MSOM? -34- ❝Paramparça❞
-BÖLÜM BİLDİRİMİ ALAMAYANLAR İÇİN TEKRARDAN YAYINLANMIŞTIR.-
Merhaba, ben geldim. Hepinizi çok özledim.
Sınır geçileli çok oldu sanırım. Geçilir geçilmez kısa bir bölüm paylaşmayı düşündüm. Part 1 ve part 2 şeklinde paylaşacaktım. Sonra tamamlama kararı aldım. Nihayet dün bölümü tamamladım. Bugün de düzenlemeyi yapıp yayınlıyorum.
Bu bölüm bir nevi geçiş bölümü kıvamında oldu. O yüzden fazla uzun tutamadım. Normalde 7000 kelimeden fazla yazarken, bu defa 6500 kelime yazdım. Fazla uzatıp sizi sıkmaktan çekindim. Umarım bu bölüm hoşunuza gider.
Bu bölümü, şu anki mükemmel kapağımızı yapan Eylül'e ithaf ediyorum. Bu kapağa kesinlikle aşık oldum. Ellerine sağlık canım. Çoook teşekkür ediyorum.❤❤
@leticiamodi
Multimedya'daki resim koca bir bölümün özeti bence...
Multimedya'ya eklediğim şarkıyı es geçmeyin. Bölümü okuduktan sonra dinlerseniz, şarkının sözlerindeki anlamı idrak edebilirsiniz. Bu şarkı Ecrin'den Barlas'a gelsin... Halil Sezai - Yangın Var.
Bana fazla kızmamanızı umarak, keyifli okumalar diliyorum...
~
34. Bölüm
▪Ecrin Karayel▪
Hastahane kokusu...
Yarı can bulmuş bilincim, burnumdan içeri sızan ağır kokuyla tamamen dirildi. Göz kapaklarım, kozasınsan sıyrılmış bir kelebeğin kanatları gibi ürkekçe çırpındı. Gözlerim aralanır aralanmaz, bakışlarım karşımdan geçip giden beyaz üniformalı hemşireye takıldı. Nerede olduğumu anlamış olduğum gibi, buraya nasıl geldiğimi de hatırladım.
Başımı kolumun üzerinden kaldırdım. Sağ tarafa doğru bükülmüş belimi dikleştirirken, omurgamın sızısıyla inledim. Bir yandan elimle uyuşan kolumu ovarken, diğer yandan bakışlarımı yanımdaki oturağa çevirdim. Gördüğüm tanıdık yüz, gerginliğimi en az seviyeye indirgedi. Abimin çehresini bakışlarımla delik deşik ettim, fakat onun dikkatini üzerime çekemedim. Öylece oturmuş karşısındaki duvara bakıyordu. Suskunluğunda çaresizliğin çığlıkları gizliydi. Ellerini deri ceketinin ceplerine sokmuş bir vaziyette, kaskatı oturuyordu.
Onu daldığı derin düşüncelerden çekip çıkarmak istercesine, elimi omzuna dokundurdum. Dokunuşum teninden teğet geçmiş gibi, kıpırdamadan duruyordu. Durgunluğu beni ürküttü. Kolunun üzerinde kasılan parmaklarıma baktım. Ardından gözüme takılan ufak bir detay, beni alaşağı etti...
Tırnaklarımın arasında kalan kurumuş kan parçaları...
Beni alaşağı eden detay, sevdiğim adamın kanının kalıntılarını tırnaklarımın arasında taşımanın yüküydü. Ruhum parçalandı. Onun ne hâlde olduğunu bilmiyordum. Barlas'ı odasında kanlar içinde bulduğum andan beri hızla tükenmeye başlamıştım. Abimin çağırdığı polis ve ambulans evimize intikal ettiğinde, Barlas'ı o kanlı parkeden koparıp aldılar. Onunla birlikte ambulansa bindiğimde, ona yapılan müdahaleleri yaşlı gözlerle seyrettim. Hastahaneye gelene dek elini bir an olsun bırakmadım. Ambulansta baygın düşmeden önce bana söylediği sözler hâlâ kulağımda çınlıyordu.
"Korkuyorum... Nolur elimi bırakma."
Kalbimin sızısını dindirmek için, onun sesini bastırmaya çalıştım. Bunu başaramıyordum. Onu sedyeyle hastahaneden içeri doğru götürürlerken, ellerimizin birbirinden ayrılışı aklımda canlanıyordu. Ona kan takviyesi yapılıp koluna dikiş atılırken, ben bekleme salonunda öylece oturmaktan başka bir şey yapamamıştım. Başımı kolumun üstüne yaslayıp iki büklüm etrafa bakınırken, gözümden akan ardı arkası kesilmeyen yaşlarla birlikte uyuyakalmıştım. Uyuyunca geçer sanmıştım, geçmemişti. Uyanınca bu kabus son bulur sanmıştım, kabusa dair tek bir iz dahi yoktu. Tırnaklarımın arasında hâlâ Barlas'ın kanını taşıyordum.
"Ecrin."
Adımı telaffuz eden ses abime aitti. Tırnaklarımın arasındaki kurumuş kana bakakalmış gözlerimi, abimin gözlerine çevirdim. Bakışlarımız kesiştiğinde, koluna gereğinden fazla güç uygulayan elimi hızla geri çektim. Parmaklarım âdeta taş kesilmişti.
"Abi... Barlas'tan bir haber var mı?"
Donuklaşan göz bebekleri, birkaç derece daha dondu. Bakışları gözlerimden kaçıp karşıdaki duvara çakıldı. Ceketinin ceplerinde yumruk halini alan elleri gözümden kaçmadı. Gerginliği gözle görülür derecede yoğundu.
"O iyi, merak etme. Koluna dikiş atıldıktan sonra ayıldı. Polislerle dahi görüştü. Bugün taburcu olacak. Doktorlar bir sorun olmadığını söyledi."
Sözleri beni rahatlatmak için yeterli olmadı. Elimle çenesini kavrayıp yüzünü benden tarafa çevirdim. Gözlerimiz birbirini bulduğunda, gözlerinde kaybolan hüznü açığa çıkarttım.
"Bir sorun mu var?"
Bileğimi kavrayıp hızla elimi yüzünden uzaklaştırdı. Göz temasımızı parçalara ayırıp başını önüne eğdi. İçimdeki kuşku devasa bir boyuta ulaşıp içimde birikti.
"Bir sorun yok. Sadece onca kötü olayın üst üste gelmesi moralimi alt üst etti."
Hâlâ benden bir şeyler sakladığını düşünüyor olsam da, ağzından daha fazla laf alamayacağımın farkındaydım. Ne kadar susarsa sussun, eninde sonunda hakikat gizlenmeye çalıştığı yerden çıkacaktı. Bu yüzden pes ettim.
"Pekâlâ."
Onun gerginliği benim de üstüme sıçrarken, kendime bir kalkan oluşturamadım. Huzursuzluk kaburgalarıma dek oturdu. Bu keyifsiz ortamdan kaçıp kurtulmak istiyordum. Barlas'ın yanına gitmeliydim. Ona kocaman sarılmalıydım. Kokusunu bir defa içime çeksem, yitirdiğim huzuru geri alırdım. Onu görmenin ihtiyacıyla kavrulurken oturduğum yerden ayaklandım.
Abimin sorusu duraksamama neden oldu. "Nereye gidiyorsun?"
"Barlas'ın yanına gideceğim."
"Polisler onu çok yordu. Hemşire biraz dinlenmesi gerektiğini söyledi. Taburcu olana kadar sabret."
Derince bir iç çekişle ciğerlerimi doldurdum. Beklemekten yorulmuştum. Bu ruhani yorgunluk bir süre daha devam etmek zorundaydı. Barlas'ı görmeye ihtiyacım vardı, fakat dinlenmesi gerektiğine dair bir uyarı yapılmıştı. Bu uyarıyı görmezden gelemedim. Ayaklarım gerisin geri giderken, ruhumu kokuşturan o oturağa yerleştim.
Bir müddet daha bu bekleme salonunda hapistim.
***
Gün batımı pencereden içeri sızarken, güneşin kaybolmaya yüz tutmuş ışıkları üzerimden tüy gibi geçip gitti. Buhranlı bir hasret, ciğerimi süngülüyordu. Onun kokusunu soludukça süngünün şiddeti artıyordu. Barlas'ın odasındaydım, baş ucundaydım. Aldığı nefesi işitebiliyordum, yorgun gözlerinin içindeki davetkâr ışıltıyı görebiliyordum. Ona bir türlü sarılamamak, canıma tak etmişti. Ayağıma takılı pranga hemen yanı başımdaydı.
Abim...
