9.1 Yer Mavi Gök Siyah

İstanbul Havalimanı dış hatlar çıkış kapısında Tekin'in yüzünü gördüğüm an, pişmanlık adını verdiğimiz soyut kavram gözlerimin önünde bir insanın silüetine dönüştü. Kendinden emin adımlarla bastığı zemine düşen gölgesi içime neşe değil kaygı getirdi. Korkarım bu his artık beni terketmeyecekti. Binlerce yıl öncesinde kalmış gibi hissettiğim, Rüzgar öncesi dönemde ilişkimizde bir gün olsun dürüstlükten şaşmamıştım. Sorgulamalar ve pişmanlıklar olmadan yaşanan huzurlu günlerdi onlar. Artık doğru kelimesi bile anlam netliğini yitirmişti. Doğru neye göreydi? Kime göreydi? Bana doğru yaklaşan Tekin'e bakarken tek bildiğim onu sevmekten hiç vazgeçmediğimdi.

Yalancı yüzüme eğri büğrü bir gülümseme oturtmayı başardım. O ise, efsanevi iç ısıtan gülüşünü saçarken adımlarını hızlandırdı, birkaç adım sonra kollarındaydım. Gittiği günden beri kesmediği sakalları yüzümü gıdıklıyordu. Oldukça kilo vermişti. Uçuş yorgunu solgun yüzü ellerimin arasında küçücük kalmıştı. Gözlerime kenetlenen deniz mavisi bir çift gözde saf mutluluk hakimdi. Bütün dünyamı yeni baştan maviye boyamasına gözlerinin gözlerime değmesi kadar süre yetmişti. Sımsıkı sardığı kollarını uzun süre çözmedi. Yüzü saçlarımın arasına gömülü, saçlarımın kokusunu derin derin içine çekerken,

"Seni ne çok özlediğimi tahmin bile edemezsin." dedi.

Ben de seni Tekin... Ben de seni. Fakat çok şey değişti.

Onun evine gittik. Önceki gün, eski yardımcısını çağırıp dip köşe temizlettiğimden içeri girdiğimizde ev pırıl pırıl parlar halde onu bekliyordu. Evine kavuşmanın mutluluğunu her adımında çıkardığı takdir sesleriyle dile getiriyordu.

"Ah! Yatağım! Kendi yatağım!" Beni kucaklayıp yatağına atarken küçük bir çığlık attım. "Ve yatağımın üstünde sevdiğim kadın."

O an bize dışarıdan bakan biri onunla birlikte gülen bir kadın görürdü. Fakat zihnimin gerilerinde kasırgalar kopuyor, her an her saniye bana içine düştüğüm ihanetimin pişmanlığını hissettiriyordu. Neyse ki Tekin öylesine mutluydu ki bendeki sahte mutluluğu farketmiyordu. Yüzü yüzüme karıştı. Dudaklarıma sakal ve istek dolu bir öpücükler bıraktı.

"Çok güzelsin..." Yüzümü sevgiyle tarayan gözlerinden ruhuma sevgi akıyordu. "Çok güzelsin Işık."

Sweatshirtümü havalandırıp kafasını altına soktu. Sıcak nefesini tenimde hissettiğimde gerilerek kaçmaya çalıştım. O bunu gıdıklanmak olarak algıladı. Beni bir süre kıvrandırdıktan sonra karnımı öpüp geri çıktı. Sweatshirt üstümden sıyrıldığında suratındaki yaramaz gülüş azalarak yerini apaçık bir isteğe bıraktı. Yüzü tıpkı bir çocuk gibi güzeldi ve şehvet tarafından ele geçirilmiş olmasına rağmen yine de bir şekilde masum görünüyordu. Belki de, yaşadığım bunca şeyden sonra Tekin benim içimde masum kalan yanımı temsil ediyordu. Bu yüzden de onu öyle görmek istiyordum.

"Ten rengin o kadar güzel ki..."

İki parmağını karnımın üstünde yürütürken sanki ilk kez tanırmış gibi keşfettiği bedenimle zaman geçirmekten keyif alıyordu. Acelesi yoktu. Anlatacak çok şeyim olmasına rağmen, söyleyecek güzel hiçbir şeyim olmadığı için benim de yoktu.

Parmakları sütyenimin altına geçtiğinde yeniden gerilsem de ona dur diyemedim. Fakat bir şekilde o, gözlerimdeki ifadeyi gördü.

"Seni doyasıya sevmeden önce uzun bir duş almak istiyorum." diyerek üstümden çekildi.

Kötü koktuğu için rahatsız olduğumu düşünmüş olmalıydı. Öyle düşünmesini istemediğimden onu üstüme geri çektim.

"Gitme." dedim. "Kötü kokmuyorsun."

Güldü.

Tekin beni ondan uzaklaştıran ve an içinde ona çeken sebeplerimi bilmiyor, gördüğü her şeyi kendi zihninde kendi oluşturduğu bir tabloya yerleştiriyordu. O tablo, bir mutluluk tablosuydu. Bu yüzden benim için vicdan azabından ve neyi, nasıl anlatacağımı bilememekten kaynaklanan bir erteleme halini, o özlemeye yordu ve talebimi ikiletmeden bir kez daha soluğu üzerimde aldı.

"Hiçbir yere gitmiyorum bebeğim." derken dudağımdan öptü. "Bir daha." Yeniden öptü. "Sensiz asla." Karşılık vermek zorundaydım, bu yüzden ben de onu öptüm. Parmaklarımı açık renkli sakallarının arasında gezdirdim. Gözlerinin maviliğini doya doya özümsedim. Bir zamanlar beni heyecanlandıran o gözler, şimdilerde çok başka hisler uyandırıyordu.

Yerde ve gökte tüm dünyamın maviden ibaret olduğuna inandığım bir zaman vardı. Şimdilerde her şey ne kadar farklıydı.

Artık yer maviydi, gök siyahtı.

Ve bu karmaşa hali, bu ihanet hali içimi acıtıyordu. Bilmesi gerekiyordu, bilmek hakkıydı. Yine de böylesine mutlu bir anını katledemeyeceğimi düşündüm. Henüz değil. Bugün değil. Bugün için mutlu olmaya hakkı vardı.

Duşa girmeden önce ağır ve yoğun bir tempoda seviştik. Bir şekilde zihnimdeki çığlıkları susturan bir tuş bulmuş, o tuşa basmış ve kendimi ana bırakabilmiştim. Doğruyu ve yanlışı sorgulamıyordum. Sadece yapılması gerekeni yapmam gerekeni söyleyen iç seslerim vardı. Ve bir de korkuyordum. Gelecek olanla yüzleşecek cesarete sahip değildim. Kendini ana bırakmak, kendimi Tekin'e bırakmak bir hayatta kalma haliydi. Ve her ne kadar itiraf etmekten nefret etsem de özlem ve istekle yoğunlaşmış bu sevişme bugüne kadarki en güzel sevişmelerimizden biriydi.

Fakat dilerim sondu.

Yatakta yan yana uzanırken,

"Tekin sana neler olmuş böyle?" diye sayıkladım. Keyifli bir şekilde güldü.

"Orada sağlıklı beslenmekten ve spor yapmaktan başka yapacak pek bir şey yoktu." diye açıkladı. "Bu arada sigarayı bıraktım."

"Şuna bak. Sağlıklı yaşam gurusu gibi olmuşsun."

"Guru mu?"

"Guru ne demek biliyorsun?"

"Guru."

Gülüyorduk.

"Artık duşa giriyorum."

Bir sürü Japon işi hatıralar getirmişti. Duş sonrası valizini açtı ve getirdiği ne varsa salona yığdı. Görkemli bir Samuray kılıcı, kimonolar, sushi setleri, minik çay fincanları ve daha bir sürü süsler püsler biblolar, tablolar.

"Bunlar ne böyle, minicik minicik?"

"İleride daha büyük bir evimiz olduğunda," dedi gülümseyerek, "bir Japon köşesi yapar, bunları oraya koyarız, diye düşündüm."

İçimdeki, hiçbir zaman daha büyük bir evimiz olmayacağı düşüncesini susturdum.

"Peki ya bu sushi seti ne Allah aşkına? Japonya'dan misafirimiz mi gelecek?" diye sordum.

Keyifli bir ifadeyle dudağını büktü.

"Gelir belki."

"Nasıl yani?"

"Anlatacağım her şeyi."

Kolunu omzuma attı, geniş geniş sırıttı.

"Sana Japonya'dayken güzel gelişmeler olduğunu söylemiştim ya,"

"Evet."

"Gerçekleşmeye başladı."

"Şunu düzgünce anlatır mısın?" dedim artık sabırsızlanarak.

