BORA'NIN BABASI
Dışarı çıkabilmek için haftasonunu beklemek ölüm gibiydi.
Elimizde bilgi edebileceğimiz bir kaynak varken faydalanmak için üç gün beklemek ölüm gibiydi.
Dersime giren ve bir şeyler öğretmeye çalışan öğretmenlere güvenememek, gece odamda bile tehlikede olduğum hissine kapılmak, gece yarılarında aniden uyanmak, ölüm gibiydi.
Ölüm gibiydi ama kimse ölmemişti.
Henüz...
Neyse ki cumartesi günü hepimiz Teoman'ın arabasının yanında toplanabilmiştik.
Elif elinde iki dosya kağıdı ile geldi.
"Çevirmeyi başardım. Ama pek işe yarar bir şey yok."
Uğurcan'ın bulduğu makaleden bahsettiği belliydi. Ne olduğuna bakmak için çevrilmiş metni elime aldım.
"Eski zamanlarda insanların farklı elementlere hükmetmeyi denediklerinden bahsediyor. Hatta makalenin dediğine göre bu yolda epey ilerlemişler. Yine de elimizde başardıklarına dair bir kanıt yokmuş."
Bir yandan Elif'i dinlerken bir yandan da elimdeki kâğıda göz gezdiriyorudum. Sonra ilgimi çeken bir cümleyi yüksek sesle okudum.
"Elimizdeki kaynaklardan çeşitli bitkiler ile karışımlar hazırladıklarını, mistik dualar ile ilahi güçleri kullanmaya çalıştıklarını, hatta hükümlülerin kanlarını içmeyi bile denediklerini biliyoruz. Yine de bu kaynakların hiçbirinde farklı bir elemente hükmedebilen bir insan var edilebildiğinden bahsedilmiyor."
"Bir şey başaramamışlar yani"
Teoman elimden kağıdı çekti ve şöyle bir umursamazca baktıktan sonra katlayıp cebine koydu.
"Onlar olmasa da birileri başarmış."
Ağzımdan öylece çıkıveren söz bakışları üzerime topladı. Haksız sayılamazdım. Eski zamanlarda yaşamış o insanların belli ki yüzyıllardır yapmaya çalıştıkları şey, tam olarak ben değil miydim?
"Eğer şu an karşınızda durabiliyorsam, birileri bunu başarmış demektir."
Hepsinin gözlerinde gördüğüm aynı şüpheyi Elif dile getirdi.
"Planlar... Bununla ilgili mi?"
"Olamaz öyle bir şey."
Dedi Teoman.
"Listedeki herkes ölmüş. Seni yaratıp neden öldürsünler?"
Sesinde yanlış düşündüğümüze emin olduğunu hissettiren bir eda vardı. Aslında haklıydı da. Eğer öldüreceklerse neden beni yaratsınlardı ki?
Yaratmak...
Beni bir insanın yarattığı düşüncesini sevmemiştim.
Öte yandan benim dosyadaki bölümümde yazanlar, ölen diğer öğrencilerden farklıydı. Onlarda sadece plan birin uygulandığı söyleniyordu. Bende ise plan ikinin başarılı sonucu olduğum, dolayısıyla sırasıyla plan iki ve plan birin uygulanacağı yazılıydı.
Plan ikinin başarılı sonucu...
Annem ile babamın sayfalarında yazanlar gözümün önünde bir şimşek gibi çaktı.
Plan iki uygulandı.
Plan iki annem ve babama uygulanmış, ben plan ikinin başarılı sonucuyum...
Tanrım!
Beynimde çakan şimşekler ile plan ikinin ne olduğunu anladım.
En azından neye hizmet ettiğini.
"Başarmışlar..."
Ağzımdan belli belirsiz kaçan sözün ne olduğunu anlamak, belki de söyleyeceklerimi duymak için bana kulak kesildiler. Ama benim birazcık daha düşünmeye ihtiyacım vardı. Parçalar tek tek yerine oturuyordu.
Bir şey keşfetmiş olmalıydılar. Başka bir elemente hükmedebilecek bir insan yaratmaya yarayan bir şey. Ancak Zafer hoca ve Emre hoca, bunu yüzyıllar önce deneyen insanlardan farklı olarak, buldukları şeyi doğmuş bir insanın üstünde değil, onu doğuracak olan anne ve babanın üstünde denemişlerdi.
Annem ile babam bana hep hükümlüler okulunda tanıştıklarından, daha ilk seneden sevgili olduklarından, mezun olunca da evlendiklerinden bahsederlerdi. Zafer hoca, ve o zamanlar eğer oradaysa Emre hoca, annem ve babamın bu durumunu görüp plan ikiyi onlar üzerinde yoğunlaştırmış olabilirdi.