Susuyorduk. Üçümüzün de ağzından tek kelime çıkmıyordu. Barlas yatağında uzanıyordu, ben başucunda dikiliyordum, abim yanıbaşımda bekliyordu. Sanki Barlas bir mahkumdu, ben ziyaretçisi... Abim ise başımıza üşüşmüş bir gardiyandı.
Bu sessiz bekleyişe daha fazla tahammül edemedim. Hastanede onu bekleyerek geçen saatlerin herbir saniyesini tek tek saymıştım. Şu an ise evdeydik. Onun odasındaydım ve bu hasretimi körüklüyordu. Taburcu olmasını iple çekmişken, şimdi onsuzluğa biraz daha katlanamazdım.
"Abi, birkaç dakika Barlas ile kalabilir miyim?"
Sabrın son katmanına sıkışıp kalmış sesim, sükuneti neşter gibi keskince yardı. Başımı çevirip gözlerimi abimin gözlerine mıhladım. Buruk bir tebessüm dudaklarına kondu. Gözlerinde anlam veremediğim bir karmaşa vardı. Arkasını döndü ve hızla odanın dışına doğru ilerledi. Onu kırmış olabileceğimi düşündüm, fakat bu çok saçma bir olasılıktı. Eli kapının tokmağına değdiğinde, gür sesi gücünü toplayıp odanın soğuk duvarlarına çarptı.
"İstediğin kadar durabilirsin."
Sonrasında kendini odanın dışına attı ve kapıyı sessizce kapattı. Şaşkınlıkla ardından bakarken, neye uğradığımı şaşırdım. Hiçbir koşulda baş başa kalmamızı istemeyen adam, şimdi bizi birbirimize teslim etmişti. Bu da yetmezmiş gibi, belirli bir sınır dahi koymamıştı.
"Yanıma uzan."
Şaşkınlığımı üzerimden silkeleyip Barlas'ın bitkin sesine odaklandım. Başımı yeniden ondan tarafa çevirip gözlerimi kahverengi sarmaşıkların arasına yuvarladım. O kahverengi sarmaşıklar gözlerimi sımsıkı sardı. Yatağının kenarına oturdum. Elimi dikişli kolunun üzerine koydum. O kahverengi sarmaşıkların arasından bir hasret rüzgarı esip geçti.
"Hâlâ acıyor mu?" diye fısıldadım.
"Göğsüme başını koyarsan belki acımaz."
Kalbim sıcacık bir kıvılcımla ısındı. Özlemim, acımı ezip geçti. Saçlarımı onun yastığına saçıp yanına uzandım. Bir elimi sol yanına yerleştirirken, diğer elimle yüzünü boylu boyunca okşadım. Gözlerini huzurlu bir nefes eşliğinde usulca yumdu. Kalp atışları, âdeta gittikçe şiddetlenen yağmur damlaları gibiydi. Hızla göğsünün penceresine çakılıyordu.
"Dokunuşun yorgunluğumu yok ediyor."
Boğuk bir inilti gibi çıkan sesi, hafifçe tebessüm etmeme neden oldu. Yüzünü okşayan parmaklarım onu huylandırıyor olmalıydı ki, tebessüm ederek yüzünü buruşturuyordu. O kadar kusursuzdu ki, bu anı fotoğraflayıp her yeni güne o fotoğrafa bakarak uyanmak istiyordum. Birden bire Barlas güçlü parmaklarıyla yüzünü okşayan elimi avuçladı. Gözleri hâlâ yumuluydu. Elimi, dudaklarının üzerine bastırdı. Avcumun içini koklaya koklaya öptü. Onun öpücüğü, sevgiyi ilmek ilmek kalbime dokudu.
Elim dudaklarına mesken iken, sözcükleri avcuma saplandı. "Yüzüğü polislere teslim ettim."
Bu sözler beni şaşırtmadı, sadece sevindirdi. "İntikam almakla bir yere varamazdın. En güzelini yaptın. Adalet yerini bulacaktır."
Yumulu gözlerini biraz daha sıkı yumdu. "Gece bu parkede yatan o kadını hatırlıyorsun değil mi? O kadın sadece beni kolumdan yaralamadı. Aynı zamanda, yıllar önce evimizi yakıp ailemi yok etti."
Avcunun içinde tuttuğu elim kaskatı kesildi. Hastane tuvaletinde tırnaklarımın arasına kazınmış kan kalıntılarını çıkartmak için çabalayışımı hatırladım. Olay yeri incelemenin evimizden gidişinin ardından, evimizi temizleyen temizlik görevlilerinin Barlas'ın kanını parkeden silişleri gözümün önünde canlandı. Barlas'ın kanının karıştığı temizlik kovasını düşündükçe, damarımda akan kan dondu. Yaşadığım o dehşet verici anlara o kadın sebep olmuştu. Barlas'ı yıkık viran eden o olayı da bu kadın tasarlamıştı. Onun ailesini öldürmüştü. Onun yüreğinde kapanması olanaksız, derin yaralar açmıştı.
Bu, ruhsuzluktu.
Gözlerinin kapanışını fırsat bilip görmeyeceğini umarak göz pınarlarımda biriken yaşları tek tek akıttım. "Senden ne istiyor? Sana niye bunları yaşattı?"
"O kadın, Alper'in annesi... Yani annemin tecavüzcüsünün karısı. O adam onların beynini yıkamış. Annemi onlara bir yolsuz gibi tanıtmış. Alper ve annesi, Kemal Kozan'ın annemin oyununa geldiğini sanıyor. Bunun bir tecavüz olduğunu kabullenmiyorlar. Annemi kirleten ellere sıkı sıkıya sarılıyorlar. O adamı suçsuz sanıp bize kin güdüyorlar. Kemal Kozan, anneme tecavüz etti. Berna Kozan, babam ile annemi öldürdü. Alper Kozan, bütün bu olanlara destek oldu. Onlar yalnızca ailemi öldürmekle kalmayıp bana aldığım her nefesi zehir ettiler. Bu da yetmedi beni de öldürmeye kalkıştılar."
Ağzımı omzuma bastırıp hıçkırıklarımı susturmak için çabaladım. Bu kadar acıyı ben dahi kaldıramıyordum. İçim sızlıyordu. Barlas'ın içi kim bilir nasıl bir savaş alanıydı, tahmin edemiyordum. Ona yapılan haksızlıklar, acımasızlıklar göğsümü deşiyordu. Nefes alışverişlerimi düzene sokup sesimin normal çıkmasına özen gösterdim.
"Umuyorum ki, hepsi belasını bulsun. Sana yapılan onca zulmün bir cezası olmalı."
"Olacak, merak etme. Yüzüğü teslim ettikten sonra, o kadın bütün suçlarını bir bir itiraf etti. Kocası gibi hapishaneyi boylayacak. Alper de bir annenin yokluğunun ne demek olduğunu öğrenecek. İşte adalet yerini bulacak. Belki bana yaşattıkları acı yitmeyecek ama, sızısı dinecek."
Bu sözleri içimdeki karartıya bir tutam aydınlık serpti. Göğsünün üzerindeki elimi hareket ettirdim. Giysilerinin üzerinden kalbini okşadım. Onun kalbi o kadar temizdi ki, dokunuşumun onu kirletmesinden korktum. O hassas ruhunu incitmekten çekindim. Sakallarının kuşattığı dolgun dudakları, solgun bir gülümsemeyle büküldü. Göz kapaklarını nihayet usul usul araladı. Gözleriyle gözlerimi işgal etti. Birden bire dudaklarındaki gülümseme buz kesti. Onun ruhsal değişikliği beni hazırlıksız yakaladı. Hızla yerinden doğruldu ve elleriyle yüzümü avuçladı. Bu ani hareketinden sonra yarası sızlamış olacak ki, acıyla yüzünü buruşturdu. Baş parmakları elmacık kemiklerime hafifçe baskı uygularken, şaşkınlıkla ne yapmaya çalıştığını anlamaya çalıştım.
"Ağlamışsın. Neden?"
Sorusunun ardından tepkisinin nedenini nihayetinde algılayabildim.
"Anlattıklarına biraz üzüldüm."
Birde hamile olduğum için, bu aralar çok hassasım...
"Sana kaç defa söyledim. Ağlamana katlanamıyorum. Madem ki anlattıklarım seni üzüyordu, beni susturmalıydın."
"Seni dinlemek istedim. Acını işitmek istedim."
