6. İçsel Mücadeleler

Havaların ısınmaya başlamasıyla mayısın ilk haftası arkadaş grubumuzla yılın ilk pikniğini yaptık. Sakarya'da ağaçların arasında suların aktığı çok güzel bir ormanlık alana gittik. Bir kişi hariç herkes gelmişti.

Rüzgar yoldan arayıp geç kalacağını haber verdi.

"Ne diye geç kalıyormuş?" diye söylendi Tarık.

"Gelmeye niyeti yoktu aslında." dedi Eren. "Bugün normalde bir kızla buluşacakmış. Biz çok ısrar edince gelmeye karar verdi. Ondan nazlanıyor."

"Kızı da getirsin madem."

"Getiriyor sanırım."

"Oo haberimiz yok."

"Getirsin getirsin." dediler keyifle.

Tekin'in beni tanıştırmaya getireceğini duyduklarında da böyle mi tepki vermişlerdi acaba? Gruba son katılan bendim. Kendi kendime güldüm. Rüzgar'ın ilişki yürütebileceğine kim inanırdı? Kısa sürede ayrılacağı birini ortamımıza sokmaya çalışması saçmalıktı.

Bir süre sonra, Rüzgar'ın arabası piknik alanının otoparkına girdiğinde ister istemez gözüm oraya takılmıştı. Kızı çok merak ediyordum. Rüzgar arabasından tek başına indiği an haklı olduğumu anlayarak belli belirsiz keyiflendiğimi hissettim.

"Buranın yolları ne kötüymüş amına koyayım. Arabayı mahvetti. Çok aradınız mı? Ne işiniz var bu boktan yerde?"

"Oo saydıra saydıra geliyor bizimki."

"Bir şeye sinirlenmiş."

"Hoşgeldin Don Juan. Kız arkadaşın nerede?"

"Kız arkadaşım mı?" dedi dalgın kafayla. Bir an gözleri beni seçti. Sonra canlanarak Semih'e dönüp yüzünü kaplayan kocaman bir sırıtışla, "Ben onu öyle adlandırmıyorum." dedi. Bu tavırlarından nefret ediyordum ve o da bunun farkındaydı.

"Adam gamsız." dedi Elif.

Oysa ben Elif gibi komik bulmuyordum. Bir anda kendimi tutamadım ve,

"Sıkılmadınız mı artık bu ergen muhabbetlerden?" dedim öfleyerek. Rüzgar'ın şimşek gibi gözleri beni yakaladı.

"Sana ne?" Aslında ağzımdan çıkar çıkmaz söylediğime pişman olmuştum ama o da dimdik üstüme gelince geri adım atamadım.

"Yine başladılar." diye fısıldadı Derya.

"Biraz olgun davran Rüzgar." dedim. "Belki o zaman gerçekten yürütebildiğin bir ilişkin olur." Herkes nefesini tutmuş bizi izliyordu. Çok ileri gitmiştim.

"Siktir git Işık! Sana mı soracağım?"

Ve o da çok ileri gitmişti.

Tekin müdahale etti.

"Rüzgar kes."

"Terbiyesiz. Sana sor diyen mi oldu?" diye bağırdım.

"O zaman kapa çeneni."

"Sen kapa."

"Yeter artık. Kesin." diye araya girdi Tarık. "Liseye döndürdünüz şurayı."

İkimiz de gözlerimizden ateşler saçarak sustuk. Yarım saat geçip de öfkemiz yatıştığında nasıl hiç bir şey olmamış gibi davranabiliyorduk ben de bilmiyordum. Enteresan bir şekilde bu halimize herkesin alıştığını farkettim. Etler mangalda pişer ve erkekler sohbet ederlerken, biz de kızlarla dere boyunca yürüyüşe çıktık. Döndüğümüzde Tekin bize halattan salıncak yaptı. Her mangal sefasında olduğu gibi beklemenin arttırdığı açlıkla yemeklere yumulduk. En son közde kahvemizi de içtikten sonra gün kararırken, açık hava hepimizi çarpmış halde evlerimizin yolunu tuttuk.

Pazartesi toplantıda raporlarımın arasına gömülmüş, bir yandan da kulağım Tekin'de, onun anlattıklarını dinliyordum. Tekin bitirince Rüzgar'ın ekibinden biri anlatmaya başladı. Kafam çok dalgındı. Hafta sonu Tekin'in doğum gününü nasıl kutlayacağımızı düşünüyordum. Konuşulanları kaçırmıştım. Bir anda adımı duyunca irkildim,

"B tankı analizlerinin raporlamalarıyla Işık Hanım ilgileniyor."

"Evet." dedim.

Masadakilere ilk kez görüyormuş gibi bakıyordum. Herkes gözünü dikmiş bana bakıyordu. Ne sorduklarını anlamadığım için, B tankı analizlerini önüme çektim. Dereden tepeden ortaya karışık bir şeyler anlatmaya başladım. Rüzgar bir anda sözümü bıçak gibi kesti,

"Işık Hanım. Boş şeyler anlatıyorsunuz." Çok kısa bir an şeytan gözlerine baktım. O gözler ışıl ışıl parlıyordu. "Biz size sadece B tankının bizim bölgemizle etkileşim alanındaki su kaçış oranlarını sorduk."

Aramızdaki savaş ilk kez iş ortamımıza yansıyordu. Dışarıdakinden farkı bu kez o, birlikte çalıştığımız bir firmanın müdürüyken, ben sadece bir mühendistim. Herkesin içinde rencide etmekten çekinmeyişiyle bardağı taşırmıştı. Dilimin ucuna kadar gelen kelimeleri yutmaktan nefret ettim.

"Pardon." dedim, okuma gözlüklerimi iyice gözlerime oturtarak önümdeki sayfalar arasında söylediği şeyi aramaya başladım. Aynı anda,

"Neyse." dedi sabırsız bir tonda, "Bütün gün aramanızı bekleyecek vaktimiz yok Işık Hanım. Bulduğunuz zaman Emir Beye beni de cc'leyerek mail atarsanız sevinirim. Başka sorumuz var mıydı Emir Bey?"

Koca göbekli, suratı izlerle dolu, asık suratlı biri olan Emir, Rüzgar'ın çalışanıydı ve gördüğüm en kibirli insanlardan biriydi. Sinirimden önümdeki kağıtları ikisinin de yüzüne çarpmak istiyordum. Uzak uçta sinsi bir sessizlikte oturan Gülçin'in yüzünde alaycı bir gülümseme gördüm. Dosta düşmana güldürdün ya Rüzgar, diye geçirdim içimden, seni affetmek ne mümkün?

