
Lisede aptal aşıkların birbirlerine zar zor sorabildiği şu soru, onun ağzından kolaylıkla çıkmıştı. Belki daha önce çok kullandığı içindi. Ya da liseli olmadığı için. O an ikincisini tercih ettim ve evet demek için ağzımı açtım. Sesimin çıkmadığını fark ettiğimde geri kapayıp başımla onayladım.

Yüzünde beliren gülümseme görülmeye değerdi.

"Tamam, peki... Sanırım az önce kabul ettin ama... Benimle çıkar mısın?"

Kalbimin sesini duyabileceğine emindim çünkü şu anda davul zurna ile halay çekiyor, hatta kemençe ile horon tepiyordu. O anda ikinci bir kırılma sesi geldi. Bu sefer kafamı çevirmedim. Onun ise umrunda bile değildi.

Peki ne cevap verecektim? Hayatımda gördüğüm en yakışıklı adam bana çıkma teklif ediyordu, hemen kabul etmem gerekmez miydi? O halde beni duraklatan neydi? Hem, sinemaya gitmeyi kabul etmiştim zaten. Buna evet demenin ondan ne farkı vardı ki? Bu teklife evet deyince sevgili mi olmuş olurduk? Benim hiç sevgilim olmamıştı. Hiç aşık olmamıştım. Aşk neydi ki? Bu kalbimin ritmini değiştiren şey mi? Sevgili nasıl olunurdu? Tek yapmam gereken bu soruya evet demek miydi yoksa sevgili olmak için başka bir soru mu gerekliydi? Neden hala cevap vermiyordum? Beni durduran neydi?

Aklımdan onlarca soru geçiyordu. Beynimin içinde dönen onca soruya rağmen kalbimde tek bir cevap vardı.

Ve elimdeki tek cevap oydu.

Kendimi yine kafamı sallarken buldum. Teoman'ın yüzündeki o gülümsemeyi görmeye değerdi.

Sonra, gülümseme yavaşça soldu. Avcumu okşayan el durdu. Orman ve gök birbirinden ayrıldı, orman çenemdeki parmaklarla beraber, dudaklarıma kaydı. Teoman yaklaştı, yaklaştı...

O sorunun ne anlama geldiğini bilmiyordum. Beni buraya bilerek mi getirdi bilmiyordum. Bu okulda başıma ne gelecek bilmiyordum. Daha bilmediğim binlerce şey vardı ama bunun ne demek olduğunu kesinlikle biliyordum.

Beni öpmek istiyordu.

Öpmek derken, dudaktan yani, öpüşmek olan. Daha önce hiç yapmadığım, nasıl yapıldığı hakkında ufacık bir fikrim olmayan. Ve korkutan.

Evet, içimde dev bir korku oluştu o tek bakışla. İlk öpücüğümü ona vermeye hazır değildim. İlk öpücüğümü herhangi birine vermeye hazır değildim. Bunu yapamazdım. Onu tanıyorum bile sayılmazdı. Sevgili bile sayılmazdık. Ona aşık bile sayılmazdım. Sadece hoşlanıyordum. Sadece bir hoşlantı bu noktaya gelmemeliydi.

Teoman bana yaklaştıkça yaklaşıyordu. Gözleri dudaklarımdan katiyyen ayrılmıyor, parmakları ise onları sanki bu öpücüğe hazırlıyordu.

Ama ben hazır değildim.

Tam o anda kalkıp gitmeliydim. Oradan buhar olup uçmalıydım. Ateş olup yanmalı, su olup akmalı, toprak olup batmalı hatta metal olup kırılmalıydım. Ne olursa olsun oradan ayrılmalıydım.

Ama yapamıyordum.

Bana gerçekten büyü yaptığını falan düşünmeliydim belki de ama hayır, o mum ışığı bu surete yansırken, o suret yüzüme bu kadar yakınken, beni öpmek istiyorken, benim yerimde olan hiçbir kız gidemezdi. Anın tüm ayrıntılarında boğulan hiçbir kız bu büyüleyici anı bozamazdı.

