8.1 Karşı Konulamayan

Sonraki birkaç gün boyunca gün içinde kısa kısa mesajlaştık. Her gün bir bahaneyle telefonlaştık. Bir şekilde cuma gününe ulaşmıştık. İş çıkışı Seda'ya gitmek üzere yola çıktım. Henüz yoldayken aradı.

"İşten çıktın mı?"

"Evet. Yoldayım."

"Eve mi geçiyorsun?"

"Hayır. Senin tarafa geçiyorum. Seda'ya gidiyorum."

"Plan mı yaptınız?"

"Plan olarak değil. Ne zamandır görüşemiyorduk, öyle bir görüşelim dedik."

"Ben de seni bir yere davet edecektim."

"Öyle mi?"

"Tufan, kız arkadaşı için evinde doğum günü partisi veriyor. Bana eşlik edersin belki diye düşündüm."

"Yine son anda söylüyorsun. Hiç hazırlıksızım."

"Benim de yeni haberim oldu."

"Ayrıca kimseyi tanımıyorum."

"Beni tanıyorsun." dedi. Bunu söyleyişinde bir şey vardı ki yüreğime indi. Evet, seni tanıyorum, diye düşündüm.

"Seda'yla bir konuşayım bakalım, canıma okuyacak."

"Tamam. Bana haber ver."

Seda'ya konuları hızlıca özet geçtim. Evine gidebilsem Rüzgar'la oluşan bu yeni yakınlığı uzun uzun anlatmak istiyordum ama elde olan koşullarda özet geçmekten başka şansım yoktu. Seda çok şaşırdı. O kadar şaşırdı ki,

"Şu an eve gidiyorum, yoldayım. Arabayı kenara çektim. Kaza yapacaktım senin yüzünden." dedi. "Bu özetten ben hiçbir şey anlamadım. Bu akşam nereye gidiyorsan git, yarın mutlaka bana bekliyorum. Her şeyi anlatacaksın yoksa seni öldürürüm."

"Tamam tamam. Abartılacak bir şey yok." dedim.

Konuşmayı sonlandırırken yoldan dönüp istikameti evime çevirdim. Madem bir doğum gününe gidiyordum, hazırlanmam gerekecekti. Rüzgar'a haber verdim. İki saat sonra beni evden alması konusunda anlaştık. Süreyi fırsat bilerek hızlı bir duş aldım. Evin aşağısındaki kuaförde saçıma fön çektirdim. Eve dönüp dolabımı alaşağı ettikten sonra zamanında paraya kıyıp marka bir yerden aldığım diz üstü siyah mini elbisemi giydim. Boynuma büyük parçalı metal bir kolye taktım. Rüzgar tam dediği saatte zili çaldı.

Aşağı inerken içimde endişe vardı. Arabanın kapısını açarken endişemde ne denli haklı olduğumu anladım. Baş döndürücü çekicilikteki parfümü beni gafil avlayıp bir anda burnuma doldu. Gözlerimi yumup o anı zihnime hapsetme isteğime çok zor galip geldim. Havanın rüzgarından saçlarım uçuşuyordu. Ellerimle düzeltip sürücü koltuğunda oturan çok yakışıklı adama baktım.

"Selam." dedi.

Bir şekilde gülümsemeyi başarmıştım.

"Selam." dedim.

Krem rengi gömleğinin üstten iki düğmesi açıktı. Koyu renk kaliteli pantolonu kaslı bacaklarını şıkça sarıyor, kolundaki pahalı saati göz alıyordu. Bu düzenli görünümüne tamamen tezat olan saçları her zamanki dağınıklığıyla kendi hallerinde takılıyorlardı.

"Hadi gidelim." dedi. "Çok acıktım. Yemeği bu yakada yiyelim. Şimdi köprü trafiğine girersek gece yarısına kadar aç kalırız."

Böylece önce caddede bir İtalyan restoranına gidip yemek yedikten sonra, biraz daha azalmış bir trafikle karşıya geçtik. Yol boyunca hiç susmadık, hep şakalaşacak bir şey bulduk. Doğum günü partisinin verildiği ev Bebek'te, bahçe içinde bir villaydı. Benim bugüne kadar kutladığım doğum günleri birkaç yakın arkadaş katılımıyla gerçekleştiğinden evin daha girişinde başlayan insan kalabalığını garipsedim. Bahçeden girilen ve açık olan sokak kapısından içeri evin salonuna geçiliyordu. Salon ve mutfak bir aradaydı, iki odayı birbirinden ayıran mutfak tezgahının üzerinde içkiler, çerezler ve meyveler vardı. Salonda hafif tonda house müzik çalıyor, ellerinde içki ve sigaralarıyla etrafta gördüğüm insanlar sanki kafedelermiş gibi bir uğultu yaratarak konuşuyorlardı. Bir kısmı gruplar halinde ayakta dikiliyor, bir kısmı ise büyük ve konforlu görünen salon koltuklarında oturuyorlardı.

Daha ilk girişte koltuklardan birinde kucağında çok güzel bir kızla oturan yuvarlak, biçimli suratlı, altın rengi saçlı çocuğu seçti gözlerim. O da bizim içeri girdiğimizi farketmişti. Rüzgar bana biraz ortamla ilgili bilgiler verdi. Doğum günü sahibi kız ünlü bir mankendi. Doğal olarak arkadaşlarının çoğu da mankendi. Birçoğu moda ve televizyon dünyasından simalardı. Kendimize mutfak tezgahının üzerinde duran punch'tan birer kadeh doldurduk. Bu sırada az önce gördüğüm altın saçlı çocuk ve upuzun boylu güzel kız yanımıza gelmişlerdi. Yoğun makyajına rağmen yakından kızın yaşının oldukça küçük olduğunu farkettim. Daha ancak on sekiz ya da on dokuzunda gözüküyordu.

"Işık seni tanıştırayım. Mine, doğum günü kızı, Tufan'ın kız arkadaşı. Tufan, kardeşim."

"Memnun oldum." diyerek ellerini sıktım ve kızın doğum gününü kutladım. İkisi de radar gibi çalışan gözlerle beni inceliyorlardı.

"Ve sen de?" dedi Tufan doğrudan bana bakarak. Abisininkileri andıran keskin bakışları vardı.

