29. Final Part I
Sevgililer gününüz kutlu olsun 🌹 Yakında part II'de görüşmek üzere.
Nice'e giden bir uçağın içindeydim.
Rüzgar'la, birbirinin peşi sıra yapılan bilgilendirme anonsları yüzünden sıklıkla kesilen bir konuşma yapıyorduk. Teklif ettiği hediye bileti reddettiğim için benimle uğraşmaktan geri durmuyordu.
"Birazdan hareket ediyoruz."
"Business class'ta seyahat ediyor olabilirdin. Yol boyu internetin olurdu. Telefonunu apar topar kapatmak zorunda kalmazdın. Ve daha bir sürü şey."
"Biletimi kendi paramla almaktan memnunum."
"Ben de para vermeyecektim ki, birikmiş millerimle alacaktım."
"Onları bir dahaki sefere kendin İstanbul'a gelirken kullanırsın."
"Maalesef süresi bitiyor ve yanıyorlar."
Yanımda beliren hostes telefonumu kapatmam gerektiğiyle ilgili kibarca uyardı.
"Bunu dert ettiğini hiç zannetmiyorum. Artık gerçekten kapatmam lazım."
"Pekala." dedi gönülsüzce. Sesine gizli heyecanı hissedebiliyordum. Ben de aynısını hissediyordum. "İyi yolculuklar."
Kısa süre sonra uçak havalandı. Yemek servisi yapıldığında aç değildim, sadece su istedim. İşin aslı içim içime sığmıyordu. Oyalanmak üzere bir film açtım, izlediysem bile hiçbir şey anlamadım. Camdan dışarı, göğü pamuk pamuk kaplayan bulutlara baktım. Çok heyecanlıydım. Zaman geçmek, yol bitmek bilmedi.
Fiziksel olarak bir uçağın içinde olabilirdim ama bir yanım hala bunun olduğuna inanmakta güçlük çekiyordu. Yaşanan onca olaydan, geçen yıllardan sonra kim derdi ki? Ama şimdi... gerçekten oluyordu. Ben Nice'e gidiyordum. Rüzgar'ın yanına...
Kaptan pilot alçalma anonsu yaptığında, artık git gide yaklaştığımız şehrin görüş alanıma giren manzarası nefes kesiyordu. Uçak alçaldı, muhteşem turkuaz rengi bir deniz bütün görüşümü kapladı. Bir insan, böyle bir yerin dünya üzerindeki varlığını bilirdi de buradan nasıl uzakta yaşardı? Delice ve çok bilinmeyenli sorular.
Uçağın tekerlekleri sert bir hamleyle yere değdiğinde bile gerçek değilmiş gibi geliyordu hala. Sonunda, Nice'teydim.
Côte d'Azur Havalimanı küçük bir yerdi. Sıcakla yoğrulmuş eski bir havası vardı. Tek memur ve tek gişe olmasından dolayı biraz bekleyerek de olsa tamamladığım pasaport kontrolünün ardından tek çekçekten ibaret valizimi almak üzere bagaj kontuarına doğru ilerledim. Kalabalıktan dolayı zor yürünüyordu. Bekleme yerinde ise valizleri görebilecek kadar yeri zor bulabildim. Neyse ki valizim biraz bekledikten sonra ufukta göründü. Bütün bunlar olurken telefonumu açmayı akıl edemediğimi ancak çıkış kapılarına doğru yürürken farkedebildim. Adımlarım beni terminalin dışına, sıcak havanın ve tüm bilinmezlerin beklediği yöne doğru götürdü. Çıkar çıkmaz tam karşımda "I Love Nice" yazan turistik fotoğraf çekilme noktasını görmek içimi sevinçle doldurdu. Hem onu, hem de yazının hemen yanında bekleyen Rüzgar'ı.
Yaz, Rüzgar'a çok yakışıyordu. Haki rengi bir şort, düz beyaz bir tişört giymişti. Parlak güneş ışıklarının altında koyu renk saçlarına kumral ışıltılar düşüyordu. Kusursuz güzel yüzü, kirli sakalı ve güzel gözleriyle bana doğru yürüdü. Bense uçuş uçuş diz üstü bir elbise giymiştim. Ayağımda hasır sandaletlerim, başımda ise hasır şapkam vardı. Onun bende yarattığı etkiyi biraz olsun ben de onda yaratabilmeyi diledim. Adım adım yaklaşırken gözlerimi ayırmadığım yüzündeki gülüşe doya doya baktım. O da benim kadar heyecanlı olabilir miydi? Ben tam olarak şu anda heyecandan ölüyordum. Rüzgar'ın yakınında olmak her zaman büyülü bir çekim alanında olmak demekti ama Nice'te ve Rüzgar'ın yakınında olmak çok farklı, çok daha güçlü bir versiyonuydu bu hislerin. Nihayet mesafe kapanıp da birbirimize sarıldığımızda, teninin ve kokusunun da etkisiyle sersemledim. Ah Işık, dedim içimden, kendine yıllar süren bir zulmü neden niye niçin seçtin? Çünkü işte burası, sözün bittiği yerdi.
Teknik olarak hala arkadaştık! Fakat sarılmamız iki arkadaşın hasret gideren türde selamlaşmasından bir miktar daha uzun sürmüş olabilirdi. Geri çekilip aynı avel gülümsememle güzel yüzüne bir kez de yakından baktım. Gülüşüyle dünyaları aydınlatabilirdi. Aramızda tüyden bile hafif, uçuş uçuş bir hava esiyordu.
"Bonjour!" dedim. Yüzündeki gülümseme sanki mümkünmüş gibi daha da genişledi.
"Bonjour!" dedi o da. Bir eli valizime uzanıp kendine doğru çekerken, diğer eli belime dolandı.
Arkadaştık! Fakat şu an çoktan magma kıvamına ulaşmış, eriyip giden bir kalbim vardı.
Fazla uzakta olmayan bir otoparka doğru bu şekilde dip dibe ve uçuşa uçuşa yürüdük. Orada bizi siyah spor bir Porsche bekliyordu. Arabanın yolcu kapısına doğru uzanırken valizimi bagaja yerleştiren Rüzgar'a muzip bir bakış attım.
Bakışımı hemen yakalarken tek kaşı havalandı.
"Sen kullanmak ister misin?" diye sordu. Bir an için gözlerimi kapayıp açmak istedim. Bir rüyada olabilir miydim? Kafamı iki yana salladım.
"Buradaki kuralları bilmiyorum." diye cevap verdim.
"Her şey bildiğin gibi." dedi, sürücü kapısına uzanırken.
"Sonra olabilir." Derin bir nefes aldım. "Hazır değilim."
Işıl ışıl gözleriyle bana bakıyordu. Ellerimi sevgiyle arabanın ön konsolunda gezdirdim.
"Özlemişim biliyor musun?"
Güldü. Ben de güldüm.
"Hiç anlaşılmıyor."
Arabayı çalıştırdı ve sonra yola çıkmıştık. Sahil şeridi yolun benden tarafında kalırken, gözlerimi turkuazdan alamadım. Herhangi bir tarife sığacak yanı yoktu bu güzelliğin. İnternet, fotoğraflar, videolar sadece bir miktarını yansıtabilirdi. Gözlerimin gördüğü bugüne dek gördüğüm her şeyden güzeldi.
Adel'i sordum, evde olmasını bekleyerek.
"Adel bu haftayı anneanne ve dedesiyle geçiriyor." diye cevap verdi. "Çok önceden planladıkları üzere birlikte kampa gittiler. Ama senin geldiğini biliyor. Bu yüzden son anda epey tereddüte düştü. Gitsin diye ikna etmek zorunda kalmış olabilirim."