"Japon firmanın sahibi Türkiye'de yeni bir şirket kurmak istiyor. Bu yüzden Turhan Bey'e ortaklık teklif ettiler. Ben oradayken Turhan Bey iki defa geldi biliyorsun. Bu konular konuşuldu, el sıkışıldı. Bir yönetim kurulu oluşturulacak. Beni de yeni şirketin Ceo'su yapmak istiyorlar."

Gözleri parlıyordu. Bu heyecan, bu özgüven. Duyduklarıma inanamıyordum.

"Sen ciddi misin?"

"Elbette. Kabul ettim. Çünkü bu hayatımızın fırsatı aşkım. Biraz cefa çektik ama görüyorsun bak, sonucu neye çıktı."

Hayatımızın fırsatı... Onun elinden alacağım bir hayatın. Hayatımızın. İki yüzlülüğüm benim bile midemi bulandırıyordu ama sürdürdüm.

"Tekin bu harika bir haber. Benim için sürpriz oldu. Çıtlatmadın bile bana, nasıl da ketumsun! Peki hiç endişelenmiyor musun?"

"Yapabilir miyim diye mi? Hayır. O konuda kendime güveniyorum. Ama şirketin geleceği konusunu soruyorsan, evet, onu ben de düşündüm. Sonra eldekilere baktım. Yeni şirket arkasında iki büyük firmanın referansıyla geliyor. Güvenmek için iyi bir neden. Tabi çok çalışmamız gerekecek. Hem de çok. Ama buna değer."

Yüzü nasıl da gülüyordu. İçimden gelebildiği kadarıyla sevincini paylaşarak yerimden kalktım. Gidip ona sımsıkı sarıldım.

"Çok sevindim. Tebrik ederim. Bunu gerçekten hakediyorsun. Türkiye'nin en genç Ceo'su olabilirsin sanırım."

"Aşkım, Rüzgar benden bir yaş küçük." dedi şakayla. Yüzüme bir tokat atsa bu denli sarsılmazdım. Duygularımı ele veren bir ifade oluşmasın diye çabucak güldüm.

"O sayılmaz. O babasının şirketini devraldı."

"Çok heyecanlıyım."

"Beni de heyecanlandırdın."

Gecenin ilerleyen saatlerinde, Tekin yatağın içinde bir çocuk gibi bana sarılmış halde derin uykudaydı. Bense düşünceler içerisindeydim. Sıkıntılıydım. Uyuyamıyordum. O gün ilk kez telefonumu elime aldım.

Rüzgar mesaj atmıştı. "Napıyorsun?"

Biliyordu Tekin'in döndüğünü, yine de kendine engel olamamıştı.

Biliyordu zaman gerektiğini, yine de kendine engel olamamıştı.

Çünkü o ateşti. Yanardı. Yakardı.

"Onunla henüz konuşamam." yazdım. "Bugün geldi daha. Bugün olmaz."

Mesajımı gördü. Derin bir sessizliğe bürünerek cevap yazmadı.

Hemen ertesi gün, klasik olduğu üzere Tarık'larda toplaştık. Grubumuzun yeniden tamamlanmasının getirdiği neşe geceye hakimdi. Tekin, Tarık'la Elif'in nişanını sordu. Uzun uzun anlattılar. Sonrasında uzun bir süre de Japonya konuşuldu. Tekin her şeyi anlattı da, yeni proje konusunu açmadı bir türlü. Henüz çok yeni olduğundan olaylar kesinleşmeden dile getirmek istemediğini anlayabiliyordum. Rüzgar'a anlatmış mıydı, bilmiyordum, muhtemelen ona bile anlatacak vakti olmamıştı. Eskiden olsa Rüzgar, Tekin geldiği için çok coşkulu davranırdı. O cephede de işler artık farklıydı. Fakat Tekin diğerlerinin ilgisiyle yeterince sarmalandığı için farklılığı farketmiyordu. Henüz.

Gece ilerliyordu. Elif, Tekin'i kastederek oturduğum yerden kolumu cimcikliyordu.

"Kızım bu ne yemiş ne içmiş oralarda böyle?"

"Sağlıklı beslendim diyor. Sigarayı da bırakmış."

"Sen gözünü üstünden ayırma. Baya fit olmuş bu."

"Olur."

Elif'e gülüyordum. Fakat gözlerim Tekin'i görmüyor, Rüzgar'la buluşmak istiyordu.

Rüzgar bana hiç bakmıyordu.

Bir süredir yemek masasında toplaşılmış, bağıra çağıra bir zeka oyunu oynanıyordu. Bense gözlerimi üzerinden alamadığım Rüzgar'ın rol yapma konusunda maksimum çaba harcadığını görebiliyordum. Koyu kırmızı bir kazak giymişti, her zamanki gibi çok hoş görünüyordu. Fakat hiç keyfi yoktu. Sanki aklı başka yerdeymiş gibi gözleri donuk bakıyordu. Zorlanıyordu, farketmeden ellerinin kenarındaki etleri kemiriyordu. Sıkıntılıydı. Bir an geliyor, yerinde duramıyor, bir o yana bir bu yana hareket ediyor, bir an sonra oturuyor, yine donuklaşıyordu. Eskiden olduğu gibi benimle iletişim kurmamaya özen gösteriyordu. Oysa ki diğerleri artık barıştığımızı bildikleri için bu kez de yok sayan tavrı soru işareti uyandıracaktı. Üstüne varmak istemiyordum ama olabildiğince normal davranmak zorundaydık.

Oyunda zar atma sırası bana gelmişti, zarı attım. Beş geldi. Yeşil bir kart seçtim. Gözlerimi Rüzgar'a diktim. Beş numaralı soruyu doğruca ona bakarak okudum. Oyun tahtasına eğikti bakışları, birden kafasını kaldırdı, doğruca gözlerimin içine baktı. Öyle birdenbire, bir ateş parladı. Her şey kontrolüm altında sanıyordum, hiçbir şeyin kontrolüm altında olamayacağını kanıtlarcasına, alev alev bakışların etkisinde kaldım. O böyle bakardı da benim kalbim nasıl durmazdı? Düne kadar aynı evi paylaştığım adamın gözlerine bakıyordum. Şimdiyse, sıradan iki arkadaş gibi davranmaya çabalıyordum. Delilikti bu! Manyaklıktı! Buna nasıl dayanılırdı?

Bu esnada o, okuduğum soruya cevap vermişti. Duymamıştım. Sıra başkasına geçti. Oyun devam etti.

Ben devam edemedim.

Gözlerim duvarda asılı saatin akreple yelkovanına takıldı. Tekin'le konuşmak için Rüzgar'dan istediğim zaman gözlerimin önünde akıyordu. Dün konuşamamıştım. Bugün de konuşamamıştım. Ne kadar zaman? Saniyeler zehir olmuş, dakikaları tutuşturuyor, damarlarımda kan yerine zehir dolaşıyordu. Nasıl konuşacaktım? Benim bana... benim zamana direnecek gücüm var mıydı?

Ben buna nasıl dayanacaktım?

Yüzümdeki allak bullak ifade belli olmasın diye kimseyle göz göze gelmeden yerimden kalktım. Tuvalete gitme bahanesiyle masadan ayrıldım. Kendimi banyoya kilitledim. Klozetin kapalı kapağı üstüne oturdum. Yanan yüreğim biraz yatışsın diye derin derin nefesler aldım. Olmadı, yatışmadı. Aldığım nefes acı veriyordu. Tam da o anda telefonuma Rüzgar'ın mesajı düştü.

"Sen bizi ertelediğin sürece yaşamak dediğin şey bu işte. Ben gidiyorum. İyi geceler."

Evin içinde yer değiştiren konuşmalar duydum. Sokak kapısının kapanma sesi geldi. Tuvaletten çıktığımda Rüzgar gerçekten gitmişti.

Tekin'in ofise dönmesinden önceki pazar günüydü. Maviş nihayet altı aylık sakallarıyla vedalaşmaya karar vermişti. Bornozuma sarınıp duşakabinden çıktığımda, o da banyodaydı. Düşük belli eşofmanı, çıplak üst gövdesi, çıplak ayaklarıyla karşımda dikilirken,

"Beni sen traş etmek ister misin?" diye sordu.

Üç yıldır tanıdığım adama sanki ilk kez görüyormuş gibi ağzım açık bakıyordum. Benim tanıdığım Tekin'e ne olmuştu? Yüzünde yaramaz bir gülüş vardı. Elinde traş bıçağı. Ona doğru tereddütlü bir adım attım. Gülerek beni kendine doğru çekti.

"Ne diyorsun bakalım?"

"Ben..." Gözlerimi kırptım. "Beni serseme çevirdin." diye geveledim.

Güldü.

"Ben de sana çok aşığım." derken sakallarını yüzüme sürttü.