"Rüzgar'ın arkadaşıyım." dedim soruyu garipseyerek.

Sevgilisi olacak halim yoktu ya. Rüzgar hiç ifadesizdi. Bir ona bir Tufan'a baktım. Tufan, kusursuz bir zengin çocuğu yakışıklılığındaydı. Sarı saçlar, yuvarlak bir yüz, yerli yerinde yüz hatları, pürüzsüz bir cilt, hayattaki yerini bilen kendinden emin bakışlar. Boyu Rüzgar'dan kısaydı. Rahatlıkla Lacoste reklamında oynayabilirdi ama Rüzgar'ın yanında hiçbir çekiciliği yoktu. İki kardeş birbirlerine hiç benzemiyorlardı. Tufan, Rüzgar'a döndü,

"Bugün babamla konuştum." dedi. Kelimeleri yaya yaya konuşuyordu. "Hacıoğlu'nun kontratında bir maddeye takılmış. O adamlara hiç güvenmiyorum diyor."

"Ben güveniyorum. Sorun yok." diye kestirip attı Rüzgar.

"O da öyle söyledi. Sana kızmış biraz."

"Sabahtan akşama kadar bana kaç kez kızdığını biliyor musun? Umrumda değil artık. İşi ben yapıyorsam kararları bana bırakmaya alışacak." Tufan omuz silkti.

"Adamları iyice araştırdın mı bari?"

"Yeterli referansları var."

"Süt işine gireceklerdi geçen yıl. Takip ettiğim bir firmaya rakip olacakları için ilgimi çekmişti. Ne olduysa vazgeçtiler. İyice sorgula derim. Babam haklı çıkmasın."

"Süt işiyle inşaat bir mi? Aptalca bir yatırımdan caydıkları iyi olmuş."

Tufan'ın kız arkadaşı belli ki ilginin kendisinden uzaklaşmasından sıkılmıştı.

"Aşkım doğum günümde iş mi konuşacaksınız?"

Tufan uzatmadı. Kızı yanağından öptü.

"Biz biraz dolanalım." dedi. "Siz de keyfinize bakın."

Abisini ilk tanıdığımda hissettiğim o hissin aynısı olarak buz gibi gelmişti Tufan bana. Bakışlarında bana dair bir hoşnutsuzluk vardı. Buldanlı kardeşlerin benimle ne zoru var diye düşünmekten kendimi alamıyordum. Neyse ki en azından biriyle buzları kırmıştık. Diğeriyle de ilgilenmiyordum. Bir daha görmesem bile olurdu.

Kendimize sakin bir köşe bulup oturduk. Rüzgar'ın tatlı sohbet haliyle mutluydum. Başka kimse ilgimi çekmiyordu. Bir süre sonra Tufan yeniden yanımızda belirdi.

"Abi kardeş bir sigara içelim mi?" Rüzgar bana baktı. Omuz silkip gülümsedim.

"Ne duruyorsun?" dedim.

Onlar gidince elinde içkisiyle Mine yanıma geldi.

"Nasıl gidiyor?" dedi. Bu kızdan da en ufak bir pozitif elektrik alamamıştım. Sorusuna ne cevap vereceğimi bilemeyerek gülümsedim. Koltukta yanıma oturdu.

"Tufan'sız kalmaya dayanamıyorum." dedi. Kafası epey olmuştu. Hiç merak etmesem de laf olsun diye,

"Ne kadar zamandır berabersiniz?" diye sordum.

"Resmi olarak bir ay oldu." dedi gülerek.

"Resmi olarak?"

"Yani herkes duyalı."

"Hmm. Gerçeği?"

"Üç ay."

"Epey olmuş." dedim şakaya vurarak. "Üç ay kritik bir süre." O ise şakamın dayanağını hiç anlamıyordu tabi.

"İlişkimiz ciddi." dedi üstüne basarak. "Sen Rüzgar'la ne kadar zamandır berabersin?"

"Biz beraber değiliz. Arkadaşız."

Yanlış mı görmüştüm yoksa bu kız bana gözlerini mi devirmişti?

"Sizi yan yana görenler buna inanmaz." dedi.

Elimi o koca ağzının ortasına yapıştırmak istedim.

"İnansalar iyi olur çünkü ben Rüzgar'ın en yakın arkadaşıyla birlikteyim." dedim.

"Bu birbirinize aşık olmanızı engellemez." dedi vazgeçmeyerek.

Bu aptal küçük kızla daha fazla böyle muhabbetler yapmak istemiyordum. Rüzgar'ı bulup bir an önce gitmek üzere ayağa kalktım. Ortalıkta görünmüyordu. Bahçeye çıktığımda Tufan'la onu birkaç metre ileride bahçe lambasıyla aydınlatılmış bir ağacın altında gördüm. Karanlıkta yanlarına doğru yürürken konuşmalarını duyabiliyordum, onlarsa beni farketmemişlerdi. Önce işle ilgili konuştuklarını sandım. Özel bir konu olmadığına göre yanlarına gidebilirdim. Derken Tufan'ın,

"Bu kızı nereden buldun?" lafı kulağıma çalındı.

"Ben bulmadım. Tekin'in kız arkadaşı." diye cevap verdi Rüzgar. O an yürümeyi bırakıp karanlığın içinde durdum. Elinde sigarasıyla Tufan da durdu. Ağacın sallanan yaprakları durdu. Çimenler durdu. Evin içinden dışarı taşan sesler durdu. Gece durdu. Her şeyin durduğu o bir anlık sessizlikten sonra Tufan sigarasından derin bir nefes çekip, dumanını uzun bir solukta bıraktı ve ağır ağır,

"İnsanlar çift yaratılır derlerdi de inanmazdım." dedi.

Nefes alamıyordum. Rüzgar cevap olarak,

"Benzemiyor." dedi.

"Yapma Allah aşkına."

"Andırıyor sadece."

Tufan'ın Rüzgar'ı adeta gözleriyle deldiğini görebiliyordum. Keskin bakışlar ailevi bir özellikti anlaşılan. Rüzgar geri adım atmayınca, sigarasından derin bir nefes daha çekti.