Gözlerini kısa bir süreliğine kapatıp içine derin bir soluk çekti. Gözlerini aralar aralamaz, elleri saçlarımın arasına daldı. Üstüme doğru eğilip yüzümün her zerresini öpücüğüyle temizledi. Elim hâlâ kalbinin üzerindeydi. Bedenlerimiz arasında sıkışmasını umursamadan, kalp atışlarını hissettim. Gittikçe hızlanıyordu. Hızlandıkça, dudaklarının şiddeti artıyordu. Her öpüşünde, dudaklarını tenime damgalıyordu. Dudakları son olarak dudaklarımla buluştuğunda, bacağını bacağımın üzerine attı. Boşta kalan bacağımı kalçalarına dolarken, davetkâr bir şekilde dudaklarımı araladım. Dili hiç beklemeden davetime karşılık verdi. Önce damağımı, ardından dilimin hassas dokularını acelesizce tattı. Bacağını biraz daha yatağa gömerek bedenlerimizi birbirine bastırdı. Elimin altında kalp atışlarının çığrından çıkışına şahit oldum.
Bu tutkulu öpücüğün ateşi dudaklarımızdan bedenlerimize damlayıp derimizi yardı. Ateş, damarlarımıza dek işledi. Barlas, içinde şahlanan şehvetin yularını sıkıca kavrayıp kendini dizginlemeyi başarabildi. Ellerini saçlarımdan uzaklaştırırken, dili de ağzımı terk etti. Alt dudağıma son bir öpücük kondurup kendini tamamen geri çekti. Sırtı yatağına yaslandı. Gözlerini tavana dikip uzun uzun soluklandı. Elim göğsünün üzerinden ayrılsa dahi, kalbinin çarpıntısını dokunmadan dahi hissedebiliyordum.
Başını benim olduğum tarafa çevirdiği sırada, gözleri ilk iş gözlerimi buldu. Yanıma doğru kayıp beni tek bir hamlede yakaladı. Kolları kaburgalarıma sarıldı. Beni kendine doğru çekip tekrardan bedenlerimizi birbirine yasladı. Onun kokusu bana bulaştı, benim karnımdaki parça onu hissetti. Bu özel anın duygusallığı yüreğimi burktu. Kollarımı beline sarıp gözlerimi yumdum. Kokusuyla soluklana soluklana alnımı boynuna yasladım. Bu kokuyla yaşlanmak istiyordum. Ölünceye dek her gece bu kokuyla uyumak, her sabah bu kokuyla uyanmak istiyordum.
"Konuş benimle. Sesini duymaya ihtiyacım var. Anlat bana, neler düşünüyorsun mesela?"
Konuşurken adem elmasının hareketlerini hissettim. O an, sorduğu sorudan çok, sesime olan ihtiyacına odaklandım. Bu tatlı dili, beni şevke getiriyordu. Sorduğu sorunun cevabını hiç düşünmeden söyledim.
"Seninle bir gelecek istediğimi düşünüyordum."
Şaşkınlığı sesine yansıdı. "Nasıl bir gelecek istiyorsun?"
"Kokunu, her gece uyurken ve her sabah kalktığımda koklayabileceğim bir gelecek istiyorum."
Derin iç çekişiyle göğsü kıpırdadı. "Belki bir gün..."
"Sen benimle birlikte bir gelecek ister miydin?"
"Eğer seni mutlu edebileceksem, elbette isterdim."
"Peki ya, benden bir çocuğunun olmasını ister miydin?"
Bütün vücudu anlık bir irkilmeyle titredi. "Bu konuyu kapatabilir miyiz?"
İçime hassasiyetle örülmüş umut, tek tek sökülürken kırgınlıklarımı ruhuma sapladım. Sükunetle gölgelenen dudaklarımın altında, hapsedilmiş hıçkırıklarım vardı. Güçlükle yutkunarak başımı hafifçe aşağı yukarı salladım. Böylelikle karnımda taşıdığım bebeğimizin konusunu kapatmış oldum. Bebeğimizi istemediğini bariz bir şekilde belli etmişti. Bu minik cana nasıl kıyacaktım? Ya da onu kimsenin istemediği bir bebek olarak mı dünyaya getirecektim? Babasının bile konusunun açılmasına tahammül edemediği bir bebek...
"Hastahanede gözüme uyku girmedi. Eminim sende doğru düzgün dinlenememişsindir. Hadi, biraz uyuyalım küçüğüm."
Ses tonuma gücü aşıladım ve hırpalanmış hislerimi sesime yansıtmamak için üzerime doğrultulmuş karanlık aynaları tek tek parçaladım. "Tamam, uyuyalım."
Bedenine sardığım kollarımdan birisini hissettirmemeye çalışarak geri çektim. Elimi karnımın üzerine yaslayıp karnımı okşadım. Âdeta merhametimi parmaklarıma aşılamıştım. Bebeğime içimden defalarca kez onu sevdiğimi fısıldadım. Binlerce defa özür sözcükleri döktüm yüreğimden. Ona ölümle kazınmış satırlarımı hissettirmemek için elimden geleni yaptım. Onu okşamaya dahi kıyamazken, onun hayatını sonlandırmaya mecbur olduğumun farkındaydım. Sanki bunu hissedecek ve o kendi kendini içimde asacakmışcasına sustum. Barlas'ın kokusundaki narkotik etkiyi, keskin düşüncelerime siper ettim. Uyumak istedim. Bütün bu sorunları uyku giderecekmiş sandım.
Uyudum. Uyanmayı hesaba katmadan, derin bir uykuda can çekiştim.
***
Soğuk...
Bir buz kütlesine dokunmuşcasına, elim soğuk bir boşluğa değdi. Bana sımsıkı sarılan sıcak bedenin varlığı silinmişti. Soğuk kucaklamıştı bedenimi. Titredim. Baştan ayağa herbir uzvum deprem misali sallandı. Benliğim ise, depremin altında kalmış bir enkazdı.
Gözlerimi aralarken, yanımda yatan bedenle karşılaşmayı umut ettim. Gözlerim karanlık odada onu aradı. Yoktu. Belime sarılan kollarını tenimde hissetmiyordum. Sıcak bedenine tutunan elim, boşluktaydı. Kokusu hâlâ üzerimdeydi, fakat onun varlığını hissetmiyordum. Hızla yattığım yerden doğruldum. Gözlerim karanlık odada volta attı. Görünürde hiçbir şey yoktu. Üzerimdeki yorganı kaldırıp ayağa kalktım. Çıplak ayaklarım soğuk parkeye değdikçe, damarlarımdaki kan iyice soğuyordu. Lambayı açmak için parmaklarımı anahtara hafifçe bastırdım. Odanın içi aydınlandı. Gözlerim birkez daha odanın içinde volta attı ve kimsenin olmadığını birkez daha fark ettim.
Korku... Saf korku bütünüyle ruhumu çökertti.
Koşarak kapağı aralık bırakılmış giysi dolabının önüne vardım. Titreyen parmaklarımla dolabın kapağını iki yana açtım. Bomboş raflar gördüm ve bomboş askılıklar... Bavulun durması gereken üstteki boş rafa baktım. Çığlıklarım boğazımda birikti. Güç bela dizginledim onları. Çekmecelerin tutacaklarını sıkıca kavrayıp öyle güçlü çektim ki, yerlerinden sökülüp parkeye çakıldılar. Sebep olduğum gürültüyü umursamadım. İçimdeki gürültü daha şiddetliydi. Bütün çekmeceler parkenin üzerinde içi boş bir tahta parçası olarak kaldı.
Kalbim sıkışıyordu.
En alt çekmeceyi çektiğim sırada, içinde tek bir şey olduğunu fark ettim. Gökyüzü mavisi bir kravat... Dişlerimi öyle güçlü sıktım ki, sanki tek tek kırılıp dilimin üstünde birikeceklerdi. Titremekten başka bir işe yaramayan parmaklarımla kravatı çekmecenin içinden aldım ve o çekmeceyi de diğerleri gibi bomboş bıraktım. Kravatın saten kumaşını baş parmağımla okşadım. Kravatı usulca burnuma değdirdiğimde, onun kokusuyla yüzleştim. Gözümden akan iri bir damla yaş kravatın saten kumaşına gömüldü. Kravatı uzun uzun kokladım. Sanki biraz daha koklarsam hepsini tüketecektim. Bunun korkusuyla kalbim sancılandı. Kravatı burnumdan uzaklaştırıp avcumun içinde sıkıca tuttum.
Ayaklarım beni uyandığım yere geri götürdü. O an uyandığıma lanet ettim. Uyuduğum zamanki gibi sıcacık olmayı diledim. Hiç uyanmamayı istedim. Eğer sonsuza dek uyusaydım, onu hâlâ yanımda zannederdim. Sıcaklığını söküp almıştı bedenimden. Üşüyordum. Kemiklerim donuyordu. O yoktu. Huzur yoktu, sıcaklık yoktu, nefes yoktu. Kokusunun uçup gittiği çarşafların üzerine oturdum. Önce kendisi, sonra sıcaklığı, son olarak da kokusu beni terk etmişti. Onun yatması gereken yerde bir kağıt parçası gözüme çarptı. İki defa katlanmıştı ve üzerinde onun eğik yazısıyla "Küçüğüm'e" yazılmıştı.