Traş bıçağını erişebileceğimiz yerden uzağa bıraktıktan sonra beni lavabo yanındaki mermere oturttu. Bacaklarımı araladığında, ayakta duran gövdesi boşluktaki yerini aldı.

"Yeni duş aldım." diye mırıldandım, kaçabilme arzusuyla. Fakat Tekin'in altı aylık özlemi kolay kolay geçeceğe benzemiyordu.

"Yine alırsın." derken eşofmanını sıyırdı. "Birlikte alırız."

Beynim durmuş gibiydi. Ona dur diyecek makul bir bahane üretemedim.

İçimde sert rüzgarlar eser ve yüreğim başka bir adamın adını avaz avaz haykırırken boş bir kukla misali bedenimi Tekin'e bıraktım.

Pazartesi günü işe birlikte gittik. Traşını mahallesindeki her zamanki berberinde olduktan sonra yüzünün gizemli karizması gitse de, tüm yakışıklılığı ve gençliği ortaya çıkmıştı. Verdiği kilolar yüz hatlarını daha da belirginleştirmiş, bu konuda tartışmasız bir namı olan Rüzgar'a benzemişti. Eski takım elbiseleri de daraltılmaya gideceği için ilk gün Japonya'dan aldığı bir takımı giydi. Her haliyle farklı, daha özgüvenli, daha kararlı bir adamdı. Yolda yürürken bile elimi bir an olsun bırakmıyordu. Ne yapacağımı hiç bilemiyordum.

İş yerinde ilgiyle karşılandı. Kızlar gözlerini ondan bir süre alamadılar. Eliz bile bunca zaman sonra yine Tekin'in yanında bitip kırılıp dökülecek yüzü kendinde buldu. Umut dünyası diye düşündüm. Kız hiç vazgeçmiyordu. İlk biraz hoş beşten ve Japonya muhabbetinden sonra işe dönüldüğünde Turhan Bey sahneyi devraldı. Tekin'i olan biteni anlatsın diye odasına çağırdı.

Tekin'in bahsettiği yeni hayat -onun gözünden yeni hayatımız- hemen başlamayacaktı. Şirketin kurulması bir kaç ayı bulacaktı. Bu esnada Tekin Rüzgar'larla yürüttüğümüz işin sonunu görmek istiyordu. Bu iş kendisinin de referansı olacaktı. Hayallerini benimle o kadar uzun paylaştı, o kadar tutkulu anlattı ki onun enerjisi karşısında ben söndüm, söndüm, ufacık kaldım. Kendimi dahil hissetmediğim fakat ona göre vazgeçilmez bir yerinde durduğum bir hayatı o kadar ciddiye alıyordu ki beni de kendi düşünce girdabına sürüklemesi kolay oldu. Bugün, yarın ve sonraki günler de anlatamayarak geçti. Ben doğru zamanı bir türlü bulamaz, cesaretimi bir türlü toplayamazken, Tekin şirketteki işinin başına döndü ve biz bir şekilde normal hayatımıza devam ettik.

Kurulacak yeni şirketin haberi bir şekilde duyuldu ve duyulduğu andan itibaren de Turhanlı'da ortalığı fısır fısır dedikodular ve bir heyecan dalgası sardı. Tekin'in Ceo olacağı haberi büyük sükse yaratmıştı. Birçoğu kendine de küçük bir pay çıkarmanın peşindeydi. Tekin bu konuda diğerleri adına çok umutlu değildi. Turhan Bey en iyi adamından bir yerde vazgeçmiş oluyordu. Yeni şirketi içinse daha iyi bir yönetici düşünemezdi bu yüzden Tekin'in iş değiştirmesine razı geliyordu. Tekin'i yeni işin başında görmek isteyenlerin Japonlar olduğu böylece ortaya çıkmıştı. Turhan Bey sadece karışık duygular içerisinde bu teklifi onaylıyordu. Öte yandan hali hazırda işleyen şirketinden başka elemanlar koparmak işine gelmeyecekti. Yeni şirket için çoğu oranda dışarıdan alım yapılacaktı. Tekin bunu biliyor yine de kimsenin umudunu kırmamak için ağzını sıkı tutuyordu. Tekin'den laf istemeye cesaret bulamayan bir iki kişi yüzünü kızartıp bana sormayı göze aldı. Kendi derdini çözmekten aciz dudaklarım bu konuda da tamamen mühürlü kaldı.

Tekin'in gidişinden itibaren geçen aylardan sonra yeniden bir pazartesi günü, Rüzgar'ın şirketi tam kadro yola çıkmış toplantıya geliyordu. Bizim şirketin kızlarıysa bir heyecan dalgasına kapılmış, tuvalette saçlarını kabartıyor, makyajlarını tazeliyorlardı. Onlar da haklıydı bir yerde. Sağa dönseler Rüzgar, sola dönseler Tekin. Ve ikisi de benim, diye tamamladı içimdeki kendi kendini tırmalayan bir ses. Rüzgar tam saatinde, yanında karizmasına karizma katan kadrosu ve çekici fiziğiyle ofisimizin yönetim katında arzı endam ettiğinde bunun eşsiz bir devir olduğunu düşündüm.

Tekin devri. Rüzgar devri. Rüzgarlı, fırtınalı, yıkım dolu bir devir... Her haliyle eşsiz fakat ne kadar daha sürecek?

Toplantı Tekin'in paylaşımlarıyla başladı. Japonya'da oluşan ilerlemeden, kullandıkları teknolojilerin bizimle ortaklaşa ilerledikleri projeye olan entegrasyonundan, edindiği izlenimlerin işimize olan artılarından eksilerinden bahsetti. Bunları anlatırken zaman zaman komik anektodlara yer verdi, şakalar anlattı. Rüzgar ise ciddiyetten mimik oynamayan bir yüzle dinledi de dinledi. Sanki yer değiştirmişlerdi. Her zaman liderliği ele alan, konuşmaları yönlendiren Rüzgar olurdu. Tekin'in sessiz bir karizması vardı. Daha ne kadar şaşırabilirim diye düşünerek tıpkı arkadaşlarımızla buluştuğumuz geceki gibi içine kapanarak durgunlaşan Rüzgar'ı gözlemledim. Anlatma sırası onlara geldiğinde, başından savar gibi asabi bir tavırla konuları özetleyip lafı ekibine bıraktı. Başkaları konuşurken kafasını pek kaldırmadan önündeki ajandaya notlar aldı durdu. Benim için de kolay değildi elbette ama o bunu daha çok dışa yansıtıyordu.

Bütün gerginliğine rağmen, toplantı sonrası ritüelini bozmayıp öğle yemeğine Tekin'le birlikte çıktılar. Ofisten ayrılırlarken Tekin'in neyin var diye sorduğunu, Rüzgar'ınsa eksik bir gülüşle onu bir şey olmadığına ikna edişini duydum. Aralarında sorun olmadığını görünce bir miktar nefes alabiliyordum. Ben bir türlü Tekin'le konuşacak doğru zamanı bulamazken olayların kontrolüm dışında ortaya dökülmesi fikri korkudan taşlaşmama neden oluyordu. Kapıdan çıkarkenki o son görüntüdeki samimiyetleri içimi bir nebze olsun rahatlatmıştı.

Hayatıma şöylece bir baktım. İyi bir işim, düzgün bir çevrem ve beni, yükselmekte olan geleceğinin vazgeçilmez bir parçası olarak gören bir sevgilim vardı. Hayatımda yolunda gitmeyen hiçbir şey yoktu. Ta ki Rüzgar hayatıma girene kadar... Ne uğruna neyden vazgeçiyordum? Değecek miydi? Pişman olacak mıydım?

Her şey üstüme üstüme geliyor gibi hissederken hiç sakinleştirmeyen derin nefesler aldım. Ellerimi yüzümden geçirdim. Darmadağındım.

Toparlanmak zorundaydım. Rüzgar da toparlanmak zorundaydı. Belki de bizim esas birbirimize zaman tanımamız ve yaşananları unutmamız en doğrusu olacaktı. Biz bir enkaz yaratıp altından sağ çıkabilecek insanlar değildik, kaldıramazdık. Ben bu hayatı kolay inşa etmemiştim, bu hayatta benim ilmek ilmek emeğim vardı. Bu hayatı yıkıp geçmek en çok da benim kendime yapacağım haksızlıktı. Ve dahası, yıkıntıların üstüne yeni bir hayat kurmak, ayaklarımızın altında ezeceklerimize karşı vicdansızlıktı, yapılamazdı.