Doğacak yeni bir çocuk için.
Onların evleneceğini, bir çocukları olacağını öngörmüş, sonra da plan ikiye dahil etmişlerdi.
Beni yaratmak için.
Peki benim plan ikim? Dosyada benim de plan ikiye dahil edileceğim yazıyordu.
Benden doğacak bir çocuk...
Hayır hayır hayır... Ben hamile değildim ki! Evli bile değildim! Evlenecek yaşta bile değildim!
Tanrı aşkına, sadece on dokuz yaşındayım!
"Buse!"
Uğurcan'ın sesi bir anda beni gerçek dünyaya çevirdi. Etrafımda bana endişeyle bakan dört çift göz vardı. Ben ise parmaklarımı saçlarıma dolamış, başım önde, düşünüyordum.
Tanrım, deliriyorum galiba.
"Buse, iyi misin?"
Uğurcan'ın gözlerinde herkesten farklı olarak şefkat vardı. Sanki bana bakışlarıyla sarılıyor, 'sakin ol, korkma her şey geçecek, ben yanındayım' diyordu.
Teoman'da ise korku gördüm.
"İyiyim."
Dedim ama bu bir refleksti.
"Yakında iyi olmayacağım. Arabaya binelim. Her şeyi anlatacağım."
◇◇◇
Aklımdan geçenleri zor da olsa kelimeler ile ifade etmeyi başardığımda, Bora'nın ailesinin evinin önüne gelmiştik.
"Planlarının çok büyük bir parçasısın. Seni yarattıkları yetmemiş, bir de senden doğacak çocuğu istiyorlar!"
Elif şaşkınlık içindeydi. Aslında herkes şaşkınlık içindeydi. En çok da, Teoman babasının böyle bir şey yapabileceğine ihtimal vermiyordu.
"Bir şeyleri yanlış yorumluyor olmalısın! Bu mümkün olamaz!"
"Her şey apaçık ortada değil mi sence de Teoman?"
Uğurcan'ın bu ani çıkışı ile kısa bir sessizlik oldu. Sonra ön kapının açılma sesini duydum. Teoman inmişti.
"Uğurcan! Biraz anlayışlı ol demiştim ama!"
Diye çıkıştığımda bana cevap vermedi ama bakışlarından kendisinin haklı olduğunu düşündüğü belli oluyordu.
Ben de arabadan indim ve Teoman'ın arkasından eve doğru yürüdüm.
"Teoman!"
Olduğu yerde çakılıp durdu. Ben yanına gelince arkasını döndü. Biçimli kaşları çatılmıştı ama bu kızgınlık bana karşı değildi.
"Hadi bir an önce girelim konuşalım da bitsin bu iş. Hem ailesi de benimle aynı şeyleri söyleyecek, biliyorum. Babam öyle bir şey yapmaz."
Bir tarafta gözümün gördüğü kanıtlar vardı, bir tarafta da bir evladın babasına olan inancı. Karşımda durmuş çocuksu bir itirazla bana bakan bu koca adam, kendisine inanmam için yalvarıyordu adeta.
"Uğurcan adına özür dilerim, düşüncesizce davranıyor."
"Sen neden özür diliyorsun Buse? Onun dilemesi gerekir."
Haklıydı ama onu teselli edebilmek için aklıma başka hiçbir şey gelmiyordu.
Aslında ona inandığımı, babasının tabiki böyle bir şey yapmayacağını söyleyebilirdim. Tabi buna ben de inansaydım.
Tanrım... Babasının suçlu olduğundan resmen emindim.
"Kendini üzme, bu henüz kesin değil."
Demeyi başardım ancak bana inanmış gibi bile görünmüyordu.
"Hadi girelim, sadece bitsin bu iş."
◇◇◇
Ev iki katlı, müstakil bir yerdi. Bir zamanlar mutlu bir ailenin eviyken sahip olduğu mavi duvarların şimdilerde boyası dökülmüştü. Veranda tozlu ve pisti, bir zamanlar bakımlı olduğu belli olan bahçe ise yabani otlar tarafından saldırıya uğramıştı.
Dev tahta kapının önünde dizilmiştik. Herhangi bir zil göremiyordum. Bu yüzden kapıyı tıklattım. Hepimizi geren yaklaşık on saniyelik zaman dilimi kapının açılması için yeterli olmayınca kapıya daha sert vurmayı denedim. Bu sefer içeriden tahta gıcırdamaları eşliğinde ayak sesleri duyuldu.
Kapı hafifçe aralandığında kahverengi bir çift gözün bize baktığını gördüm.
"Merhaba."