Teoman artık çok yakındı. Sadece tek bir santim ilerlese değecekti dudakları dudaklarıma. Ben ise tüm kaçma isteğime rağmen sandalyeye yapışıp kalmıştım.

Ta ki, onu görünceye dek.

Uğurcan, ona kötü olduğunu söylediğim ilk andan daha kırılmış bakışlarla, hatta hayal görüyor olabilirdim ama, gözündeki yaşlarla bize bakıyordu. Onu fark ettiğimi fark ettiği anda kütüphanenin kapısını çekip gitti. Ve ben ayağa fırladım.

Tabiki bunu yapmayacaktım. Tabiki,, tabiki onu öpmeyecektim! Ne düşüyordum ki? Onun yüzünden en iyi arkadaşımla, tek yoldaşım, sırdaşımla kavga etmiştim ve şimdi onu mu öpecektim? Bakışlarını dudaklarıma ilk diktiğinde kalkıp gitmiş olmayı diledim. Hatta bu kütüphaneye gelmeyi hiç kabul etmemiş olmayı diledim. Hatta, hatta... Keşke bu okula hiç gelmeseydim diye haykırdı beynim, sonra susturdu onu kalbim çünkü o zaman Uğurcan'ı tanıyamazdım.

"Bunu yapamam Teoman."

Koşarak çıkarken ben kapıdan, Teoman'ın nereye gittiğimi sorması umrumda bile olmadı. Peşimden gelmedi, gelse de yetişemezdi zaten çünkü ben daha önce hiç koşmadığım kadar hızlı koşuyordum. Uğurcan'a koşuyordum. Ona yetişemezsem onu kaybederdim. Bahçeye çıktığını düşündüm ve oraya koştum. Koşarken kendime lanet ediyordum. Ben resmen bencil, pislik ve ahlaksız bir kızın tekiydim! Birinin bana verdiği değerin karşılığı bu muydu yani? Uğurcan'a bunu mu layık görmüştüm teşekkür olarak? Bir anlık heves için yıllarca sürecek dostluğu elimin tersiyle itmiştim resmen! Aptal kafam, aptal kafam derken bahçeye vardım. Hemen erkekler yatakhanesine kaydı gözüm ve evet, gecenin karanlığında bir karartı oraya doğru koşuyordu. İnsanların rahatsız olup olamayacağını umursamadan bağırdım tüm gücümle.

"Uğurcan!"

Beni duymadı. Duyduysa da bakmadı ardına. Kapıdan girip gözden kayboldu.

Ben pes edemezdim. Ona ulaşmalıydım. Yatakhaneye dalıp onu takip etmeyi düşündüm ama bu saatte oraya bir kızın girmesinin doğru olmayacağı değildi beni durduran. Hangi odada kaldığını bilmememdi. Çaresizlik içinde, kalbim paramparça bir çözüm ararken aklıma aramak geldi.

Hemen telefonumdan onu buldum ve aradım. Çaldı... Çaldı... Tabiki açmadı. Sonunda meşgule düştüğünde tekrar aradım, yine açmadı. Bu sefer mesaj yazmayı düşündüm.

"Konuşmalıyız. Ne olur telefonu aç..."

Mesaj iletildi, çevrimiçi oldu, mesajı gördü. Ama bu kadar. Cevap yazmak için klavyeye dokunmadı bile.

"Uğurcan ne olur ara beni ya da cevap yaz!"

Bunu da okudu, bir şey yazmadı.

"Seni kaybedemem. Özür dilerim, yemin ederim ki öpmedi beni. Söylediklerin benim için değerli. Sen değerlisin. Ben tam bir aptalım! Bana karşı her zaman çok iyiydin ve ben karşılık olarak sana ne veriyorum, bunu! Kendimden çok utanıyorum Uğurcan. Ne olur cevap yaz!"