Geri çekildim ve bir de kendime uzaktan baktım. Günlerdir Tekin'le konuşamayışımın sebebi belki de sadece doğru zamanı bulamamak değildi. Korkuyordum fakat neyden korktuğumu içten içe daha iyi anlamaya başlamıştım. Rüzgar açısından ise, benimle aynı düşünce yolunu izlemesini ve sağduyuya kulak vermesini beklemek çok zor görünüyordu. Tekin'in olduğu ortamlarda ne kadar gerildiğini gördükçe bu yolun sonunda topluca yerin dibine batacağımıza daha çok ikna oluyordum.

Ve sonra birdenbire, korkularım kadar gerçek olan bir başka şeyin içine düştüm; yeniden Rüzgar'a olan hislerimi düşünmeye başladım. Daha dün aşktan gözümüzün döndüğü günleri. Beni heyecanlandırdığı, sersem ettiği, aşık ettiği her halini, her sözünü ve aramızdaki o çok yoğun, çok güçlü, çok çekici sözsüz iletişimi... Tüm gücüyle yanımda durmasının hissettirdiklerini, bana aşıladığı özgüveni, tutkuyu. Rüzgar'ın bana aşık olmasının hissettirdiklerini düşündüm. İmkansız bir kalbi olduğunu sandığım adamın hislerini açıklarkenki savunmasızlığını ve bir o kadar da gözü dönmüş cesaretini. İlk defa birine karşı böyle güçlü hissettiğini söyleyişini. Ona duyduğum yakıcı hisleri düşündüm. Güne yanında uyanışlarımı, saten çarşaflarda sarmaş dolaş olmalarımızı, upuzun gecelerimizi düşündüm. Güldüklerimizi, içlendiklerimizi, tartışmalarımızı, anlaşmalarımızı, gözlerime alev alev bakışlarını düşündüm. Ve sonra sona erdiğini düşündüm. Bu fikre katlanamadım.

Ne zaman telefonu aldım ve ona mesaj attım. Bir an olsun düşünmeden yapılan refleksif bir hareketti.

"Seni özledim." yazdım. Yazar yazmaz pişman olup, kendimi yumruklamak istedim. Deliriyordum herhalde. Bunu nasıl yapardım? Tam şu anda Tekin'in yanındaydı! Tekin gördüyse nasıl izah edecekti? İzahı geç, belki de Rüzgar tam şu anda, attığım mesajdan hız alıp Tekin'e her şeyi itiraf edebilirdi. Toplantıdaki durgun ve gergin hali kontrol edilmesi güç bir birikimin dışa vurumu gibiydi. Eğer Tekin her şeyi Rüzgar'dan duyacak olursa ben bu utançla yaşayamazdım.

Çıkışı yoktu. Bu yolun çıkışı yoktu.

Derken, Rüzgar'dan cevap geldi.

"Ben de. Sensizliğe dayanamıyorum. Bir yolunu bulup baş başa kalacağımız ortamı yaratmak zorundasın." yazmıştı.

Ona güvensizlik ettiğim için derhal pişman oldum. Rüzgar, Tekin'e yapılacak açıklamayı benim yapmam gerektiğini kabul edecek olgunluktaydı.

Fakat ben bu açıklamayı nasıl yapacaktım?

Kısa vadede yeni bir sorun üremişti. Baş başa kalacağımız ortamı yaratmam gerekiyordu. Tekin yemekten neşeli döndü. Ofiste hiç durmayıp doğruca Turhan Bey'in odasına geçti. İşle ilgili telaşı sürüyordu. Bir kenara çekip konuşulacak kadar bile vakti olmuyordu. Bu yüzden akşam çıkışta kuaför randevum olduğu bilgisini mesaj atarak verdim. Hoşlanmamıştı.

"Nereden çıktı şimdi bu? Saçlarına bu haliyle bayılıyorum."

"Kızlar kuaföre sadece saçları için gitmez hayatım."

"Öteki şeyleri diyorsan, onlara da ihtiyacın yok." yazıp bir de sonuna gülücük koymuştu. "Özlemim geçmedi daha. Seni maksimum sürece yanımda istiyorum." diye devam ettiğinde yeniden içim sıkışmaya başlamıştı. Ne diyeceğimi bilemiyorken yazmaya devam etti. "Gitmen gerekiyorsa git tabi ki, ben şaka yapıyorum. Akşam zaten işlere yoğunlaşmam gerekecek. Sen gelene kadar çalışırım ben de."

Nefes al diye hatırlattım kendime.

Bir iki saatliğine de olsa kaçamak yapacak vakti yaratmıştım. Rüzgar'a mesaj atıp, haber verdim.

Akşam altıda işten çıktığımda Tekin hala Turhan Bey'in yanındaydı. Geç çıkıp direk eve geçecekti. Kuaförümün yerini bile sormamıştı. Kafası o derece yoğundu. Ben de bir taksiye atlayıp Suadiye sahiline geçtim. Rüzgar sahilde, siyah Porsche'nin içinde bekliyordu. Hava çok soğuktu. Hemen arabaya binip sağ koltuğuna oturdum. Sessiz sessiz bakıştık. Ne yapacağımıza dair fikrimiz yoktu. Sadece bir iki saat vaktim vardı ve o surat asıyordu.

Suadiye Oteli'nde bir oda tuttuk. Odaya girene kadar suskunluğunu korudu. Ne zamanki içeri girip kapıyı kapattı, tutamadı daha fazla, kükredi.

"Bugün o mesajı atmasaydın, Allah şahit çok kötü şeyler yapabilirdim Işık. Şu kadar kalmıştı." İşaret parmağıyla baş parmağını çok az mesafe kaldığını gösterircesine birbirine yaklaştırdı. "O döndüğünden beri neler hissediyorum ben? Her gün, her an, her şeyi bırakıp gitmek istiyorum. Ve gidecektim de... senden önce ben her şeyi bırakıp gidecektim. Allah benim belamı versin ki buradayız! Neden? Neden buradayız?"

Ağzımı açıp tek kelime edemiyor fakat isyanını çok iyi anlıyordum.

"En yakın arkadaşımın sevgilisine aşık oldum, aşık olduğum kadını en yakın arkadaşımla paylaşıyorum, amına koyayım iğrenç bir durum bu!" derken içindeki isyanı dökercesine bağırıyordu. "Ne biçim bir karaktersiz, ne biçim kişiliksiz bir herifmişim ki sevdiğim kadını en yakın arkadaşımın kollarında izliyorum da defolup gitmekten başka bir şey yapamıyorum. İnsanlıktan çıktım Işık ben!"

Her sözü her cümlesi ok gibi yüreğime saplanıyordu, çekip çıkaramıyordum. Sırtımı bir duvara yasladım. Ellerimi yüzüme kapadım. Canım çok acıyordu.

Haklıydı. Çok haklıydı.

Yaklaşan adımlarını duydum.

Elleri ellerime değdi. Ellerimi yüzümden çekti. Hissettiğim acıyı yansıtan siyah gözlerini gözlerime dikti.

"Ağlama."

İçimi çeke çeke ağladım.

İçini çekerek beni göğsüne bastırdı.

"Ağlama Işık. Dayanamıyorum. Ağlama."

"Benim için de çok zor." diyebildim hıçkırıkların arasında. Kollarının arasına sindiğimde sesindeki öfke yerini kısık sesli bir isyana bırakmıştı.

"Kollarımın arasındasın şimdi, ben cenneti yaşıyorum. Bir iki saat sonra gideceksin. Ona gideceksin. Ben o zaman cehennemde yanacağım."

Yavaşça sıyrıldım kollarından. Kendime bile direnerek ellerimi güzel yüzüne uzattım. Ama nasıl güzeldi... öyle güzeldi ki yüzü. Ben de onun güzelliğine eriyip giderken aynı anda hem cenneti hem cehennemi yaşıyordum.

Ve ona tam da söylediği gibi kısacık bir cenneti ardından sonsuz cehennemi vaat ediyordum. Onaylamadım sözlerini ama yalan da söylemedim.

Sadece "Vaktimizi kavgayla ziyan etmeyelim." dedim.

Derin bir nefes alıp verdi. Yüreğinde hüküm süren savaşı gözlerinin ürkütücü karanlığında görebiliyordum. Aynı zamanda kalbimi paramparça eden hüzün bulutlarının gölgesi de vardı orada. Kafasını iki yana sallarken, gömleğinin düğmelerini çözmeye başlamıştı.

"Ben böyle çaresizliğin anasını sikeyim." dedi.

Beni kucakladığı gibi yatağa götürdü. Sert ve seri hareketlerle önce gömleğini sıyırıp attı. Gözlerimi çıplak üst gövdesinden ayıramıyordum, tapınılasıydı. Kıyafetlerimi çıkarmaya çalışırken bir yandan gözlerimi üzerinden alamadığımı farketmişti, asabi bir yüz ifadesiyle kolundaki saati çıkardı. Attı. Pantolonunun kemerini çıkardı. Attı. Uzandı, eteğimi sıyırmama yardım etti. Ellerinin altında çırılçıplak kalmıştım. An itibariyle nefes alamıyordum. Pantolonunun cebinden prezervatif çıkardığında gözlerimi kıstım. Gözlerini gözlerimden ayırmadan pantolonunun düğmesini çözdü. Gözlerim aşağıya kaydığı an, ellerini pantolonundan çekti. Hiç gülmeyen, tehditkar ve oyunbaz bir ifadeyle kafasını bana doğru eğdi,

"Yüzüme bak." dedi.