"Şaka yapıyorsun! Zorla göndermişsin resmen!"
"Yani tam olarak öyle diyemeyiz. Dediğim gibi planı zaten çok önceden yapmışlardı."
"Göremeyecek miyim şimdi ben onu?"
"Sen dönmeden önceki gün gelecek."
"İyi o zaman. Buna sevindim."
Mutlu görünüyordu bunu duyduğu için, yine de çenesini havaya dikerek,
"Gitmesi iyi oldu. Sana göstermek istediğim bir sürü yer var. Böyle baş başa daha iyi." diye cevap verdi.
İşin aslı, benim de baş başa olabilmekle ve konuşabilmekle ilgili umutlarım vardı. Bu yüzden aynı fikirdeydim ama bunu ona söylemedim.
Havalimanından çıkıp da şehre ulaşmamız sadece dakikalar sürmüştü. Şehrin içinde ise bir miktar trafik vardı. Marina olduğunu öğrendiğim yerin yakınından geçerken Rüzgar tüm işlerinin bu bölgede olduğunu anlattı. Kısa süre sonra ise sıra sıra palmiyelerle kaplı uzun bir caddeyi geçiyorduk. Burası Nice'in en ünlü caddesiydi. Bir yanı geniş bir kaldırımla, güneşin ve denizin tadını çıkaran insanlarla kaplı plajlarla, diğer yanı ise apartmanlarla çevriliydi. Caddenin bitiminden itibaren bir ara sokağa girdik ve orada tıkanıp kaldık.
"Trafik." dedi Rüzgar söylenircesine. "Sana sadece güzel yönlerini göstermek isterdim ama trafik buranın bir gerçeği ve maalesef kaçış yok."
"Sorun değil." dedim, "Hiçbir yer İstanbul'dan kötü olamaz."
Görünen o ki, otopark aslında sadece yüz metre kadar uzağımızdaydı ama bizim oraya ulaşmamız dakikalar aldı. Hala İstanbul kadar kötü olamayacağını düşünüyordum ve şu an için herhangi bir şekilde bana kötü görünmesinin de imkanı yoktu ama kabul etmeliydim ki bir trafik vardı!
Arabayı park ettikten sonra, yürüyerek yolun karşısına geçtik. Lara'nın tarifindeki sokağın burası olduğunu hemen anladım. Sıra sıra yüksek katlı binaların bulunduğu geniş, etrafı açık, kare biçimli, tam avrupalı bir sokaktı. Rüzgar'ın oturduğu bina, beyaza boyalı, yüksek katlı, desenli trabzanlarıyla, küçük balkonlarıyla klasik fransız mimarisine sahip, biraz da eski görünümlü bir apartmandı. Asansörsüz binada merdivenleri kullanarak en üst kata çıkmak bir miktar zorlasa da, valizi taşıyan ben olmadığım için söylenmedim. Hava kendinden başka birinin yükünü taşımak için fazlasıyla sıcaktı. Fakat her daim kendine iyi bakan ve fit bir fiziğe sahip olan Rüzgar'ın herhangi bir şikayeti yok gibi görünüyordu. Yine de dikkatle bakınca, son gördüğümden bile iyi göründüğünü farkettim.
"Sen farklı bir şey mi yapıyorsun?" diye sordum pat diye. "Spor olarak." diye ekledim.
"Crossfit yapıyorum iki aydır. Farketmene sevindim." dedi rahat bir tavırla merdivenleri çıkmaya devam ederek.
Crossfit. Evet.
"Normalde de iyiydin zaten... de daha iyi olmuş böyle." dedim. Bir şey söylemedi.
Bu esnada kapıyı açtı ve içeri girdik. Muhtemelen şu an Rüzgar'ı değil de evi inceliyor olmam daha mantıklı bir hareket olabilirdi ama gözlerimi üzerinden alamıyordum. O da nihayet ona baktığımı farketti.
"Epey zaman olmuştu, Adel doğduğundan beri..." durakladı, düşündü bir, "-daha da öncesinden beri, hiç bakmıyordum kendime. Salmıştım baya. Yeniden tempoya girmek iyi geldi." diye açıkladı.
Rüzgar'ın kendini saldığı bir halini hiç hatırlamıyordum. Varmış demek ki.
"Spor bana da iyi geliyor, insanın enerjisi artıyor. Tanıyorum o hissi."
Valizimi girişte yere bırakıp, keyifli bir ifadeyle bana döndü.
"Güzel. Çünkü seni zorlayabilecek bazı planlarım var. Korkutmak gibi olmasın ama bugün o gün değil, yarından itibaren. Gel, sana evi göstereyim."
Oysa hiç korkmamıştım. Sadece çok heyecanlıydım.
Geniş, ferah, aydınlık bir daireydi. Açık renkli, konforlu koltuklar, köşelerde büyük saksı bitkileri, açık mutfak, geniş balkon. Birlikte koridora doğru yürüdük. Üç oda vardı. Biri Rüzgar'ın ofisiydi. İkincisi her halinden belli olduğu üzere Adel'in odasıydı. Sonuncuyu tahmin etmek güç değildi.
"Adel'in genç kız odasında kalmak istersin diye düşündüm." dedi şakayla. "Ama istersen benim odamda da kalabilirsin." diye önerdi.
İkincisi hiç fena bir fikir gibi görünmüyordu. Ama dışımdan,
"Burası harika." dedim tereddütsüzce ve Adel'in odasına yöneldim. Rengarenk, çok tatlı bir odaydı. Çocuk boyu tek kişilik yatağı benim de sığabileceğim boyutlarda görünüyordu.
"Tamam o zaman." dedi ellerini birbirine kavuşturarak. "Kullanmak istersen banyo tam karşıda. Ben içerideyim. Keyfine bak."
Valizimi getirip, odaya yerleşmem için bana fırsat tanıyarak gözden kayboldu. Biraz soluklanmak iyi gelmişti. Yatağa oturdum. Valizimi açtım. Yazlık elbiseler, yazlık ayakkabılar, takılar, tokalar ve deniz eşyalarıyla doluydu. Yerimden kalkıp, camdan dışarı baktım. Lara bu evi çok güzel manzaralı olarak tarif etmişti. Adel'in odasının camından yolun karşısındaki diğer binalar görünüyordu. Bence gayet güzeldi ama kastettiği manzara bu açıda olamazdı. Sahilden doğru geldiğimiz yolu düşününce ev denize yakındı. Camı açtım. İçeri dolan hava sıcak olmakla beraber yüksek katta olduğumuz için bunaltmıyordu. Aksine içimi tatlı bir neşeyle dolduruyordu. Henüz ikindi saatlerindeydik. Gün batımına birkaç saat vardı. İçim kıpır kıpırdı. Banyoya hızlıca girip, yüzüme gözüme saçlarıma çekidüzen verdikten sonra salona, Rüzgar'ın yanına döndüm.
Hazırladığı iki buzlu içecek orta sehpanın üzerinde bizi bekliyordu. Kendimi rahat bir şekilde koltuğa bıraktım. İçeceğimden bir yudum aldım. Buzlu nane tadına eşlik eden tatlı ekşi yakıcı alkol tadını beğenmiştim.
"Çok iyi geldi bu."
Yanıbaşımda aynı rahatlıkla oturuyordu. Rahat ama heyecanlı, nasıl olunabiliyorsa, tam olarak öyleydik ikimiz de.
"Bugün plan yapmadım. Dinlenirsin diye düşündüm. Yapmak istediğin bir şey var mı?"
"Yorgun değilim." dedim hemen. "Denize gidelim mi? Akşam da eski şehre gidelim. Boş boş gezelim sokaklarda. Canlı müzik de dinleyebiliriz."
Yüzünde eğlenen, keyifli bir ifade vardı.