Bu uzun metni bile yazmam sadece üç saniyemi falan almıştı. Ve sonunda yukarıdaki 'çevrimiçi' yazısı 'yazıyor'a dönüştü.

"Yazma bana. Arama da."

Hayır, hayır böyle olmamalıydı. Beni affetmeliydi, onunla konuşmalı, kendimi affettirmeliydim.

O sırada telefona bir damla su düştü ve ben o an fark ettim ağladığımı. Kim bilir ne zamandır yaşlar süzülüyordu gözlerimden.

"Hayır konuşmalıyız."

Görüldü, cevap yok.

"Uğurcan! Lütfen, sana yalvarıyorum!"

Ama bu mesajı görmedi. Hatta mesaj iletilmedi bile. Profil fotoğrafı ve çevrimiçi yazısı kayboldu.

Beni engellemişti.

Ama pes etmedim. Tekrar aradım, bu sefer sonuna kadar çalmasına izin vermeden meşgule aldı. Ben tekrar aradım ama nafile.

'Aradığınız kişiye şu anda ulaşılamıyor. Lütfen daha sonra tekrar deneyin.'

"Aptal, aptal telefon!"

Diye bağırdım. Çaresizdim. Hiç bu kadar çaresiz olmamıştım. Telefonu cebime sokup odama koştum. Bir yandan gözyaşlarımı siliyor, bir yandan da kafama kafama vuruyordum.

Cidden, cidden çok aptaldım ve kendime çok, çok kızgındım.

Odama vardığımda kapıyı küt diye kapatıp kendimi yatağa attım. Haykıra haykıra ağlamaya başladım. Yastığa, yorgana tekmeler attım. Hiç ağlamadığım gibi ağladım. Öyle bir ağladım ki sanki sesimi duyup geri gelecekti. Bunun olmayacağını anladığımda hayal kırıklığından ağladım. Teoman'ın yüzü gözümün önüne geldi, geldikçe sinirlendim, sinirden ağladım. Uğurcan'ın telefonu kapatması, beni engellemesi aklımdan çıkmıyordu, çaresizlikten ağladım. Çünkü tek bir şey için ağlanmazdı. Birikmişti, ancak biriktikçe gözden yağmurlar yağardı.

◇◇◇

Sonunda sakinleştiğimde saat on iki buçuk falandı. Üç saat falan, dinlene dinlene ağlamış olmalıydım. Sakinleşmemle etrafımdaki metalleri hatırlamam, hatırlamamla üstüme bastırmaları bir oldu. Yine sinirlendim ve yatağın dayalı olduğu metal duvara bir yumruk attım. Hiç bir şekilde kendime bu okulda bir yer bulamıyordum. Ne bu oda, ne pratik sınıfları, ne bahçe ne de herhangi bir yer... Bu okul benim için yaratılmamıştı. Buraya ait değildim.

Belki de biraz konuşmam gerekiyordu. Biraz sohbet, biraz kız kıza sohbet lazımdı bana. Elif'i arayacaktım. Ona her şeyi anlatacaktım. Tüm olanları. Madem Uğurcan hep benim yanımda olamazdı, belki de Elif hep yanımda olurdu.

Arkadaş dilendiğime inanamıyordum.

Elif'i aramak için telefonumu elime aldığımda Teoman'dan mesaj olduğunu gördüm. Kendi haykırmalarımın sesinden telefonu duymamış olmalıydım.

"Seni üzecek bir şey mi yaptım? Neden kaçıp gittin? Özür dilerim."

Neden ondan nefret etmemi bu kadar zorlaştırmak zorundaydı ki? Ne cevap yazacaktım şimdi? Kibar mı olmalıydım yoksa sinirli mi?

"Özür dilemeni gerektirecek bir şey yok. Sadece... Yapamazdım. Anla işte."