Toplantı bitti. Herkesin çıkmasını bekleyip Rüzgar'la konuşmak istiyordum. Tekin'le Rüzgar toplantı odasından hep en son çıkarlardı. Baktım, herkes yine hızla odadan çıkarken Gülçin yerinde oyalanıyor, gözünün ucuyla Rüzgar'ı süzüyor, Tekin'le Rüzgar'ın laflamasına gülücükler saçarak eşlik ediyordu. Bir iki aptal cümlesiyle şakalaşmalarına ortak olmayı başardı. İşte o andan itibaren odanın havası değişti. Sanki birileri içeri spreyle testosteron sıkmış gibi üçünün arasında büyülü bir atmosfer oluştu. Odanın diğer ucunda, onlar beni farketmezken ben, Tekin'le Rüzgar'ın birlik olup aptal bir kızla nasıl çaktırmadan eğlendiklerine şahit oldum.

Aralarındaki sözsüz iletişim çok güçlü olan iki kafadar, o kadar kendinden emin ve karşılarındakini yücelten cümleler kuruyorlardı ki, Gülçin'in azıcık kafası basıyor olsa, dalga geçildiğini anlar ve çok utanırdı. Ama o şiştikçe şişiyor, Rüzgar'dan karşılık bulduğunu sanıyordu. Bir şekilde buluyordu da. Kollarını kıvırdığı gömleğiyle, tek elini koltuğun sırtına dayamış, hafif eğimli ve kendinden emin duruşuyla ve delici bakışlarıyla Gülçin gibi sıradan bir kadının Rüzgar'a direnmesi çok zordu. Onunla mutlaka bir kez şansını denemek isterdi. Tekin'se ellerini karnının üzerinde kavuşturmuş, fit görünümü ve güçlü duruşuyla, ince bir alayla dalga geçerken, ara ara o çapkın gülücüklerinden saçıyor, yanındaki adamla birlikte ölümcül ikiliyi oluşturuyordu.

"Oo yemek vakti de gelmiş. Gülçin Hanım, ben bu yakaya pazartesiden pazartesiye geliyorum. Etrafı fazla bilmiyorum. Güzel yemek yiyebileceğimiz bir yer biliyor musunuz bu civarlarda?" diye sordu Rüzgar.

Gülçin hevesle birkaç yer sıraladı.

"Şey yiyelim ama.." dedi Rüzgar, Tekin'e baktı, "şöyle etine dolgun yani dolgun etli, yani porsiyonları küçük olmayan bir yer olsun." O konuşurken Tekin kıs kıs gülüyordu.

"Tabi Gülçin. Rüzgar Bey çok acıkmış." diye destekledi.

"E tamam ben sizi öyle bir yere götüreyim o zaman." dedi Gülçin.

"Evet Gülçin ya. Hadi götür." dedi Rüzgar ona göz kırparak. Gülçin kızarıp bozarıyordu resmen. Bir anda kapıya döndü ve beni gördü. İyice kıpkırmızı kesildi. O anda Tekin'le Rüzgar'da beni farkettiler. Tekin bozguna uğramıştı. Rüzgar'ın yüzünde ise alaycı bir ifade vardı. Meydan okur gibi bakıyordu gözleri. Tekin hemen,

"Işık, sen de gelir misin?" diye sordu.

"Yoo siz.. keyfinize bakın. Benim işlerim var." dedim, şok olmuş halimi saklamaya çalışarak.

Eşyalarımı kucakladığım gibi hızla odadan çıktım. Az önce tanık olduğum üçlü konuşmanın yapısı tüylerimi diken diken etmişti. Adını koyamadığım bir havası vardı. Bu havayı başlatan Rüzgar'dan ölesiye tiksiniyordum. Akıl sağlığım için duyduğum her şeyi unutmaya karar verdim.

Tekin'in doğum gününe üç gün kalmıştı. Ne yapacağımızı hala bilemiyordum. Her sene olduğu gibi hatta her hafta sonu yaptığımızdan farklı olmaksızın yine Tarık'larda toplanıp içilecek gibi görünüyordu. Tekin doğum günlerini kutlamayı sevmezdi. Dolayısıyla sürpriz yapmakla uğraşmaya gerek yoktu. Fikir alabilmek için arkadaşlarımı taciz etmeye karar verdim. Ofiste herkesin kahve molasına çıktığı arada bu işi halletmek için ideal zamanı bulmuştum. Ne yazık ki kimi aradıysam herkesin en yoğun anına denk getirmeyi başardım. Seda işiyle ilgili bir görüşmedeydi, Elif dersteydi, Derya da okuldayken telefonuna bakmıyordu. Tırnaklarımı kemirerek düşünüyordum. Rüzgar'ı aramalı mı, aramamalı mı?

Ne zaman tuşladım bilmiyorum. İkinci çalışında telefonu yanıtladı.

"Efendim Işık?" Aramamı beklemediği ses tonundan anlaşılıyordu.

"Rüzgar, merhaba. Bir konuda yardımına ihtiyacım var." dedim. Ciddi bir sesle,

"Seni dinliyorum." dedi.

"Konu Tekin'in doğum günü. Biliyorsun üç gün kaldı. Her sene Tarık'larda toplanılıyor. Ben bu sene bir farklılık yapmak istiyorum ama abartmak da istemiyorum."

"Tamam düşünelim bir şeyler. Şu an biraz yoğunum seni sonra arayayım mı?"

"Tamam." dedim. Onun da beni başından attığını düşünüyordum ki, bir saat geçmeden geri aradı.

"Selam. Var mı bir düşüncen?" diye sordu.

"Henüz yok. Yardımcı olursun diye umuyorum."

"Bana gelin işte." deyiverdi.

"Sana mı?"

"Evet. Eve yerleştiğimden beri Tekin daha hiç gelmedi. Hiç kimse gelmedi aslında. Herkes için farklılık olur. Genel tavrımızdan da taviz vermemiş oluruz."

Gülümsetmişti.

"İyi bakalım." dedim.

"Yemekli mi yapalım? Ona göre kendimi ayarlayayım."

"Gerek yok. Yemek sonrası geliriz. Cumaya geliyor zaten, sohbet, içmece filan. Sen ne diyorsun?"

"Benim için uygun."

"Tamam o zaman görüşürüz."

Cuma gecesi Rüzgar'ın Maçka'daki evinde toplandık. Rüzgar'ı o güne kadar takdir ettiğim tek bir özelliği varsa o da zenginliğiyle övünmeyişiydi. Evet, lüks bir araba kullanıyordu. Sorduklarında onun için bile, benim değil şirketin diyordu. "Benim olsa bu arabayı mı alırdım?" Evet, zaman zaman kibirli cümleler kuruyordu ama çoğu kez bunu arkadaşlarını güldürmek için yapıyordu. Ayrıca bu, içinde bulunduğu durumun ironisinden kaynaklanıyordu. Kendi deyimiyle o, babasının şirketinde bir çalışandı. Kullandığı her şey gibi aslında o da bir eşyaydı. Babası da onu kullanıyordu. Giyiminde, genel tavrında, orta gelirli ailelerden gelip kendine gelecek yaratmaya çabalayan bizlerden bir farkı yoktu. Ta ki, evini görene kadar...