Oysa o vücudu izlemek başlı başına bir tapınma haliydi. Vazgeçemiyordum. Her şeyi çıkardı ve meydan okuyan bakışlarla prezervatifi çoktan uyarılmış uzvuna geçirdi.

Ayak bileklerimden yakalayıp beni yatağın ucuna doğru çekti ve sonra,

"O seni böyle kucaklayabiliyor mu?" diye sorarak bir anda kucağına aldı. Birlikte savrulduk, sırtım sertçe bir duvara çarptı. Dudaklarımı sertçe öpüyordu. Dili ağzımın içini öfkeyle talan ederken aldığım nefes verdiği nefese karışıyordu. Beynimin en kıyı köşelerini dahi vuran çok şiddetli bir depremdi bu. Her an her saniye yıkılıyor, kollarının arasında darmadağın oluyordum. Bacaklarımı beline sıkıca doladım. Beni kucağında banyoya taşıdı, yüzümü aynayı görecek şekilde çevirdi. Aynadan kendimi, onun sırtını ve sımsıkı poposunu görebiliyordum.

"Bunu görmeni istiyorum aşkım." dedi asabi ve hatta neredeyse öfkeli bir tonla. "O seni böyle doldurabiliyor mu?" der demez kendini içime sapladı. Çığlığa denk bir haykırış döküldü dudaklarımdan. Ve dahası geldi peş peşe. Kollarına sıkıca tutundum. Öylesine güçlüydü ki, kucağında beni aşağı ve yukarı hareket ettirirken kasılan poposunu ve sırt kaslarını izliyordum. Yüzünü görmüyor fakat oradaki ifadeyi tahmin edebiliyordum. Zalimin biriydi. Tüm varlığıyla tüm varlığımı yok etmeye yemin etmiş gibiydi. Aklımı kaçırıyordum. Ben. Aklımı. Ben aklımı kaçırıyordum.

Defalarca kez adını sayıkladım.

O hiç durmadı.

"Rüzgar." dedim. "Ben ölüyorum."

"Biliyorum." dedi haince. Bir anda tersine dönerek kendisi aynayı görecek konuma geldi. Bütün manzara onun önündeydi şimdi.

"Sen de beni öldürüyorsun." dedi boğuk bir ses tonuyla. "Şu manzarayı görsen..."

İnsan zevkten ağlar mıydı? Ben buna dayanamıyordum.

Kopkoyu bir karanlık bilincimi ele geçirirken kollarında bayılıp gideceğimi düşünüyordum.

"Yeter! Yeter!" diye çığlık attım.

Durdu birden. Dudaklarından ufacık bir gülüş kaçtı.

Beni güvenli bir şekilde lavaboya oturturken, yüzü yüzüme denk, kapkara gözleriyle kararmış gözlerime baktı.

"İyi misin?" derken neredeyse gülüyordu. Bense ölüyordum.

"İyiyim. Ama sen..."

"Ben ne? Ben?"

"Çıkma içimden." derken istek dolu bir halde onu kendime çektim. Zaafımla eğlendiği çok belliydi. Dudaklarıma küçük öpücükler kondururken kısa hareketlerle girip çıkmaya devam etti. Daha çok istekle onu kendime doğru çektim. Sanki orada kalsın, bir bütün olalım, asla ayrılmayalım dercesine. Bu akla hayale sığmaz, tarif edilemez denli bir ihtiyaçtı. Anlıyordu. İçimi bütün benliğiyle doldurduktan sonra hızlı hareket etmeye başladı. Yeniden gözlerim kararırken kollarına tutundum bir kez daha. Tırnaklarım tenine geçti. Canını yakıyorsam da bu ona engel olmadı. Canı çok içerilerde yanıyordu zaten, biliyordum, bu yüzden tenini umursamadı. Ve ben o güçlü kollara yapışmış halde kendimi, bilincimi, her şeyimi yitirdim.

Bu ilk değildi ama sadece ona has bir sihirdi. O da fazla beklemedi. Benden kısa süre sonra geldi.

Bir süredir nefeslerimiz düzene girmişti. İçerideki yatakta yan yana uzanıyorduk. Sessizlik içimizdeki çığlıkları arttırırken ikimiz de hayatın anlamını bulacakmışçasına tavana bakıyorduk. Sahi neydi hayatın anlamı? Ne için yaşardı insan?

Sesi sessizliği yırtıp attı.

"Seni görmeden yaşayamıyorum." dedi. "Bu seçeneği kabul etmiyorum. Bil istedim."

Sessiz kaldım. Her şey fazlasıyla allak bullaktı.

"Ne düşünüyorsun?" diye sordu. "Beni bırakmayı mı?"

Ne evet diyebilirdim ne de hayır bu soruya. Suskunluğumun yüreğindeki ateşi harladığını biliyordum. Bir anda dönerek vücudunun üzerine uzandım.

"Beni ne kadar seviyorsun Rüzgar?" diye sordum.

Buruk bir ifadeyle gülümsedi. İlişkimiz hiçbir zaman kolay olmamıştı. Hiçbir zaman da kolaylaşmayacaktı. Benim bildiğim bütün gerçekleri o da biliyordu. Ben konuşamamayı sürdürdükçe bizi ufukta neyin beklediğini o da kestirebiliyordu. Dudağıma minik bir öpücük bırakırken, "Çok." diye fısıldadı.

Çok seviyordu. Ben de onu çok seviyordum. Ne yapacaktık biz, peki ne yapacaktık?

"Onunla ne zaman konuşacaksın?"

"Henüz değil." diye cevap verdim.

Tatsız bir suskunluk oldu. Ama bir kez daha kavgaya dönüştürmedi. Sıkıntılı soluğunu koyverdi. Ne düşündüyse içinde tuttu bu kez. Söylemedi.

"Birbirimizi görmenin bir yolunu bulmak zorundayız." derken yataktan kalktı. Giysilerini giyinmeye başladı.

"Belki bir kursa yazıldım derim, dil kursu, bilemiyorum ya da spora gidiyorum derim."

"Spor olur."

"Bir yolunu bulacağım."

Elbette yeterli değildi ama hiç yoktan iyiydi. Burun deliklerini genişletip daraltan bir nefes aldı, sevindiği söylenemezdi yine de kabullenerek başını salladı.

"Telefonundaki ismimi de değiştir."

"Rezzan yazayım mı?"

Gülmeye başladı.

"Rezzan hoca yaz, spor hocası. Yanına da kol kasını gösteren emojiyi ekle."

Ben de güldüm. Fakat son günlerdeki tüm gülüşlerim gibi yalan bir gülüştü bu.

Spor bahanesi Tekin'de işe yaradı. Çünkü kendisi zaten kafasını işten kaldıramayacak kadar yoğun bir temponun içerisine balıklama dalmış haldeydi. Ve biz Rüzgar'la iki kaçak gibi arada derede görüşmeyi sürdürdük. Zaman akıyordu ama ne yöne belirsizdi.

Tekin yeni işini arkadaşlarıyla da nihayet paylaşmıştı. İş yerinde iş, evde yeni iş için çalışmaları sürüyorken ben konuşamamayı sürdürdüm. Zamansa akmaktan vazgeçmedi. Bir gece hem stres atmak hem de Tekin'i kutlamak üzere arkadaş grubumuzla eğlenmeye çıktık. Rüzgar önce uzayan işlerini bahane ederek gelemeyeceğini söyledi. Herkes Rüzgar söz konusu olduğu için normal karşıladı. Bense işleri yüzünden değil, Tekin ve benimle daha az bir arada bulunmak için gelmek istemediğini biliyordum. En son hafta içinde ben sözüm ona spora giderken buluşmuştuk. Bu konudaki hislerini anlayabiliyordum. Benim yanımdayken ayrı Tekin'in yanındayken ayrı bir insan oluyordu. İkisini bir araya getirmek onun için günden güne daha zor bir hal alıyordu.

Gecenin ileri bir saatinde, bizde de alkol miktarı epey yükselmişken, işyerinden bir çocukla beraber çok sarhoş bir halde çıkıp geldi. Resmen ayakta durmakta zorlanıyordu, yalandan neşesi ise yerindeydi. Yanındaki çocuğun desteğiyle ayakta durmasına rağmen yanımıza gelir gelmez yine herkesi hareketlendirmiş, biten içkilerimizi yeniletmiş ve kaşla göz arasında Tekin'e küçük bir kutlama pastası ayarlatmıştı. Değişmez bir şekilde grubumuzun alfa erkeğiydi. Gönülleri kolaylıkla fethediyordu.