Birine ilk defa böyle bir mesaj atıyordum. Biriyle ilk defa flörtleşiyordum. Birini ilk defa az kalsın öpecektim. Bunlar yeniydi. Ve ilklerimi paylaştığım kişinin Teoman olması konusunda tereddütlerim vardı. Ciddi tereddütler.

"Anlıyorum. Sorun değil. Yine de sinemaya gidiyoruz ama değil mi?"

Hemen cevap yazmasına şaşırmıştım. Telefonun başında mı bekliyordu?

"Belki bir gün."

Diye ucu açık bir cevap en iyisiydi. Ve sohbet burada bitti. Ben de Elif'i aradım. Telefon numarasını ne ara aldığımı hatırlamıyordum ama bunu ne zaman akıl etmişsem geri dönüp o zamanki kendime teşekkür etmek istedim.

"Alo? Buse?"

"Kız kıza sohbet teklifin hala geçerli mi? Çünkü şu anda öyle bir şeye çok ihtiyacım var."

Telefondan bile bu saatte, bir anda aramama şaşırmış olduğunu anlıyordum.

"Ben... Aslında tam yatıyordum ama gelebilirim. Bu saatte arıyorsan sanırım gerçekten ciddi bir şey."

"Evet, benim için öyle."

"Oda numaran kaç? Kapıdan çıktım bile."

Yüzüme ufak bir tebessüm yayıldı. En azından birileri yanımdaydı.

"Yüz otuz iki."

"Tamam... Ben de yüz kırk üçüm. Çok da uzak sayılmayız ve... İşte burada."

Telefon kapandı ve odamın kapısı çalındı. Yakın olduğumuz için şanslıydım.

Kapıyı açtığımda karşımda bir adet pijamalı Elif vardı. Gök mavi gözleri anlayışla bakıyor, doğal sarı saçları hep olduğu gibi dümdüz omuzlarına sarkıyordu.

Çok güzel bir kızdı. Hem içi, hem dışı.

"Dinlemeye hazırım."

Onu içeri alıp her şeyi en başından anlattım. Uğurcan ve Teoman ile tanıştığımız andan, Uğurcan ile keşfettiklerimize kadar her şeyi. Sonra bugün olanları, Teoman'ın beni neredeyse öpeceğini ama Uğurcan'ı görünce kaçtığımı. Hiçbir olayı gizlemedim. Hiçbir olayı abartmadım veya azaltmadım. Sadece olduğu gibi, en ince ayrıntısına kadar anlattım. O da tüm bu zaman boyunca sadece dinlediğini belirten tepkiler verdi, hiç sözümü kesmedi. Gözlerimin içine bakıp, iki farklı gökyüzünü birleştirip dinledi. Mükemmel bir dinleyiciydi.

Ben sustuğumda saat biri geçmişti. İkimizin de umrunda değildi.

"Anlattıklarını yazsan kitap olur. Az önce resmen bir masal dinledim."

Ona üzgün bjr gülücük yolladım. Haklıydı. Bu kadar inanılmaz şeyler sadece masallarda olurdu.

"Ne yapacağım ben şimdi peki? Kendimi nasıl affettireceğim?"

"Onu düşünmeden önce, kendine birkaç cevap borçlu değil misin sence?"

Anlamamıştım. Ne cevabından bahsediyordu? Veya daha da önemlisi soru neydi ki?

"Neye cevap vereceğim?"

"Kalbine."

Gözlerim şaşkınlıkla açıldı. O ise bilge bir kişi gibi kendinden emindi.

"Onlara karşı ne hissettiğini bilmelisin Buse. Belli ki Teoman'ın dışı, Uğurcan'ın ise içi seni kendinden geçiriyor. Teoman'ı neredeyse öpecektin ama bir şey sana engel oldu. Bu şey neydi? Uğurcan'a ihanet ediyormuş gibi mi hissettin yoksa onu üzüyormuş gibi mi? Teoman'dan hoşlandığını kendin söyledin. Kendini ona bırakmama engel olan Uğurcan'ın ona güvenmemesi mi yoksa tümüyle Uğurcan'ın varlığı mı?"