İstanbul'un merkezinde, süper lüks bir sitedeki bu evin boydan boya camla kaplı salonu olduğu gibi boğaz manzaralıydı. Genç yaşımızda bizler böyle bir evin kirasını bile ödeyemezdik. Belki bundandır, Rüzgar o gece daha da mütevazi bir tavır içindeydi ve erkekleri rahat ettireceğim derken yine iğrenç muhabbetler yapıyordu. Benim için önemli olan Tekin'di ve o hayatından memnun görünüyordu. Pastasını kestik. Kutlamanın ardından herkes keyfine göre evin içinde dağıldı.

Birileri yemek masasının etrafında laflıyordu. Elif'le Derya cam kenarında koltuk minderlerini yere indirmiş orada oturmuş sohbet ediyorlardı. Eren bilgisayarın başına geçmiş müziklerle ilgileniyordu. Bense evin içinde biraz gezmeyi tercih ettim.

Koridordaki ilk kapı mutfağa açılıyordu. Lüks sitelerde bulunan ankastre mutfak mobilyaları ve duvara monte bar şeklinde bir yemek masası vardı. Burada da her şey koyu renkliydi ve oldukça digital görünüyordu. Bulaşıklıkta kahve fincanları olduğunu farkettim. Büyük kahve makinesinin üzerinde o güne dek bir kahve makinesinde hiç görmediğim kadar çok tuş vardı ve ışıkları garip şekilde yanıp sönüyordu. Bunların dışında mutfakta hayat emaresi göremedim. Buzdolabının üzeri bile bomboştu. Ne bir magnet ne bir fotoğraf. Rüzgar'ın mutfağı çok kullanmadığı belli oluyordu.

Sıradaki diğer oda, bir çalışma odasıydı. Ceviz rengi mobilyalardan bir çalışma takımı, cam kapaklı bir kütüphane, bordo rengi eski model bir kanepe ve kanepeyle uygun yine vişne renginde kalın perdeler vardı. Perdeler açık olduğu için odanın sitenin iç kısmına, yani sosyal alanlara baktığını görebiliyordum. Gündüz saatlerinde manzara dikkat dağıtıcı olmalıydı. Kalın perdeler durumu açıklıyordu. Çalışma masasının üzeri dosyalar, evraklar, laptop, yazıcı ve bir sürü başka şeylerle dolu, karman çormandı. Koltuğun üzerinde ise katlanmadan bırakılmış bir pike vardı. Belli ki Rüzgar bazen burada uyuyakalıyordu.

Bir sonraki oda giysi odası olarak kullanılıyor gibi görünüyordu. Küçük bir odaydı burası. Odanın yarısını kaplayan camlı gardırobun içi camın buzlu yapısından ötürü görünmese de, Rüzgar'ın bütün giysilerinin burada olduğu belli oluyordu. Ayrıca ütü masası ve sepet içerisinde ütülenmeyi bekleyen çamaşırlar da camın önünde duruyordu. Rüzgar'ı ütü yaparken hayal edemedim. Herhalde bunu onun yerine yapan bir yardımcısı vardı. Kim bilir belki de evine getirdiği kızlara yaptırıyordu. İstediği zaman çok tatlı dilli olabiliyordu. Eminim rica ederek her işini yaptırabilirdi.

Banyosu pırıl pırıl ve ferahtı. Küvet kenarındaki bölmede bir adet şampuan ve duş jeli olduğunu gördüm. Rüzgar bakımlı biriydi. Banyoda az eşyasının olmasını garipsedim. Sonra bu banyonun muhtemelen sadece misafirler tarafından kullanıldığı aklıma geldi. Yatak odasında kendi kullandığı bir ebeveyn banyosu olmalıydı.

Misafirleri düşününce, evde misafirlerinin uyuması için herhangi bir alan olmadığını farkettim. İnsanları salondaki koltuklarda mı ağırlıyordu? O koltukların yatak olarak açılabildiğini hiç sanmıyordum. Derken yine misafirlerini yatak odasında ağırlıyor olabileceği aklıma geldi. Koridorun sonunda kapalı duran tek bir kapı kalmıştı ve ben de o kapının hemen önünde duruyordum. Oysa Rüzgar'ın yatak odasına girmeye hiç niyetim yoktu. Tam da o anda arkamda bir ses duydum.

"Keşfe çıkmışsın."

Rüzgar ne zaman arkamda bitmişti? Utanarak hızla kapıdan uzaklaştım ama bu ona daha çok yaklaşmama sebep oldu. O da ani hareketimden kaçınarak geri adım attığında gülüyordu.

"Bir kez daha az kalsın üzerime atlıyordun." Rüzgar çok alkollüydü ve ben suç üstü yakalanmışçasına utanıyordum. Bir de bu sözleriyle beni iyice utandırmıştı.

"Banyonun yerini arıyordum." diye geveledim.

"Buldun mu bari?" Gözleriyle benimle dalga geçiyordu.

"Evet. Şimdi yolumdan çekilirsen, salona döneceğim."

Salona döner dönmez yemek masası üzerinde oyun oynayanları izlemek için oturdum. Masanın üzeri oyunun dışında içki kadehleri, cips ve kuruyemiş kaseleriyle doluydu. Gece ilerleyip masa, etrafında toplaştığımız bir sohbet alanına dönüşmüştü. Derya ve Eren, yaşadığı Islami kökenli baskı nedeniyle ülkesi Pakistan'da gazetecilik mesleğini yapamayıp Amerika'ya sığınan ve yaşadıklarını anlattığı bir kitap yazan genç kadın hakkında konuşuyorlardı. Son zamanların en popüler kitaplarından biriydi. Eren daha önce işi nedeniyle Pakistan'da birkaç ay yaşamıştı, oradaki sosyal yaşam hakkında kitabı destekleyen bilgiler anlatıyordu. Ben de Derya gibi kitabı yeni okuduğumdan konu ilgimi çekmişti. Bir süre sonra konu oradan çıktı, Ortadoğu ve Asya toplumlarında kadının yerine geldi, Rüzgar Avrupa'daki yaşayışlarla karşılaştıran örnekler verdi ve sonra konu döndü, dolaştı, günümüzdeki bekaret algısına geldi.

Rüzgar tam da bu noktada eli çenesinde rahat bir tavırla,

"Ben bekareti önemsiyorum." diyerek herkesi şaşırttı. "Yani olmamasını tercih ediyorum." diye açıkladı. "Bir kadınla seks için bir araya geldiğim bir anda bakire olduğunu söylese o an bütün büyüsü biter benim için. Şu yaşımdan sonra bununla uğraşmak istemem."

Konuşmanın gidişatı beni çok rahatsız etmişti. Göz ucuyla Tekin'e baktım. En yakın arkadaşı alkolün etkisinde muhteşem fikirlerini paylaşırken Tekin de gerilmiş görünüyordu.

