BEBEĞİM İÇİN
Vidayı keskin bir jilete dönüştürmem sadece birkaç saniyemi aldı. Tutunduğum sevgi ise karnımdaki minik canlıya duyduğum sevgiydi.
Bu vidanın burada ne işi var, gerçekten bilmiyordum. Burası yapılırken bir şekilde düşmüş olabilirdi. Her neyse, nasıl olduğu umurumda değildi. Benim için tek önemli olan şu anda burada olmasıydı. Parmaklarımın arasında durmasıydı.
İyi de ne yapacaktım? Kapıyı öylece açıp jileti Asya'ya saplayamazdım, beni kesinlikle alt ederdi. Daha zekice bir plana ihtiyacım vardı. Durup düşünmem gerekiyordu.
"Çık artık!"
Ama anlaşılan zamanım yoktu.
"Bari burada rahat ver. Çıkacağım birazdan."
Ne yapabileceğimi düşünüyordum. Aniden kapıyı açıp jileti Asya'nın boynuna sapladığımı hayal ettim. Fışkıracak kanlar gözümde canlandı.
Bunu yapamam.
Bir insanı öldürmek... Katil olmak kesinlikle isteğim bir şey değidi. Birini öldürmek demek, ne demekti? O kadar kolay değildi bu. Yapamazdım. Hem Asya bana günlerce bakmıştı. Tamam, hiçbir şekilde benimle duygusal bağ kurmamış, yüzüme bile bakmamış ve beni serbest bırakmamış olabilirdi ama belki de o da sadece emir kuluydu.
Ona ulaşmaya çalışırken çocuklarından, sevdiklerinden bahsettiğim günü hatırladım. Olduğu yere çakılıp kalmıştı. Sanki bununla ilgili bir yarası var gibiydi. Belki de burada çalışmasının sebebi onları korumaktı.
Belki de sen çok iyi yürekli düşünüyorsun.
Ama insanların hikayesinin ne olduğunu bilemezdiniz ki. Kimin neyi ne için yaptığını bilmeden onu yargılayamazdınız. Bir cinayet bile bazen ardında öyle olaylar barındıyordu ki, neredeyse etik hale geliyordu.
Kısacası Asya'yı kas gücümle alt etmem imkansızdı, hem benden güçlüydü hem de dövüşmeyi biliyordu. Yani onu öldüremezdim. Kimseyi öldüremezdim.
Ama tehdit edebilirdim.
Aklıma gelen fikir ile kalp atışlarım hızlandı. Günlerdir kaçmayı denememiş, aklımdan bile geçirmemiştim. Şimdi tekrar deneyecek olmak adrenalinle dolmama sebep oluyordu.
Saçlarım kıvırcık olduğundan kendi kendine toplanabiliyordu. Bir de şu anda ıslak oldukları için toplamak daha da kolaydı. Önüme gelmeleri bana sorun yaratabileceğinden öncelikle saçımı saçımla topladım. Sonra jiletimi de alıp kapının önünde dikildim. Derin bir nefes aldım.
Bebeğim için.
Jileti boynuma dayadım. Kapıyı açtım.
"Asya!"
Öyle bir bağırdım ki Asya gelip kapının önünde durdu. Durdu ve sonra inanılmaz bir şey oldu.
Asya gözlerime baktı.
Günler sonra ilk defa, ancak boğazıma dayadığım bir jilet görünce bana tepki verebilmişti. Şaşırdı. Cidden, gözleri açıldı, kaşları kalktı ve kırmızı rujlu dudakları aralandı. Yeşil bakışları ilk defa, benim mavi gözlerimle buluştu. Asya resmen bana baktı! Sonunda çaresizliğimi o da anlayabilirdi. O da benim esaretime ortak olabilirdi. Gözlerimdeki korkuyu ve o korku yüzünden doğan cesareti görebilirdi.
"Dur!"
Ellerini bana uzatıp yaklaştığını fark ettiğim anda geri adım attım.
"Yaklaşma! Yaklaşırsan kendimi öldürürüm!"
Asya ne yapacağını bilmiyor gibiydi. Durdu ama kolları hâlâ bana uzatılmıştı. Yerinde kımıldayıp duruyor, kaşları çatılıyor, dudaklarını kemiriyordu. Kontrolü iyice kaybetmişti sanki, yaşadığı duyguları yüzüne yansıtıyordu. Bu normalde asla yapmadığı bir şeydi.
"Buse, yapma."
"Hamileymişim."
İçimdeki bütün acıyı yüzüme vurdum. Ağlamadığım birkaç gün olmuştu ama şu an gözlerim dolu doluydu. Sözlerime devam ettim.
"Sonunda başardılar işte. Hamileyim. Çocuğu doğuracağım, sonra onu benden alacaklar ve bana yaşattıkları işkencenin aynını ona da yaşatacaklar. İkimiz de ölürüz daha iyi. Ben de bundan kurtulurum, o da. Ölürüz daha iyi!"