Hep böyle olmaz mıydı zaten? Giden her zaman ardında bir mektup bırakırdı ve kalan ise, onun yazdığı satırlarda teselli bulurdu.
Çığlık çığlığa bağırmamak için kaskatı kesilen kaslarımı gevşetip kolumu hareket ettirdim. Kırık beyaz kağıdı elime aldığımda, katlanmış kağıdı yavaşça açtım. İçinde yazanları okumak için kendimde yeterli gücü bulamıyordum. Bir süre kağıdın kat izlerinde bakışlarımı oyaladım. Ardından korkularımı dizginledim. Ona özgü yazım stiliyle yazılmış kelimeleri sükunetle okudum.
"Küçüğüm... Uyandın, biliyorum. Beni yanında bulamadın, boşluğa düştün, yokluğumu hissettin. Belki de biraz korktun. Gittiğimden şüphe ettin ve inanmak istemedin. Şimdi ise sana yazdığım bu mektubu okuyorsun. O halde, benden nefret etmene sadece birkaç dakika kaldı. Bu mektubun sonuna geldiğinde, beni tanıdığın güne lanet edeceksin.
Ben gidiyorum, küçüğüm. Gitmeden önce defalarca kez öptüm şakaklarını... Hiç sezmedin, ruhun bile duymadı vedamı. Senin veda etmene müsaade edemedim. Sana gitmekten söz etsem ağlardın, beni paramparça ederdin. Sen bana bir defa gitme desen, kalamayışım daha fazla yakardı canımı. Bu yüzden, sen mışıl mışıl uyurken, seni terk ettim.
Niye mi gittim? Ecrin'im... Yapamıyorum. Bu şehir beni boğuyor. Ben burada ihanete uğradım, ben burada ailemin yanmış cesetlerini kokladım. Bu şehir bana cehennem, anlıyor musun? Bunca zaman burada yaşamamın tek nedeni ailemin katiliyle yüzleşmekti. Ailemin kanını yerden temizlemek için dişimi sıktım. Şimdi ise o intikam ateşi söndü. Ben affederek içimdeki kindar adamı azad ettim. An itibariyle bu hapishaneden çok uzaklara giderek kendimi tamamıyla azad edeceğim. Benim hapishanem: İstanbul.
Bu şehirde yaşamam için bir sebebim yok. 'Ben yeterli bir sebep değil miydim?' diye soracak olursan: Değildin. Evet, seni seviyorum. Üzgünüm, ama kendimi daha çok seviyorum Ecrin. İyisin, hoşsun, güzelsin... Bunlar benlik değil. Ben ne iyiyim, ne hoşum, ne güzel olan tek bir yanım var. Sen bana iyi geldin, içimdeki o iyi yanı açığa çıkardın. Benim yaralarımı sararken, sen yara aldın. Bu kadar aydınlık bana fazla, gözüm kamaşıyor. Az önce ruhuma yaydığın ışıkları söndürdüm, seni ardımda bırakıyorum. Seni istedim, deli gibi istedim. Ne yazık ki, bir anlık hevesti ve bitti. Ben seninle bir gelecek istemiyorum. Beni affet, fakat ben yalnızlığı senden daha çok istiyorum.
N'olur benim için kalbin sızlamasın. Gözünü seveyim, ağlama. Ben yokken daha iyi olacaksın, söz veriyorum. Hayatıma girdiğin günden beri başın beladan kurtulmadı. Artık hayatımda olmayacaksın, her şey güzel olacak. Ben gittiğim yerde mutlu olacağım, sende bensizliğe alışacaksın. Hak ettiğin mutluluğu yaşa. Yüreğin kadar temiz bir hayatının olmasını diliyorum. Gözlerin kadar hoş kal, küçük.
-Barlas Seçkiner."
Göz yaşım yazdığı son kelimenin üzerine damladı. Küçük... sonundaki aitlik eki yitmişti. Ben hâlâ küçüktüm, ama artık ona ait değildim. Mektubu buruş buruş oluncaya dek avcumun içinde sıktım. Kendimi dizginlemekten bitap düştüğümde, daha fazla katlanamadım. Var gücümle çığlık attım. Elimdeki kağıt parçasını parçalara ayırdım. Çığlıklarımı susturamıyordum. Ben tükeniyordum, sesim tükenmiyordu. Yırtılmış kağıt parçaları yere düştüğünde, elime doladığım kravatı da fırlatıp attım. Saatler önce onunla sarılıp uyuduğumuz yatağa baktım. Çığlıklarım bir an için durdu. Hıncımı alamayıp ayağa kalkışımla, üzerinde uzanmamız gereken beyaz çarşafı çekiştirerek yatağın üzerinden aldım.
"Beyaz, en sevdiğin renkti."
Sanki karşımdaymış gibi öfkeyle bağırdım. Göğsüm şiddetle inip kalkarken, çarşafı ellerimin arasında top gibi buruşturdum. Koşar adımlarla pencereye doğru ilerledim. Pencereyi açar açmaz çarşafı dışarı fırlattım. Yakınlarda bir yerde olmasını ve sesimi işitmesini umut ederek var gücümle bağırdım.
"Senden nefret ediyorum. Cehennemin dibine git! Seni tanıdığım güne lanet olsun!"
Pencereyi hiddetle çarpıp geri geri adımlar atarak odanın ortasında dikilip kaldım. Karnımda şiddetli bir acı hissettim. Bebeğim babasına veda ediyordu. Babası sadece beni değil, onu da terk etmişti. Bu düşünceyle yüzleştiğim her an olduğu gibi, omurgalarıma dek titredim. Beni terk etmişti. Bizi terk etmişti. Beni, karnımdaki bebeğimle bir başıma bırakmıştı.
Mideme giren krampları dizginlemek istercesine kollarımı karnıma doladım. Hissettiğim çaresizlik ve kimsesizlik hissiyle kendime o kadar sıkı sarıldım ki, midemdeki safra ağzıma dek yükseldi. Midemde ne var ne yoksa dışarı çıkarttım. Kusarken boğazımda halat varmış gibi hissediyordum. Boğuluyordum. Nefesim kesiliyordu, fakat diz dahi çökmüyordum. Sanki yere devrilecek olursam, yenik düşecektim. Bu acının beni alt etmesine izin vermeyecektim. Yoksa bir daha asla ayağa kalkamazdım.
Midemde ne varsa hepsini parkenin üzerine çıkarttım. O kadar iğrenç bir durumdaydım ki, bana bu anı yaşatan adamdan git gide daha fazla tiksindim. Bu tiksinti, gücümü sömürüyordu. Elimin tersiyle dudaklarımı sildim. Hâlâ ayaktaydım, yıkılmamıştım. Gözlerim onun yatağına takılı kaldı. Öfke bir kez daha ruhuma enjekte olduğunda, o yatağı paramparça etmek istedim. Mutfaktan bir bıçak alacaktım ve her zerresini delik deşik edecektim. Hızla arkamı döndüğümde, bu ani hareketimle başım döndü. Bir an için yalpaladım, sonra hemen kendimi toparladım. Güçlü olmalıydım. Onun gidişiyle alaşağı olmayacaktım.
"Parçalayacağım... Her şeyi parçalayacağım!"
Odanın kapısını açıp kendimi dışarı attığım sırada kaslı bir bedene çarptım. Beni güçlü kollarıyla zaptetmeye çalıştı. Onun ellerinden kurtulmaya çalışsam da buna müsaade etmedi.
Boğazlarım sızlayana dek bağırdım. "Bırak beni! Parçalamam gerek. Her şeyi yok etmem gerek!"
"Sakin ol, bir tanem. Yalvarırım..."
Abimin sesini varla yok arası işittim. Hiçbir şey umrumda değildi. Kendimi tüm gücümle ileri doğru itiyordum, fakat vücuduma yapışan kelepçelerden kurtulamıyordum. Abimin elleri öyle sıkı kavramıştı ki beni, kurtulamıyordum. Ne olursa olsun, direndim. Kollarının arasında, kanadı kırık bir serçe gibi çırpındım. Küçük bir serçe... Kimseye ait olmayan bir küçük serçe!
"Gitti... Beni bıraktı, beni kandırdı!"
Kendi kendime sayıklıyordum, fakat bu sayıklama kuru çığlıklardan ibaretti.
"Sakin ol... Geçecek güzelim."
Hayır, hayır, hayır.