Açık konuştuğunu düşünüyordu ama ben anlamamıştım. Bu konularda kesinlikle aptalın tekiydim.

"Yani demek istediğim, hangisine aşıksın?"

Kafamı şiddetle iki yana salladım ve korkudan yastığıma sarıldım. Aşk mı? Ben mi?

"Hiçbirine tabiki! Ben aşık falan değilim. Uğurcan da Teoman da arkadaşım!"

"Öncelikle o yastığı bana ver. Bunda korkulacak bir şey yok. Aşktan korkmamalısın. Aşk sadece çok güçlü bir sevgidir. Sen korktukça üstüne üstüne gelir. O senin üstüne gelmeden sen onun üstüne atlamalısın."

Yastığı elimden çekip aldı ve devam etti.

"İkisi de sadece arkadaşın değil. Birine aşık olmalısın. Veya hoşlanıyor olmalısın. Eğer sadece arkadaş olsaydınız Teoman'ın seni öpmeye o kadar yaklaşmasına asla izin vermezdin. Ve eğer sadece arkadaş olsaydınız, Uğurcan'ın yanında böylesine huzur bulmaz, onu kaybetmekten deli gibi korkmazdın. Onun için saatlerce ağlamazdın."

"Sana saatlerce ağladığımı söylemedim ki! Nereden biliyorsun?"

"Gözlerinden, seni şapşal! Ne kadar kırmızı olduklarını biliyor musun?"

Bilmiyordum. Bilmiyordum ve bilmek de istemiyordum. Çünkü Elif haklıydı, onlardan hoşlanıyordum.

İkisinden birden mi? Hayır, hayır bu hiç hoş değildi.

"İkisinden birden hoşlanamam. Bundan sonra hoşlanmayacağım. Bitmiştir! Artık ikisiyle de sadece arkadaşız."

"O kadar kolay olmuyor o işler yalnız. Hoşlanmıyorum diyince hoşlanmasaydık, hayat çok daha kolay olurdu. Muhtemelen birine aşık olacaksın ve bu masal mutlu sonla bitecek."

Ona gözlerimi devirdim. Yataktaki yerime iyice yerleşip sırtımı dikleştirdim. Kendimden emin bir tavırla konuştum. Çünkü kendimden emindim.

"Hayır! Ben kararımı verdim. Bir an önce kendimi Uğurcan'a affettireceğim ve Teoman'ın da güvenilir olduğunu kanıtlayıp muhteşem bir arkadaş üçlüsü oluşturacağım. Ondan sonra da Zafer hocayla Emre hocanın neler karıştırdığını bulup, bu masalı mutlu sona böyle bağlayacağız."

Bana inanmadığı gözlerinden okunuyordu. Ama ben kendime inanıyordum. Duyularımı kontrol edebilirdim değil mi? Ne hissettiğimi biliyordum. İkisi de arkadaşımdı ve öyle kalacaktı.

"Cidden çok kötü bir şey planlıyorlarsa?"

Elif gözlerini bir yere dikmiş, daha çok kendi kendine konuşur gibiydi.

"Anlamadım?"

"Zafer hoca ve Emre hoca. Ya cidden kötü bir şeyin peşindeyseler?"

"Ne kadar kötü olabilir ki?"

"Ne kadar acımasız olduklarına bağlı."

Çok ciddi konuşuyordu. Sanki bir şey biliyor veya bir şeyi anlıyor gibiydi.

"O sizin bulduğunuz kağıdın fotoğrafı vardı değil mi sende?"

Başımla onayladım.

"Çince mi demiştin?"

"Evet. Öyle olduğunu keşfettik ama kimse Çince bilmediği için ne yazdığını çözemedik."

Hafifçe gülümsedi.

"Ben Çince biliyorum."

Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top