"Şu an Eski Nice'teyiz zaten." dedi hafifçe kaşlarını çatarak. "Kastettiğin buysa, doğru anladım, değil mi?"
Cahilliğimden utandım.
"Herhalde bir tane eski şehir vardır." dedim, çok da kendimden emin olamayarak.
"Evet, bir tane var." dedi yumuşacık bir ifadeyle. Bile isteye uğraşıyordu benimle. "Sen ne istersen onu yapabiliriz. Deniz diyorsun madem, hazırlan."
Uça uça odaya döndüm. Lacivert ve turuncu renklerde üçgen bikinimi giydim. Üstüme az önce üzerimde olan aynı yazlık elbiseyi geçirdim. Dev hasır plaj çantamın içine güneş kremlerimi ve havlumu attığımda hazırdım. Salona döndüğümde o da hazırlanmıştı. Lacivert bir deniz şortu giymişti. Üzerinde az önceki beyaz tişörtü vardı. İki tane havlu getirmişti.
"Benim havlum var. Telefonları alıyor muyuz?"
"Hayır. Ben yanıma para ve anahtar alıyorum. Sen değerli hiçbir şey alma. Yakın mesafe gideceğiz zaten."
"Ver havlunu çantama koyayım. Hazırım ben."
İkimiz de pratik insanlardık. Geçmişi yeniden keşfetmek güzel bir histi. O da aynı anda aynı şeyi dile getirdi.
"Böyle çabuk hazırlanmana bayılıyorum."
Ayağımızda şıpıdık yazlık terlikler, üstümüzde mayolar, Rüzgar'la güneşin ısıttığı caddelerde özgürce yürümek... lüksün yeni bir biçimiydi. Geldiğimiz yoldan aşağı sadece birkaç yüz metre yürüyerek sahile kolayca ulaştık. Sahilde her yer halk plajıydı. Bu sakin ve keyifli günün öğleden sonrasında, kalabalık plajda kendimize yetecek kadar bir yer bulup havlularımızı yan yana serdik. Rüzgar saniyesinde tişörtünü çıkardığı için bir süre tüm odağımı vererek denize bakmayı seçtim. O da benimle birlikte denize baktı. Dirseklerimizi geriye vererek öylece yan yana oturduk bir süre. Keyifle ve sessizce.
"Çok güzel burası." dedim.
"Beğenmene sevindim." dedi.
"Hadi çıkar elbiseni de sana krem süreyim." dediğinde bana dönmüştü.
"Olur." diye mırıldandım sadece. Nihayet gözlerim geniş ve çıplak gövdesine ulaşmıştı. Crossfit oldukça faydalı bir spordu. "Ben de sana." dedim dikkatim dağılırken.
"Sen de bana, ne?"
Sesi sanki başka diyarlardan geliyordu.
Bakışlarımı yüzüne çevirmeyi başararak,
"Krem." dedim.
Bunun üstüne gülmeye başladı.
"Ne gülüyorsun?" diye sordum.
"Adel de konuşmayı senin gibi öğrenmişti. Böyle tane tane." dedi bu kez kahkaha atarak. Elime aldığım bir avuç kum yeterince tehdit edici olmuş olmalıydı.
"Tamam tamam." dedi sakınarak.
Kumu yere bıraktım. Ellerimi silkeledim. Elbisemi başımdan yukarı çekerek çıkardım. Sonra çantama uzanıp aldığım kremi Rüzgar'a uzattım. Şimdi de o kremi hiç görmüyordu.
"Peki, o zaman. Önce ben." dedim. Gülme sırası bendeydi. Avcuma bir miktar güneş kremi sıktım.
Rüzgar, bir kreme baktı, bir bana.
"Hadi gel denize girelim." dedi. Sonra neredeyse beni beklemeden denize doğru koşmaya başladı.
"E krem elimde kaldı?"
Su serindi ama soğuk değildi. İlk girişte ürpermiştim biraz. Bu yüzden bir süre hızlıca yüzerek ısınmaya çalıştım.
Duraklayıp da kendimi suya bıraktığımda yan yana yüzüyorduk.
"Çok güzel." dedim bir kez daha.
Kendini güneşin ve denizin tadını çıkarmaya bırakmak öylesine kolaydı.
"Umarım sık sık geliyorsundur buraya. Çalışmaktan fırsat bulamıyorum gibi şeyler söylemezsin." dedim.
"Yani, bir nevi öyle. Hep öyledir ya. İnsan yakınında olan şeyin keyfini çıkarmaz."
"Patronuma tavsiye vermek gibi olacak ama kendine yaşamayı hatırlatman gerek." dedim.
Güldü.
"Kendimi hiç böyle düşünmemiştim."
"Yalan söyleme, düşünüyorsun." dedim.
"Tamam bazen düşünüyorum." dedi, gülmeye devam ederek. "Özellikle İstanbul'da ofise geldiğimde. Ama şu an hiç aklımdan geçmemişti."
"Benim kafa yapım biraz farklı çalışıyor demek ki." dedim.
Bu söylediğim onu öncekinden daha çok güldürdü. Gülüşünü sonsuza dek izleyebilirdim.
"Neyse, teşekkür ederim tavsiyen için. Umarım sen de hayatın keyfini daha çok çıkarıyorsundur." dedi.
"Deniyorum. Biliyorsun." dedim, bir miktar ciddileşerek ve hafif hafif yüzmeye devam ederek. "Bu yıl benim için her şeyin değiştiği yıl oldu. Kıştan beri çok değiştiğimi hissediyorum, iyi anlamda."
"Bunu söylemene sevindim."
"Evet, günlük şeyleri mesajlaşıyoruz ama derinlemesine konuşamıyorduk hiç."
"Yüz yüze konuşmak çok farklı." diye onayladı. "Terapiye devam ediyor musun?"
"Ediyorum. Düzenli spor da yapıyorum. Bunların etkisi var. Çalışmak çok iyi geliyor. Kendimi işle meşgul etmenin beni bu kadar motive edeceğini bilemezdim. Ben bir işkoliğim."
"Bunu biliyorum."
"Sana yeterince teşekkür edemediğimi düşünüyorum."
"Yeter artık ama."
"Yoo, öyle gerçekten. Sen müdahil olmasan, ayrıldığım konumda bir pozisyonu yeniden bulabilmem çok zordu. Kariyerimde boşluk var. Girdiğim görüşmelerde soruluyordu haliyle ve ben hiç cevap vermek istemiyordum bu soruya. Bana gerçekten çok yardım ettin. Hiç etmek zorunda da değildin. Bunun için sana ne kadar teşekkür etsem az."
"Zorunda da değildim, demek ha? Yine muhteşem cümlelerin."
"Laf sokarak söylemedim bu sefer."
"Aynen."
"Gerçekten Rüzgar. O değildi niyetim. Ben, buraya gelmişken, nihayet fırsat da varken konuşmak istiyorum seninle. Çok şeyler var sana anlatmak istediğim. Sen belki bugüne kadar her şeyi konuştuğumuzu düşünüyor olabilirsin aslında ama..." durakladım. Söylediklerim ilgisini çekmiş görünüyordu.
"Her şeyi konuştuğumuzu düşünmüyorum." diyerek onayladı.
"Konuşamadık." diye devam ettim. "Kısıtlı zamanlarda, biraz sıkışmışlık hissiyle biraz da mecburiyetlerle patladık sanki birbirimize ama derinlemesine konuşamadık."
"Doğru."
"Belki sen, üstünden çok zaman geçti, bütün bunlara ne gerek var diye düşünüyor olabilirsin. Tatildeyiz. Şu birkaç günü sadece huzur içinde geçirelim gibi düşünürsen..." diye devam ettim.