"Geçmeyecek! Hiçbir şey geçmeyecek, bırak beni!"
"Sakin ol... Bana karşı direnmeye bir son ver!"
Bağırışı beni ürkütmek yerine, öfkemi körükledi. Bacaklarına güçlü tekmelerimi savurdum.
"Gitmesine izin verdin! Durdurmadın onu... Engel olmadın! Kahretsin!"
Ağladım. Hıçkırıklarım çığlıklarıma takılıp boğazıma dizildi. Herbiri boğazımdan aşağı bir çığ gibi yuvarlanıp kalbime yığıldı.
"Özür dilerim, bir tanem... Çok özür dilerim."
Onun özürleri acımı dindirmedi, fakat yaptığım haksızlığı fark etmeme neden oldu. Onun bir suçu yokken, ona zarar veriyordum. Beni bu duruma getiren adama bunları yapamadığım için, bana destek olan adamı hırpalıyordum. Onun bir suçu yoktu. Ne yapabilirdi ki? Belki de hiçbir şeyden haberi dahi yoktu. Gitmeyi kafaya koymuş birine dur dese ne olurdu ki? Vedasını etmiş bir gönül, terk etmekten vaz geçmezdi.
Onu tekmeleyen bacaklarımın hareketi kesildi. Onu itmeye çalışan ellerimi göğsünden çektim. Işte o an, direniş bitti. Dizlerimin bağı çözüldü. Ayaklarım bedenimi taşıyamayacak kadar gücünü kaybetti. Dizlerim yere devrildi. Kendime koyduğum kural da benimle beraber yıkıldı. Yere devrilerek, yenik düştüm. Bu acının beni alt etmesine izin verdim. Bu yıkılış fazlasıyla sarsıcıydı. Bir daha asla ayağa kalkamayacağımı bile bile, dizlerimin üzerinde parçalara ayrıldım.
Abimin elleri hâlâ beni omuzlarımdan sıkıca tuttuğu için, yere düşüşüm gerçekleşmemişti, fakat ruhum çoktan parkenin üzerine çakılmıştı. Kan ve revan içindeydi. O yaralar kolay kolay iyileşmeyecekti. Abim beni güçlükle tutmayı sürdürdü. Ardından kolları belimi kavrayıp beni omuzladı. O denli bitap düşmüştüm ki, ona tutunacak gücü kendimde bulamıyordum. Kollarım omuzlarından aşağı saçaklar gibi asılı kalırken, boş gözlerle etrafa bakındım.
Bilincimin kapanmak üzere olduğunun farkındaydım. Göz kapaklarıma çöken ağırlık, gözümün önündeki görüntüleri yavaş yavaş sildi. Her yer karanlığa bürünmeden önce gördüğüm tek şey, onun yüzüydü. Kusursuz çehresi gözümün önünde belirdiğinde, bir yanım ondan nefret etti. Diğer yanım ise tekrar tekrar aşık olmayı sürdürdü.
Mektubunda yazdığı cümleyi sessizce mırıldandım.
"N'olur benim için kalbin sızlamasın..."
Yazdığı cümlenin saçmalığına buruk bir tebessümle karşılık verdim. Etraf karanlığa bürünürken, aşık olduğum yüze doya doya baktım. Bilincim kapanırken dahi, onun bir hayal olduğunun bilincindeydim. Kalbimin sızlamaması için yalvarışını defalarca kez sayıkladım. Her şey bir an için aklımın kıyılarından silinmeden önce, onun hayaliyle konuştum.
Kalbimin sızlamamasını istemişsin sevgilim... İnan ki, kalbimin sızlamasını yeğlerdim. Üzgünüm, fakat benim kalbim sızlamıyor Barlas. Benim kalbim ölüyor...
***
2 HAFTA SONRA
Kilitli kapının ardından yalnız bir sabaha uyandım. Yıllarımın geçtiği şehirde, kahkahalarımla şenlendirdiğim odadaydım. Şiş gözlerimle güneş ışığının vurduğu pencereye baktım. Işığa tahammül edemiyordum. Üzerimdeki battaniyeyi kafama kadar çekip karanlığa sığındım. Bu odanın duvarları beni böyle görmeye alışkın değildi. Kan çanağına dönmüş gözler, şişmiş ve morarmış göz kapakları, ölü gibi bomboş bakan bakışlar... Ben bu değildim. Etrafa neşe saçan Ecrin'e ne olmuştu? 2 hafta önce nereye gömülmüştü ruhu? Kalbi kaç yerinden kırılmıştı? Acıdan başka hissettiği ne vardı ki?
Bir atar damara atılan pençe gibi, kanıyordum. Kanlı bir senfoni göğüs kafesimin duvarlarına çarpıyordu. Kalbime inşa ettiğim sur her geçen gün biraz daha yıkılıyordu. Tükenişin beden bulmuş haliydim. Aldığım her nefesin altında eziliyordum. Üstüne basılmış bir böcek gibiydim. Can çekişiyordum ve tek kurtuluş yolum ölümdü. Daha fazla can çekişmemem için bir kez daha çiğnenmeliydim. Ölmeliydim...
Beni hayatta tutan tek atar damarım, karnımda taşıdığım bebeğimdi. Onu aldırmayı düşünecek kadar kendimi kaybettiğim günler olmuştu, fakat ben bu kadar aciz değildim... Bu bebek bir günahtan meydana gelmişti ve hatta babasız bir hayat sürdürecekti. Hayat koşulları acımasız bir zorlukta olacaktı, ama onu ne olursa olsun yaşatacaktım. Karnımda taşıdığım bu can, beni yıkıldığım yerden ayaklandıracaktı.
Birkaç gün önce İrem'in arabasına bavullarımızı doldurup İzmir'e gelmiştik. Bizi İstanbul'da tutacak tek bir sebep kalmamıştı. Abim, ikimizden de vazgeçme kararı almıştı. Gözlerimizin içine baka baka Barlas'ın gidişine hak verdiğini söylemişti. Onu gittiği yerde bulacağını ve onu asla yalnız bırakmayacağını söylemişti. O, kardeşi ile sevdiği kadını seçmek yerine, kız kardeşinden hevesini alıp sonra da ortalardan çekip giden bir şerefsizi seçmişti. Bunu neden yaptığını bilmiyordum, fakat kendince haklı sebepleri olduğuna inanmak istiyordum.
Hamile olduğumu ilk öğrenen kişi İrem'di. Barlas'ın beni terk edişinin ertesi gününde ona her şeyi anlatmıştım. Korkak gibi kaçıp saklanmak yerine, cesur davranıp yaptığım hatadan kaçmama kararı almıştım. İzmir'e geldiğimiz günün gecesinde ise, tam annem ve babam yataklarına çekilecekken bir sır gibi gizlediğim gerçeği gün yüzüne çıkartmıştım. Annem sadece olduğu yerde kalakalmıştı. Babam da kapıyı çarpıp gecenin bir vakti çekip gitmişti. Günlerdir eve gelmiyordu. O gelene kadar bu odadan dışarı çıkmayacağıma dair and içmiştim. Beni asla affetmeyecekti. Babam bizi o kadar güzel şartlar altında yetiştirmişti ki, kızının daha 19 yaşında gebe kalmasına layık olacak bir adam değildi. Ona bu hayal kırıklığını yaşattığım için kendimden tiksiniyordum.
Okumak için gittiğim şehirden, okulumu yarım bırakıp geri dönmüştüm. Bu evden tek başına çıkıp gitmişken, bir canı daha peşime takıp geri dönmüştüm.
Annem kaç gündür babamı eve geri getirmek için çabalıyordu. Diğer yandan da beni biraz olsun kendime getirmek için hiçbir şey olmamış gibi davranıyordu. Ne olursa olsun, çektiği acıyı hissedebiliyordum. Dudakları gülümserken, gözleri ağlıyordu. Uzaktan baktığımda dahi göz altlarına kat kat sürdüğü kapatıcıyı görebiliyordum. Bütün gece göz altlarını mosmor edinceye dek ağlıyordu. Sadece kendi hayal kırıklığı yetmezmiş gibi, babamın ve benim de acımı sırtlanıyordu.
Kapımın tıklatıldığını işittim. Hiçbir tepki vermeden yattığım yerde kımıldamadan durdum. Kapım birkez daha tıklatıldığında, başıma dek çektiğim battaniyeyi iterek derin bir iç çektim. Kapı bir kez daha tıklatıldı.
"N'oldu?" diye seslendim.
"Ecrin, şu kapıyı kilitlemekten ne zaman vazgeçeceksin? Ne yapıp edip içeri giriyorum, biliyorsun."
