8.2 Karşı Konulamayan
Çalkantılı bir haftaydı.
Pazartesi günü teyzem, annemle beraber dükkana gelen ürünleri yerleştirirken yüksek bir merdivenden düşmüş, üç kaburgasını çatlatmıştı. Seda apar topar İzmir'e annesinin yanına koştu. Ben gidemiyordum. Çünkü çok yoğundum. İş yerinde kıyamet gibi yoğun bir dönemdi. Tüm gün beyin akıtmaktan canım çıkıyor, akşamları eve ulaştığımda külçe gibi yığılıp kalıyordum. Tekin'le bile kısacık konuşabiliyorduk. Erkenden uyuyakalıyordum. Bu tempo iyiydi, yorulmak iyiydi. Düşünmeme engel olabilecek her şey iyiydi.
Fakat ben yine de her koşulda düşünmeye ve özlemeye engel olamıyordum.
Rüzgar, pazartesi günü toplantıya gelmemişti. Neden gelmediğini öğrenmek üzere aradığımda telefonuma cevap vermedi, o gün geri de dönmedi. İçime yakıcı bir diken gibi saplanan hissi yok saydım, sustum. Ertesi gün o aradı. Sesi yorgun ve bir miktar da keyifsiz geliyordu. Kısacık konuşmamız esnasında çok yoğun olduğunu, bana bu yüzden dönemediğini söyledi. Hiç değilse aramıştı. Yoğun olması da anlaşılırdı. Üstünde durmadım. O gün akşam üzeri saatlerinde whatsapp'tan ona ilgisini çekeceğini düşündüğüm komik bir haber yolladım. Son zamanlarda sık yaptığımız bir şeydi bu. Birimizden biri böyle bir haber yollar, yazışma böyle başlar, telefonla aramaya veya buluşmaya dönüşürdü. Bu kez gördü, cevap vermedi. Ertesi gün akşam üzeri yani neredeyse yirmi dört saat sonra sadece basit bir gülücük sembolü yolladı. Normal değildi. Hiç normal değildi. Farkındaydım. Aramıza mesafe koymaya çabaladığını artık net olarak anlamıştım. İşin aslı bunu yapan ben olmadığım için kendime kızıyordum. Çünkü bu doğru olandı.
Uzak durmalıydım. Uzak durmalıydık. Çünkü bu doğru olandı.
Perşembe günü öğleden sonra kahvemi içiyordum ki aradı. Ekrana bakarken kalbim yerinden çıkacak gibi hissettiğim için cevapla tuşuna bir türlü basamadım. Rüzgar arıyor. Rüzgar arıyor... Ben açamadım, o da vazgeçti. Arama cevapsıza düştü.
Cuma günü gelip çatmıştı.
Elimde olsa şehirden kaçıp gitmek istiyordum. Gidebilsem ailemin yanına giderdim, o olmadı tek başıma bile bir yerlere kaçabilirdim. Yeter ki uzaklaşabileyim. Fakat mümkün değildi, yetiştiremediğim işlerle dolu bir evrak klasörünü ve beynim kadar dolu bilgisayarımı yüklenip eve geldim. Çalışmak zorundaydım. Hiç değilse iki günlük boşlukta işlerimi kolaylaştırırsam, yeni haftaya daha rahat başlardım.
Önce Tekin'le günlük telefon konuşmamızı yaptık. Ardından uzun ve dinlendirici bir duş aldım. Çıktığımda telefonum yana yakıla çalıyordu. Neyse ki kapanmadan yetiştim, Rüzgar arıyordu ve bu kez üstünde düşünmeden yanıtladım.
"Efendim?"
"Işık." dedi derin bir soluk verircesine, endişeliydi sanki ve rahatlamıştı. "Seni merak ettim? Neden telefonlarımı açmıyorsun?" Sanki içimde bir süredir uykuya yatmış bir kelebek kanatlarını gererek uyandı.
"Ne zaman açmadım?" dedim en kısa yolu seçip yalana sığınarak.
"Kaç kere aradığımı bilmiyorum."