"Daha önce hiç bakire biriyle birlikte oldun mu Rüzgar?" diye sordu.

Kaşlarımı çattım. Sorusu kulağa hiç soru gibi gelmiyordu.

"Retorik bir soru sanıyorum bu." diyen Rüzgar da belli ki aynı fikirdeydi ve belli ki Tekin, sorduğu sorunun cevabını zaten biliyordu. İyice gerildiğimi hissettim.

"Bunu mu konuşacağız?" diyerek müdahale ettim. Öfkeli bakışlarımı Rüzgar'a diktim. "Ne kadar sığ bir insan olduğunu zaten hepimiz biliyoruz." Ve yine olmuştu. Onu çok sinirlendiriyordum ama o da her zamanki gibi benim damarıma basacak şeyler söylemeyi başarıyordu. Bakışları Tekin'le ikimizin arasında dolaştı. O an anladı.

"Bakire olduğunu bilmiyordum." dedi kaşlarını havaya dikerek. "Aranızdaki sevgiye bakan bunu aştığınızı sanır."

Rüzgar hudut sınır tanımaz biriydi. Sözleri Tekin'in epey zoruna gitmişti. Ben daha ağzımı açamadan,

"Aştık zaten gerizekalı." dedi sıkılı dişleri arasından.

"O zaman sorun ne?" dedi Rüzgar umursamaz bir edayla.

Utançtan yerin dibine girdiğimi hissediyordum.

"Sorun senin o koca çeneni tutamaman." dedim sesimi bir ton yükselterek.

"Sorun bence senin komplekslerini bir türlü aşamaman." dedi o da.

"Rüzgar yeter!" diye bağırdı Tekin. "Yeter! Kes artık." Rüzgar nihayet Tekin'i ne kadar rahatsız ettiğini anlayarak sustu. Tekin şu an gerçekten de ürkütücü görünüyordu. Çıt çıkmayan bir sessizlik oldu. Ben Tekin'in daha fazla öfke patlaması yaşayacağını düşünüyordum fakat öyle olmadı. Hiçbirimiz konuşmayınca ortamı yumuşatma girişimi Elif'ten geldi.

"Birbirimizi nereden baksan yedi sekiz yıldır tanırız. Ben seni hiç aşık görmedim Rüzgar. Beni yanlış anlama ama birini gerçekten sevsen bu konunun bir önemi olmayacağını bilirdin." dedi. Yumuşak ses tonu etkili olmuş, konuşmayı sakin sulara çekmişti.

"Sevmekten bir tek siz anlıyormuşsunuz gibi konuşmalarınıza hastayım." dedi Rüzgar. Az önceki umursamazlığın yerini anlaşılmadığını düşünen bir çocuğun sitemkar tavrı almıştı.

"Bak ben orada iddiaya bile girerim." dedim. Benim kesinlikle kendime hakim olmakla ilgili bir sorunum vardı. Fakat Tekin'e saygı duyan Rüzgar'ın kavgayı uzatmak gibi bir niyeti yoktu. Tırmandırmayan, sadece merak eden bir tavırla,

"Ne iddiasıymış o?" diye sordu.

"Sen kimseyi sevemezsin. Mutlu edemezsin. En fazla üç ayda sıkılırsın."

Alkolden mi hayal ediyordum, yoksa gerçekten onu incitmiş miydim? Uzun ince serçe parmağını uzattı iddiaya girmek için.

"Görürüz." dedi.

"Görelim bakalım." dedim dik başlılıkla.

"Görürüz."


**********


Rüzgar, Gülçin'le flört etmeye başlamıştı. Haberi Tekin'den almıştım. Şakalaşmayla başlayan bir etkileşimin bu boyutlara ulaşmasını zavallıca buluyordum. Bana bir şeyler kanıtlamaya çalışıyorsa bunun için Gülçin'i kullanmasına gerek yoktu. Öte yandan Tekin, tıpkı Elif gibi Rüzgar'ın aşık olduğunda düşüncesizliğinin değişeceğini düşünüyordu. Tıpkı kendisi gibi, farklı hissettiğinde farklı biri olacaktı. Tekin ne düşünürse düşünsün, Rüzgar'ın iddiamı Gülçin'le boşa çıkarmaya çalışması bana sadece komik geliyordu.

"Daha çok yeni ama yürütürlerse neden olmasın?"

"Yürütemeyeceklerini biliyorsun." diye kestirip attım.

Rüzgar'da biraz suskunlaşmanın dışında bir farklılık görülmezken, kısa zaman içinde Gülçin'deki değişime inanamıyordum. Sabahları yüzünde hülyalı bir ifadeyle, ayakları yere basmaz bir halde geliyordu işe. Yanaklarına bir kırmızılık gelmişti. Eskisinden çok daha kolay gülüyordu. Herkese iyi davranıyordu. Toplantı sabahı Rüzgar'ı gördüğünde eli ayağına dolaşıyordu. Birbirlerine olan bakışlarını gördüm ve hiç hoşlanmadım. İkisini bir türlü birbirine yakıştıramıyordum. Her ne yaşıyorlarsa bunu birlikte çalışmamızın etiğine de aykırı buluyordum. Gülçin kafasını işe veremez olmuştu. Bu iş o kadar ilerledi ki, Gülçin benden medet umarak içini dökmeye başladı.

"Sen onlarla çok vakit geçiriyorsun. Rüzgar'ı benden iyi tanıyorsundur. Yardımına ihtiyacım var."

Aslında ikisini birlikte, o malum yakınlıkta düşünmek bile midemi bulandırıyordu. Soracağı herhangi bir duygusal ifadenin Rüzgar'da karşılığının olamayacağını da bildiğimden, yardım istediği an arkama bakmadan kaçıp gitmek istedim. Fakat yüzünde ağladı ağlayacak bir ifade vardı ve onu bu kadar çaresiz kılanın ne olduğunu merak etmekten kendimi alamadım. Anlattıklarından ortaya şöyle bir tablo çıkıyordu:

"Bana yürütmek istediğini söylüyor. Ama aramızda sanki aşılmaz bir duvar var. O duvarın ötesine geçemiyorum. Geçmeme izin vermiyor. Sadece benim evimde görüşüyoruz. Kendi evi nerede bilmiyorum bile. Gün içinde özlüyorum, sesini duymak istiyorum. Telefonlarımı açmıyor. Her akşam o gelecek diye koşa koşa eve gidiyorum, onun için yemek hazırlıyorum. Eğer yemeğe kalırsa bir lütuf. Kapıdan içeri fırtına gibi giriyor. Bir anda yatakta buluyoruz kendimizi. Birkaç saat sonra da çıkıp gidiyor. Hep kafası yoğun, hep aklı başka yerde. Bana açılmasını nasıl sağlarım Işık? Ona nasıl ulaşırım?"