Orada olduğu sürece yan yana bile gelmedik. Sürekli Tekin'in yanındaydı. Bir iki defa Tekin'e eskisi gibi değiliz, bekarlık dünyanın en güzel şeyi, sen de bekar olsan neler neler yapardık tarzı espriler yaptığı kulağıma çalındı. Bu hali rol bile olsa canımı yakıyordu. Tekin'e çaktırmadan ona "Çok iyi rol yapıyorsun." diye mesaj attım. Okumasını bekledim. Telefonun yanan ışığına gözü takıldı, ekrana baktığı an yüzü asıldı. Hızla cevap yazıp yolladığında ne yazdığının merakıyla kıvranıyordum. Birkaç saniye içinde mesajı geldi: "Rol yapmıyorum." Kırgınlıkla yüzümü ekrandan kaldırıp ona baktım. Kimseden çekinmeden bir anlık cesaretle göz göze geldiğimiz bir an oldu. O kısacık anda çivi gibi gözlerini yüreğime sapladı. Hissettiğimiz mutsuzluk dayanılmaz boyutlardaydı. Bakışlarını ilk çeken o oldu. Yanındaki arkadaşına dönüp bir şeyler söyledi. Ardından yüksek ses altında kendi sesini duyurmak için bağırarak,

"Millet!" dedi, "Ben kaçıyorum. Size iyi eğlenceler." Bizimkilerden itirazlar yükseldi. Nereye gidiyorsun, nasıl gidiyorsun derken, yanındaki çocuk, adı Mehmet'ti, bizimkilere arabayı kendisi kullanacağını söyledi. Rüzgar başka mekana geçmek istiyordu ama Mehmet bizimkilere onu evine bırakacağının sözünü verdi.

Rüzgar hiç iyi değildi. Onu böylesine darmadağın eden hal, beni de mahvediyordu. Evine gitmesini istiyordum. Tek başına. Çünkü onu bir başkasıyla düşünmeye bile tahammül edemiyordum. Buna hakkım yoktu ama bendeki hakkı ne onun ne de bir başkasının sorgulayacağı da yoktu. Rüzgar'la adı konulmamış bir anlaşmamız vardı. Hayatında ben vardım. Başka birine, her ne koşulda olursa olsun, yer yoktu.

O gecenin devamında attığım mesajlara cevap vermedi. Sabah oldu, okudu, cevap vermedi. O gece ne yaptığını bana söylememekte direndiği için gösterdiğim tersliğe iki katı terslikle karşılık verdi. İş çıkışı yapayalnız kaldığım ilk fırsatta aradım. Öfke kustum. Bağır çağır ettiğimiz bir telefon kavgasının ardından kapattık telefonları. Sonraki hafta Rüzgar'la görüşmedik ve konuşmadık. Sanki gözle görünmez bir yaram vardı ve iç kanamadan can çekişiyormuşçasına koskoca bir haftayı geçirdim.

Tekin ise bunca yoğunlukta nasıl ayarladı bilinmez, cuma akşamı beni yemeğe çıkardı.

Tekin son zamanlarda hep mutluydu, yüzü gülüyordu, hep heyecanlı görünüyordu. Susmaksızın bir şeyler anlatıyordu. Bana sadece eşlik etmek düşüyordu. Ne kadar durgun olduğumun, ne kadar yorulduğumun farkında bile değildi. Hafta boyunca konuşamadığımız gelişmeleri siparişlerimiz masaya gelene kadar anlatmıştı.

"Senin desteğine çok ihtiyacım var sevgilim. Bundan sonra belki daha da çok çalışmam gerekecek. En azından bir süre, işler rayına oturana kadar. Sensiz başaramam Işık. Desteğinden güç alıyorum."

"Yanındayım işte Tekin."

"Japonya'dayken bana çok öfkeliydin, kırgındın. Vaktinde dönemediğim için kızgındın. Artık nedenlerimi biliyorsun, anlıyorsun. Bundan sonrası bir miktar daha yokuş yukarı, daha fazla sabretmen gerekebilir. Anlayışına talibim." Uzandı, ellerimi tuttu, biraz mahcuptu bunları söylerken.

Ona anlatamadıklarımın karmaşası ruhumu boğum boğum boğarken nefes almaya çalışırcasına etrafa bakındım. Söyle, diye fısıldadı içimde bir ses. Bunu haketmiyordu. Söyle, diye tekrarladı o ses. Tekin bunu haketmiyordu. Gözlerimin içine bakıyordu şimdi, endişeyle. Ellerimi ellerinden çektim. Çantama uzandım. Söyle. Bir sigara yaktım, ilk dumanını yanında oturduğumuz camdan dışarı üfledim. O yüzünü astı, bense ona yalandan gülümsedim.

"İyi misin?" diye sordu. Upuzun sıkıntılı bir nefesi koyverdim.

"Kafam yoğun." diye mırıldandım.

"Çok yorgun görünüyorsun."

Nihayet farkediyordu.

"Evet yorgunum." diyerek onayladım.

Tekin işiyle yoğun olarak ilgilenirken onu idare etmemi istiyordu. İlişkimizin devamlılığı ilk kez tam olarak masada duruyordu. Ortamızda. Ya sahiplenecek ya da bırakıp gidecektim. Tam şu anda. Eğer onunla konuşabileceğim doğru bir an varsa o da tam şu andı. Tam şu anda ona, sabredemeyeceğimi, buna tahammül edemeyeceğimi söyleyip, Rüzgar'ın bahsini bile açmadan bu ilişkiyi bitirebilirdim. Tereyağından kıl çeker gibi yapabilirdim bunu.

Ama Tekin... Yıkılırdı. Görebiliyordum bunu, yıkılırdı. Uzun zamandır hayatımdaydı fakat hiç bu kadar benim olmamıştı. Maviş gözlerini adeta benimle birlikte kırpıyor, aldığım nefesle nefes alıyordu. Bu ilişkiye çok emek vermiştik. Onu, hırslarını, kariyer hedeflerini o kadar iyi anlıyordum ki en ufak kızamıyordum. Aynı hevesler benim içimde de vardı çünkü. Tekin benim aynamdı. Onunla yaşayacağım bir ömür tekdüze bir ömür olurdu belki ama yanıltmazdı. Çıldırtan kavgalar, bağır, çağır kıskançlıklar, kan, ter, gözyaşı yer almazdı. Tekin benden gitmezdi. Beni hayal kırıklığına uğratmazdı. Adı gibiydi işte, tekin bir adamdı. Eğer Rüzgar'ı tanımasaydım, Rüzgar'ı hiç tanımasaydım, Tekin'den ayrılmaya dair düşünceler aklımın ucunda bile yer tutamazdı.

Rüzgar'la ise şu an ne durumda olduğumuzu bile bilmiyordum. Onu sevmek, suya yazı yazmak gibi bir sevmekti. Belki de benden vazgeçmişti. Bugün değilse bile yarın. Bunun olmayacağının garantisini kim verebilirdi? Ve bunun ne gibi bir sebebe dayanarak gerçekleşebileceğini kim bilebilirdi? Ama bir şekilde, hastalıklı bir şekilde, ben ondan vazgeçememiştim ve vazgeçemiyordum işte.

"Işık neyin var?"

Yanaklarımı kemiriyor, stres dolu nefesler alıyordum, bunların farkındaydım. Fakat bir damla yaş üst dudağıma değene kadar sinirden ağladığımı farkedememiştim.

"Ben hiç iyi değilim." diye mırıldandım.

"Görebiliyorum." Endişe, bütün yüzünden akıyordu. "Ben miyim sebebi?"

Gözlerimi sımsıkı yumarken kafamı iki yana salladım.

Gözlerimin önünde Rüzgar vardı. O güzel yüzü. Tam şu anda kollarının arasındayken hissettirdiklerini hissedebiliyordum. İçim Rüzgar diye haykırıyor, içim ona akıyor, kalbim ona eriyordu. Benim için bütün savaşları göze aldığını söyleyen bir adamdı. Fakat sabrını en uçlara kadar sürüklerken onu kaybetmiş olabilir miydim? Bugün değilse de bir gün benden gittiğinde, bu gidişe göğüs gerebilir miydim? Bir seçim yapmam gerekiyordu. Fakat yapamıyordum. Ben bitik biriydim, mahvolmuştum.

Ve böylece elime geçen en doğru zamanın, tek doğru zamanın kaçıp gitmesine izin verdim.

"İşle ilgili." dedim. "Her şey üstüme üstüme geliyor. Belki de çok düşünüyorum, akışına bırakmam lazım."