Öyleyse dünden bahsediyor olamazdı. Telefonu kulağımdan uzaklaştırıp, arama ekranından çıktım. Ben duştayken kısa aralıklarla tam beş kere aramıştı. Beş.
"Duştaydım. Duymamışım. Dün aradığında da çok yoğundum. İş yüzünden. Gördüm sonra ama dönmeyi un-"
"Önemli değil." dedi sözümü keserek. Ses tonu da aynı şekilde bahanelerimin önemsizliğini vurguluyordu. "Ben gidiyorum. Sana haber vermeden gitmek istemedim."
"Nereye gidiyorsun?"
"Nice'e dönmem lazım."
"Kısa süreliğine mi?"
Az önceki gibi önemli değil demesini ama bunun peşi sıra beni teselli edecek bir cümle kurmasını beklerken kurduğum cümlelerimin içine bir tutam çaresizlik bulaşıyordu. "Gidip dönecek misin hemen?" Sanki ben debeleniyordum, telefonun ucundaki ses ise susarak seyrediyordu. "Rüzgar?" dedim bu suskunluğa bir anlam veremeyerek.
"Şimdilik." dedi sadece.
"Ne demek oluyor bu? Ne zaman gidiyorsun?"
"Uçağım birkaç saat sonra."
"Ne zaman döneceksin?"
Yine sustu. Suskunluğu yüreğime bir ateş topu misali düşerken içini çektiğini duydum,
"Gelip alayım seni. Bir yerlerde yemek yiyerek konuşalım. Evde misin?"
"Evdeyim."
Hızlıca hazırlandım. Saçlarım özensiz şekilde kuruttuğumda omuzlarımdan aşağı doğal dalgalar halinde dökülüyordu. Toz pembe bana en çok yakışan renklerden biriydi. Dolabımda sanki bugünü beklermiş gibi duran toz pembe, omuzları tül detaylı, ipek bir bluza gitti elim. Altına siyah mini etek giydim. Her zamanki gibi gözlerimi belirginleştiren bir makyaj yaptım. Yarım saat geçmeden kapıdaydı. Hava durumu sunucuları bu gece geç saatlerde kar yağışı beklendiğini haber veriyorlardı. Kalın siyah kabanımı giyip boynuma bluzumla aynı renkte bir şal dolayarak aşağı indim. Rüzgar'ın üstünde ipeksi beyaz bir gömlek, koyu gri kumaş pantolon vardı. Ofisten çıktığı gibi doğruca gelmiş olmalıydı. Siyah Porsche'nin sağ koltuğuna otururken, arka koltukta yer alan spor valizi farkettim. Şaka değildi. Gerçekten gidiyordu.
Az önce telefondaki karamsar tavrı ise bir miktar dağılmıştı.
"Selam." derken gülümsüyordu. O gülümseyince ben de güldüm.
"Selam."
Kemerimi bağladığım anda gaza bastı.
Beylerbeyi'nde denize sıfır, oldukça eski bir balık lokantasına geldik. Ahşap restoranın girişinden itibaren bütün duvarlarında buranın ünlü müdavimlerinin hatıra fotoğrafları ve çerçeveletilmiş gazete küpürleri asılıydı. Bizden en az onar yaş büyük garsonlar mekanın yaş ortalaması hakkında fikir veriyordu. İçerisi fazla büyük değildi. Köşede bizim için iki kişilik bir masa ayırtılmıştı. Ben deniz levreği söyledim, Rüzgar palamut söyledi. Yanına da otuzluk rakı istedi.
"Ben bir kadeh içeceğim yalnızca. Yola sarhoş çıkmak istemiyorum." dedi.
"Ha, senin yerine ben sarhoş olayım yani!" diye söylendim şakaya vurarak. Çünkü şakaya vurmak içimdeki korkuya çok benzer o hissi sesime yansıtmaktan daha doğru gelmişti.
"Ol ne olacak? Evine döner, uyursun." derken umursamazdı, gülüyordu.
"Uçağın kaçta?"
"Gece birde."
Saatime baktım. Sekiz buçuğa geliyordu.