"Huzur kaçıracak şeyler mi konuşacağız?" diye sordu tavrı bir miktar katılaşarak.
"Hayır, yani bence hayır. Yani bilemiyorum her hikayenin iki yönü vardır ya ben beni anlatmak ist- neyse ama şimdi değil..." dedim bakışlarının ciddiyetinden ürkerek. "Tam şu anda değil, biraz kafamı toplayayım. Biraz alkol de iyi gelebilir." dedim.
Nihayet güldü.
"Sen nasıl istersen." dedi. Ama tavrı 'tatilimizin içine etme de...' der gibiydi.
"Ana konuya dönersek, şu anda söylemeye çalıştığım, bana en ihtiyacım olduğu anda uzattığın yardım eli için minnettar olduğum. Sadece bu. Laf sokmadım." dedim.
"Senin için her zaman, elimden gelen her şeyi yaparım Işık. Bunu biliyorsun." dedi.
Biliyordum. Ama ondan açıkça duymak kalbime iyi gelmişti.
"Ben de senin için her şeyi yaparım." dedim.
"Yaptın da."
"Ne yaptım?"
"Babamın öldüğü gece Adel'in sende kalmasını teklif etmen mesela."
"Hiç lafını etme bunun şu an."
"Zorunda da değildin." dedi beni alıntılayarak, şakayla.
"Hiç fırsat kaçırma ama hiç!" Yüzüne su attım.
"İyi ki geldin." dedi sonra, kıyıda kurulanırken. "Şurada yan yana havluları serip oturuyor oluşumuza inanamıyorum." Öylesine ve kolaylıkla söyleyivermişti bunu.
"Sen mi, ben mi?" diye mırıldandım.
Gözlerim plajda sakin sakin günün keyfini çıkaran diğer insanlara takıldı. O ana dek farketmemiştim ama üstsüz güneşlenen epey kişi vardı ve bu gayet normal görünüyordu.
Bu gözlemimi Rüzgar'la paylaştığımda gülerek omuz silkti. Çünkü burada gayet normal bir şeydi. Kimse kimseye bakmıyordu bile.
"Belki ben de denerim. Bikini izi olmadan yanmak ne güzel olabilir." dedim. Tabi bunu mümkünse daha ıssız bir yerde yapmayı tercih ederdim ama bunu ona söylemedim.
Rüzgar'ın gülümsemesi yüzünde dondu.
Artık bir şeyler yesem iyi olacaktı. Ayağa kalktım.
"Güzel midir buranın yemekleri?" diye sordum elbisemi üstüme geri geçirirken. "Uçakta bir şey yemedim de ben."
"Anlaşıldı. Normalde bu akşam ben hazırlarım diye düşünmüştüm ama görünen o ki, sen bekleyemeyeceksin."
Hava yeterince sıcaktı ve ev de yakındı. Üstü çıplak yürümesinde bence hiçbir sakınca yoktu. Tişörtünü başından aşağı geçirdiğinde manzarama yazık ettiğini düşünüyordum.
Güneş, tenimdeki ilk etkilerini göstermeye başlamıştı. Omuzlarımda ve yanaklarımda tatlı bir pembelik vardı. Uzun bir duş aldım. Artık boyu omuzlarıma değmeye başlayan saçlarım, kendiliğinden kuruduklarında hiçbir şekillendiriciyle yapamayacağım şekilde güzel bir doğallıkla dalgalanmışlardı. Gözlerime koyu mavi bir kalem çektim. Üstüme ip askılı yazlık mavi bir elbise giydim. Banyodan çıktığımda neredeyse dışarı çıkmaya da hazırdım.
Rüzgar da duşunu kendi odasındaki banyoda almıştı. Koyu gri bir tişört ve açık renk bir şort giymişti. Her haliyle olduğu üzere, yazlık ve sıradan görüntüsü ile de çok çekici görünüyordu. İnsanın kalbini yerinden oynatmak için çabalamasına hiç gerek olmayan biriydi. Ben kendi içimde kendimle boğuşurken,
"Çıkalım mı?" diye sordu.
Gün iyiden iyiye batarken eski Nice sınırları içerisinde, arnavut kaldırımlı sokaklarda yürümeye başladık. Eski ve dar yollardan geçiyorduk. Ayak bastığım taşların adet bir ruhu vardı ve yürüdükçe içime hayat enerjisi doluyordu. Sokaklar kalabalıktı. Bizim gibi yürüyen, gülen, eğlenen insanları izledim. Ahşap masalarını küçücük dar sokağa atmış, peşi sıra restoranların sıralandığı bir yere geldik. Tek sayfalık menüsünde fazla seçenek olmayan bir akdeniz restoranına oturduk. Siparişleri Rüzgar'a bıraktım. Deniz ürünleri, salata, şarap. Ben zaten çok açtım ama masaya gelen her şeyin tadı harikaydı. Bir süre, gözlerim etrafı yeniden seçmeye başlayana dek yedim. Bir zaman sonra yeniden konuşabilecek kadar enerjiyi toplamıştım. Yemekten, şaraptan, havadan sudan konuştuk.
Zihnimde ise farklı bir mücadele hüküm sürüyordu o anlarda. Bir hata yapmış ve onu tümüyle yitirmiştim. Bugün yeniden karşı karşıya oturabildiğimiz, gülebildiğimiz ve keyifle sohbet edebildiğimiz için kendimi inanılmaz derecede şanslı hissediyordum. Burada ve bu şekilde, tek bir taşı bile yerinden oynatmadan ömrümü geçirebilirdim. Bedenim ve ruhum ise ona dair bir özlemle dolup taşıyordu.
Ansızın masamıza uğrayan orta yaşlarda bir adam bize Fransızca olarak iyi akşamlar diledi. Şarabımızı yeniledi ve bize yemeği beğenip beğenmediğimizi sordu. Temel seviyeye kadar öğrenebildiğim fransızcam bu kadarını anlamama yetmişti. Kibarca teşekkür ettim. Adamın mekanının sahibi olduğunu sonrasında Rüzgar'la daha dostane bir şekilde devam ettirdiği konuşma sayesinde anlamıştım. Bu kısımdaki konuşmaları elbette sadece üstünkörü anlayabiliyordum ama yakınlık söylenenlerden ziyade tavırlarından sezilebiliyordu. Adam gittikten sonra Rüzgar da tahminimin doğruluğunu onayladı. Xavier bu restoranın aşçısı ve sahibiydi. Rüzgar'la birbirlerini birkaç senedir tanıyorlardı.
Şişe şarabı bitirdikten sonra kalktık. Rüzgar,
"Hala yürümek istiyor musun?" diye sordu.
"Evet. Bu şehri, ayak bastığın her yeri senin gözlerinle görmek istiyorum." dedim.
Muhtemelen arkadaş arkadaşa böyle bir cümle kurmazdı ama ben kurmuştum ve bundan rahatsız da değildim. Çok tuhaf bir bakış attı bana, o bir bakışla uçurdu kalbimi ama hiçbir şey söylemedi. Ellerimiz kazayla birbirine değerken eski şehrin taş sokaklarında yürümeyi sürdürdük.
"Neden seviyorsun Nice'i?" diye sordum.
Düşündü biraz. "Bilmiyorum." dedi.
"Nasıl?"
"Bilmiyorum. Seviyorum sadece."
"İlk kez ne zaman geldin buraya? Ya da şöyle sorayım, burada iş kurmaya ne zaman karar verdiniz?"