"O jileti nereden buldun sen?"
Panikliyordu. Belki de konuyu değiştirmeye çalışıyordu. Başarıyordum demek ki.
"Ne önemi var? Bir metal buldum ve onu jilete çevirdim. Şimdi de o metal canımı alarak hayatımı kurtaracak."
Gözümü kırptım ve bir damla yaş düştü. Başımı hafifçe yana yatırdım.
"Dur! Buse dur, yapma! Kendini, bebeği öldürürsen her şey mahvolur."
"Umurumda değil!"
Hıçkırdım.
"Her şeyin mahvolmadığı senaryoda ben mahvoluyorum. Bebeğim mahvoluyor. En azından bu daha hızlı ve daha az acılı bir yol."
"Bunu yapamazsın Buse!"
Nereden biliyorsun?
"Yapmamam için tek bir sebep söyle."
Yutkunduğunu gördüm. Gözlerini kaçırdı. Yeniden.
"Tek bir sebep bile bulamıyorsun."
Bana bakmadı. Duruşumu dikleştirdim. Planımın ikinci aşaması için hazırdım.
Öne bir adım attım.
"Eğer bizi öldürmemi istemiyorsan, bebeğim ve beni buradan çıkartacaksın."
Bakışları tekrar gözlerimle buluştu ama bu sefer içinde aniden beliren bir öfke vardı.
"Blöf yapıyorsun."
Eyvah. Benden şüphe ediyor.
Derin bir nefes aldım ve hiç düşünmeden koluma jiletle bir çizik attım. Ardından tekrar boğazıma dayadım.
"Sence blöf mü yapıyorum?"
Gözleri kolumdaki kırmızı çizgiye kaydı.
Tanrım, acıyor.
"Tamam! Tamam dur. Yeter ki kendine zarar verme."
"Siz bana bana verdiğiniz zararın yanında bu çizik hiçbir şey."
Öne doğru yavaş adımlarla ilerlerken konuşmaya devam ettim.
"Şimdi, ben bu kapıdan çıkıp gideceğim ve sen hiçbir şey yapmayacaksın. Benim için iki şans var. Ya buradan çıkıp gider ve bebeğimle yeni bir hayata başlarım, ya da burada onunla beraber ölür giderim. Bana engel olmaya kalkarsan, Aysa, peşimden gelirsen ya kendimi ya da seni öldürürüm. Anladın mı beni?"
Çıkış kapısına ulaşmıştım. Elimi atıp kulpu tuttum. Bir elim hala jileti tutuyor, boynuma dayıyordu. Asya'nın bakışları korku doluydu. Gözlerim ile boğazımdaki elim arasında gidip geliyordu.
Kapının kilidini açtım ve kulpu çektim. Kapı açıldı.
Özgürlüğüme giden yol.
"Sakın peşimden gelme."
Son bir kez ona bakıp bakışlarımla tehdit ettim. Sonra da kapıdan dışarı, özgürlüğe bir adım attım.
Önümde uzun bir koridor vardı. Kaldığım oda gibi beyaz değildi. Duvarlar maviydi. Bu bana gökyüzünü hatırlattı. Buralarda bir pencere olmaması kötüydü. Gökyüzüne bakmayı çok özlemiştim ama eğer ona ulaşmak istiyorsam, şimdi koridorun diğer ucuna doğru koşmalıydım. Çıplak ayaklarım soğuk mermer yere sertçe vuruyordu. Koluma attığım çizik hâlâ kırmızıydı, acıyordu. Üstümdeki elbisenin eteklerini takılmayayım diye topluyordum. Yüzüme rüzgar çarpıyor, hâlâ toplu ama dağınık saçlarımı uçuruyordu.
Koşuyorum.
Ayaklarım üzerinde durmak hiç bu kadar güzel olmamıştı. Koşmak hiç bu kadar özgür hissettirmemişti.
Koridorun sonuna ulaştım. Aşağı inen ve yukarı çıkan iki merdiven vardı. Çıkış aşağıda olmalıydı. Oraya yöneldim ama anında durdum.
Peki ya ailem?
Annem ve babamın nerede olduğunu, ne halde olduklarını bilmiyordum. Onları da kurtarmam gerekiyordu. Ya onlar da bu bina bir yerdeyseler? Onları bırakıp çıkamazdım. Yukarı katları, aşağı katları, her yeri arayamazdım. Hem ya burada değilseler, o zaman ben illa ki birilerine yakalanırdım ve kendimi de kurtaramamış olurdum. Gerçi, şimdi onları aramayı boşverip kendimi kurtarırsam, sonrasında polisle gelip onları da kurtarabilirdim ama ya benim kaçtığımı öğrenince onlara zarar verirlerse?