"Yeni havalimanından mı?" diye sordum. Onaylayarak kafasını salladı. "Orası çok uzak. En geç on birde alanda olman lazım." dedim.
"Hemen mi gitmemi tercih edersin?" diye sordu. Bu ne tuhaf bir soruydu?
"Niye gidiyorsun ki?"
Kadehini kadehime tokuşturdu. Ufak bir yudum içti. Ardından balığından bir çatal aldı.
"Balık da çok iyiymiş." dedi.
Dirseklerim masaya dayalı, parmaklarım birbirine kenetli, sabit bir şekilde yüzüne baktım. Arkasına yaslandı, yüzünde okunması güç bir ifadeyle cevap bekleyen yüzüme baktı. Sanki tüm cevaplar bendeydi de bile bile soruyordum, böyle düşündürmüştü bana o ifade.
"Fransa'daki yat şirketini ortağıma bırakmıştım. Bir sorun belirdi, hafta boyunca uğraştılar, halledemiyorlar. Ben halledebilirim çünkü orada sadece benim ulaşabileceğim bazı bağlantılar var. Birkaç toplantı yapmam gerekiyor."
"Birkaç gün kalıp döneceksin öyleyse?"
"Evet."
"Tamam ama... şimdilik dedin ya telefonda... neden şimdilik dedin ki?"
Bu soruyu sormak bile yüreğimi burkuyordu. Duygularıma ne oluyordu, bir süredir bana ne oluyordu, anlayamıyordum. Sesimdeki kırılmayı anlamamasını umdum.
Alev alev gözleri meydan okurcasına gözlerime kenetlenir ve asla ayrılmazken bakışlarını kaçıran yine ben oldum, önümdeki tabağa baktım. Birdenbire balığıma hiç dokunmadığımı farketmiştim. Çatalıma uzandım.
"Ben burada yapamıyorum Işık." dedi. Çatal elimde kalakaldım. "Nice'te hiç değilse bir tutam huzurum vardı, burada hiçbir şeyim yok. Karmakarışık her şey. Denedim. Baş edemiyorum. Bir çıkış yolu da göremiyorum."
Ağzından çıkan her sözcük kalp atışlarımı öylesine hızlandırıyordu ki kontrol edemiyordum.
"Ama buradaki şirketin başına daha yeni geçmiştin." dedim, düşüncesinin olanaksızlığını o da anlasın ister gibi. "Ha deyince bırakamazsın."
"Hallolur merak etme. Herkesin yeri doldurulur. Sadece biraz zaman gerekiyor."
Yanılıyordu. Herkesin yeri doldurulamazdı. Fakat o çok kararlı duruyordu ve ben içimde yükselen isyanı bastıramıyordum.
"Baban yüzünden mi?"
"Babam yüzünden."
Akışına bırakmalıydım. Kendi kararına bırakmalıydım. Kendimi kontrol etmeliydim fakat edemiyordum.
"Hiç yolu yok mu?"
"Yok Işık. Olmuyor." dedi. Durdu. "Araya mesafe koymamız gerekiyor." dedi.
Bana dememişti. Biliyordum. Yine de sanki bana demiş gibi, gözlerindeki alevlerin içimdeki isyanları bir yangın misali tutuşturmasına engel olamıyordum. Boğazımdaki yumruyu güçlükle yutkundum.
"Peki." diyebildim.
Gözlerimin içine öyle bir baktı ki o an hıçkıra hıçkıra ağlamak istedim.
"Yesene yemeğini. Niye yemiyorsun?" dedi içini çekerek. "Tadını sevmedin mi?"
"Sorun balık değil Rüzgar." dedim bakışlarımı bir kez daha balığa çevirerek. O da biliyordu. Bakışlarından anlamıştım bunu. Biliyor ve susuyordu. Öyleyse ben de susacaktım. O karşımda böylesine güçlü ve bir kaya gibi sağlam iradesiyle dururken yıkılan ben olmayacaktım. Balıktan küçük parçalar alarak yemeğe başladım. Fakat yediğimden hiçbir tad alamadım. Bir sessizlik çöktü kaldı üstümüze. Yemeğimizi bitirene kadar bir daha konuşmadık.