"Bunun enteresan bir cevabı yok. Babamın ortaklık kurduğu ilk şirket Barcelona'daydı. Hatırlarsan ben de eskiden onlarla çalışıyordum, Barcelona'da bizim işlerimizi yönetiyordum. O ara, çok fazla gece dışarı çıktığım için çok insanla tanıştım. Arkadaşlarımdan birinin babasının burada yat üretim şirketi vardı. Ben de hep ilgi duyuyordum bu konuya. İlk kez Henri'yle beraber geldik Nice'e. Bir arkadaş grubuyla beraber, tatil için. O bizi ağırladı, gezdirdi. Laf arasında işlerin çok iyi gitmediğini öğrendim. Ben yatçılığa çok yükseldim o zaman. Babamı tek başıma ikna edemeyeceğimi biliyordum. Çünkü çok para lazımdı. Araya Tufan'ı koydum. Tufan'la Henri tanıştılar. Tufan da birkaç kez buraya geldi gitti. İyice merak sardı konuya. Sonra babamı beraber ikna ettik. Sonrası malum."
"Çok eski değilmiş o zaman burası. Hatta yeni."
"Nispeten. On yıl. Henri'lerin kurduğu şirket olarak eski, bizim vizyonumuzu katmamız açısından yeni diyebiliriz."
"Henri ne oldu sonra, işi sana sattıktan sonra?"
"Hep buradaydı, hiç gitmedi. İşleri o yönetiyor. Ben hep gidip geliyorum, özellikle son zamanlarda."
"Ortaksınız o zaman siz?"
"Değiliz." Sırıttı. "O benim için çalışıyor. Ama, bir arkadaşlık hukuku var aramızda ast-üst gibi değiliz tabi."
Ne Henri'yi tanıyordum, ne de hikayenin bu kısmından haberdardım bugüne kadar.
"Bir arkadaşınla beraber tatil için geldiğin bir yer sonunda evin oldu. Seni ben hep bir ayağın Nice'te olarak tanıdım. Öncesini hiç bilmiyordum."
Sessizlik içinde birkaç adım attık. Sonra,
"Kaotik zamanlardan geçtik. İlişkimizi bir zaman çizelgesine koyacaksak eğer. Yoğundu ama her şeyi paylaşmıyorduk biliyorsun ki." dedi.
İlk kez yaşadığımız ilişkiye dair kişisel görüşünü paylaşıyordu. Hak vererek ve başka da ne söyleyeceğimi bilemeyerek kafamı salladım. Sebepsiz değil, kısıtlayıcı pek çok sebepten ötürü her şeyi hızlandırılmış ve kompakt yaşadığımızdan, birbirimize dair önemli detayları atlamak zorunda kalmıştık. Rüzgar'ın hayatının örneğin Nice'teki bu önemli kısmını sadece üstünkörü olarak biliyordum çünkü bunları derinlemesine konuşacak bir ortamımız hiç olmamıştı.
Bakışlarım arnavut kaldırımlı taşlarda, bunları düşünerek yürüyordum. Kim bilir o neler düşünüyordu bu kısa sessizlikte.
"Arkadaşlarının çoğunu tanımıyorum." dedim.
"Doğru." dedi düşünerek.
"Neden seni ben burada hep yalnız biri olarak hayal ettim."
"Bilmem." dedi gülerek.
Lara'nın etkisi de olmuştu böyle düşünmemde. Ama düşününce, Lara'nın Rüzgar'ı tanıdığı dönem, Rüzgar'ın sosyal olmayı seçtiği bir dönem değildi.
"Benim hiçbir zaman çok arkadaşım olmadı. Hep birebir ve yakın ilişkileri tercih ettim. Sen öyle değilsin." diye bir gözlemde bulundum.
"Dönem dönem değişiyor insanın hayatında. Birebir arkadaşlıklarım da var, grup olarak görüştüğüm de. Baya kişi var herhalde, dünyanın dört bir yanında. Buradakiler genelde iş ve çevresi. Lisedeyken bir grubum vardı. Herkes farklı yerlere dağıldı ama hala ara ara görüşürüz. Sonra üniversite."
"Artık görüşmediğiniz."
Keyifli değildi bu konuda ama omuz silkti.
"Eren'le konuşuyoruz. Konuştuk yani bir kere. Son olaydan sonra."
"Cidden mi?"
"Tarık net konuştu, değil mi? Bundan sonra onun için yokmuşuz da, bizimle konuşan varsa o da yokmuş da. Yarrağım kanaat önderi çünkü bana."
Rüzgar'ın bu ağzı bozuk yönü hiç değişmeyen ve değişmemesi gerekenlerdendi.
"Elif de beni aradı. Buluştuk." dedim. Bunu hiç beklemediği belliydi, şaşkınlıkla bana döndü.
"Sahi mi?"
"Evet."
"Ne konuştunuz?"
"Yaşanan her şeyi, tüm kronolojisiyle beraber."
Duyduklarına inanamıyormuş gibi bakıyordu.
"Her şeyi mi?"
"Baya her şeyi."
Çok sormak istiyor ama nereden başlayacağını bilemiyor gibi bakıyordu. Bu hissi anlıyordum. Ama onun o soramadığı kısımları ben ayaküstü değil, derinlemesine konuşmak istiyordum bu yüzden anlık olarak konunun yönünü değiştirdim.
"Elif Tarık için 'Kendi etik değerlerine takılıp başkasını yargılama hatasına düşüyor.' dedi. Bundan daha detaylı konuştuk da o biraz zaman alacağını ama Tarık'ın da eninde sonunda anlayacağını düşünüyor." dedim.
"Eren de benzer şeyler söyledi." dedi. "Yine de hiçbir şey eskisi gibi olmayacak. Çünkü hiçbirimiz eski insanlar değiliz. Benim buna bir itirazım da yok. Hayır, hiç konuşmasak da sikimde değil de, yaşananlar Tarık'ı ne ilgilendiriyor diye düşünüp sinirleniyorum bazen."
"Hem haklısın, hem de haksız. Hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağına katılıyorum. Belki eskisinden daha iyi olacaktır." dedim.
Baktı yüzüme bir kez daha, sorular ve düşünceler içerisinde. Bakışlarına aynı yoğunlukla karşılık verdim. Adımlarımız bizi taş bir meydana çıkarmıştı.
"Canlı müzik diyordun. Oturalım mı buraya?" diye sordu.
Bir mekanın girişinde durduğumuzu o zaman farkettim.
Açtığı gösterişsiz kapıdan içeri küçük ve dar bir mekana girdik. Gecenin ileri bir saatinde olduğumuzdan içerisi doluydu. Bar kısmındaki taburelerde kendimize yer bulduk. Barmen önce Rüzgar'la selamlaştı. Ardından bana da selam verdi. Rüzgar'a viski mi bira mı diye sordu. Bira cevabını aldıktan sonra iki şişe birayı bize uzattı. Rüzgar'la şişeleri tokuşturduk.
"Hoşgeldin." dedi bir kez daha.
"Hoşbuldum." dedim.
Tam hayal ettiğim gibiydi, birkaç masalık küçük, samimi bir ortam. Duvar hizasına dizilmiş tek kişilik masaları görebiliyordum. Rüzgar'ın bunlardan birinde kaç geceler boyu oturduğunu düşündüm. Kadehini kaldırıp selam verebilmek için Lara'nın kaç geceler boyu bir kez kafasını kaldırsın diye bekleyişini. Yanı başımdaki adamın güzel yüzüne baktım. Bugün Rüzgar, benim onu ilk tanıdığım zamanlardaki hercai genç adam değildi. Lara'nın tanıdığı, mutsuzluğun içinde boğulan o adam da değildi. Mutlu muydu, bunu bilemem. Kendinden emin ve rahat görünüyordu. Bana değen bakışlarının ardında ise köşelere gizlenmiş haklı bir tereddüt vardı. Bütün bir günü birlikte geçirdikten sonra bunu rahatlıkla söyleyebilirdim artık. Ben şu hayatta belki de ilk kez; kendimi, onun yanında ilk kez ve sonuna kadar rüzgarda uçan bir yelkenli kadar özgür bırakmaya hazırdım. Hayatta her şey doğru zamanını bekliyordu. Bizim doğru zamanımız da şimdi ve bu zaman mıydı? Kendi adıma, ben cevabımı biliyordum.