"Çok benziyor Rüzgar. Ve bu senin için iyi bir şey değil. Biliyorsun. Ondan uzak durmalısın." deyip izmariti yere attı.

Vücuduma gelen ani bir güçle gerisingeri dönüp sessiz ve hızlı adımlarla evin içine girdim. İlk düşündüğüm, Rüzgar'a acil işim çıktı deyip oradan kaçmak oldu. Biraz düşününce bunun çok ayıp olacağına karar verdim. İçeri girmesini bekleyip, bir şey çaktırmayarak eve dönmek istediğimi söyledim.

"Sıkıldın mı?" diye sordu.

"Evet, biraz."

"Tamam."

Çabuk bir şekilde Tufan ve Mine'yle vedalaştık. Tufan'ın yapmacık gülümsemesine rağmen o buz gibi bakışları yerli yerindeydi. Mine öylesine sarhoştu ki bize bakarken gözlerini odaklayamıyordu.

Yolda Rüzgar'la ne konuşacağımı bilemedim. Deliler gibi sormak istiyordum, içim içimi yiyordu ama soramıyordum. Sıkıntıyla dudaklarımın iç yanlarını kemiriyordum. Rüzgar gözünü yoldan ayırmadan,

"Orada bir şey oldu." dedi. "Bana anlatmak ister misin?"

Beni ağaçların arasında görmüş olamazdı, değil mi? Mümkün değildi.

"Mine canını sıkacak bir şey mi söyledi?" dedi. Ona bundan da bahsedemezdim.

"Yok canım. Kafası güzel küçücük bir kız o. Benim canımı sıkacak ne söyleyebilir?"

"Ben bahçeye çıkarken yanına geliyordu. Sonra da sizi yan yana görmedim."

"Arkadaşlarının yanına döndü çünkü. Benim bir şeyim yok Rüzgar. Gerçekten, yorgunum sadece."

Bir süre ikimiz de sessiz kaldık. Sonra,

"Keşke yorgun olmasaydın. Saat daha erken. Bir şeyler yapardık." dedi.

Duyduklarım yüzünden ruhumu kuşatan rahatsızlık hissini üstümden nasıl atacağımı bilemiyordum. Kime benzediğimi ve bunun Rüzgar'ı neden kötü etkilediğini öğrenmek için deli oluyordum. Benden bu yüzden mi nefret etmişti? Benzettiği kişiden nefret mi ediyordu? Fakat gecenin bu saatinde muhtemelen duymamam gereken bir konuyu nasıl açacaktım, onu bilmiyordum.

"Ne yapmak istiyorsun?" diye sordum.

"Bir yerlerde müzik dinlerdik."

"Hiç mekana gidecek halim yok şu an."

O da kendi içinde bir şeylerle boğuşuyordu. Dönüp bana baktığı kısacık bir anda gözlerinin içinde parlayan soru işaretlerini gördüm.

"Bana gelmek ister misin?"

Ona verilecek en uygun cevap dalga geçercesine gülerek: "Teşekkür ederim ama istemem." Olmalıydı ama şaka yapacak ruh halinde değildim. Beynim karıncalanıyordu.

"Olur." dememle birlikte ani bir manevra yaparak önce en sağ şeride geçti ardından köprü yolundan ayrılarak Beşiktaş yönüne döndü. Çok geçmeden lüks sitenin girişindeydik.

"İyi geceler Rüzgar Bey." dedi güvenlik görevlisi, bariyeri kaldırırken.

"İyi geceler."

Parlak mermer kaplı binanın girişindeki aynalarda yansımamızı gördüm. Uzun boylu, koyu renk saçlı, beyaz tenli, yakışıklı. Ona göre kısa boylu ve biraz daha açık renk tenli, sıradan, solgun bir surat. İkimiz de zayıf yapılıydık. O atletikti, bende ise kas namına pek bir şey yoktu. O, duruşuyla bile insanları etkileyebiliyordu. Ben yüzüne doğru dökülen açık kumral renkli saçlarının altından ürkekliğini gizlemeye çalışarak dik dik bakan bir kızdım. Asansör aynasında yüzümde gördüğüm sıkılgan ifadeyi beğenmedim. Hiçbir zaman özgüven abidesi olmamıştım. Onun yanında bu daha da zordu. O ise yanıbaşımda bedeniyle barışık ve kendinden emin bir şekilde duruyordu. Neden durmasındı ki? Asansörle sekizinci kata ulaşmamız çok kısa sürdü. Evinin bulunduğu katta kendisininkinden başka bir daire daha vardı. Kapıyı açınca yine ilk olarak koyu renkli heybetli portmantoyu gördüm. Sola dönerek salona ilerledim. Rüzgar'ın evinin Boğaz manzarasını görmeyeli aylar geçmişti. Nefesim kesilerek salonun camlarına doğru ilerlerken manzarayı ve evine hakim olan Rüzgar kokusunu içime çektim. Eşsiz bir kombinasyondu. Rüzgar montlarımızı asarken,

"Ne içersin?" diye seslendi, "Jagger sever misin?"

"Severim. Sana uyarım."

"Buzlu?"

"Uyarım."

"Müziği sen seçeceksin o zaman."

"Evde ne dinlersin bilmiyorum."

"Ben de bilmiyorum. Anım anımı tutmuyor. Bak orada ipad var. Sehpanın üzerinde. Spotify'dan bir şeyler aç."

Ipad'in yanında sehpanın üzerinde Muhteşem Gatsby'nin kitabı duruyordu. Okunmuş, sararmış, eski bir basımdı. Kitabı elime aldım. Rüzgar elinde şişe ve içi buzlu kadehlerle salona girdi. Elimdekini gördü.

"Bu hikayeyi gerçekten seviyorsun." dedim.

"O kitap ta liseden kalma. Geçen Tufan'da kalan son parça eşyalarımı getirdim. Onların arasından çıktı. Severim, evet. Toplumsal sınıf farklılıkları ve yozlaşma üzerine güzel bir eleştirisi var."

"Ben filmini izlemiştim. Sevdiği kadın ününü duyar da bir gün gelir umuduyla şatafatlı partiler veren bir Gatsby hatırlıyorum."