Bu yüzdendir yemek çabucak bitti. Kalkalım mı dediğinde saat dokuz buçuktu. Nezaket kurallarını bir kenara bıraktım. Rüzgar hesabı öderken, eşyalarımı toparlayıp hızlı adımlarla kapının önüne çıktım. O gitmek istiyorsa ben daha çok gitmek istiyordum. Dışarıdaki hava insanı titretiyordu. Kabanımın önünü sıkıca ilikledim. Kollarımı bedenime doladım. Dişlerim birbirine çarpıyordu. Yoldan geçen boş bir taksi görür görmez el kaldırdım. Rüzgar büyük adımlarıyla peşimden gelip yetişti.
"Napıyorsun?"
Devam et dercesine bir el hareketi yaptığı için adam durmadan devam etti. Öfkeli bakışlarımı muhatabına çevirdim.
"Evime gitmek üzere taksi çağırıyorum. Senin de yetişmen gereken bir uçak var. Gitsene geç kalma."
Bakışları ah o bakışları, her zaman söylediklerinden daha fazlasını anlatıyordu, bakışları içimi çok yakıyordu. Gözlerinin alevinde yanarken, artık o kadar da üşümüyordum.
"Vedalaşmayacak mıyız?" diye sordu.
Sanırım benimle dalga geçiyordu.
Göz pınarlarım boncuk yaşlarla dolunca yeniden yola döndüm. Şansıma ikinci bir taksi gördüm, hemen durdurdum. Elimi kapıya henüz uzatmıştım ki benimle aynı anda hareket eden Rüzgar, elini kapının birleşme kısmına koyarak açmamı engelledi. Şaşırmamı fırsat bilerek elimi kapıdan çekti ve taksiciye,
"Uzaklaş buradan." dedi. Tavrı çok netti, adam ikiletmeden uzaklaştı. Bense bir fırtına bulutu gibi öfke yüklenerek ona döndüm.
"Asıl sen napıyorsun?" dedim bağırarak. "Asıl sen napıyorsun Rüzgar?" Artık gerçekten de avaz avaz bağırıyordum. "Gitsene!" derken iki elimle göğsüne yumruk attım. "Neden gitmiyorsun? Gitsene." Göğsündeki ellerimi bileklerinden yakaladı. Kendine doğru çekerek sabit tuttu. Bakışları içime işlerken bakışlarına tezat bir sakinlikle,
"Söyle bana Işık." dedi. "Bana gerçekten ne istediğini söyle. Söylersen gitmem."
Parmakları bile değdiği yerimi yakıyordu. İçte ve dışta yanıyordum. Ben ona, böylesine hapsolmuşken yüreğimde binlerce duyguyla aynı anda savaşıyordum.
"Git!" diye bağırdım, boğazım yırtılırcasına. Bu işkence çok fazlaydı, dayanamıyordum.
"Gitmemi mi istiyorsun?"
"Git diyorum git!"
Ve ağlamaya başladım.
"Bana git deme." dedi üstüne basa basa. "İstiyorum Rüzgar de. Gitmeni istiyorum de. Kalmanı istiyorum de."
Ağzım yüzüm akarak ağlıyordum. Karşımda alevden kora dönmüş gözlerine bakarken, hislerimle başedemiyor, artık içimde tutmaya da katlanamıyordum. Hala ellerinin arasındaki ellerimi çekmeye çabalıyor, onu da başaramıyordum. Ellerimi bırakmadı, aksine, beni kendine daha çok çekti. Yüzüm göğsüne çarptı. Serbest kalan ellerim, kaskatı, bedeninin iki yanına yaslandı. Onun kollarıysa beni sardı. Kokusunu hayat gibi içime çekerken hıçkırarak ağlamaya başladım. Kıpırdamadı bile, öylece durdu, ben biraz olsun sakinleşene kadar, birbirimize sarılı halde kaldık. Ve sonra, hafifçe geri çekilerek ama kollarını çözmeyerek yüzüme baktı,
"Bana ne istediğini söylemene ihtiyacım var Işık." dedi. "Söyle lütfen."