Dedim ama kiminle konuştuğumu bile algılayamıyordum.
"Kimsiniz!"
Yaşlı ve kalın bir adamın sesi hepimizde bir heyecan uyandırdı.
"Bora Kartal hakkında birkaç sorumuz var, eğer onun ailesi sizseniz... Biz Element Üniversitesi'ndeniz."
Kapının aralığındaki kahverengi gözlerde belirgin bir endişe ve hüzün gördüm. Ardından gözler kayboldu, kapı ardına kadar açıldı ve o gözlerin sahibi adam karşımıza çıktı.
Yer yer kırışmış yüz hatları ve grileşen seyrek saçları ile kırklarında bir adamdı. Bir zamanlar çekici olduğunu anlamanız için ona bir kere bakmanız yetiyordu. Ancak şimdi son derece bakımsız görünüyordu. Üstünde ince ve eski bir tişört ile hırka vardı. Altına ise yıllardır yıkanmamış gibi duran bir eşofman giymişti.
"İçeri gelin."
Tıpkı dış görünüşü gibi sesi de yorgun ve hayatı boşvermiş gibiydi. İçeri girmemle evin de bundan pek farklı görünmediğini fark ettim. İlk dikkat çeken evdeki yoğun sigara kokusuydu. Evin her köşesi tozlu, pis ve eskiydi.
Bu adamın bu halde nasıl yaşadığını merak ettim.
Onu takip ederek salona, salon olarak kullanıldığını tahmin ettiğim tek bir kanepe ve orta sehpadan oluşan yere, girdiğimizde bize oturmamızı işaret etti. Elif ve ben kanepeye otururken Teoman, Uğurcan ve Furkan yer kalmadığından kanepenin arkasında ayakta durdular. Adam ise bir iskemle çekip karşımıza oturdu.
"Ne öğrenmek istiyorsunuz?"
Sormamız gereken o kadar çok şey vardı ki bir an hangisinden başlayacağımı bilemedim.
"Siz Bora Kartal'nın babası mısınız?"
Elif benim yerime doğru soruyla başlamıştı. Adamın gözlerinde yine aynı hüznü gördüm.
"Evet. Yani, öyleydim... O ölmeden önce. Hasan Kartal benim adım."
"Ben de Buse Sayar."
Kendimi ve arkadaşlarımı tanıtmanın daha uygun olacağını düşündüğüm için sırasıyla onları da tanıttım. Hemen ardından derin bir nefes alıp konuya girdim.
"Biz hepimiz Element Üniversitesi'ndeniz. Oğlunuzun ve onun gibi iki kişinin daha bu okulda okurken hayatını kaybettiğini duyduk. O nasıl... Hayatını kaybetti acaba?"
Sorduğum sorunun kulağa ne kadar yanlış ve kaba geldiğini söylerken fark etmiş olmam sesimin giderek kısılmasına sebep olmuştu. Karşımda duram adamın bakışları bizden yere kaydı ve eminim ki o gözlerde derin bir özlem vardı.
"Trafik kazası..."
Bu iki kelime ağzından tükürür gibi çıktı ve ardından devam etti.
"Olayı gören bir kamera kaydı yok. Yazın okuldan eve dönerken olmuş. Eşim de Bora'nın ölümünden sonra üzüntüden hastalandı. İki ay sonra da onu kaybettim. Yıllardır burada yalnız yaşar giderim. Ya da aylardır. Yoksa asırlar mı oldu?"
Başını kaldırıp gözlerini üzerimizde gezdirdi.
"Ne kadar olduğunu kavrayamıyorum, kusura bakmayın."
Açıkçası adamın her şeyi bir çırpıda anlatabilmesi beni şaşırtmıştı. Onun için daha zor olur diye bekliyordum.
Sonra gözüme odanın bir köşesine atılmış içki şişeleri çarptı. Evet, bu daha mantıklıydı.
"Olayın bir trafik kazasından ibaret olduğundan emin misiniz?"
Uğurcan'ın sorduğu soruya karşılık adam bakışlarını onun suratına çevirdi.
"Bana böyle söylendi. Başka bir şey bilmiyorum."
Bu mantıklı değildi. Esra hoca bize dosyadaki herkesin trafik kazasında öldüğünü söylemişti. Üstelik hiçbiri hakkında bir kamera kaydı, bir kanıt bulunmuyordu. Bu inandırıcı değildi. Plan bir dedikleri şeyin sonunda ölüm vardı, bu ölüm trafik kazası olamazdı. Başka bir şeyin peşindeydiler.
"Bakın..."
Dedim adamın dikkatini yeniden üstüme çekmek için.