"Filmle kitap neredeyse aynı." Kadehleri doldurdu. Benimkini uzattı. "Romantik bir adam Gatsby. Bir hayalin kendisine gerçeğinden daha fazla bağlanma hatasına düşen biri."

Kadehimi kadehine tokuşturdum.

"Bence Gatsby'nin aşkı sağlıksızdı, saplantılıydı." dedim. "Beş yıl öncesinde yaşanmış bitmiş bir olaya saplanıp kalmak..."

"Aşıklarmış. Adam askermiş ve savaşa katılmış. Kadının hayatının aşkı olduğuna dair inancını yıllarca sürdürmüş." Durakladı. Kendine bir sigara yakarken, "Bence Gatsby'nin sorunu Daisy'nin nasıl biri olduğunu vaktinde kavrayamamaktı." dedi. Paketi bana da uzattı. Canım sigara içmek istemiyordu.

"Nasıl biri peki?" diye sordum.

"Garantici, ayran gönüllü, bencil. Yazar çok güzel anlatmış aslında: Sesi para dolu."

"Daisy, varlıklı bir ailede büyümüş, bu onun seçimi değil. Çok gençmiş ve biraz da hovardaymış ama bu onu Gatsby'yi beklemediği için suçlu kılmaz bence. Savaşa giden biri geride bıraktığı kişiden söz istememeli."

Kaşları eleştirel bir tavırla havalandı.

"Savaşa giden herkes ölüyor mu? Bazen insanın hayatta kalmak için bir umuda tutunması gerekir."

"Kulağa bencilce geldiğinin farkındayım ama Gatsby zaten kızın hayatına sahtekarlıkla girmişti. Dünyaları farklıydı. Hayata bakışları farklıydı. Zor olurdu yani zaten olamazlardı. Yaşandığı dönemde kalmalıydı."

"Eleştirisi de burada zaten Işık. En büyük engel maddiyat mıydı? Toplumsal statü mü? Adam ona layık olabilmek için evinin karşı kıyısına bir saray kondurdu. Ona denk olabilmek için bir servet yarattı. Gatsby'nin tek gerçek sahtekarlığı buydu bence çünkü ruhen hiçbir zaman o yozlaşmış düzenin insanlarından biri olamadı."

"Üzücü ama bugün olsa yine yürümeyecek bir aşk anlamına geliyor bu. Üstelik kadın artık evli. Ortada bir çocuk var ve kocasını seviyor."

"New York'taki otel odasında kocasını sevdiğini itiraf ettiği an tam da karakterini özetleyen bir an bence. Aşk risk almayı da beraberinde getiren bir durum ve Daisy hayatın hiçbir döneminde risk almak istemiyor."

"Ne diyordu Carraway: Geçmiş yeniden yaşanmaz."

Sigarasının dumanını üflerken gülümsedi sadece. Gözlerimin önüne, Gatsby karakterini canlandıran aktörün: "Geçmiş yeniden yaşanmaz mı? Tabi ki yaşanır." deyişini getirmişti bu gülüş.

"Kabul edelim ki Daisy bencil kaltağın tekiydi." dedi bunun yerine. Güldüm.

"Ben Daisy'yi senin gibi yargılayamıyorum."

"Yargılamadın zaten, savundun." dediğinde itiraz etmedim.

"Güzel bir film. Müzikleri özellikle."

"Aylar önce arabamda birini shazamlemeye çalışıyordun, hatırlıyorum."

Ben de hatırlıyordum. Filmi de o olaydan sonra izlemiştim zaten. Neden Rüzgar'la ilgili bütün geçmiş anılarım beni utandırmak zorundaydı? Yan oturduğu koltukta rahat bir tavırla arkasına yaslandı.

"Etkilendiğin bir konudan bahsederken gözlerin ışıldıyor." dedi.

Kalbim birkaç saniye öncesine oranla daha hızlı çarpıyordu. Çünkü gözleri sanki gözlerimi okurcasına bakıyordu.

"Benim mi? Asıl senin." dedim. Ne diyordum ben? Gözlerimi kaçırıp, elimdeki kadehe odaklandım.

Bir şey söylemedi. Hala sehpanın üzerinde duran ipad'e uzandı. Lana Del Rey'in yorumuyla Young and Beautiful şarkısı çalmaya başladı. Yeniden bana baktığında tek kaşımı ilgiyle havaya kaldırmıştım.

"Ben en çok bu şarkıyı seviyorum." dedi.

Bir süre içkilerimizi içerken çalan müziklerin keyfini çıkardık. Rüzgar zevk sahibi bir erkekti. Evinin dekorasyonu da modern ve şıktı. Bu fikrimi evini ilk gördüğümden beri paylaşmak istiyordum.

"Her şey uyum içinde."

Jagger şişesini yarılamıştık çoktan, biten içkisini yeniliyordu. "Anlamadım?" dedi.

"Evindeki her şey. Geçen geldiğimde de dikkatimi çekmişti. Şimdi bazı farklılıklar var."

"Evet, o zaman duvarlar boştu. Bir sürü yeni tablo getirdim. Henüz hepsini asamadım bile. Beğendin mi?"

"Hakkını vermek gerekir."

"Bu süslü cevap neydi şimdi?" dedi dan diye. Yine mi aynı alaycılıkla sınanıyordum? Kaşlarımı çattım. "Beğendin mi, beğenmedin mi? Ne düşünüyorsan onu söyle."

"Ne düşünüyorsam onu söyledim zaten ama sen inanılmaz kabasın." dedim kafamı iki yana sallayarak. Gülüyordu.

"Çatma kaşlarını ama bak şu an söylediklerini ölçüp tartıyorsun. Az önce ne güzel susturulamıyordun."

"Seninle baş edilmez." dedim öfkeyle.

Üzülmüş gibi başını eğse de yüzündeki ifade bu jestini yalanlıyordu.

"Cidden, evimi beğendin mi, beğenmedin mi?"

"Neden taktın buna bu kadar?"

"Misafir ağırlamıyorum da ben, o yüzden soracak pek kimse olmuyor." dedi.

"Hadi oradan."

"Pek kelimesini çıkarabiliriz hatta."

"Duy da inanma."

"Sen zaten bana hiç inanmıyorsun."

"Ne demek misafir ağırlamıyorum?"

"Kimse olmuyor diyemem. Sadece evime gelmiyorlar."