Sesim bana uğultu gibi geldi, uzaklardan geldiğine göre bu ses, konuşan ben olamazdım, ben söylemiş olamazdım. Ona,
"Eve dönmek istemiyorum." diyen ben olamazdım.
"Ne istiyorsun?" diye tekrarladı.
"Eve dönmek istemiyorum. Senin yanında kalmak istiyorum." diye fısıldadım.
Beni hayrete düşüren, göğsünü şişiren sesli bir nefesle birlikte dudakları hafifçe aralandı. Gözlerim yüzündeki o ifadeyi gördü, o ifade gözlerimi aldı. Azıcık aklım kaldıysa şayet onu da başımdan aldı.
Yanımızda siyah bir araba durmuştu. Sürücü koltuğundan inen adam, kapıyı bizim için açtığında onun arabayı getiren vale olduğunu anladım. Ne ara arabasını istemişti, onu anlayamamıştım. Birbirimizden ayrıldık. Eliyle beni sürücü koltuğuna yönlendirirken belli belirsiz bir gülümseme vardı yüzünde.
"Ben de araba kullanmak istemiyorum öyleyse." dedi muzip bir tavırla.
Kurduğu cümlenin garipliğini tam olarak idrak edememiştim: "Havalimanına seni ben mi götüreceğim?"
"Sen geç de bir direksiyona. Gerisine yolda bakarız."
"Ölmek mi istiyorsun anlamıyorum ki?"
Aptal herif karşıma geçmiş bendeki şaşkınlığa gülüyordu.
"Şu anda ölsem mutlu ölürdüm Işık. Hadi geç şu direksiyona."
Gözlerine daha fazla bakmak istemiyordum. Bu yüzden söz dinleyip sürücü koltuğuna geçtim. Yan koltuğa oturdu, kolunu rahat bir tavırla kolçağa yasladı.
"Nereye gidiyoruz?" diye sordum.
Sorumu düşünüyormuş gibi kafasını eğdi, hafifçe kaşlarını çattı.
"Eve gitmek istemiyorum dedin, öyleyse senin evine gitmiyoruz. Senin yanında kalmak istiyorum dedin -Schengen vizesi içeren bir pasaportun yoksa eğer- ki yoktur diye düşünüyorum, havalimanına da gitmiyoruz. Yani..." Hiç gülmüyordu bunu söylerken. Hem de hiç: "Sen söyle nereye gidiyoruz."
İnsanın kendi söylediğini kabullenememesi bir sorundu. Yüzleşilmesi ve eninde sonunda kabullenilmesi gereken sonuçlar doğururdu. Fakat insanın ne söylediğini anlamaması apayrı bir durumdu. Çok garipti. Geç gelen bilinç beyne şiddetli bir kıvılcım misali saplanıyordu. Ağzımdan çıkanı kendim yeni algılıyordum. O ise çoktandır farkındaymış ve bana, kendiliğinden farkına varmamı istermiş gibi bakıyordu. Sabırla ama beklentiyle. Söylemediğim her şeyi aslında söylediğimi o anda anladım ve artık an itibariyle reddedecek yüzüm de kalmadı.
Kolu hala kolçağa dayalı, rahat bir tavırla otururken bana evine giden yolu tarif etti. Bense yay gibi gergin oturduğum sürücü koltuğunda, ara ara bulanıklaşan görüşümü açmak için deli gibi gözlerimi kırpıştırarak arabayı kullandım. Bir Porsche'nin sürücü koltuğunda oturmak, bu çılgın şeyin kontrolünü avuçlarımın arasında hissetmek, ilk kez keşfettiğim ve çok keyif aldığım bir deneyimdi. Sarhoş halde araba kullanmak ise ahir ömrümde yaptığım en tehlikeli şey olabilirdi. Fakat bir o kadar da heyecan veriyordu. Rüzgar'la olan her şey gibi. Rüzgar gibi.