"Elimizde Elementler Üniversitesi'nde ölen üç gence ait kayıtlar var. Hepsinin de trafik kazasında öldüğü söyleniyor ama biz buna inanmıyoruz. Bulduğumuz dosyada üçünün de üstünde plan bir denen bir planın uygulandığı yazıyor ve yine aynı dosyaya göre, sorun çıkartan tek aile Bora Kartal'ın ailesiymiş."
Adamın bakışları benden kayıp arkadaşlarımın üstünde gezindi ve arkamızdaki birinin üstünde sabit kaldı. Kime baktığını anlayamadım.
"Fazla şey biliyorsunuz."
Ben ne demek istediğini anlayamadan Teoman konuştu.
"Önemli olan senin ne bildiğin. Sakın yalan söylemeye kalkma."
Adam anlamsızca gülerek bakışlarını tekrar üstüme taşıdı.
"O dosyaya neden öyle bir şey yazdıklarını bilmiyorum. Bize oğlumuzun öldüğü söylendi. Biz de cesedini hak ettiği şekilde defnettik. İnsan böyle bir durumda ne gibi bir sorun yaratabilir ki?"
Furkan atıldı:
"Yani olayın trafik kazası olduğunu koşulsuz kabul ettiniz? Oysa biz hiç kamera kaydı olmadığını duyduk."
"Evet."
Dedi adam.
"Aynen öyle yaptık."
"Tamam, bunun bir şey bildiği yok. Hadi gidelim buradan."
Diyen Teoman'ı umursamadan konuşmaya devam ettim. Bir baba, evladı hakkında nasıl bu kadar düşüncesiz davranabilirdi?
"İyi de neden? Hiç şüphelenmediniz mi? Anlamıyorum, çocuğunuzun ölümünü kabullenmeniz bu kadar basit olmuş olamaz. Dosyada sadece sizin, Bora'nın ailesinin sorun çıkarttığı yazıyor ama siz hiç de sorun çıkartmış gibi konuşmuyorsunuz!"
"O lanet dosyada ne yazdığı umurumda bile değil!"
Diye bağırması aniden irkilmeme sebep olsa da geri adım atmadım.
"Cesedi peki? Bir trafik kazasından çıkmış gibi duruyor muydu?"
Hasan denen adam birden ayağa fırladı ve elleriyle yüzünü ovuşturdu. Ardından yeniden gözünü bize dikti.
"Sizin amacınız ne? Buraya gelmiş benim yıllar öncede kalmış acılarımı yeniden gün yüzüne mi çıkartmaya çalışıyorsunuz? Oğlumun ölümüyle sarsılmadığımı düşünüyorsanız yanılıyorsunuz, etrafınıza bir bakın!"
Gözüm yeniden odada dolaştığında evin ne kadar berbat durumda olduğunu bir daha fark ettim.
"Bana oğlumun öldüğü söylendi. Ne yapabilirdim ki? Cesedini gördüm, paramparça olmuş cesedini gördüm! Onu geri getirmek için ne yapabilirdim ki?! Ben tanrı değilim!"
Gözlerine dolan yaşlar buradan bile fark ediliyordu. Birden, onun fazla üstüne gittiğimizi düşündüm. Oğlunu kaybetmiş bir babaydı ve anılarını yeniden deşmek ona sadece acı veriyordu.
Öte yandan, dosyada yazanlar ile söyledikleri tutmuyordu. Bize anlatmadığı bir şeyler olmalıydı.
"Bizden ne gizliyorsunuz Hasan Bey?"
Bana bakan gözlerinde derin bir acı fark ettim. Hepimize son bir kez daha baktıktan sonra tekrar bana bakarak konuştu.
"Bildiğim ne varsa anlattım. Çıkın gidin şimdi evimden."
Aldığım derin nefesi verirken ne düşündüklerini anlamak için bizimkilere baktım. Hiçbirinin yüzünde ondan daha fazla şey öğrenebileceğimize dair bir umut yoktu. Tekrar adama döndüm.
"Peki o halde. Biz kalkalım."
Hepimiz ayaklandık. Adam kendisinden beklenmeyecek bir şekilde bizi kapıya kadar yolcu etmeye karar vermiş gibiydi. Ben en arkadan geliyordum, herkes çıktığında kapı eşiğinde durup son bir kez bu tuhaf adama baktım.
"İyi günler Hasan Bey."
Acı bir gülümseme ile bana tokalaşmak için elini uzattı.
"Tanıştığıma sevindim, Buse Sayar."
Elini havada bırakmamak için sıktım.
Avucundaki kağıt parçasını elime tutuşturdu.
Yalnızca benim duyabileceğim kadar kısık bir sesle konuştu.
"Sadece sen oku."
Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top