Bana soruyordu! Gülmemek için kendimi zor tutuyordum. İlişkilerinin cinsel yönüyle ilgili anlattığı detaylar ise beynimi bulandırmıştı. Anlattıkları doğruysa eğer, duymak istemediğim kadar vardı. Gülçin'in ona bu kadar bağlanması normal görünüyordu. Adam onunla sadece seks ilişkisi kuruyor ve benimle birisini gerçekten sevebileceğine dair iddiaya giriyordu. Rüzgar Gülçin'i sevmek için çabalamıyordu. Bir inat uğruna, üç ay boyunca bu ilişkiyi yürütmeye çabalıyordu. Tabi Gülçin'in bana her şeyi anlatacağını bilemezdi. Birisinin gerçekleri onun yüzüne vurması gerekiyordu.

Bir akşam Tekin yine mesaiye kalacaktı, ben de nasıl cüret ettiğimi ikinci kez düşünmeden Rüzgar'ı arayıp "Baş başa konuşabilir miyiz?" diye sordum, bir kez daha.

İş çıkışı anadolu yakasında onun seçtiği bir restoranda buluşmak üzere sözleştik. Ben ondan önce ulaşmıştım. Dakikalar sonra içeri girdiğinde, ona Gülçin'in gözleriyle baktım. Siyah deri ceket giymişti. Kravatını çıkarmış, yakasını açmıştı. Koyu renk dalgalı saçları düzgün kesimliydi. Ona çok yakışan havacı gözlükleri ve boylu poslu endamıyla kabul etmekten hoşlanmasam da çekici bir adamdı. Karşıma oturdu. Gözlüklerini çıkarıp masaya bıraktı.

"Yemek yedin mi?" diye sordu.

"Yemedim ama özellikle seni beklediğim için değil." diye diklendim.

"Şimdi de yemek yemeden yaşanabileceğini filan mi iddia edeceksin?"

"Önceliğim yemek yemek değil."

"Valla benim öyle." dedi. "İzin verirsen." Alaycı bir ifadeyle gülerek menüyü önüne çekti. Garson zaten başımızda bekliyordu. Menüye fazla bakmadı, garsona döndü.

"Steak lütfen. Medium pişsin. Yanında kırmızı şarap. Kadehle getiriyorsunuz, değil mi? Varsa Medoc, yoksa Suvla olsun."

"Suvla Sur var efendim." Ellerini yorgun bir ifadeyle gözlerinden geçirdi.

"Sur olur." Bana bir bakış attı. "Sen ne alırsın?"

Öfkeli gözlerle izliyordum. Sorusu üzerine gözlerimi devirdim.

"Tosca salatası lütfen. İçecek olarak soda." Garson siparişlerimizi yazarak uzaklaştı.

"İstediğin oldu mu?" diye söylendim.

"Atarlı ergen tavırlardan vazgeç. Medeni iki insan gibi konuşacağız şurada."

Kayaya çarpmış gibi oldum.

"Ne hakkında konuşacağımızı biliyor musun?" diye sordum.

"Tahmin etmek zor değil."

Öyle mi?

"Konu Gülçin." dedim.

Çatılan kaşlarına bakılacak olursa, tahmininde yanılmış ve bundan hiç hoşlanmamıştı. Eh, şaşırma sırası şimdi ondaydı.

"Sen ne sanmıştın? Artık seninle iyi geçinip geçinmemekle ilgilenmiyorum."

Şaşkınlığı yüzünden okunuyordu. Yine de onaylayan bir baş hareketi yaptı.

"Öncelikle, buraya geldiğimden Tekin'in haberi yok. Aramızda kalırsa sevinirim." diye belirttim. "Gülçin benimle dertleşmek istedi. Doğru kişi olmadığımı söylesem de, o kadar ısrar etti ki kaçamadım."

Gülçin'in adını duyduğundan beri keyfi gözle görülür ölçüde kaçmıştı. Ciddi bakışları aramıza çelikten bir zırh çekiyordu. Bu konuşma benim için hiç kolay olmayacaktı. Garson şarap ve sodayı getirdiğinde şarabı kendi önüme çekip sodayı ona uzatmamak için kendimi zor tuttum.

"Biraz ısrarcıdır, evet." dedi.

"Nasıl söylesem bilemiyorum."

"Söyle gitsin."

"Onunla oynuyorsun." dedim. Şarabından büyük bir yudum aldı.

"Bu senin yorumun."

"Gülçin'in de yorumu."

"Gülçin sana böyle mi söyledi?"

Hayır, söylememişti. Israr edersem yalan söylemiş olacaktım.

"Hayır ama anlattıklarından çıkan sonuç bu."

"Öyleyse senin yorumun." diye tekrarladı. Beni yenmişti. "...ama sana neyi ne kadar anlattığını merak etmiyorum diyemem." İşte yeniden o alaycı gülümsemesi belirmişti yüzünde. Şarabından bir yudum daha aldığında, yüzümü utanç kızıllıkları basmıştı ki gözünden elbette kaçmadı. Asla kaçmazdı.

"Gülçin'le çok uyumluyuz." dedi sırıtarak. "Seni ilgilendirmez ama paylaşayım dedim."

Yüzüm yelpaze gerektirecek kadar yanıyordu şimdi. Gülçin'i hiç dinlememeliydim. O kadar da özel kısımları duymasam daha iyi olurdu. Garson yemeklerimizi masaya bırakırken, fırsattan istifade düşüncelerimi aklıma gelen uygunsuz detaylardan uzaklaştırdım.

"Yaptıklarını doğru bulmuyorum. Bir insanın duygularıyla oynamak nereden bakarsan bak ayıp." dedim yüzüne bakmadan.

"Yeter artık Işık! Senin bir sınırın yok mu?" diye çıkıştı. Bu beklemediğim çıkış sonrası kendimi zorlayarak yeniden yüzüne baktım. Karşımdaki adam sınırlardan bahsedebilecek son kişi bile değildi.

"Hatalarından bu şekilde üste çıkarak sıyrılamazsın. Sırf benimle girdiğin iddia uğruna onunla oynama. Yürütemediğini kabul et, bitsin."

"Kalbini kıracak bir şey söylemeden bu konuyu kapatalım." dedi. Öfkeli bir yüzle bifteğini keserek büyük bir lokmayı ağzına attı. Ben salatama henüz dokunmamıştım. İçim öfkeyle kaynıyordu. Hayır yanıyordu. İçimde öfke dolu bir yangın vardı. Hiçbir şekilde kontrol altına alamıyordum.

"Biz birlikte iş yapıyoruz. Bu ilişki hiç etik değil." dedim.

Rüzgar'ın sabrının da bir sınırı vardı belli ki ve ben onu zorlamış olmalıydım. Alev saçan gözlerle çatalını tabağına atarak,

"Bunu sen mi söylüyorsun?" diye sordu.

O gözlerdeki dur işaretini görmem ve durmam için bu son uyarısıydı. Fakat ben durmadım.

"Evet ben söylüyorum!" diye bağırdım.