Arabayı sitenin otoparkına park ettim. Kapıyı açtığım anda kafamdan aşağı pamuk gibi beyaz kar taneleri düşmeye başladı. Hayretle avuç içlerimi göğe kaldırdım. Yılın ilk karı yağıyordu ve yerler hızla buz tutmaya başlamıştı. Rüzgar indiği gibi yanıma gelerek buzda düşmemem için elimi tuttu.
Yan yana yürüyorduk ve bana: "Hiç korkusuzsun değil mi?" diye sordu.
Araba sürmemden bahsediyordu. Bense elim elinde yanı başımdaki uzun, güçlü gövdesine bakarken titriyordum.
"Çok korkuyorum." dedim.
Bembeyaz buhar bir bulut gibi çıktı ağzımdan.
Hızlı adımlarla apartmana girdik, artık tutmasına gerek olmamasına rağmen elim hala elinde asansöre bindik. Evinin kapısını açtı. İçeri girdi, vakit kaybetmeden kapının girişindeki ısı ayar düğmesinden evin ısısını yükseltti. Kendi kabanını çıkarıp, benimkini de çıkarmama yardım etti. Kabanları portmantoya astı ve beni kollarına aldı. Isınmam için ellerini sırtımda gezdiriyordu ama ben artık alev almış yanıyordum. Tüm vücudum kazan kaldırmıştı. İsyanlar içerisindeydim. Kontrol, benliğimi çoktan terkedip gitmiş, uzak diyarlara doğru yol almıştı. Yüzüm Rüzgar'ın boynunda, kokusunda kendimi kaybettiğim o boyuna bir öpücük kondurmamak için kendimle savaş veriyordum. Dudaklarım çıplak tenine değdi. İrkilir gibi oldu bir an sırtımdaki elleri dondu. Geri çekilip yüzümü ellerinin arasına aldığında yanağıma dokunan parmakları bile titriyordu. Ve ben tek bir hücrem bile ona dur demeksizin kendimi zarif ellerine, dudaklarımı dudaklarına bıraktım. Her şey sanki muhteşem bir doğallık içerisinde gerçekleşmişti çünkü bu çekim mıknatısın zıt kutupları arasındaki çekim kadar mükemmeldi.
Giysilerimizi parçalamak istercesine hırsla çıkardık. Pembe bluzum ellerinden sıyrılıp yere düştü. Gömleği de yerde bluzun yanındaki yerini aldı. Dudaklarım boynunda, dudakları saçlarımda, yüzümde, her yerimdeydi. Kucağına tırmandım. Beni rahatlıkla taşıyabilecek kadar güçlü ve atletikti. Elleri kalçalarımın üzerindeki yerini aldı. Dudaklarını asla yetinemeyecekmişim gibi istekle öpüyordum. Yatak odası neden bu kadar uzaktaydı? İkimizde de acele etmezsek sanki infilak edecekmişiz gibi bir telaş vardı. Sırtım nihayet yatakla buluştuğunda teninin sıcaklığıyla yeniden sarmalanmak için sabırsızlanıyordum. Bu çok güçlü, çok yoğun, çok korkunç bir ihtiyaçtı. Eteğim ve çorabımdan saniyeler kadar kısa sürede kurtuldum. Hemen önümde ayakta dikilirken kemerini çözdü, düğme ve fermuarını açtı, pantolonunu boxer'ıyla beraber sıyırırken yarı açık gözlerinde şehvet dolu bakışlar vardı. Özgür kalır kalmaz üzerime eğildi. Sıcacıktı teni, kavuşmayı delicesine bir özlemle, sanki hiç gelmeyecek diğer yarımı beklermişçesine beklediğim kadar vardı. Parmaklarım, hep içim giderek baktığım, dokunmama müsaade etmediği kısacık siyah saçlarına karıştı. Gözlerim gözlerini su gibi içti. Dudaklarım dudaklarının arasında hayat buldu. Biz birbirimize karıştık.
Gözlerime kenetlenmiş gözleri sessiz bir soru soruyor, adeta iznimi istiyordu. Oysa geri dönülmez bir andı bu, ikimiz de farkındaydık. Kafamı sallayarak, usulca, ona istediği onayı verdim.