Keyifli keyifli oturuyordu karşımda. Kendinden memnun bir hali vardı. Peki neden benim midem burkuluyordu?

"Neden?" diye sordum.

"Burası benim özel alanım."

"Hayatına girenler özel olmuyor mu?"

"Hayatıma girmiş olmuyorlar demek ki."

"Gülçin de bana evine hiç gelmediğini söylemişti."

Yüzünün gülüşü bir miktar soldu.

"Konu neden hep Gülçin'e geliyor?" dedi sıkıntıyla iç çekerek.

"Seviyordun ya onu. Çok uyumluydunuz filan hani."

"Biliyorsun neyin ne olduğunu. Duyana kadar vazgeçmeyeceksin."

Omuz silktim.

"Gülçin'i sevdiğimi hiç söylemedim." diyerek itiraf etti.

"Yani ben haklıydım." dedim.

"Kabul. Haklıydın."

İşte şimdi keyfim yerine gelmişti.

"Adi herifin tekisin." dedim sırıtarak. O çok mutlu değildi çünkü söylemek istemediği bir şeyi söylemek zorunda bırakılmıştı.

"Ya hayatındaki diğer kızlar?"

"Bu konuşma artık sıkıcı bir hal almaya başlıyor." derken bıkkın bir ifade vardı yüzünde.

"Kaçamazsın."

"Kaçmıyorum. Sadece ne gerek var onu anlamıyorum."

"Merak ediyorum."

"Hayır buraya hiç kimseyi getirmedim."

Fakat benim sorum bu değildi.

"Şu an hayatında birisi var mı?"

Beni ne ilgilendiriyordu da soruyordum sanki?

"Birisi?" dedi manidar bir tavırla. Koltuğun üzerindeki yastıklardan birini elime geçirdiğim gibi kafasına fırlattım.

"Birileri." dedim.

"Yakışıklı adamım, olmasın mı?" dedi ciddiyetle. Çok sinir bozucuydu. "Görüşmek istediğim an görüşebileceğim birileri var. Ama ciddi biri yok." diye açıkladı.

Ben üstelemiştim. Yine de almak istediğim cevabın bu olduğunu sanmıyordum. Ona karşı yine hırçınlaştığımı hissediyordum.

"Sana daha önce de söyledim." dedim üstten bir tavırla. "Sen kimseyi sevemezsin. Mutlu edemezsin. Bağlanamazsın."

Hiç gülmüyordu.

"Beni tanıdığını sanıyorsun." dedi. "Yanılıyorsun."

Gözlerine yerleşen hüzünden hoşlanmamıştım. Az önce aşka dair cümleler kurabilen bir adama karşı haksızlık ettiğimi anladım.

"Afedersin." dedim. "İleri gittim."

Kafasını boşver dercesine salladı.

"Benim de ileri gittiğim zamanlar olmuştu. Sorun değil."

Birbirimize baktık. Baktık baktık baktık.

Tanıştığımız ilk günden, bugüne, acı, tatlı anılar bir bir gözlerimin önünden geçerken,

"Rüzgar ben kime benziyorum?" deyiverdim.

Yüzünü bürüyen şaşkınlıkla ağzı hafifçe aralandı.

Saniyeler boyu sessizliğini sürdürdükten sonra,

"Mine'nin doğum gününden neden apar topar ayrıldığımızı şimdi anlıyorum." dedi.

"Orada sormak istedim ama nasıl soracağımı bilemedim."

"Seninle bu konuyu konuşmak istemiyorum Işık."

Rahatsız görünüyordu.

"Ben de keşke hiç duymamış olsaydım diyorum ama artık duymamış gibi yapamam."

İçten içe yaşadığı tereddütü gözlerinden okuyabiliyordum. Gözlerime diktiği keskin gözleri bu boğuşmayla yanıyordu adeta. Birden oturduğu yerden kalktı. İçerideki odalardan birinde gözden kayboldu. Geri döndüğünde elinde bir fotoğraf çerçevesi vardı.

"Benziyor musun sen karar ver." dedi. Çerçeveyi bana uzattı. Ne bulacağımı bilmiyor, yorumlamayı bile reddediyordum. Kısacık bir anın içerisinde gülümseyerek ekrana bakan genç bir kadının fotoğrafına bakıyordum. O gülüşü özümsemek istercesine uzun uzun baktım.

Ellerini kucağında birleştirmiş yüzünde muzip bir ifadeyle gülen bir kadındı gördüğüm. Açık renk dalgalı saçları yüzüne dökülüyor, gülüşü ekrandan taşıp insanın içine işliyor, oval biçimli solgun yüzüyse rahatsız edici biçimde tanıdık geliyordu. Fakat bunların da ötesinde gözlerindeki o ifade vardı. Genç kadının gözlerindeki ürkek ama bir o kadar da meydan okuyan ifadeye takılı kaldım.

Sonra gözlerini dikmiş beni izleyen Rüzgar'a baktım.

"Kim bu?"

"Annem."

"Seni doğurmadan önceki yaşları herhalde."

"Üniversite olması lazım."

Neden bilmiyorum ama sırtımdan aşağı bir ürpertinin indiğini hissettim.

"Hayatta mı şu an?"

Dudağının kenarını kemirirken, olumlu anlamda kafasını salladı.

"Bugünkü hali fotoğraftakinden farklıdır?" dedim, başka ne diyeceğimi bilemeyerek.

"Farklı, evet. Tufan sadece fotoğraflardan gördüğü için hala böyle göründüğünü sanıyor."

"Hiç görüşmüyor musunuz?"

"Tufan hiç görüşmüyor. İstanbul'da yaşamadığı için ben de sık görüşmüyorum."

"Ne zamandan beri?"

Avuçlarını, ağrıyormuş gibi göz çukurlarına bastırıp çekti.

"Çok uzun zaman oldu Işık. Onun uzun zamandır başka bir hayatı var." dedi.

Ve o gece benimle, kendisini ve kardeşini dünyaya getiren insanların hikayesini paylaştı.