"Evet sen!" dedi kaskatı, zaptedilemeyen bir öfkeyle. "Bekaretini aynı iş yerinde çalıştığı müdürüne veren sen."

Nefesimi tuttum. Dev bir utanç dalgası tarafından yutulurken tüm bedenim şiddetle sarsıldı. Benim burada ne işim vardı?

"Allah belanı versin."

Masadan kalktım. Çantamı, montumu hırsla toparladım. Tüm hücrelerimle tüm zerrelerimle rezil olmuş hissediyordum. Tam sırtımı döndüm, kolumdan yakaladı. İşte o an elimdekileri bırakıp suratına tokadı yapıştırdım. Yüzünden dönen bileğimi havada yakaladı.

"Özür dilerim."

"Senden nefret ediyorum!"

"Fazla ileri gittim." Aşırı yakınlıktaki gözlerinin alevi gözlerimi yakıyordu. Kolumu çekerek elinden kurtuldum.

"Bırak beni."

Yere düşen eşyalarımı hızla toparladım, arkama bile bakmadan herkese rezil olduğumuz mekandan koşarcasına ayrıldım. Arkamdan gelmedi. Durdurmadı. Bileğimde güçlü elinin izleri, gözlerimin önünde pişmanlıkla dolu yine de alev alev o son bakışı kalmıştı.

Eve dönerken yol boyunca içimdeki öfkeyi, incinmişliği ve utancı dökercesine ağladım. Onunla konuşmaya çalışmak da neyin nesiydi? Kafam neredeydi benim?! Artık kendimi tanıyamıyordum. Beni hiç ilgilendirmeyen insanların, hiç ilgilendirmeyen sorunlarına burnumu sokar olmuştum. Her şeyden herkesten kaçmak, uzaklaşmak istiyordum. Kafamın içi karman çormandı.

O güne dair Rüzgar'la bir daha konuşmadık. Buluşmamızdan ne Tekin'e ne Gülçin'e bahsettim. Rüzgar'ın da bahsetmediği ortadaydı.



Sonraki hafta sonu hep beraber atv sürmeye gittik. Hava, haziran ayında olmamıza rağmen o pazar günü kapalı ve çok esintiliydi. Tekin ısrarla gitmeyelim demişti, ona göre hepimiz üşütüp hasta olacaktık. Benimse stres atmaya ihtiyacım vardı. Tekin hariç herkes çok uyumluydu, bu yüzden plandan vazgeçilmedi.

Şile'de özel olarak tasarlanmış parkurun bulunduğu araziye geldik. Rüzgar yine her zamanki gibi hepimizden sonra geldi. Gülçin'le birlikte geleceğini söylediği için hiç gelmemesini tercih ediyordum. Biz tesisin kafe kısmında otururken herkesin bakışlarını üzerinde toplayan siyah Porsche otoparka girdi. Rüzgar araçtan tek başına indi.

"Yine yalnız." yorumları yapıldı hemen. Yaklaşır yaklaşmaz hemen Gülçin'i sordular.

"Bitti o iş." dedi kısaca.

Elimde kuruyemiş vardı o sırada, tam ağzıma atacakken duyunca ağzım açık kalmıştı. Tekin neden diye soruyordu ama artık dinlemiyordum. Bitti demişti, değil mi? Bir kez daha haklı çıkmanın gururuyla içten içe kendimi tebrik ediyordum. Rüzgar'ınsa suratı beş karış görünüyordu. Ağzımın kulaklarıma varmasına zorlukla engel olarak Derya'ya alakasız bir şeyler anlatmaya başladım.

Atv sürerken kullanacağımız malzemeler tanıtılıp, kısa bir eğitim almaya doğru ilerlerken ansızın Tekin,

"Ya ben gelmeyeceğim." deyiverdi.

"Hayda."

"Neden ya?"

"Ya üzerimde bir kırgınlık hissi var. Şimdi orada da çamurlar, sular derken kesin hasta olurum."

"Amma yaptın oğlum ya."

"Olmazsın hasta filan."

"Yok ya. Bir saat sürecek zaten. Siz gidin ben de kafede kitap okurum."

"Aşkım gel işte."

"Aslında senin de tek başına sürmeni istemiyorum. Çok tehlikeli."

"Tekin saçmalıyorsun artık."

"Tamam uzatmayın. Işık'ı ben alırım." diyen Rüzgar'ın sesini duydum. Duyduğuma inanamadım.

"Hayır ya, gerek yok. Kendim kullanabilirim." dedimse de dinleyen yoktu.

"İyi fikir kardeşim. Siz beraber gidin." dedi Tekin. Rüzgar'ın şoförlüğüne benimkinden çok güvenmesi sinir bozucuydu.

Yağmurluklarımızı, çizmelerimizi ve eldivenlerimizi giyip kasklarımızı taktık. Tarık'la Elif, Semih'le Derya, ben ve Rüzgar ikili olarak birer araç aldık. Eren'se tekti. Tekin çoktan kafeye dönmüştü. Araçlara bindik. Hava gerçekten de esiyordu. Kasktan dolayı etrafımı göremiyordum. Tek görebildiğim Rüzgar'ın sırtıydı.

"Biraz sarsıntılı olacak. Bana sıkıca sarılıp ellerini cebime sokarsan iyi olur." diye seslendi.

"Tamam." dedim. Montunun iki yanındaki ceplerine elimin ucuyla tutundum. Değil ona sarılmak dokunmak bile istemiyordum. Motoru çalıştırdığı an makine gürledi.

"Sıkı sarıl bak, düşersin!" diye bağırdı.

Yanımızda harekete geçen diğer araçları gördüğümde fazla vaktim olmadığını anlayarak ellerimi öne uzattım. Güçlü gövdesine sarılabilmem için ona iyice sokulmam gerekti. Birden harekete geçtik. Yüzüme çarpan keskin soğuktan korunabilmek için başımı sırtına yasladım. Ellerimi montunun cebine soktum. Montu inceydi, üzerindeki penye kazak da öyle. Bu yüzden dokunduğum yerdeki kasları hissedebiliyordum. Rüzgar Buldanlı'nın oldukça sıkı karın kasları vardı ve burnuma çarpan baharatlı etkileyici bir parfümü.

Safari parkuru inişler çıkışlar, çamurlu çukurlu yollarla doluydu. Bir iki kez düşme tehlikesi atlattık, her engeli atlattığımızda derin bir nefes alıyordum. Korkumu attıktan sonrası çok eğlenceliydi. Rüzgar olabildiğince dikkatli kullanıyordu bu yüzden artık korkmuyordum. Bir ara Tarık'ları gördüm. Yanımızdan neşeli çığlıklar atarak geçtiler. Rüzgar durur mu? Onları geçmek için iyice gazladı. Semih'le Eren'in de arkamızda olduklarını biliyordum. Eren hafif olmasının avantajıyla hepimizi geçip gitti. Tarık'larla uzun süre kapıştık. Sporcu olduklarından çok güçlülerdi ama Tarık ağır bir adamdı. Parkurun son dakikalarında Rüzgar çevikliğini kullanarak, riskli bir hamleyle onları geçmeyi başardı. Turumuzu böylece tamamladık.