Kalçamın üzerinde gezinen ve bacaklarımı beline dolayan ellerinin dokunuşuyla ürperdim. Bedeni bacaklarımın arasındaki yerini aldı. Gözleri gözlerimden bir an olsun ayrılmazken yavaş bir hareketle içime girdi ve durdu. Kesik kesik titrek bir soluk aldım. Yoğundu, çok yoğun. Gözlerinden gözlerime akan binlerce duygu sağanak olmuş, sel olmuş, üstümüze yağıyordu. Kalbim kalbiyle bir olmuş, göğüs kafesimin içinde akıl almaz bir tempoyla çarpıyordu. İyi olduğumdan emin olmak istercesine çok yavaş bir şekilde hareket ettiğinde, titrek soluğumu yuvarlak biçimini alan dudaklarımın arasından bıraktım. Ben soluk verdim ve benimle birlikte o bir soluk aldı. Bilinçsizce aralanmış dolgun dudakları çenemin ve dudaklarımın üstünden kayarak geçip burnuma kondu. Gözleri kapandı, hareketleri hızlandı. Ben daha o ilk anda titreyerek kendimi kaybettim. Ve bu böyle sürüp gitti. O ise daha yeni başlıyordu.
Gecenin ileri bir saatinde, karanlık odada yan yana uzanıyorduk. Savunmasız. Çıplak. Düşünceler içerisinde. Oysa ki düşünmek şu an istediğim en son şey bile değildi. Uyumak istiyordum sadece. Düşünmenin vakti nasılsa gelecekti. Yan dönerek, güçlü koluna sarıldım. Tereddüt bile etmeksizin eli kalçama uzandı ve tek hamlede beni yakınına çekti. Kollarının arasına aldı. Yüzümü omzuna yasladım. Ayaklarımızın yardımıyla yorganı yukarı çekip üstümüze örtmeyi başardık. Kollarının arası bugüne kadar uyuduğum en rahat yataktan bile rahattı. Gözlerim usulca kapandı.
Uyandığımda, sabah olmuştu. Hava, karlı bir günde ne kadar aydınlanabilirse o kadar aydınlıktı. Benimse içimde kopkoyu bir karanlık vardı. Korkunç bir suçluluk duygusuyla yerimden sıçradım. Gözlerini açtı ve bana uzun uzun, hüzün dolu baktı.
Hata yaptık diyemedim. Gerek de yoktu çünkü bunun ne denli yanlış olduğu apaçık ortadaydı.
Yataktan fırladım. Ellerimi çaresizlik içerisinde birleştirdim ve dik bir şekilde çeneme yasladım. Yardım dilercesine,
"Rüzgar ben kendimi korkunç hissediyorum." dedim.
Gözlerini kederli bir ifadeyle yumup geri açtı.
"Biliyorum." dedi. "Ama lütfen gitme."
"Gitmek zorundayım."
Koridora saçılmış giysilerimi topladım. Pembe bluzumu, eteğimi hızlıca üstüme geçirdim. Hiçbir kusuru örtemeyen kabanımı giydim. Bu esnada o da bir eşofman altı giymişti. Kapıya kadar peşimden geldi ama beni durdurmadı. Vedalaşmadım bile. Hatta hiçbir şey söylemedim, kendimi evden dışarı attım. Bilinçli bir halde sayılmazdım. Sitenin girişine doğru hızlı adımlarla yol alırken buzda kayma tehlikesi geçirdim. Dün gece bu yolu onun eline tutunarak yürüdüğümü hatırladım. Eli... elimin içindeki eli. Sarıldığım sıcacık gövdesi. Boynunun kuytusu. Öptüğüm o yer. Soğuktan titreyişim dün geceki titreyişime hiç benzemiyordu. Güvenlik kulübesine yanaşıp görevliden sitenin girişine bir taksi çağırmasını istedim. Sanırım o taksi benden önce çağırılmıştı. Saniyeler içerisinde önümde duruyordu. Hemen bindim.