"Annemle babam üniversitedeyken tanışmışlar. Hemen aşık olmuşlar. Babam -belki biliyorsundur, Giresun'lu varlıklı bir ailenin oğlu. Annemin akrabalarının çoğu Almanya'da yaşıyor. Annem Frankfurt'un bir köyündeki aile yaşantısından çıkıp, üniversiteyi okumaya İstanbul'daki halasının yanına gelmiş. Büyük hala, kocası öldükten sonra yalnız yaşayan, kendince devrinin moderni bir kadın. Annem de güzel sanatlarda okuyan, İstanbul'a geldikten sonra çiçek gibi açan bağımsız bir ruh -ki bence doğduğu günden beri o öyleymiş. Babamla hiçbir ortak noktaları yokmuş ama işte aşk... Okurken evlenmişler. İkisinin de aileleri tepki göstermiş. Babam işe başlayana kadar büyük hala kol kanat germiş bunlara, halanın evinde yaşamışlar. Daha henüz elde avuçta yokken ben doğmuşum. İşin rengi o zamanlar değişmeye başlamış. Babam hırslı biri, ben de doğunca kendini işe vermiş. Erkek torun olduğunu duyan dedemler bu arada küskünlüğe son vermişler. Dedem, İstanbul'da kendi işini kursun diye babama ihtiyacı olan parayı vermiş. Babam da bu fırsatı iyi değerlendirip bugünün temellerini atmış. Annem dersen, hikayenin kalanı onunla şekilleniyor." Durdu. Yeni bir sigara yakmak için paketine uzandı.

"Benim doğumumdan itibaren annem depresyona girmiş. Ben neredeyim, ne yapıyorum, yaşamak istediğim hayat bu mu? Resim yapmak isterken bebek kakası temizliyordum bu hiç bana göre değildi diyor. Babam zamanının çoğunu işiyle geçirirken, günden güne durumu düzeltirken, annem büyük halanın evinden çıkmaz olmuş. Beni yaşlı kadına emanet edip, kendisi o evdeki üniversiteden kalan odasına kurduğu atölyede çalışıyormuş. Babam durumun vehametini farkedemeden iki yıl geçirmişler. Anladığı zaman çok geçmiş. Kurulacak bir iletişimleri kalmamış. Daha doğrusu annem kendi hayal dünyasında yaşadığı için söylediği hiçbir söz ona işlemiyormuş. Karadenizli adam, deli bir siniri vardır babamın. Kavga bile edemiyorlarmış. Çünkü biri bağırdıkça diğeri daha çok içine kapanıyormuş. Hala araya girmiş. Annemi evinde daha çok zaman geçirmesi için kendi evinden yollamaya başlamış. Bir gün, halanın evde olmadığı bir gün, annem bizim evden çıkmış, kış günü ayağında terliklerle, üzerinde evde giydiği bir hırkayla çıkmış taksiye binmiş halanın evine gitmiş. Atölyesine girmiş. Müziği açmış, heykellerini yontmaya başlamış."

Huzursuzlukla dinliyordum.

"Peki ya sen?"

"Ben..." İçini çekerken sigarasının külünü silkeledi. "Hala eve dönüp de sokak kapısını açık bulunca, önce hırsız girdi sanmış kadının yüreğine inmiş. Sonra annemi kendi ininde son derece mutlu halde bulunca çocuk nerede diye delirmiş. Annemin tepkisini bilmiyorum çünkü sorunca o günü hiç hatırlamadığını söylüyor. Kadın panikle babamı aramış. Babam telaşla eve koşmuş. Geldiğinde bizim evin sokak kapısı da açıkmış tabi. Bizimkinin kapı kavramı pek yok diyebiliriz."

Rüzgar gülüyordu. Bense dehşete düşmüştüm.

"Sen neredeymişsin?"

"Önce oyun sanmışımdır, muhtemelen. Evde kimsenin olmadığını anladığımda korkarak odama saklanmışım. Babam odama girmeye çalışırken korkudan bayılmışım. Bu kısımları hatırlamıyorum."

"Kaç yaşındaymışsın o zaman?"

"Üç-üç buçuk civarı sanırım."

"Sonra?"

"Sonra evde sürekli bizimle yaşayan bir çalışan tutmuşlar. Annem atölyesini eve taşımış ve bir de tedavi görmeye başlamış. Babamla olan ilişkileri kısa bir süreliğine düzelir gibi olmuş. Derken bence, hiç olmaması gereken bir şey olmuş, annem Tufan'a hamile kalmış. Babam çok sevinmiş. Annem çok üzülmüş. Bunca olaylardan, bunca yıllardan sonra Tufan, annemi içimizde en az tanıyan kişi olarak, ona dair en az sevgi duyan kişi aynı zamanda, bu hikayeleri öğrendikçe ondan nefret etti. Onda anne kavramı hiç yok. İnsan sevilmediğini hissediyor."

"Annen ne zaman gitti peki?"

"Tufan'ın doğumundan kısa bir süre sonra büyük hala vefat etti. Buraları artık ben de hatırlıyorum. Annemi günlerce atölyesinde ağlarken bulduğumu. Kimseyle konuşmadığını. Yine habersizce çıkıp gidiyordu evden. Evdeki kadının babamla konuşmalarından, halanın evine gidip yas tuttuğunu duyuyordum. Tufan daha birkaç aylık bebekti o sıralarda. Çocuğa hiç yokmuş gibi davranıyordu. Bizimleyken ruhsuz, içi bomboş bir kukla gibi otururdu." Rüzgar bir an ürperdi, gözlerimle gördüm. Gidip ona sıkıca sarılmak istedim. O ise anlatmaya devam etti,

"Bir gün aniden çıkıp gitti."

"Yine terlikleriyle mi?"

"Yok." Burukça gülümsedi. "Giyinmiş bu sefer. Küçük de bir çanta almış yanına. Uçak biletini bile önceden almış, şaşılacak bir koordinasyon."

"Almanya'ya mı gitmiş?"