Başladığımız ağaçlık alanda durduğumuz ilk an kimse yoktu etrafımızda. Eren başka yerde park etmiş olmalıydı. Tarık'lar henüz gelmemişlerdi. Bir an öylece durduk. Ne ben kıpırdadım ne de o. Ellerim vücuduna sımsıkı yapışmıştı. Nefes nefeseydik. Nefeslerimiz biraz yatışır gibi olunca yavaşça ellerimi ceplerinden çıkardım. Henüz geri çekilmemişken, ellerimi eldivenli ellerine aldı. Parmak uçları açıktaydı. Bir erkeğe göre zarif olan ince uzun parmaklı elleri yumuşacıktı.

"Üşümüşsün." dedi.

"Biraz." diye mırıldandım.

Tarık'ların Atv'si gürültüyle arkamızda durdu. Ellerimi ellerinden çektim. Motordan inip yanında dikildim. Kaskın altından pırıl pırıl gözlerle bana bakıyordu. Kaskımı çıkarıp saçlarımın başımdan aşağı dökülmesine izin verdim. Zamanın durduğu o anda Rüzgar gözlerini bile kırpmıyordu.

"Işık..." dedi mırıldanırcasına. "Sana bir şey söyl-"

Sözünü kesmesine sebep olacak şekilde arkama döndüm ve bize yaklaşan Elif'e doğru koştum.

"Naber? Geçtik sizi."

"Cadı, bizi çukura ittiniz resmen."

"Bana değil Rüzgar'a kız."

"Canına okuyacağım onun." diye lafa karıştı Tarık yarı kızgın yarı gülerek.

"İyisiniz, değil mi?"

"İyiyiz iyiyiz. Eren nerede?"

Ağaçlığın arka tarafından Eren'de bize doğru geliyordu. Rüzgar'la çakışırlarken,

"İkinciler için ne derler bilirsin Rüzgar." dedi gülerek, "İkinci olmak kaybedenlerin ilki olmak demektir."

"Siktir ordan." dedi Rüzgar.

"Ayrton Senna'nın sözü." diye açıkladı Tarık.

Son olarak Semih'lerde gürültüyle gelip yanımızda durdular. Erkekler dalga geçmek amacıyla onları alkış ve ıslığa tuttular.

"Kesin lan." diye kızdı Semih ama gülüyordu.

"Biz düştük çocuklar." dedi Derya. Giysilerinde çamura bulanmamış yer kalmamıştı.

"Yara bere var mı?"

"Valla bakacağız işte. Bende kesin morluklar var. Semih bileğini incitti."

"Yapma ya. Epey kötü düştünüz o zaman."

"Hani şu göletin etrafından döndükten sonra bir kaya çıkıyor ya..."

"Çok fenaydı orası!"

"Orada oldu."

Böyle konuşa konuşa soyunma kabinlerine geldik. Yarım saat kadar sonra duşumuzu alıp giyinmiş olarak kafede Tekin'in yanında toplaştık. Ben hemen sevgilimin koluna girerek yanına iyice sokuldum.

"Donmuşsun."

"Seninle ısınırım şimdi."

Ellerime minik öpücükler kondurdu. Rüzgar'la göz göze geldik. Az önce kısa bir an için ellerimin ellerinin arasında oluşunu hatırladım. Bunu düşünmekten hoşlanmadım. O da öyle olmalı ki gözlerini kaçırdı. Bu bir ilkti. Genellikle gözlerini kaçıran taraf Rüzgar olmazdı. Tekin, bizimle motora binmeyerek son derece doğru bir karar verdiğini düşünmesinin rahatlığıyla,

"Ee anlatın bakalım." dedi ve herkes bir ağızdan anlatmaya başladı.

Pazartesi sabah şirketteki toplantıda Rüzgar'la ben kuru kuru öksürüyorduk. Tekin ikimize aynı dalga geçen mesajı attı.

"Geçmiş olsun. Üşüttünüz herhalde?"

Okudum ve ikisinin uzaktan gülümseyen suratlarına baktım. Rüzgar'ın gülümsemesi Gülçin'e baktığı an dondu. Gülçin dağılmış görünüyordu. Daha çok yeni ayrılmışlardı ve acı çekiyor olmalıydı. Rüzgar'ı ne kadar önemsediğini düşündüm. O, samimi görerek bana herşeyini anlatmıştı. Bense ayrılmalarının hemen ardından Rüzgar'la safari yapmış ve ayrılık haberine resmen mutlu olmuştum. Hiç dostane davranmıyordum. İşin aslı ortada kurtarılacak bir ilişki olduğunu düşünmüyordum. Belki de bu yüzden umursamıyordum. Rüzgar bu sevgililik oyununu birisini sevebileceğini kanıtlama iddiasıyla oynamıştı ve sevememişti, bu kadar basit.

Gülçin bir kez daha benden medet umuyordu.

"Ayrıldık biliyor musun? Yürümüyor, dedi, kestirip attı. Çok kötüyüm Işık. Nefes alamıyorum, bana yardım et. Onu geri kazanmama yardım et."

"Ben ne yapabilirim ki?"

"Konuşsan onunla. Gülçin seni çok seviyormuş, bir daha hiçbir şey için ısrar etmeyecekmiş desen?"

"Bu konu beni aşıyor. O konuşulacak biri değil. Duygularını kendin ifade etmelisin."

"Ama nasıl? Telefonlarımı açmıyor. Mesajlarıma cevap vermiyor."

"Daha yeni ayrıldınız. Biraz sabret, biraz özlesin." Hiç inanmadığım şeyler söylüyordum. Gülçin ağlıyordu.

"Çok bağlandım Işık. Onun gülüşü, dokunuşu, kokusu olmadan nasıl yaşarım? Yaşayamam."

"Saçmalama. Düne kadar hayatında Rüzgar diye biri yoktu."

"Ama artık var."

Gülçin'in ruh hali beni de daraltmıştı. Akşam çıkışta Tekin'e dert yandım.

"Aşkım mümkün olduğunca dahil olma." dedi.

"Mümkün değil ki! Gelip yardım istiyor."

"Dinle, dinle geç. Araya girersen sen kötü olursun."

Çoktan araya girdiğimi düşündükçe çok utanıyordum. Yaptığım büyük bir hataydı. Üzerinden zaman geçtikçe, Rüzgar'dan özür dilemem gerektiğini düşünmeye başlamıştım. Fakat ben bir kere bile özür dilememişken, onun benden özür dileyecek halde oluşu utancımı arttırıyordu. Atv sürdüğümüz gün söylemek istediğinin bu olduğunu anlamış ve bu yüzden ondan uzaklaşmıştım. Benden bir kez daha özür dilemeye kalkarsa, buna katlanamazdım.