Ruhen tükenmiş bir haldeydim. Evimin içine girdiğimde kendimden tiksiniyordum. Her yerde Tekin'in eşyaları, Tekin'in anıları vardı ve ben Tekin'i düşündükçe kendimi öldürmek istiyordum. Hiçbir şey yapamadan, ucuna iliştiğim bir salon koltuğu üzerinde, saatlerce, kukumav kuşu gibi oturdum. Bir yerlerde telefonum açılma isteğiyle çığlık ata ata çalıyordu. Bense çığlık çığlık bir sessizlik içerisinde yok oluyordum. Ellerim yüzümde ağladım, yatıştım, yine ağladım. Pişmanlık, suçluluk, vicdan bir yumak oldu, içimde azap oldu, katılaştı. Hemen o anda atacağım bir mesajla Tekin'den ayrılmayı belki bin kez aklımdan geçirdim. Sonra bin kez de kendimi bu karardan vazgeçirdim. Dayanılacak gibi değildi, baş edilecek gibi değildi. Baş edemezdim, bunu biliyordum, kendimi hiçbir şekilde af da edemezdim. Kendi içimde bile hiçbir ahlaki gerekçeye sığdıramadığım bu olayla ne yapacaktım, nasıl yaşayacaktım işte onu hiç bilmiyordum. Fakat kesin olan şuydu ki, Rüzgar'ı suçlamıyordum. Benim en büyük derdim kendi varoluşumlaydı.
Bir yudum su bile içmediğim saatlerin ardından oturduğum yerden kalktım. Giysilerimi çıkarıp kirli sepetine attım. Çöpe de atabilirdim o an için fark etmezdi ama bunu yapmamın Rüzgar'a haksızlık olacağını düşündüm. Ben ondan en ufak tiksinmiyordum ki, onun dokunduğu hiçbir şeyden nefret etmiyordum. Tenime sinmiş kokusu, beni rahatsız etmiyor, sadece yüreğimi tarifi güç, sanki sonu yokmuş gibi hissettiren bir vicdan azabıyla dolduruyordu.
Banyoda uzun süre kaldıktan sonra çıkıp dalgın tavırlarla üstüme pamuklu eşofmanlar geçirdi, saçlarımı biçimsizce kuruttum. Kapı çaldı.
Alev alev yanan, beni de beraberinde yakan gözleri hayalimde mi yaşatıyordum yoksa gerçekten karşımda mıydı?
Dipsiz kuyular gibi düştüğüm kollarında yana yakıla ağlıyordum, öyleyse hayal olamazdı. Bu yıkım ve hissettirdiği acı, hayal edilemeyecek kadar canlıydı. İçimden kopan ama dilime ulaşmayan yardım çığlığım yok sayamayacağım kadar ortadaydı. Ve o anlıyordu. Anlıyordu her nasılsa. Sığındığım kollarında içim çıkarcasına ağlarken sırtımda gezinen elleri bile anlıyordu.
"Benden kaçıp gidemezsin." dedi, bir eli saçlarıma karıştı, diğeri hala beni kendine sımsıkı bastırıyordu. "Benden kaçıp gitmene izin veremem Işık."
Kollarından sıyrılmak için sahip olduğum tüm iradeyi zorlamam gerekti. "Yapma nolur."
"Sen yapma." derken tepkisi sesinden taşmış, yüzü katı bir ifadeyle çarpılmıştı. Kafasını iki yana salladı.
"Yaşayamam ben bununla. Ne sanıyorsun ki sen? Kolay mı sanıyorsun?" dedim yalvarırcasına. Gitse şimdi, sadece gitse, unutsak olan biteni, yok saysak belki şu aşamada bir telafisi olurdu ama o gitmedi.
Yok saymadı.
Unutmadı.
"Kolay mı sanıyorum?" derken gözleri çakmak çakmaktı. Bir adım geriledim. Teklifsizce içeri doğru bir adım attı. Geri çekilip ona yol açmaktan başka çarem kalmadı. Fakat o bir adım daha kıpırdamadı, odak noktası bendim, ritmi benim ritmimdi. Adımları benim adımlarımdı.
"Peki ya sen?" diye sordu. "Dün gece olanları sen ne sanıyorsun?"
Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top