"Evet. Alman vatandaşı olduğu için sorun olmamış. Pasaportu da varmış. Çıkmış gitmiş öyle bir anda. Her yere baktıklarını, günlerce aradıklarını hatırlıyorum. Öldüğünü sanarak çok korktuğumu. Babam tahmin etmişti ama. Gitti bu sefer dedi. Tanıdık birilerini bulup rica minnet sorgulatarak gümrükten çıktığını öğrendi. İlk endişe etti yarım akıllı bu ne yaptığını biliyor mu acaba diye. Almanya'ya yanına gitti. Annemin gayet aklı başındaydı. Başındaymış yani. Bilerek, planlayarak gittiğini söylemiş. Ölen halanın biraz mal varlığı vardı. Hepsi anneme kalmıştı. Ondan kalanlarla yeni bir hayat kurmaya karar vermişti. Babamdan hiçbir şey istemiyordu. Boşanmadılar bile. Ama istese de istemese de alacağını almıştı bence. Çünkü babam, onun yanından döndüğünde artık aynı adam değildi."

Rüzgar'ın güzel yüzündeki hüznü görebiliyordum.

"Sizden vazgeçmesini anlayamıyorum." dedim mırıldanırcasına.

"O öyle bir kadın. Kolay olmadı ama olduğu gibi kabullendim." dedi.

Duyduklarım benim bile içime oturmuşken, Rüzgar'ın canının nasıl acıdığını düşünüyordum. Onu bağlanmakla, sevmekle ilgili düşüncesizce yaralarken ne kadar haksızlık ettiğimi düşündüm. Ben ailemin sıcaklığıyla şımararak büyürken onun yaşadığı bu boşluk duygusunu düşündüm. Taşlar yerli yerine oturuyordu. Rüzgar hep eksik hissediyordu fakat bununla bu durumun tam tersi bir tavır geliştirerek mücadele etmeye çalışıyordu. Yani kendini kalabalıkların içine, kimsenin kimseyi niye tanıdığını önemsemediği, bağ kurmayı önemsemediği günü birlik ilişkilerin içerisine... Ve bu muhtemelen kısa zaman öncesine kadar da böyle sürüp gitmişti.

Gecenin devamında biraz daha konuştuk. Babasını suçladığı ve annesini aradığı yılları anlattı. Annesi ona yaşadığı yere istediği zaman gelebileceğini söylemişti. O da daha iyi bir hayat umarcasına sık sık gider olmuştu bir ara. Üniversitedeyken babasıyla yaşadığı evi terkedip, okulu bırakıp annesinin yanına yerleşmeyi düşünmüştü. Onu yatıştıran, daha sakin düşünmeye teşvik eden Tekin olmuştu. Zamanla kendisi de anlamıştı. Babasının anlattıklarının doğruluğunu, çevreden duyduklarının da doğruluğunu anlamıştı. Annesi öyle bir kadındı işte. Yaşamayı ancak kendi yaşamını devam ettirebilecek kadar seviyordu, kendisi için yaşıyordu ve kendisinden başkasına verebilecek hiçbir şeyi yoktu.

Rüzgar ona, yanına yerleşmeyi düşündüğünü söylediğinde, "Gelme," demişti, "burada yapacak bir şey yok, sen sıkılırsın. Hem babanın imkanları daha iyi." demişti.

"Çok düşünceliymiş." dedim kendimi tutamayıp. "Tufan reddediyor ama sen onunla görüşüyorsun."

"Evet." dedi. "Sadece ziyaretin kısasını seviyor."

Dünyada karakterine benzemek isteyeceğim son insanla fiziksel benzerliğimiz vardı. Bir kadının önce varlığıyla sonra yokluğuyla kaç insana acı verebileceğini düşündüm. Rüzgar'ın babasına ayrı, Rüzgar'a ayrı bir travma bırakmıştı. Tufan içinse belki hepsinden beter bir sorgulama kalmıştı geriye. İstenmeyerek dünyaya geldiğini bilen bir insan en çok ne hissederdi? Nefret mi? Boşluk mu?

Rüzgar'ın annesiyle olan benzerliğimi ne zaman farkettiğini düşünüyordum. İlk gördüğü andan itibarendi muhtemelen. Tufan nasıl hemen bu çıkarımı yaptıysa Rüzgar da yapmış olmalıydı. Her ne kadar olanları kabullendiğini söylese de, içinde yüzeyde görünenden fazlası vardı. Rüzgar annesi yüzünden travmatik bir çocukluk geçirmişti. Belki de bu yüzden benim benzerlik taşıyan yüzüm ona kötü anıları çağrıştırıyordu. En azından arkadaş olma anlaşması yaptığımız güne kadar benden hoşlanmayışını anlayışla karşılamam gerektiğini düşündüm. Ancak bundan sonrası için, aramızda bir bağ kurulduğuna inanıyordum. Rüzgar'a acı vermek istemiyordum. Fakat yanında bu kadar iyi hissederken onu kaybetmek de istemiyordum.

Son düşüncelerimi dile getirmedim. Çünkü zaman ikimize de yaşamamız gerekeni yaşatacaktı.

Birinin sırlarını paylaştığınızda, kaderin defterinden bir sayfa çevrilir ve olaylar yeniden kurgulanmaya başlardı.

Bu geceden sonra eskisi gibi olamayacağımızı biliyordum. Fakat daha yakın ya da daha uzak mı olacaktık? Onu kestiremiyordum. Bu konuda Rüzgar nasıl bir tercihte bulunursa ona saygı duyacaktım.

Farketmeden esnediğimi Rüzgar tepki gösterince anladım.

"Çok yordum seni. Hadi uyu sen artık."

"Yok ya, iyiyim ben."

"Deli gibi esniyorsun."

"İyi. Üstümü örtecek bir şey ve yastık verirsen ben burada uyurum."

"Sen benim yatağımda yatacaksın."

"Hayır. Hiç gerek yok."

"Beni zor kullanmak zorunda bırakma Işık. Senin kadar yorgunum. Ama gerekirse zor kullanırım."

Rüzgar'ın gardırobunu yerleştirdiği ayrı bir giyinme odası olduğu için, yatak odasında yalnızca üzerinde parfümlerinin bulunduğu bir komidin ile oldukça geniş ve rahat bir yatağı vardı. Çok çok rahat. Bu yatağa üç kişi sığardı. Uzandım. Yorganı burnuma kadar çektim. Rüzgar'ın büyüleyici kokusu burun deliklerimi doldurdu. Gözlerim açık kalmaya isyan edercesine yanıyordu. Saymaya kalksam ona kadar sayamayacağım sürede uyuyakaldım.