Beynimden milyonlarca düşünce aynı anda geçti ve ben ne aşağı inebiliyordum ne de yukarı çıkabiliyordum.
Birden, aşağıya inen merdivenlerden birkaç adım sesi duydum.
Tamam, yukarı çıkıyordum.
Yukarı doğru koşmaya başladım. Ayağımda ayakkabı olmaması daha sessiz olmamı sağlıyordu. Yine de temkinliydim. Eğer karşıma biri çıkarsa elimde bir jilet, metal hükmü gücüm ve ölüm korkusundan doğan cesaretim vardı.
Bir de karnımda uğurum.
Onların icabına kesinlikle bakabilirdim. Etrafta metal var mı diye algımı açtım.
Üst kat da alt kat gibiydi. Tek bir koridordan oluşuyordu. Tek farkı sonda tek bir kapı değil, koridor boyu dört kapı vardı.
Koşarak ilk kapıyı açtım. Temizlik malzemeleri ile dolu bir depoydu. Hızlıca metal var mı diye baktım. Görünürde yoktu, hissedemiyordum da.
Diğer kapıyı açtım. Çamaşır odası gibiydi. Temiz yastık ve çarşaflar vardı. Burayı da hızlıca taradım ama tek bir metal bulamadım.
Bana özel olarak her şeyin plastikten üretildiğini söylediklerinde bunun sadece benim odamla sınırlı kaldığını varsaymıştım. Tüm bina olduğu hiç aklıma gelmemişti.
Diğer kapı giyinme odası gibiydi. Kıyafetlerle doluydu. Metal yoktu.
Acaba ben mi hissedemiyordum?
"Burada! Çabuk olun!"
Bir adamın bağırma sesini duyduğumda resmen kan beynime sıçradı. Beni bulmuşlardı. Asya tabiki rahat durmamıştı.
Hemen son kapıya koştum. Orada metal bir şey veya annemle babam veya en azından bir pencere, bir çıkış kapısı bulmayı umuyordum.
Daha da inanılmazını buldum.
Kapıyı açtığım anda üstüme metalin ağırlığı çöktü çünkü burası bir silah deposuydu! Çeşit çeşit tabancalar, tüfekler, mermiler ve adını bilmediğim diğer her şey tam karşımdaydı.
Ve hepsi metaldi.
"Olduğun yerde kal!"
Koridorun merdivenlerin olduğu diğer ucunda, mavi üniformalı ve silahlı bir ordu, namlusunu bana çevirmişti. Onlarca adam vardı.
"Bize teslim ol. Yoksa seni bayıltmanız gerekecek."
Bir silah deposuna, bir de onlara baktım.
Ya da ben sizi bayıltırım.
Tek elimi karnımın üstüne koydum. Yapacağım şey için bebeğimin sevgisinden destek almam gerekiyordu. Diğer elimi depoya uzattım.
Hadi uğurum, bana uğur getir.
Bir tabanca uçarak avucuma yerleşti.
Evet!
Filmlerden bildiğim kadarıyla bunun önce üstündeki şeyi geri çekmeniz gerekiyordu. Öyle yaptım. Namluyu karşımdaki orduya doğrulttum.
Kimseyi öldüremem.
Ayaklarına sıkmaya başladım. Hayatımda ilk defa ateş ediyordum. Kurşunlar rastgele bir yerlere gidiyordu.
Birden rüzgar esmeye başladı. Kimse acılar içinde yere yığılmıyordu. Hatta kurşunlar onlara isabet bile etmiyordu.
Tamam, kötü bir nişancı olabilirdim ama koca bir ordudan kimseyi vuramamam da normal değildi.
"Bunu yapmayı kes! Hiçbir işe yaramayacak."
Bu sefer konuşan farklı bir adamdı. Elini öne uzatmıştı. Rüzgâr yaratanın o olduğunu aniden anladım. Mermilerimi geri savuracak kadar hızlı bir rüzgar... O bir hava hükümlüsü olmalıydı.
Benim bu hava hükümlülerinden çektiğim neydi?
Madem onları vuramıyordum, bu sefer silahı kendi kafama dayadım.
"Belki bu bir işe yarar."
"Dur! Seni bayıltırız, yapma."
"Ben hamileyim ahmaklar! Karnımda sizin için çok değerli olan bir bebek taşıyorum. O bayıltıcı iğneler ona zarar verirse patronunuz asıl sizi bayıltır. Hem de bir daha uyanmamak üzere."
Hepsinin yüzündeki kararsızlığı okudum. Silahlarını indirip indirmemek arasında kalmışlardı.
"Buradan çıkmama izin verin yoksa kendimi de bebeği de öldürürüm."
Sürekli konuşan, komutanları olduğunu tahmin ettiğim adam hava hükümlüsü olana bir bakış attı.