Sahnedeki otuzlu yaşlarda üç erkekten oluşan grup modern ingilizce şarkılar seslendiriyorlardı.
"Burası, değil mi?" diye sordum.
Anlayamayarak baktı yüzüme.
"Lara'yla tanıştığınız yer."
"Ne zaman anlattım bunu? Hatırlayamadım şu an." diye sordu.
"Lara anlattı." dedim ve yüzünün şaşkınlıkla aldığı şekli seyrettim.
"Nerede? Ne zaman? İstanbul'da mı?" diye sordu.
Ellerimi yanaklarıma yasladım, kafamı iki yana sallarken umarsızca sırıttım.
"Çok ses var. Seni duyamıyorum." dedim.
"Işık!" dedi tehditkar bir ifadeyle.
Sırıtmayı sürdürdüm.
"İstanbul'da. Zaten başka nerede görüşme imkanımız olacak?"
"İstanbul'da da olmadı ki."
"O gece ben yemekten ayrılırken, garsonun getirdiği çantamla beraber bir not yollamıştı. Yemek bittikten sonra otelde buluştuk."
Kocaman gözlerle ve dudaklarını birbirine bastırmış, tedirgin bir merakla dinliyordu.
"Ve bana şimdi söylüyorsun."
"Telefonda konuşulacak bir şey değildi. Ayrıca, önce kendi içimde değerlendirmem gerekiyordu duyduklarımı."
"Beni acaip tedirgin ediyorsun şu an." dedi dürüstçe. Güldüm.
"Biz ayrıldıktan sonraki seni, sen bana hiç anlatmadın. Bir kere sormuştum. Ama çok yanlış bir zamandı, hatırlıyorum. Sana Tekin'le yaşadıklarımı anlattığım o gece. Sen de hatırlıyor musun?"
Kafasını salladı kasvetle.
"Ne büyük aptallık. Çok yanlış değerlendirmişim her şeyi. Ama benim sorunum da bu, değil mi? İlk kez yaptığım bir hata değil."
Herhangi bir yorum getirmedi.
"Lara bana, nasıl bir Rüzgar tanıdığını anlattı. Biz ayrıldıktan sonra senin ne yaşadığını herhalde ondan başka da kimse bana bu şekilde anlatamazdı. Sen zaten anlatmadın."
"Hala da konuşmak istemiyorum." dedi rahatsız olarak.
"Haklısın. Hak veriyorum. Ama ne konuştunuz dersen Lara'yla bunları konuştuk."
"Neden ama?" diye sordu anlamayarak. "Arkadaş değilsiniz."
"Bence çok geçerli bir sebebi vardı. O sebebi yanlış anlamazsan kendime saklamak istiyorum."
"Yanlış anlarım." dedi, hala tedirgin bir ifade barındıran bir gülüşle.
Ben de güldüm.
"Daha fazlasını anlattırman için beni bundan daha fazla sarhoş etmen gerek." dedim meydan okuyarak. "Ama... bu gece değil. Bu gece çok yorgunum."
İçinde hüküm süren çatışmanın gözlerindeki yansıması olan şimşekleri keyifle izledim. Düşündü, düşündü ve nihayet,
"Yarına kalsın öyleyse." dedi.
Ertesi sabah erkenden uyandım. Günün bu erken saatinde güneş ışıkları camdan içeri tüm gücüyle hücum ediyordu. Adel'in yatağı fazla rahat sayılmazdı ama yorgunluktan neredeyse deliksiz uyumuştum. Daha fazla uyuyamayacağımı bildiğimden kalktım. Önce banyodaki işlerimi hallettim. Sonra salona geçip, geniş koltuğa kıvrılarak oturdum. Biraz anın keyfini çıkardım. Nice'teydim. Rüzgar'ın evindeydim. Ve Rüzgar sadece birkaç metre ilerideki odasında uyuyordu.
Oturduğum yerden rahatlıkla görebildiğim mutfakta, tıpkı Rüzgar'ın Maçka'daki evindekine benzer bir kahve makinesi vardı. Bolca tuşlardan ibaret mekanik bir canavar. Şu an canım fena halde kahve çekse de, yerimden kalkıp da o şeyi kurcalayamayacak kadar üşeniyordum.
Rüzgar'ı odanın girişinde görünce gülümsedim. Üzerinde eski bir şort ve eski bir tişört vardı. Eskiden de hep böyle uyurdu. Dağınık saçlarına, döküntü kılığına içim giderek baktım. Bana öyle geldi ki, o da odanın girişinde durduğu o ilk anda oradaki varlığımı özümsemek istercesine baktı.
"Günaydın." dedi.
"Günaydın." dedim.
Sonra, emin adımlarla kahve makinesine doğru yürüdü. Yaşasın, dedim hem içimden hem de dışımdan.
"Aslında..." dedi duraklayarak. "kahveyi sen hazırlamak ister misin? Ben aşağı inip kruvasan alacağım." dedi.
"Yoo. I-ıh. Sen çok güzel kahve yapıyorsun." dedim.
Yan yan bakarak güldü.
"En ufak bir gelişme yok." diye mırıldandı. Mutfak dolaplarından birini açtı. Kahve paketini çıkardı.
"Seni duyabiliyorum!"
"Duy diye söyledim zaten."
"Kahve yapabilirim. Sadece senin kıvamını daha iyi ayarladığını düşünüyorum."
"Evet."
"Yapabilirim."
"Gel de yap o zaman."
"Pufff." diyerek teslim oldum. "Yardım et bari."
"Ederim. Gel." dedi.
Oysa ki kıvrılıp oturduğum o çok rahat olan yerden kalkmak hiç işime gelmiyordu. Uzaylıya usul usul yaklaştım.
"Çok fazla tuş var."
"Okuma yazma bilince, çok karmaşık değil aslında." dedi, benimle adeta bir çocukmuşum gibi konuşarak.
Makinenin önünde bekliyordu.
"Tamam." İyice yaklaştım.
İşte yine yörüngesindeydim. Bu adam her zaman çok güzel kokuyordu. Günün bu tatlı tembel saatinde bile içimi kıpırdatan Rüzgar kokusuna bir de taze kahve kokusunun eşlik etmesi, gerçek bir lükstü. Yaşamasaydım nereden bilecektim?
Kahve paketini açtı. Uzaylının önünde duran, fişe takılı küçük makineyi o zaman farkettim. Tek kişilik kahve kupası büyüklüğünde ince uzun bir makineydi.
"Bu ne?"
"Öğütücü."
Öğütücüye öğütülmemiş kahve çekirdeklerinden ölçü kaşığıyla iki kaşık koydu. Kapağını kapattı.
"Şu kırmızı tuşa basar mısın? Bir süre elini çekmeden."
"O kadarını yapabilirim Rüzgar bu da aptala anlatır gibi oldu." dedim.
Kahkaha attı.
"Beceriksizliğinin tam boyutunu kestiremiyorum bazen, kusura bakma."
"Gömerken özür dilemen çok hoş gerçekten."
Tam başka bir şey diyecekti ki, öğütücünün kırmızı tuşuna bastım. Aramıza ezilen kahve çekirdeklerinin yüksek sesi doldu. Rüzgar'ın sesi gürültüde yok oldu.
Elimi çektim.
"Bir şey mi dedin?" dedim.