Bir iki hafta sonra havaların gerçek anlamda ısınması, ruh halimize mutluluk olarak yansımıştı. Her gün daha geç akşam olması bile başlı başına bir mutluluk sebebiydi. Üstelik bu sene kesinlikle tatile gidecektim. Tekin birlikte güzel bir tatilin sözünü vermişti.

Bu yüzden bikiniyle sıkı görünebilmek adına spora ağırlık verdim. Haftada iki-üç akşam sahilde koşmaya başladım. Yüksek lisans derslerimin hepsini vermiştim. Bir senem daha kalmıştı. Yazın okul olmadığından kendime dilediğim gibi vakit ayırabilecektim. Bir akşam sahilde koşarken dinlediğim radyoda Jack White'ın Love is Blindness yorumu çaldı. Rüzgar'ın arabasında o şarkıyı dinlediğimiz yılbaşı gecesini düşündüm.

Aynı gece rüyamda Rüzgar'ı gördüm.

Rüyamda ısrarla bana "Konuşmamız gerek." diyordu. Ben konuşalım dedikçe susuyordu. Sonra yine aynı şeyi söylüyordu. Ne söyleyeceğinden korkuyordum. Bir an sonra sıkı karın kaslarına dokunuyordum. Kasık bölgesindeki adonis kasını bi çizgi gibi elimle takip ederek, bu kadar belirgin oluşuna hayret ediyordum. Ben ona dokununca heyecanla elimi yakalayıp, "İşte ben de bunu konuşacaktım." diyordu ve aniden öpüşmeye başlıyorduk. Öyle sahici ve ateşli bir öpüşmeydi ki, vücudumun alev aldığını hissediyordum. Tüm vücuduna dokunuyordum. O ise delip geçen gözleriyle ruhumu uçurumdan aşağı itiyordu. İtiyordu. Gözleri... o gözleri...

Nefesim sıkışarak uyandım. Evde yalnızdım. Derin nefesler almaya çalıştıkça havayı içime çekemiyor, kesik kesik kısa nefesler alabiliyordum. Bu şekilde boğulmaktan korkup ağlamaya başladım. Ter içinde kalmıştım. Sürünerek yataktan çıkıp, kendimi balkon zeminine bıraktım. Temiz yaz havası ve balkonumda hiç eksik olmayan esinti iyi gelmişti. Nefes alışverişim biraz daha kolaylaşmıştı. Yine de az önceki kadar sıkışmaktan korkuyordum. Bir süre yerde yatıp yıldızlı gökyüzünü izledikten sonra odama geri gidip telefonumu aldım ve o an ilk aklıma gelen isim olan Seda'yı aradım. Sabaha karşı gelen telefondan tabi ki çok korkmuştu.

"Işık! Hayırdır bu saatte?"

"Çok kötü bir rüya gördüm!"

"Ne rüyası? Neredesin?" Uyku sersemiydi, kafası yerine gelmemişti. Ama onun sesini duymak, gerçek dünyadan güvenilir birinin sesini duymak bana kesinlikle iyi gelmişti.

"Evdeyim. Kabus gibi bir şeydi."

"Allah Allah! Hayra çıksın. Ne gördün?"

"Çok kötüydü."

"Yanına geleyim mi?"

Şimdi ne yaptığımı daha iyi algılıyordum. Seda sabah işe gidecekti. Canım kuzenim uyandırmamı bir kenara bırak, yanıma gelmeyi teklif ediyordu. Sinan'ı da uyandırmıştım çünkü uykulu bir sesle "Ne oluyor?" deyişini duyabiliyordum.

"Yok gelme. Sesini duydum iyi oldum."

"Olsun gelip yanında olayım."

"Hayır canım gerek kalmadı. İlk anda ne yapacağımı bilemedim. Şimdi daha iyiyim. Yatıp uyurum."

"Yavrum sen ne gördün böyle keçileri kaçıracak kadar?"

Nihayet derin bir nefes koyverdim.

"Rüzgar'ı gördüm. Şimdi uyuyalım. Yarın müsaitsen buluşuruz, anlatırım."

"Meraktan öleceğim ama iyiysen sorun yok."

"İyiyim gerçekten."

"Tamam tatlım."

Ertesi gün iş çıkışında Seda'nın evine gittim. Bahçede, gün batımının şahane manzarasında bambu koltuklara yayılıp, ayaklarımızı çimenlere uzattık. Seda'ya gördüğüm rüyayı anlattım. Rüzgar'ın hayatımdaki yerini ve Gülçin'le olan ilişkisini de anlattım. Ben bitirene kadar dinledi.

"Adamın metrelerce mesafeden hissedilen bir çekiciliği var, kendini suçlama. O kız sana ilişkisini bütün detaylarıyla anlatınca bilinç altına işlemiş ister istemez." dedi.

"Sence de rüyam çok iğrenç değil mi?"

"İğrenç denemez ama rahatsız edici olduğu kesin."

"Çok hem de."

Bir süre beni inceleyen bakışlarla süzdü.

"Bak yavrum sana düşündüklerimi dürüstçe anlatacağım." dedi. "Yakın zamanda bu adamı kafana çok takmışsın. Zamanında Tekin için ölüp biterken, bunu bana itiraf edememiştin. Senin içinde yaşattıklarını bilirim. Bu adamdan etkilenmen de normal." Ben kaşlarımı havaya dikince, "Normal diyorum hemen tepki gösterme." dedi. "Herkesin çekiciliğini onaylayacağı bir tip çünkü. Ve sana olan zorlayıcı tavrı bu çekiciliği arttırıyor. O kabalaştıkça, kırıp döktükçe, mesafe koyman gerekirken sen onu bir mücadele olarak görüyorsun. O zaman da alt edilmesi gereken bir hedefe dönüşüyor."

Söylediklerine hak veriyordum. Devam etti.

"Öncelikle onu bir mücadele olarak görmekten vazgeç. Senin bir duruşun, bir kişiliğin var. Herkesin isteyeceği türde saygın bir erkek arkadaşın var, dolu dolu güzel bir hayata sahipsin. O ise, isteyenin geçici süreliğine elde edebileceği biri. Onunla ilgili herhangi bir şeyle ilgili çabalamak bir nevi suya yazı yazmak gibi... sahip olduğun, uğruna emek verdiğin her şeyi bir kerede silip atacak türde biri. Anlıyor musun beni? Bu bir mücadele değil, sadece aklının sana kurduğu bir tuzak."

Gözüm yeterince korkmuştu.

"Haklısın. Zaten ben onu, insan olarak yani, beğenmiyorum bile. Davranışlarından nefret ediyorum. Çoğu zaman varlığına bile tahammül edemiyorum." diye sıraladım. Beni onaylarken Seda'nın ifadesi endişeliydi.

"Gözünde büyütmeyi de kesersen sorun kalmayacak."

Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top