"Sana bunu tavsiye edebilecek kişi ben değilim. Ben her şeyi planlayıp yapıyorum hayatım, biliyorsun, özellikle de iş hayatında. Bugüne dek bir zararını da görmedim. Ama sen, bu kadar yıpranıyorsan... Yıpranma. Değmez. Hiçbir şey değmez şu hale gelmene. Senden mühim değil hiçbir şey. Ne karar verirsen ver, yani ayrılmak bile olsa bu kararın, desteklerim ben seni."

Art niyetsizce kurduğu cümlenin bendeki etkilerini elbette farkında değildi.

"Ayrılmak istemiyorum." deyip yeniden ağlamaya başladığımda, dayanamayıp yerinden kalktı. Yanıma geldi, sarıldı.

"Güzelim ne bu halin böyle? Ben seni hiç böyle görmedim bugüne kadar. Madem ayrılmak istemiyorsun öyleyse izin al. Annenlerin yanına git biraz, kafanı topla."

Her şeyden uzaklaşma fikri çok cazip bir fikirdi. Gerçekten ailemi de çok özlemiştim. Sorularıma onların yanında bir cevap bulamazdım belki ama hiç değilse bir tutam huzur bulabilirdim.

"Kısa süreli bir izin değil ihtiyaç duyduğum."

"Kısa süreli değil, insan kaynaklarına başvurunu yap sen. İçeride kalan izinlerin var. Ücretsiz izin de vereceğim sana. Yaz sonuna kadar uzun uzun dinlen bak bir duruma, olur mu? Evi, kirayı filan da düşünme. Ben Maltepe'deki evi kapatıyorum zaten orada kaldığım yok. Maddi kısmını düşünme sen çok para harcamıyorsun. Ben ikimizi de idare ederim."

"Ofistekiler ne düşünecek hakkımda?"

"Dün de, bugün de nasıl olduysa yine öyle olur... Konuşur, konuşur, susarlar."

Kafamı sallayarak onu onayladım.

"Ben de yeni şirketle meşgul olmak zorundayım bu süreçte. Şu işlerimi bir düzene koyayım. İstifa edeceğim. Başım çok kalabalık. Ama lütfen sen iyi ol. Beni endişelendirme."

Tam olarak öyle demese de başıma bir de sen iş çıkarma der gibiydi. İyi olacaksam şayet bir süreliğine gözden uzak olmama bile razıydı.

Gülümsedim. Beyhude bir insandım, belki insan bile değildim artık. Başarısızlıklarımla, alamadığım kararlarımla gitme vaktiydi. Ama her şeyden önce Rüzgar'ı görme isteğim ağır bastı. Son kezse de son kez diyerek...

O gece Tekin beni evime bırakıp kendi evine gitti. Dinlenmek istediğim için gece benimle kalmayacaktı. Gittiğinden emin olur olmaz evden çıktım.

Rüzgar'ın oturduğu siteye ulaştığımda geç bir saatti. Güvenlikçi beni tanıyordu artık. Rüzgar'a haber verme gereği duymadan bariyeri kaldırdı. Arabayı otoparkta park ettikten sonra henüz inmeden evin ışıklarına baktım. Yanıyordu. Yine de arabadan inmekte tereddütlüydüm. Aramız bozukken üstüne bir de haber vermeden geldiğim için çok gergindim. Hatta geri dönmeyi düşünüyordum.

Ama sonra, belki de son kez diye hatırlattım kendime. Ne olacaksa olsun noktasındaydım. Arabayı kilitleyip apartmana girdim. Asansörle yukarı çıkarken zaman geçmek bilmedi.

Nihayet kapıya ulaştım. İçeriden ses gelmiyordu. Normaldi bu. Televizyon izlemeyi sevmezdi Rüzgar. Evde yalnızsa genellikle çalışma odasında vakit geçirmeyi seviyordu. O odada müzik de açsa, dışarıdan duyulmuyordu.

Zili çaldım.

Herhangi bir ses duymayı bekledim. Bekledim. Nihayet ayak sesleri duyuldu. Kapıyı açtı. Beni karşısında gördüğüne inanamadı. Yüzüme baktı kaldı.

"Işık."

Ben de onun dışarı çıkmak üzere hazırlanmış haline bakıp kaldım. Parfümünü bile sıkmıştı. Parfümünü. Derin bir nefes alarak kendimi toparladım.

"Dışarı çıkıyordun. Planın vardı tabi."

"Hayır." dedi, buzları yavaş yavaş çözülürken.

"Varmış, belli. Gelmeden önce sormalıydım sana. Afedersin." der demez arkama döndüm. Bir adım bile atamadan yakalayıp beni kollarına çekti. Yüzüm göğsüne kavuştu. Kokusunu soludum bir hayat gibi. İç kanamalarım daha o anda durdu. Saçlarımı kokladı, öptü, sarıldı sıkı sıkı. Hiçbir yere gitmeme izin vermek istemezcesine sıkı sıkı bastırdı kendisine.

"Buradasın. Senden başka ne planım olabilir?"

"Gerçekten söyle bak! Dışarı çıkıyor gibiydin. Planını bozmak istemiyorum."

"Kes artık. Planım filan yok. Evde yalnız oturmak istemedim, iş yerinden çocuklarla bir şeyler içmeyi düşünüyordum. Kimseyi aramamıştım bile daha. Öylesine giyindim."

Yavaşça kollarından sıyrıldım. Hafta boyunca kavgalı oluşumuzu bile unutturan sıcak tavrı sayesinde rahatlamıştım.

"Yalnızlığını ben geçirebilirim." dedim muzipçe sırıtarak.

"Bir tek sen." dedi burnunu burnuma sürterek. "Kalacak mısın?"

"Kalırım."

Onun da gözlerinin içi güldü.

"Dışarı çıkmaya hazırsın madem, seni kaçırıyorum yakışıklı." dedim. Yüzü güldü. Ama biliyordum ki mutlu değildi. Ah, o mutsuzluğu yok etmek için neler vermezdim.

"Nereye gidiyoruz?"

"Senin seveceğin bir yere."

Onu Cihangir taraflarında yeni açıldığını öğrendiğim şık bir roof bara götürdüm. Aydınlatması loş, koltuk localardan oluşan rahat, Rüzgar'ın seveceği tarzda bir yerdi. DJ müziği çalıyordu. Kendimize sote bir loca ayarlayıp şişe blush açtırdık. Ortamın ambiyansından olsa gerek içmeden sarhoş olmuş gibiydim, Rüzgar ve ben çok garip bir ruh halindeydik, köşemize gömülmüş ergenler gibi öpüşüyorduk. Onun o mükemmel kokusunu içime çekmeye doyamıyordum. Birbirimize kenetleniyor ve bir adım uzaklaşamıyorduk. Kalbim yanında küt küt atmaktan hiç vazgeçmemişti. Biz aşıktık. Çok aşıktık. Tam ona, yaz boyunca işten ayrılacağımı söylemeyi planladığım anda, önümüzdeki cam masanın üstünde duran telefonunun yanıp sönen ışığını gördüm. Çevik bir hareketle telefonu alıp, meşgule attı. Oysa ekranda bir kız ismi gördüğüme yemin edebilirdim. Midem bulanıyordu. Bütün bunlar bunun içindi demek. Dışarı çıkmak için hazırlanmıştı. Biriyle buluşacaktı. Birisi vardı. Birileri belki.

Yakışıklı adamım olmasın mı? diyen sesi kulaklarımda yankılandı.

Nihayet yüzüme bakabildiğinde,

"Kimdi arayan?" diye sordum. Ses tonum kontrol edemediğim ölçüde aksi çıkmıştı. O da bir süre cevap vermek yerine yüzüme aksi aksi baktı. Konuşmaya karar vermişti,

"Bir arkadaşım."

"Benim hiç tanımadığım bir arkadaş." dedim kinayeli.

"Sen benim kaç tane arkadaşımı tanıyorsun ki?"

"Seks yaptıklarını tanımıyorum!" diye bağırdım.

Ne kadar sote bir yerde olsakta etrafımızda insanlar vardı ve muhtemelen haykırışım birileri duymuştu.

"Kes sesini." dedi kısık sesle, burnundan soluyarak. "Benim hayatımda senden başkası yok."

"Yalan!" diye bağırdım. En az bir haftalık meseleydi bu. Bir hafta önceki o gece evine tek başına gidip gitmediği sorusuna cevap vermediği için kurula kurula dolup taşmıştım. Bu geceki olay, kantarın topuzunu kaçıran son olaydı. "Kaç orospu var aradığın? Hani şu, bir telefonunla koşup gelenler?"