Tekrar ağzını açtı. Tekrar tuşa bastım. Bu sefer sinirli bir gülüş bürüdü yüzünü.
Elimi çektim.
"Bu tamam." dedim.
Yüzünde aynı muzip gülüşle, arkama geçti. Tam arkama. Sarılacak denli yakın.
Makineyi, onu tutan elimle birlikte alttan üstten kavrayıp, elimle beraber ters çevirdi. Öğütülen kahve cam kapaklı küçük hazneye dolmuştu. Hazneyi çıkarıp, şimdi tam önünde durduğumuz uzaylının kahve haznesine dökerken, elim yine eliyle ahenk içerisindeydi. Büyülenmiş gibi hareket ediyordum çünkü an itibariyle kendi irademe dair ne varsa elimi tutan eline teslim etmiştim.
Kahveyi hazneye döktük. Kapağı kapattık. Su haznesine suyu doldurmam için yine bana eşlik etti. Hiç söze dökmeden. Elimi tuttu yeniden, işaret parmağımı tuşlara uzattı. Çalıştırma tuşuna bastım. Yarım karafı seçen tuşan bastım. Demleme seçeneklerinden klasik olanı seçen tuşa bastım. Elimi bıraktı.
Kısacık bir an için kıpırdamadık ikimizde, belki nefes bile almadık.
Sonra o son derece normal bir tonda,
"Ben aşağıdaki pastaneye gidiyorum." diyerek benden uzaklaştı.
Kapıdan çıktığını gördüm. Kendim öylece durup, uzaylının demliğinden karafa damlayan kahveye bakmaya devam ettim.
Rüzgar geri döndüğünde kahve hazırdı. Açlıktan karnım gurulduyordu. Metabolizmam epey hızlı çalışıyordu son günlerde. Kruvasanın tadı çok güzeldi, kahve ise muhteşemdi. Hızlı bir kahvaltı olmuştu.
"Bugün seni bir kanyona götürmek istiyorum. Kıyıdan uzağa, içerilere doğru birkaç saatlik yol gideceğiz. Çok güzel manzaralı bir yolu var. Sonunda bir göle dökülüyor. Orada yüzebiliriz. İnsanlar kano filan da yapıyorlar. İstersen şayet." Durakladı. "Ama istemezsen burada kalıp denize de gidebiliriz."
"Çok isterim." dedim hiç düşünmeden.
"Yanına yedek kıyafet al, hatta belki de valizini alsak daha iyi olabilir."
"Neden?"
"Gece geri dönmeyi düşünmüyorum." dedi. Kalbim ağzımın içinde attı. "O kadar saat yol gittikten sonra hemen dönmek saçma olur. Görülecek çok yer var. Sana Provence bölgesini gezdirmek istiyorum."
Nefesimi tuttum.
"Lavanta bahçelerini görecek miyiz?"
"Evet." dedi sevincimle mutlu olarak.
Heyecandan yere göğe sığmaz bir haldeydim.
"O kadar çok istediğim bir şey ki bu!"
"Bir an önce yola çıkalım öyleyse." dedi.
Turkuazı arkamızda bıraktık. Fransa'nın içlerine doğru sürmeye başladık. Yeşil. Yeşil. Yeşil.
Şehrin kalabalığından sıyrılıp da çift şeritli ara yollara girdiğimizden beri gördüğüm güzelliklere dair söyleyecek bir söz bulamıyordum. Hayatımda hiç bu kadar güzel korunmuş bir doğa gördüğümü hatırlamıyordum. Daha çok yeşil ve insansızdı bu alanlar ama, tek tük de olsa evler vardı yolun iki yanında. Bahçelerinde hep karavan ve bisikletler olan, yeşille sarıp sarmalanmış güzel evler. Pek çok kez, epey de profesyonel görünen bisikletlilerin yanından geçtik. Meşhur Tour de France'dan haberdardım ve zamanının yakın olduğunu da biliyordum ama bisiklet sporunun bu kadar benimsenmiş olacağını düşünememiştim. Oldukça imrendim.
Yol boyu bir noktada yüzey şekilleri değişmeye, yeşille beraber kayalıklara dönüşmeye başladı. O zaman kanyonu sağ yanımıza alarak yola devam ettik. Artık deniz hizasında değil, bir miktar yüksekteydik ve yolun bir yanında yanımızdan derin bir kanyon ilerliyordu. Ara ara, manzaralı noktalarda Rüzgar arabayı durdurdu. İnip etrafı izledik. Ben bolca fotoğraf çektim. Gri kayaların arasından açık mavi renkte bir dere akıyordu, her şey ama her şey tarife sığmayacak denli güzeldi. Muhtemelen 4-5 saat kadar yol gittik. Ben tabelalardan fazla anlamıyordum, anlamamı gerektiren bir durum da yoktu. Rehberim ne yöne gideceğimizi çok iyi biliyor gibi görünüyordu.
Yol, kıvrım kıvrım dönerek alçalmaya başladı. İşte o zaman, akıl almaz güzellikte koskocaman bir göl görüş alanımıza girdi. Lac De Croix. Arabayı yine yüksekte manzaralı bir yerde park ettik. Bu yol üzerinde restoranlar ve butik oteller vardı. Küçük bir restoranda öğle yemeği yedik. Konuştuk, konuştuk, konuştuk. Bu kez susmaksızın konuşan bendim. O ise bana eşlik etti. Çocukluğumu anlattım ona, anne ve babamla gittiğimiz tatilleri. Çeşme'yi. Burada olmanın nasıl yeniden çocuksu ve heyecanlı hissettirdiğini. Her şeyin ne kadar güzel olduğunu ve manzaranın beni nasıl büyülediğini. İçtiğimiz şarabın, oturduğumuz yerin kendi bahçesinde üretilen üzümlerden yapılmış çok sınırlı bir üretim olduğunu bilmek başlı başına baş döndürücüydü. Manzaram çok güzeldi. Önümüzde uzanan sonsuz mavi göle ve keyifle beni izleyen Rüzgar'a bakıyordum. Birbirimize hiç olmadığımız kadar yakın olduğumuzu hissediyordum ve her şey özel hissettiriyordu o anda. Koskocamandı içim. Bir rüyayı yaşar gibiydim.
Yemekten sonra yokuş aşağı yarım saat kadar daha yol gittikten sonra göle ulaştık. Kanyonun gölle buluştuğu ilk kaynak noktasında, kıvrım kıvrım içeri doğru giden insana açık bir alan vardı. Burada kano yapan birçok kişi gördük. Bir köprünün üstünden bakıp izledim onları. Güzel görünüyordu ama kano yapmak benim ilgi alanıma girmiyordu.
Bu yüzden biz biraz daha devam ettik. Ağaçların arasına gizlenmiş, taşlı, çukurlu bir yola girdik. Burası gölün başka bir kıyısıydı ve olabildiğince ıssız görünüyordu. Araba park edecek küçük bir alan bulduk. Birkaç adımlık mesafede yüzmek için küçücük bir kıyı vardı. Buranın sadece bilenin geleceği türde saklı bir cennet olduğu anlaşılabiliyordu. Zaten çok şanslı hissediyordum kendimi ama bu his katmanlanarak arttı. Arabadan inerken, bastığım zemin küçük taşlarla kaplıydı. Gerçekten kaybetmemiştim dengemi ama tökezlemiş gibi yaptım. Rüzgar'ın hiç düşünmeden yardım etmek üzere uzattığı elini tuttum. Her şey o an tamamlandı adeta. Sıcacıktı içim, sıcacıktı kalbim. El ele kıyıya yürüdük.
Biraz önce içtiğim tatlı şarabın mı yoksa Rüzgar'ın doğal etkisi miydi bilemem içimde coşkun bir deniz vardı.