İrem'in sözleriyle gözlerimi devirdim. İrem her gece abimin eski odasında uyuyor ve her sabah onun yatağında uyanıyordu. Bundan her ne kadar hoşlanmadığını söylese de, onun yatağında yatarken bile huzurlu hissettiğini biliyordum. Abim Barlas'ın tarafına geçme kararı aldığı gün, İrem ona bir seçenek sunmuştu. 'Ya bizimle İzmir'e gelirsin, ya da seni terk ederim.' demişti. Sonuç şaşırtıcı olmuştu. Abim İstanbul'da kalıp Barlas'ı bulacağını söylemişti ve hem benim tarafımı tutmayıp hem de İrem'i terk etmişti. Şu an İrem bir yandan beni toparlamaya çalışıyor, diğer yandan kırılmış kalbini avutmak için çaba harcıyordu. Hayatını mahvedip benim yanımdan ayrılmadığı için ona minnettardım. Abimin yapamadığı fedakarlığı o yapmıştı.
Battaniyeyi üzerimden tamamen çekip yattığım yerden doğruldum. Ayağa kalktığım ilk birkaç saniye minik baş dönmeleriyle baş etmek zorunda kaldım. Yalpalayarak odanın kapısına doğru ilerledim. Sadece kapının kilidini çevirmekle yetindim. Tam arkamı döndüğüm sırada kapının kolu aşağı indirildi. Yatağıma doğru ilerleyeceğim sırada, tanıdık bir erkek sesi beni duraksattı.
"Ecrin..."
Boğazıma oturan yumruyu yutkunarak gidermeye çalıştım. Bu Aras'ın sesiydi... Gözlerimi sımsıkı yumdum. Başım, aklımda dönüp duran çarkların yükünü kaldıramayıp önüme düştü. Elinin omuzlarımdaki silik dokunuşunu hissettim. Bir hıçkırık dudaklarımdan fışkırdı. Bu ses duyulur duyulmaz, omzumu tutan el beni kendine doğru çevirdi. Bitkin düşmüş bedenim onun kolları tarafından sarıldı. Bu sarılış bana eskileri hatırlattı. Geçmiş, her zamanki gibi sol yanımı sızlattı. Sadece ufacık bir zaman diliminde, hayatım alt üst olmuştu. Eski mutluluğumu deliler gibi özlüyordum.
"Anlat bana... Seni bu hale getiren şey ne?"
Kollarımı beline sararken kazağını parmaklarımın arasında ezdim. Hıçkıra hıçkıra ağlarken, vücudum sarsılıyordu. Vücudumun herbir sarsıntısı, ruhumu zedeliyordu. Pusulasını denize düşürmüş bir denizci gibiydim. Okyanusun ortasında yönümü yitirmiştim. Bir yardım eline daha ihtiyacımın olduğunu hissediyordum. Dilimin altında birikmiş sözcükleri tek tek dışarı saldım.
"Aras... Terk edildim. Beni terk etti. Ona o kadar çok güveniyordum ki, bana bunu nasıl yaptı? Ben onu bu kadar severken, gitmeye vicdanı nasıl dayandı? Bebeğimiz olacaktı. Benim bir sürü hayallerim vardı. Hevesimi kursağımda bıraktı. Ben o gitti gideli, içten içe can çekişiyorum. Kendimle baş edemez oldum... Babam bana sırt çevirdi. Annem de kendini harap etti. İrem de beni toparlamak için kendi huzurunu feda etti. Kendime bile hayrım yokken, çevremdekileri de mahvediyorum. Beni bu hale getirdiği için ondan nefret ediyorum... En çok da, kalbime söz geçiremediğim için kendimden nefret ediyorum."
Aras avcunun içini sırtıma yaslayıp sarsılan omurgamı usul usul okşadı. Onun bu sakin dokunuşu, hıçkırıklarımı azalttı. Ona söylediğim her bir sözün yükü benliğimi terk ettiğinde, ruhum hafifledi. O sırada gür bir öksürük sesi, dostça kucaklaşmamızı böldü. Aras'ın beline doladığım kollarımı geri çektim. Ondan bir adım uzaklaşıp elmacık kemiklerimi ellerimle sildim. Bakışlarımı öksürük sesinin geldiği yöne doğru çevirdim. Odamın kapısının önünde dikilen babamın geniş cüssesini gördüğüm an, kalp atışlarım çağırından çıktı.
"B-Baba..."
Günlerdir onun gelmesini beklerken, böyle umulmadık bir anda karşımda belirmesi beni şoke etmişti. Ona sarılmamak için kendimi zor dizginlerken, odamdan içeri girerek bu durumu daha da zorlaştırdı. Hemen ardından İrem ve annem de odamdan içeri girdi. Babam boğazını temizleyerek onu dinlememiz gerektiğinin sinyallerini verdi. Gözlerimin içine bakmamaya özen göstererek konuşmasına başladı.
"Az önce duyduklarıma göre, artık Aras da olanlardan haberdar oldu. Bu durumda yapacağım konuşma hepinizi ilgilendiriyor."
Babamın sözleri merakımı iyice tetiklerken, pür dikkat ağzından çıkacak kelimelere odaklandım.
"Evet, Ecrin'in yaptığı büyük bir hataydı. Bunu ondan asla beklemiyordum, fakat artık olan oldu. Bunu kabullenmek ve öfkemi bir kenara bırakmak zorundayım. Onun yaptığı hatanın bedelini, o bebeğe ödetmeyeceğim. O bebek hayata gelecek."
Babam öfkesine yenik düşmek yerine, merhametiyle hareket ediyordu. Bu tavrı, yüzümde minik bir tebessüm bıraktı. Nihayet gözlerini benden saklamaya son verip, gözlerimin içine baktı. Onun bakışlarıyla çarpıştığım an, kalbim son sürat atışına kaldığı yerden devam etti.
"Ecrin, şu an ne kadar utanç içinde olduğunu biliyorum. Pişmanlığının farkındayım. Hamile oluşun seni utandırıyor. Bu yüzden, bunu yalnızca biz bileceğiz. Bu halinle insan içine çıkmaktan çekineceksin. Tanıdıklarınla karşılaştığında başını eğeceksin. Ben sana bunu yaşattırmam. Buradan çekip gideceğiz. İşim falan umrumda değil. Gittiğim yerde de mutlaka bir iş bulurum. Mühim olan sizsiniz. Nereye istersen oraya gidelim. Yeni bir hayatın olsun, kızım. Madem ki anne olacaksın; anneliğini utanmadan yaşayacaksın."
Babamın söylediği herbir söz, kalbimi derinden sarstı. Gözlerimden yuvarlanan göz yaşları kızgın lavlar gibi tenimi deşti. Babama doğru korkak adımlarla ilerledim. Önünde diz çökeceğim sırada beni omuzlarımdan sıkıca kavrayıp dikleştirdi. Bir yerden güç bulmanın arzusuyla kollarımı beline doladım. İlk defa babama sarılırken, bu denli çekingendim. Babam sarılışıma karşılık vermedi, fakat beni bedeninden de uzaklaştırmadı.
"Baba... Çok teşekkür ederim. Her şeye rağmen, bana sırtını çevirmedin. Sana o kadar çok şey borçluyum ki... Fakat benim hatamın bedelini sizin ödemenize izin veremem. Kendi acımı size yük edemem. Siz hayatınıza devam etmek zorundasınız. Ben kendi başıma üstesinden geleceğim."
"Bu saatten sonra seni bir başına bırakacak değilim. Beni abinle bir tutma."
Öfkeli sesiyle ima ettikleri, şaşkınlığımı arttırdı. Kollarımı gevşetip bir adım geri çekildim. Babamın gözlerinin içindeki karmaşa, beni de dağıttı.
"Onunla mı konuştun?"
Gözlerindeki karmaşanın parçalarını topladı. Göz bebeklerinde bir dev dirildi. Bu dev, öfkeydi.
"Ona buraya gelmesini söyledim. Seni terk eden o şerefsizi bulmadan, hiçbir yere gidemezmiş. Madem ki o iti, öz kardeşinden daha önemli bir yere koyuyor, o halde cehennemin dibine kadar yolu var."
Gür sesi odanın sessiz duvarlarını titretti. Hıçkırık sesleriyle dolmuş tuğlaların arasında gürledi. Bedenimin titreyişine mani olamadım. Abime hamile olduğumu söylemiş olduğunu düşündüğüm an, mideme kramplar girdi. Her ne kadar ona kırgın olsam da, bunu öğrenip paramparça olmasını istemiyordum. Eğer Barlas'a sahiden ulaşacak olursa, bunu ona söyleme ihtimali de çok yüksekti. Kendime yeni bir sayfa açacak olursam, bu sayfaya katiyen Barlas'ın parmak izleri değmemeliydi. Hamile olduğumu öğrenip sırf bu yüzden bana acıyıp dönerse, onu hiç düşünmeden kabul ederdim. Böyle bir gurursuzluğu bana yaşatmasına müsaade edemezdim. Olur da yalnızca bebeğimi isterse, onu elimden almak için her yolu denerdi. Bu iki olasılık da berbattı.