Saniyeler sonra başıma dayadığım silah bir rüzgar ile elimden savruldu. Ben daha onu geri alamadan, ayaklarım yerden kesildi. Uçuyordum. Yine. Bu seferki keyif vermiyordu. O adam beni uçuruyor ve kendilerine doğru çekiyordu. Havada çırpınmaya ve silah deposunun kapısına tutunmaya çalıştım.
"Rahat dur! Düşeceksin!"
Gerçekten de çok dengesiz taşıyordu beni. Oysa Uğurcan bunu hep kusursuz yapardı. Demek ki bu kadar zordu bunu yapmak. Mermiyi durduran bir adam bile insanı havalandıramıyordu. Uğurcan'a bu kadar çok huzur veriyor olmam beni yine şaşırttı ve onu düşünüyor olmam bile depodaki başka bir silahı avuçlarıma çekmeme yetti. Asıl inanılmaz olan bunu uçarken yapmamdı.
"Bakalım hem birini uçurup hem mermileri durdurabiliyor musun?"
Onlara doğru ateş etmeye başladım. Birkaç adam acı çığlıklar atarak yere yığıldı. Bunu görmek bana güç verdi. Artık tamamen rastgele ateş ediyordum. Tek istediğim beni serbest bırakmalarıydı. Tek istediğim özgür olmaktı. Eski hayatıma kavuşmaktı. Ölmek istemiyordum.
Ve insan ölmek istemediği anlarda, başkalarını öldürmekten çekinmiyordu.
Ordunun yarıdan fazlası yere yığıldı. Ben ise onlara fazla yaklaşmıştım. Silahımı hava hükümlüsüne doğrulttum ve ateş ettim. Bunu beklemiyordu. Kurşun bacağına isabet etmişti ve onun yere yığılmasıyla ben de yaklaşık bir metreden aşağı düştüm. Silah elimden kaydı ve benden uzaklaştı.
Kalan az kişi etrafıma toplandı. Elimden kayan silahı aldılar. Namluları hala bana dönüktü ama ateş etmiyorlardı. Bayıltıcı iğne hakkında söylediklerimi ciddiye almış olmalıydılar.
"Buse Sayar, teslim ol yoksa ateş edeceğiz."
Önce ben ateş etmezsem.
Silahı elimden almış olabilirlerdi ama unuttukları bir şey vardı. Onu ateşlemem için dokunmam gerekmiyordu.
Bebeğime sarılıp gözlerimi askerlerden birinin elindeki silaha diktim.
Mermiler, fırlayın.
Adamın elinde duran silah bir anda havaya ateş etmeye başladı. Tavan delik deşik olurken ne olduğunu anlayamayan askerler eğildiler. Tavana çarpan mermiler üzerlerine düşüyordu. Kendilerini koruyorlardı. Benim de kendimi korumam gerekirdi belki ama silahı ateşlemeye o kadar çok konsatre olmuştum ki bunu düşünemiyordum. Yere oturmuş, bebeğime sarılmış, gözlerimi silaha dikmiştim. Silahı tutan asker de onu zapt edip uzaklaşmaya çalışıyordu. Sonunda silahı merdivenlerden aşağı attı. Silah görüş alanımdan çıkınca ateş etmeyi de bırakmak zorunda kalmıştım.
Mermilerin bana isabet etmemesi büyük şanstı çünkü ne kadar iyi olursam olayım mermi durdurabileceğimi hiç zannetmiyordum.
Silah gidince askerler yine üstüme doğru gelmeye başladılar. Uçarak silah deposundan uzaklaştığımdan artık o metalleri de hissedemiyordum. Yani tek bir şansım kalmıştı.
Bunca olay sırasında jileti elimden hiç bırakmamıştım. Onu boğazıma dayadım.
"Yaklaşmayın!"
"Bu tehditlerin artık bize sökmez. Kendini öldürecek olsan çoktan yapmıştın. Teslim ol."
Konuşan adama baktım. Ciddi olup olmadığımı mı merak ediyordu? Gerçekten burada tutsak kalmayı, ölmekten daha iyi bir seçenek olarak mı gördüğümü zannediyordu? Ona göre bebeğime benim kaderimin aynısını yaşatmak, ölmekten daha mı iyiydi? Gözlerimin yeniden dolduğunu hissettim. Ölmek elbette berbat bir fikirdi ama burada kalırsam, burada tutsak kalırsam daha çok acı çekecek, bebeğime acı çektirecek ve önünde sonunda, yine ölecektim. Ben kendimi öldürmesem onlar beni zaten öldürecekti. Hem şimdi burada ölmek, tamam, belki benim canımı yakardı ama en azından bebeğim acı çekmezdi. Derin bir nefes aldım.
"Bebeğim için."
Ve sonra her şey karardı.
Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top