Ertesi gün öğlene doğru uyandığımda kendimi beklemediğim kadar dinç hissediyordum. Yakıcı bir susuzluk ve keskin bir tuvalete gitme ihtiyacı dışında problemim yoktu. Yatakta sağıma döndüğüm an komidinin üzerinde duran, benim için bırakılmış bir bardak suyu görerek gülümsedim. Yatak odasına bitişik ebeveyn banyosunda kendimi toparlayıp, ihtiyaç giderdim. Daha önce banyoda göremediğim bakım ürünlerinin hepsi bu küçük ebeveyn banyosundaydı. Benim için kullanılmamış bir diş fırçası da bırakmıştı. Rüzgar gerçekten de bakımlı bir erkekti. Yatağa geri dönüp, kendimi keyifle yumuşacık yorganın üzerine bıraktım, uyku setinin koyu yeşil rengi içimi huzurla dolduruyordu. Puf puf yorgan ve yastıklar içinde döne döne keyif yaptım. Bir süre telefonumda sosyal medya gündemini inceledikten sonra saat artık on ikiye gelirken yerimden kalktım.

Rüzgar salonda değil, çalışma odasındaki eski koltukta yastığı kucaklamış halde yüz üstü yatıyordu. Yavaş adımlarla ona doğru ilerledim. Koltuğun kenarında yanına çömelip saçına dokundum. Hemen gözünü açtı. Kömür gözleri derinlere gömülürken sıcacık gülümsedi. Uykulu bir sesle,

"Günaydın." dedi.

"Günaydın." dedim.

"Saat kaç?"

"On ikiye geliyor."

"Uyanalı çok oldu mu?"

"Çok sayılmaz."

"Kahvaltı edelim."

"Seda dün gece mesaj atmış. Kahvaltıya bekliyor. Dün gece onu son anda ektiğim için bir an önce gitsem iyi olur."

"Sen bilirsin." diyerek yataktan kalktı. İlk kez onu kendi eşofmanlarıyla görüyordum. Gri bol eşofman altı ve üzerinde yazılar yazan açık yeşil tişörtü ona çok yakışmıştı. Upuzun boyuyla yanımda dev gibi dikiliyordu. Darmadağınık uyku saçlarını elleriyle karıştırdı. Duşa girmek isteyecekti tabi. Bunu farkedince kaldığım odaya dönüp hızlı bir şekilde hazırlandım. O ise bu esnada mutfağa geçmiş yüksek mutfak masasının uzun bacaklı taburelerinden birine oturmuş, portakal suyu içiyordu. İşim bitince yanına döndüm. Bana da bir bardak portakal suyu uzattı. Su içmeme rağmen geçmeyen yanma hissi yüzünden hepsini bir dikişte bitirdim. Sonra yaptığımdan utandım çünkü beni gülümseyerek izliyordu.

"Seda nerede oturuyor? Seni bırakmamı ister misin?"

"Teşekkürler. Gerek yok. Sarıyer'de, iki katlı bahçeli çok güzel bir evi var. Karı koca mimar oldukları için çok zevkli, rüya gibi bir ev dekore ettiler. Bir de köpekleri var, bir golden, görmelisin."

Saçmalıyordum. Rüzgar hala tatlı bir ifadeyle gülümsüyordu.

"Gitmek zorunda olmasaydın keşke." dedi.

Belki onun için öylesine, nezaketen söylenmiş bir sözdü ama bende etkisi farklı oldu. Hala bar taburesinde oturuyordu; duruşu, bol eşofmanı, dağınık saçları ve gözleri... alev alevdiler. İçimde bir kız çocuğu uyandı, derin bir nefes aldı, nefesini geri bırakmayı unuttu. Bana gitmek zorunda olduğum için pişmanlık hissettiriyordu. Gitmeyi ben de hiç istemiyordum. Yarım yamalak bir gülümsemeyle ona baktım.

"Gitmeliyim."

Hemen şimdi gitmeli ve onunla ilişkime altı çizilmiş sınırlar koymalıydım.

Çantamı koluma asmak için elime aldığım an telefonum çalmaya başladı. Şükürler olsun Seda arıyordu.

"Neredesin sen?!"

Kapıya doğru ilerlemeye başladım.

"Geliyorum, geliyorum, yoldayım."

"Biz Sinan'la Karaköy'de kahvaltıdayız. Buraya gel diyecektim."

"Çok iyi fikir. Yakınım zaten."

"Nerdesin sen?" diye tekrarladı ama bu sefer sesinde apayrı bir ton vardı.

"Yarım saate görüşürüz." diyerek telefonu kapattım. Arkamdan gelen Rüzgar'a döndüm.

"Karaköy'de kahvaltı ediyorlarmış. Sen de gelmek ister misin?" dedim çabuk çabuk.

"Sağol canım. Benim duş almam lazım. Sonra da evde çalışacağım bugün."

Aramızdaki mesafeyi iki adımda kapattım. Tereddüt etmedim. Uzandım ve onu yanağından öptüm.

"Taksi çağırır mısın benim için?"


Duygusal boşluktaydım. Böyle diyordu Seda.

Tekin'i çok özlediğim için kafam karışıyordu.

Yanılgıya kapılmıştım.

Biraz uzaklaşsam, kafamı dinlesem geçerdi.

Böyle şeyler söylüyordu ve Sinan bizi baş başa bıraktığından beri saatlerdir bir telkin gibi konuşmayı sürdürüyordu. Bense bütün bu süre boyunca her an mesaj gelir umuduyla gözlerimi telefonumdan ayıramamıştım fakat mesaj beklediğim kişi Tekin değildi. Hatta Tekin yazdığında çaresizce boğuluyormuş gibi bir hisse kapılıyordum. Bir dar boğaza girmiştim. Körü körüne yürüyordum. Olabileceklerden hem çok korkuyor, kesinlikle kaçıp uzaklaşmak istiyor, hem de delicesine bir çekim duyuyor ve daha yakına sokulmak istiyordum.

Adeta dört tarafı denizle çevrilmiş bir kara parçasındaydım.

Ve bu kusursuz bir açmazdı.

Çünkü hem kalmak hem de kaçmak istediğim yerdeydim.

Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top