"Baba... Abime hamile olduğumdan bahsetmedin, değil mi? Onun bilmesini istemiyorum. Barlas ile irtibata geçerse, onu bundan haberdar edebilir. Barlas'ın nasıl bir tepki vereceğini kestiremiyorum, fakat beni her şekilde kötü etkileyeceğine eminim."
Babam anlayışla gözlerini kırptı, fakat dudakları hâlâ düz bir çizgi halindeydi. "Merak etme, Erkin'e hiçbir şey anlatmadım. Madem ki bilmesini istemiyorsun; ben dahil, bu odadaki hiç kimse ona bundan bahsetmeyecek. Seni kullanıp bir kenara atan o herif ise, karnındaki candan asla haberdar olmayacak."
Kullanıp bir kenara atılmak...
İnsanlar kullandıkları eşyaları ne için bir kenara atardı? Ya artık onların işine yaramadığı için, ya da daha iyisini buldukları için... Ben şu, işe yaramadığı için bir kenara atılanlardandım. Eskitilmiş, itilmiş, kakılmış... Nefesim her yere fazlalıktı. Varlığım dahi bir mahcubiyet sebebiydi. Berrak bir suyun içine damlayan kan gibiydim. Sanki her masumiyeti kirletiyor, her güzelliği çirkinliğe itiyordum. Ailemi yıkmıştım, hemde toparlaması olanaksız bir şekilde. Bana yeni bir hayat imkânı sunsalar dahi, açılan yaralar iyileşmeyecekti. Sadece gizlenecekti.
"Ankara'ya gidelim. Hemen yarın..."
Bir anda ağzımdan çıkan kelimeler, beni dahi şaşırttı. Madem ki yeni bir sayfa açmayı istiyorlardı, o halde o sayfayı açmalarına izin verecektim. Yeni bir şehir, yeni bir hayat, tanımadığım yüzler... Hepsi yeni bir başlangıç demekti. Bu belki içimdeki kasvetli bulutları biraz daha azaltırdı, fakat tamamen yok edemezdi. Artık içimden ağlardım belki. Yüzümde sahte güller açardı, fakat yüreğim o güllerin dikenleriyle eşelenirdi. Her ne kadar hayatlarını mahvetmek istemesem de, annemin ve babamın yanımda olmasına ihtiyacım vardı. Zaten hayatlarını mahvedeceğim kadar mahvetmiştim. Bundan sonra yapacaklarım, onları daha fazla incitemezdi.
"Tamam, nasıl istersen. Eylül'üm, bavulları hazırla. Yarın Ankara'ya gidiyoruz."
Babamın sözüyle annem başını yavaşça onaylarcasına salladı. Gözlerindeki hüzünlü eda, kalbimi burktu. Bir anda sadece kızlarını yitirmemişlerdi, aynı zamanda alıştıkları düzenden de kopuyorlardı. Onlara bunu yapan bendim. Bunun üzerine abimin yaptıkları da tuz biber ekmişti. Babam onu paramparça eden kızına kol kanat gererken, oğluna sırt çevirmişti; çünkü kalleşlik yaptığını düşünmüştü. Abim ise zekice bir karar vermişti. Benimle gelip yanıbaşımda çürümektense, Barlas'ın bir anda ortadan kayboluşunu bahane edip hayatını yaşamak istemişti. Ona hak veriyordum. Sadece, hayatımı altüst eden adamın tarafında olmak yerine, beni daha az incitecek bir bahaneye sığınmasını tercih ederdim.
Tutunduğum en güçlü dal kopmuş ve benim düşüşüme neden olmuştu. Bu, Barlas'tı. Düşerken bir başka dala tutunmak için çabalamıştım. O dal da elimden kayıp düşüşümü seyretmişti. Bu, abimdi. Yere düşmeme ramak kala ağacın gövdesine sarılmıştım. Bu, ailemdi. Annem, babam ve İrem... Onlar yere düşmeme izin vermemişlerdi. Paramparça oluşumu seyretmek istememişlerdi.
Ne olursa olsun, ben yalnız başıma kalmamıştım. Gücüme güç katan annem, babam ve en yakın dostum yanımdaydı. Her şeyden önemlisi, canımın içinde bir can vardı. Ben, kimsesiz değildim.
***
Ellerimin titreyişi emniyet kemerimi bağlamamda zorlanmama sebep oldu. Heyecanım hat safhadaydı. Hayatımın tamamen değişeceği yolculuğa çıkmak üzereydik. Emniyet kemerimi güçlükle bağladıktan sonra, derin bir nefes alıp arkama yaslandım. Önümüzde duran beyaz arabaya baktım. Babamın arabasıydı. Ankaraya iki arabayla beraber gidecektik. Annem ve babam o arabayla, Ben ve İrem ise, İrem'in arabasıyla yolculuk edecektik.
İrem son bavulu da bagaja yerleştirdikten sonra, arabanın kapısını açıp şoför koltuğuna oturdu. O emniyet kemerini kolayca takarken, bende montumun cebinde duran yeni hattımı elime aldım. Babam hattımı kendi üzerine satın almıştı. Barlas'ın bana ulaşmasını tek istemeyen ben değildim. Babam da bu konuda benimle hemfikirdi ve iki misli daha katıydı. Bu sabah alelacele hattı elime tutuşturup bavulları aşağı indirmek için gözden kaybolmuştu. Bende o telaşla montumun cebine koymuştum. Yanıma sıkıştırdığım kol çantamın fermuarını açıp hattımı içine koydum. Çantanın içinde gözüme çarpan balık krakerleri gördüğüm an, karnım guruldadı.
Ah hadi ama... Daha 15 dakika önce sandviç yemiştim.
Gittikçe önüne geçemediğim iştahım, gözümü korkutuyordu. Kendimi dizginlemeye bir son verip balık krakerin ambalajını yırttım. Avcuma birkaç tane alıp hepsiyle ağzımı doldurdum. İrem'in kıkırtılarıyla başımı ona doğru çevirdim. Ağzımın dolu oluşu yanaklarımı şişkin gösteriyordu ve İrem bu komik görüntümü görünce kahkahasını bastırmaya bir son verdi. O kahkahalarla gülerken, ben ise ağzımdakileri zorla çiğnemeye çalışıyordum.
"Hahahaha... Evden çıkmadan önce senin için hazırladığım sandvici yemiştin. Ne ara acıktın... Şu haline bak, ağzını o kadar doldurmasaydın bari."
Ağzımdakileri yutkununca ona bir cevap verdim. "Karnımın içinde bir canavar var. Ciddi anlamda doymak bilmiyor. Bu gidişle varile dönmekten korkuyorum."
İrem kahkaha atmaya nihayet bir son verdi. "Hamileliğin ilk aylarından başladı. Anlaşılan tombik bir şey olacak bu bebecik."
Yanakları dolu dolu bir bebek hayal ederek tebessüm ettim. "Sanırım öyle... Dünyaya gelmesi için sabırsızlanıyorum."
İrem elini dizimin üzerine koyup hafifçe okşadı. "Bende sabırsızlanıyorum."
Arabanın penceresinin tıklatılmasıyla, ikimizin de dikkati pencereden dışarı kaydı. Aras'ın gülümseyen yüzünü karşımda görünce şaşkın gözlerle ona baktım. Dün akşama kadar benimle birlikteydi. Akşam evine giderken vedalaşmamıza rağmen, şimdi de vedalaşmaya gelmesi beni şaşırttı. Oysa ki insanları yolculamaktan hoşlanmadığını dün dile getirmişti. İrem araba kapılarının kilitlerini açtıktan hemen sonra, Aras ön kapıyı açtı. Benimle yüz yüze gelebilmek için diz çöktü. Montunun kapüşonunu geri itip dalgalı saçlarını özgür bıraktı. Mavi gözleri gözlerime mıhlandı.
"Bana verdiğin görevi tamamladım."
Söylediği kelimelerle bir an için duraksadım. Bir müddet düşündükten sonra söylemek istediği şeyi idrak edebildim. Bilgisayarla fazlasıyla haşır neşir olduğu için, ondan bütün sosyal medya hesaplarımı kapatmasını istemiştim. Bana kimsenin ulaşmasını istemiyordum. Bu isteğimi geri çevirmeyince ona şifremi söylemiştim. Zaten bütün hesaplarım için aynı şifre geçerliydi.
"Çok teşekkür ederim."