"Işık." dedi, kendini kontrol etmekte zorlandığını görebiliyordum. Kaçıp gitmemi engellemeye çalışır gibi kolumu tuttuğunu hem de morartırcasına sıkı sıkı tuttuğunu kendisi bile farkında değildi. Çünkü artık o da dayanamıyordu. Kontrolü yitiriyordu. İkimiz de yitiriyorduk. "Bugüne kadar evime kimsenin gelmediğini biliyorsun. Senden başka!" dedi kılıç gibi keserek.

"Allah kahretsin seni! Allah belanı versin senin. Bırak beni! Bırak!" Toparlanmaya çalıştım. Kolumu daha beter sıktı.

"Otur şuraya. Otur konuşacağız." diye tısladı. Avazım çıktığı kadar bağırarak ağlamak istiyordum. Gözlerindeki karanlıktan ürktüğüm için susup oturdum.

"Kolumu bırak. Canım yanıyor." dedim. İrkilir gibi oldu, hemen kolumu bıraktı. Elini çektiği yerin acısını ovarak geçirmeye çalıştım.

Dibime yanaşarak "Ben senden ne istedim, ha? Bugüne kadar? Ne istedim ben senden?" dedi. Adeta fısıldayarak kükrüyordu. Ağzından çıkan her kelime içimde yankılanıyor, içimi paramparça ediyordu. "Sadece onunla konuşmanı istedim. Zaman dedin. Zaman verdim. Süresiz zaman Işık. Sabırla bekledim. Ne düzenini bozdum, ne sınırımı aştım. Köpek gibi sevmekten, gel dedin mi gelmekten, git dedin mi gitmekten başka ne yaptım ben? İkinci olmayı, şerefsizliği, kişiliksizliği her şeyi kabullendim. Bekliyorum. Hala. Neyi beklediğimi bile bilmiyorum ben artık. Söyle daha ne yapabilirim senin için? Sikip attın hayatımı. Canımı mı istiyorsun? Al." Üzerindeki gömleği yırtmak ister gibi çekiştirdi. "Al ki bitsin!"

"Ağzını bozma." dedim.

Dayanamadı daha fazla "Ağzıma sıçayım!" diye bağırdı. An be an deliriyordu. Sözü devraldım.

"Sen beni böyle sevdin! Tekin vardı. Tekin hep vardı. Kolay olmayacağını söyledim sana, biliyordun. Kendi koşullarımızı yarattık. Ben senin için her zorluğa katlanıyorum Rüzgar, elini ateşe sokan benim, sen değilsin. Ortada kalıp haşatı çıkan benim, sen değilsin! Sen Tekin'i idare etmek için ne yapıyorsun? Her şeyi yapan benim!"

"Yapma! Yapma amına koyayım yapma! Uzatma bu kadar bu siktiğimin çilesini, ızdırabını. Ne bu? Ne? Ne yaşıyoruz biz amına koyayım? Ben mi, o mu? Bir karar ver artık."

Artık ben de ağzımı bozdum.

"Kolay mı? Kimin hayatı sikiliyor Allah aşkına? Ben Tekin'e anlattığımda kimin tüm dünyası alt üst olacak? Kim insan içine çıkamaz hale gelecek Rüzgar?"

Yüzüne yayılan acı ifadeyle, anladım dercesine kafasını sallamaya başladı.

"Bunun yüzünden değil mi? Hep bunun yüzünden! Kariyerin, hırsların, çevren, bok püsür vesaire. Tekin bile değil vazgeçemediğin, bütünüyle bu hayat. Dibine kadar battığın bu çukur kadar sevmedin beni, sevemedin."

İçimi içimden söküp atmak istediğim andaydık.

"Ben bu akşam Tekin'e bunaldım dedim, yoruldum dedim, dayanamıyorum artık dedim. Bitsin demek istedim. Çok istedim ama diyemedim Rüzgar. Neden diyemedim biliyor musun? Çünkü sen, geçen hafta geldin o mekana, Tekin'e bekar olmayı övdün. Siktirdin gittin geceyi kim bilir kiminle geçirdin! Sordum, sordum, cevap bile veremedin. Çünkü sadık değilsin. Çünkü bu ilişki seni korkutuyor. Tekin'in gölgesinden çıktığım anda eline kalacağım, böyle düşünüyorsun. Ve bu doğru..." derken artık ağlamaktan konuşamaz hale gelmiştim. "Ben de korkuyorum. Sen beni korkutuyorsun. Bir işim bile olmayacak belki benim, senden başka kimsem olmayacak. Tutabilecek misin elimden? Tüm dünyaya karşı sen diyebilecek misin?"

Yüzü duyduklarının etkisiyle, şaşkınlıkla ve kederle çarpılırken beni göğsüne çekti. Acıyla sımsıkı sarıldı. Bense yüzümü boynuna gömdüm, içimi çeke çeke ağladıkça ağladım. Saçımı, sırtımı okşuyor, yine ve yine, her an ellerinden kaçıp gidecekmişim gibi sımsıkı tutuyordu. Ağlamam hafifleyince yüzümü yüzüne bakacak şekilde kaldırdı. Gözlerimi sildi.

"Değil dünyaya kafa tutmak senin için canımı veririm ben. Ağlamana dayanamıyorum. Ağlama." dedi. Dudağımdan minicik öptü.

"Canım çok acıyor." dedim, yaşlar oluk oluk süzülmeye devam ederken. Elini aldım göğsüme tuttum. "Burası sana ait ama burası alev alev yanıyor Rüzgar. Benim korkularım var. Geçmiyor, geçemiyor. Cesur da değilim belki, o adımı atamıyorum bir türlü. Sonuçlarını düşünüyorum. Sadece kendimi değil Tekin'i de düşünüyorum. Düşünmek zorundayım çünkü kolay değil. Bu akşam yaz boyunca işten ayrılmama karar verdik. İzmir'e gitmemi o önerdi. Gideceğim. Karar veremiyorum doğru. Kafamı toplamak istiyorum. Bu akşam sana gelirken, aramızın bozuk olduğunu bile bile geldim, benden vazgeçebileceğini düşündüm. Belki de sondur diye geldim. Haklıymışım. Çünkü sen başkasıyla görüşüyorsun. Görüşmüyorum diyorsun, yalan, beni ikna edemezsin. Bu eşit bir anlaşma değildi hiçbir zaman. Bir başkasıyla olmanı kaldırabileceğim türde bir ilişki değildi aramızdaki. Özür dilerim ama ben sana yüklerimle geldim. Senin bir başkasıyla görüşmene katlanacak değilim. Katlanamam."

Göğsüme bastırdığım elini ben serbest bıraktım. O bırakmadı. Bir yumruk gibi sıktı. Sımsıkı. Dudaklarını sıkıntıyla ısırarak, alnını alnıma dayadı.

"Son diye bir şey yok. Başkası yok Işık. Senden başkası olmayacak."

"Ben ailemin yanına gidiyorum Rüzgar."

"Git." dedi. İsteksiz.

"Hiç kimse olmayacak. Tek gecelik bile olmayacak." dedim.

"Tek gecelik bile olmayacak." diye onayladı.

"Korkuyorum." dedim.

Alnımdan öptü.

"Özür dilerim. Ne desen haklısın. Kendimi çaresiz hissediyordum, yenilmiş hissediyordum. Seni kaybetmeye katlanamadım. Boş konuştum. Saçmaladım. Ama telafi edeceğim. Senden başkası olmadı. Hiçbir zaman da olmayacak. Bütün korkularını gidereceğim."

Rezil olduğumuz mekandan ayrılıp, onun evine döndük. Gece karanlık, geleceğim ise gece kadar karanlıktı.

Kalbimde gözleri gece kadar karanlık bir adamın aşkıyla, her ne kadar o bana çaresizliğini haykırsa da, asıl çaresizliği benim yaşadığımı tüm hücrelerimde hissederek soyundum.

Bedenime yük olan bütün giysiler üstümden bir bir ayrılırken, bana eşlik etti. Önce benimkileri sonra onunkileri çıkardık birlikte. Birlikte paylaştık bu yükü. Birleştik bir kez daha bir bütün olduk.

Yaşadığımız hiçbir git gel, içimde yarattığı git geller gibi sarsıcı hissettirmiyordu. Bedenim bende yarattığı bu arzuyla yoğruluyor, tamamlanıyor, eksik parçasına kavuşmuşçasına bütünleniyordu. Sabaha kadar dinlendik, seviştik, uyuyakaldık ara ara uyandık, yeniden seviştik. Tutkumuz yatışmadı, yetmedi.

Gün ağardı. Korkular yerli yerinde kaldı. Kalbim ise Rüzgar'da.

Teninin izi tenimde kaldı. Kokusu kaldı bir de.

Sonra yazı ailemin yanında geçirmek üzere yanından ayrıldım.

Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top