Bir süre sessizce bakıştık. Ardından gülümsemeye bir son verdi. Yüzündeki tebessüm yok olduğunda, yüz hatları ciddiyetle katılaştı.
"Aslına bakarsan, bunu söylemek için buraya gelmedim."
Başımı aşağı yukarı salladım. "Farkındayım."
"Sana sormam gereken bir soru var. Beni iyi dinlemeni istiyorum."
Merak damarlarımı çepeçevre sardı. "Dinliyorum."
Kısa bir süre soluklandıktan sonra, konuşmaya cesaret etti. "Hâlâ seni seviyorum. Sevgim zerre azalmadı. İzmir'e geldiğim günden beri, seni özlüyorum. Dün seni uzun süre sonra ilk kez gördüm. Ecrin... Ben senin hasretine dayanamıyorum. Bu arabanın hemen arkasında arabam duruyor. Bagajını bavullarımla doldurdum. Ankara'ya gelmek istiyorum. Sensizlik zehir gibi, kan kusturuyor bana. İzin ver sizinle geleyim. Orada sizin evinize yakın bir ev tutarım, yanından bir an dahi ayrılmam... Eskisi gibi en yakın arkadaşın olurum. Şimdi bana ister kal de, ister gel de. Kararı sana bırakıyorum."
Sözlerinin üzerimde bıraktığı etki, kalbimi sızlattı. Onun sevgisi beni tesiri altına aldı. Sustum. Sükunetten başka bir yanıt bulamadım. Mavi gözlerinin içindeki heyecanlı kıpırtıya kapıldım. Benim için kendini feda edişine seyirci kaldım. Bir süre cevap veremedim. 'Burada kal' diye haykırmak istedim, fakat dudaklarının kıyılarına sinen fısıltıyı işitebiliyordum. Gelmesine müsaade etmem için yalvarıyordu.
Bir hata yaptım ve bir kişinin daha benimle hayatını cehenneme çevirmesine izin verdim.
"Gel."
Tek bir kelimem, dünyaları önüne serdi. Dudaklarına mutluluğun gölgeleri düştü. Ayakları üzerinde doğrulduğu sırada, hiçbir şey olmamış gibi geri çekildi. Kapımı kapatırken heyecandan titreyen sesiyle konuştu.
"Teşekkür ederim."
Gülümseyerek onun bu hallerini izledim. Islık çala çala arkamıza park ettiği arabasına ilerledi. O şoför koltuğuna oturuncaya dek onun etrafa saçtığı neşeye odaklandım. Ardından babam yola çıkma vaktinin geldiğine dair bir işaret verdi. İşte bu işaret, kasvetli bulutları başıma topladı. Önce babamın arabası harekete geçti. Biz onu, Aras da bizi takip etti. Tekerlekler asfalt yolda ilerledikçe, bu şehir biraz daha yabancılaştı.
Bir hafta içerisinde iki şehir terk etmiştim ve bir kez terk edilmiştim.
Elimdekileri bir kenara bırakıp ellerimi karnıma koydum. Montumun üzerinden karnıma dokundum. Elimin altında yaşayan can, Barlas'tan bana kalan en özel parçaydı. Beni paramparça eden adamın parçasıydı.
Başımı arabanın camına yaslayıp gözümün önünden geçip giden manzarayı seyrettim. İçimde, sevdiği bağrından koparılmış bir kadının feryatları saklıydı. Ruhum karalar bağlıyordu. Yeni bir sayfa açmam için, daha önce hiç ayak basmadığım bir şehirde yaşayacaktım. Bunun için hâlâ fazlasıyla kırık döküktüm. Yüreğimde, unutulması gereken bir adam ve sırtımda, onunla biriktirdiğim bir sürü anı taşıyordum. Bu yükten kurtuluşum yoktu.
Ağlamak istedim. Sarsıla sarsıla ağlamak... Fakat göz pınarlarım kurumuştu ağlamaktan.
Bende göz yaşı dökmeden ağladım. Bütün bir şehri ardımda bırakıncaya dek, kendi düşüncelerimin arasında can çekişecektim. Kendime bu eziyeti yapmalıydım ki, Ankara'ya ayak bastığımda acım dinmeliydi. Madem ki yeni bir sayfa açacaktım, o halde düştüğüm yerden ayaklanmam gerekiyordu.
Acı çeke çeke güçlenecektim. Kendi canımı acıta acıta...
Onun sesini telefonda ilk duyduğum anı hatırladım. Ardından onu süpermarkette ilk kez gördüğüm anı... Bana ilk bakışını, ilk gülüşünü, bedenimi ilk sarışını, beni ilk öpüşünü... Anılar kursağıma dizildi. Orada tıkanıp kaldı. Aldığım her soluk ciğerlerimi yaktı. Kokusunun yanımda olmayışını hatırladım. Ruhum kıvrandı. Karnımı belli belirsiz okşayan parmaklarım kasıldı.
Bebeğimiz babasının kokusunu asla bilmeyecekti. Babasının kokusu nasıl da huzur kokardı oysa ki...
Gözlerimi sımsıkı yumdum. Onun sesini işittim kulaklarımda. Defalarca kez boğuk sesiyle fısıldadı. Sanki o an, nefesi boynumdaydı.
Küçüğüm, küçüğüm, küçüğüm...
Bebeğimiz babasının sesini de bilmeyecekti. O hoş tınının verdiği mutluluğu tadamayacaktı.
Kusursuz yüzünün herbir zerresi gözlerimin önünde canlandı. Öpmelere doyamadığım güzelliğini hayal ettim.
Bebeğimiz babasının yüzünü dahi göremeyecekti. Onun dayanılmaz büyüsüne kapılamayacaktı.
Saçlarımı okşayan, tenimi yakup kavuran o dokunuşları âdeta bedenimde gezindi. Sıkıca kucaklaştığımız anlarda kayboldum.
Bebeğimiz babasının sıcak kucağını tadamayacaktı. Hep eksik kalacaktı.
Her şeyden kötüsü, ben onun her şeyini ezbere biliyor olacaktım ve gün geçtikçe bütün hepsi silikleşecekti. Sesini, kokusunu, bakışını, gülüşünü, dokunuşunu ve hatta yüz hatlarını dahi unutacaktım. Geriye yalnızca boşluk kalacaktı.
Kendi içimde yarattığım selde, kendimi boğdum. Onun yokluğunun verdiği acı, damarlarımda akan kana karıştı. Kalbim o acıyı pompaladı, pompaladı, pompaladı... Aşk, yakardı. Ben cayır cayır yanıyordum. Ellerim, ayaklarım değil; yüreğim yanıyordu. Bitmek, tükenmek bilmeyen bir ızdırabın ortasına prangalanmıştım. Çıkış yolum yoktu. Nereye kaçsam kurtulamazdım. Bu kalbi taşıdığım müddetçe, acı dinmeyecekti. Kalbim, acının kaynağıydı. Çünkü içinde 'o' vardı.
Gidişini dahi izleyemediğim adamın, gelişine muhtaçtım. İşte bu, çok acınasıydı.
Asıl acı olan şey ise, düşlerimin suya düşüşüydü. Bizim hikâyemizin son satırına damlayan mürekkebin mutluluk kokmasını hayal etmiştim. Bu hikâyenin sonu mutlu değildi. Bizim sonumuz, 'biz'li de değildi. Biz, paramparça olmuştuk. Sonu olmayan bir hikâyeydi bu. Hikâyedeki adam ortadan kaybolmuştu, kadın ise yarım kalmıştı. Mutlu bir son yerine, mutsuz bir sonsuzluğa itilmiştim. Bu mutsuzluğa son vermenin tek bir yolu vardı: Unutmaktı.
Onu kalbimin topraklarına diri diri defnedecektim. İşte o zaman, mahsur kaldığım bu mutsuzluktan azad olacaktım.
Barlas Seçkiner'i unutacaktım.
~
Bölüm hakkında düşünceleriniz neler?
Oy ve yorumlarınızı bekliyorum. Yorumlarınız beni motive ediyor ve bölüm yazma şevki kazanmamı sağlıyor.
YGS sınavına 2 haftadan az bir zaman kaldı. Sınava kadar tek bir kelime dahi yazabileceğimi sanmıyorum. Yeni bölümün erken gelme olasılığı düşük olsa da, bomba gibi bir bölümle geleceğime emin olabilirsiniz.
Ortalık karışacak...
Sizi çoook seviyorum. İyiki varsınız. Kocaman sarılıyor ve öpüyorum. Hoşça kalın, kuzularım.❤💕💋
-Şahsi Instagram Hesabım: aleynafetvac
-MSOM? Instagram Hesabı: wattpad.mayissinegimolurmusun
Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top