"Muhteşem bir yer." dedim sayıklarcasına.
Rüzgar'ın gözlerinde kendi hissettiğime benzer bir heyecan görmeyi bekledim ama kaçırdığı bakışlarıyla çok şaşırttı beni. Elini elimden usulca çekip havlularımızı yere seren de o oldu. Sonra hiç oturmadan tişörtünü çıkardı ve,
"Ben suya giriyorum." dedi.
Benim içim yanıyor, alevler an be an her yanımı sarıyordu ama sanki o bu ateşten bile isteye kaçmak ister gibiydi. Fazla mı yoğun yaşıyorum endişesi düştü birden içime ve birdenbire o ana dek düşmediğim bir tereddüte düştüm. Belki de herkes, kendim de dahil herkes yanlış gözlemliyordu. Belki de Rüzgar bana karşı benim ona hissettiğim gibi hisler içerisinde değildi. Belki sadece arkadaş olarak kalmak istiyordu. Belki bir tek bendim coşup giden. Belki herkes yanılıyordu. Belki, belki, belki.
Onun, sanki tek istediği bir an önce suya kavuşmakmış gibi gidişini izlerken geride kaldım ve neler olduğunu anlamaya çalıştım. Yemek yerken daha dakikalar önce gözlerini bile kırpmadan beni dinliyordu ve her şey muhteşemdi orada. Peki ne olmuştu sonra? Ne oluyordu şu anda? Ben ne bekliyordum da bulamamıştım?
Rüzgar suya girdi. Yavaş yavaş, tamamıyla suya gömüldü. Sonra bana doğru döndü. Hiçbir şey söylemedi.
Bir güç harekete geçirdi beni. Bir içgüdü.
Düşünmedim daha fazla.
Ayağa kalktım. Elbisemi üzerimden çıkardım.
Hava çok sıcaktı. Etraf çok ıssızdı. Doğa çok sessizdi. Rüzgar beni izliyordu. Kalbim çok hızlı çarpıyordu.
Ufak adımlarla suya girerken biraz üşüdüm. Adımlarımı hızlandırarak kendimi usulca suyun içine bıraktım. Kollarımı ileriye doğru açıp, kayarak ona doğru yüzdüğümde yüzünde çok çekici bir ifade belirdi. Yüzlerimiz şimdi aynı seviyedeydi. Birbirimize yüz yüze gelecek kadar yaklaştık. Suyun içinde dengemi bulmak istercesine uzandım ve güçlü kollarına tutundum. Bana yardım etmek isteyen elleri belimden tuttu. Bense nefesimi tuttum.
"Etrafta kimse yok." dedim fısıldarcasına.
Ağır ağır kafasını sallayarak beni onaylarken gözleri gözlerimden ayrılmıyordu.
Dudaklarına baktım. Dudaklarını yaladı.
Tek elimi kolundan çekerek sırtıma uzattım.
"Bana yardım eder misin?" dedim.
Ne yapmaya çalıştığımı kolayca anladı. Bikinimin iplerini kolaylıkla çözdü. Sonrası üstümü çıkardım ve gülerek kıyıya attım.
Benimle beraber kısacık güldü ama şimdi kaçıramadığı gözlerinde asıl görmek istediğimi görebiliyordum.
Alevler vardı orada ve beni baştan aşağı büyülüyordu.
"İşte şimdi oldu." dedim gözlerimi kahvenin en güzel, en sıcacık tonundan ayırmadan.
O zaman beni iterek kendinden uzaklaştırdı.
Su attı bana. Ben de ona attım.
O gülüyordu, ben de gülüyordum. Ama aynı zamanda bana karşı kurduğu bu direnci dayanılmaz derecede çekici buluyordum. Daha fazlasını istiyordum. Onu daha fazla direnemeyeceği yere kadar zorlamak.
Bir kez daha ona doğru yüzdüm. Bu kez omuzlarına tutunarak bir miktar kendimi yukarı çektim. Sadece yeteri kadar. Şimdi ona bir miktar yukarıdan bakıyordum ve o da neredeyse çaresiz bakışlarla bakıyordu bana. Omuzlarından bastırarak onu suyun içine ittim. Direnmeden suya battı. Geri çıktığında bir kez daha ona doğru yaklaştım. Ellerimi omuzlarına dayadım. Yeniden dengemizi bulmaya çalışırken kolaylıkla birbirimize dolandık. Islak saçları, ıslak dudakları ile beni perişan ediyordu. Gözleri gözlerime kenetli, adeta birlikte nefes alıyorduk.
"Seni görüyorum Rüzgar. Benden kaçma." dedim.
"Görmen alabileceğin anlamına gelmiyor." dedi beklemediğim bir oyunbazlıkla.
"İstiyorum." dedim hiç düşünmeden. "İstersem alırım."
Kafasını iki yana salladı.
"Ben o kadar emin olmazdım."
"Bana güvenebilirsin." dedim aynı oyunbazlıkla eşlik ederek.
"Sorun da burada ya işte." dedi. "Sana güvenmiyorum."
Henüz duyduğunu idrak edememiş halime bakıp tatlı tatlı güldü. Neredeyse şefkatli bir gülüştü bu. Ellerimi bir kez daha kendi bedeninden ayırdı. Gerisingeriye bir miktar yüzerek benden uzaklaştı.
"Ben de seni görüyorum Işık. Ama sana istediğini vermeyeceğim." dedi.
Kimse kolay olacağını söylememişti. Lara bile sen ona gitmezsen Rüzgar bir daha sana gelmez demişti. Bense işte buradaydım. Ama tabi ki o kadar kolay olmayacaktı. Ve tabi ki bana o kadar kolaylıkla güvenmeyecekti.
"Peki." dedim yapmacık bir teslimiyet ve uysallık içinde. Oysa içten içe bir hırsla ve tatmin olmamışlık hissiyle yanıyordum.
Vereceksin. Çünkü sen benimsin.
Ama bunu o an söylemedim.
Gölde yüzdükten sonra kıyıya çıkıp kurulandık. Üstüme elbisemi geri giydim. Güneşin ve doğanın tadını çıkararak yan yana, birbirimize dönük şekilde uzandık. Kuş ve kurbağa sesleri eşliğinde, huzurun sesini ve sessizliği dinleyerek birbirimize baktık öylece. Hiçbir telaşımız yoktu. Zaman sadece bizimdi.
Elimi kurumaya yüz tutmuş siyah saçlarında gezdirdim. Gözlerini kapattı. Açmadı uzunca süre. Derinleşen nefesini dinledim. Hayat gibiydi o nefes benim için. Yaşadığım ana şükrettim. Arkadaş mı, değil mi, buna elbet bir netlik kazandırmam gerekiyordu ama şu an için ne olduğumuzun hiçbir önemi yoktu. Çünkü buradaydık. Bir aradaydık. Ne kadar, hem de ne kadar imkansızlıkların içinden buraya gelmiştik. Anın büyüsünü aldığım nefes dolusu içime çektim.
Elimi kolundaki dövmenin üstünde gezdirdim.
Gerçeğin gücü ile yaşadığım sürece kainatı bile fethedebilirim.
Çok seviyordum. Çok seviyordum. Çok seviyordum.
Benim gerçeğim ve gücüm buydu.
Uyuduğunu düşündüm. Bu yüzden bir zamanlar onun bana söylediği ve sonra onsuz geçen yıllar yıllar boyunca kendi kendime defalarca tekrarladığım bir şiiri tekrarladım.
"Beni saran geceden başka, kapkaradır o çukurda baştan başa, hangi tanrılar bahşetmişse bana, şükrederim yenilmez ruhum için onlara."
Sıklaştı nefesleri. Gözlerini araladı.
"Kötü şartlarda olsam bile, ne korktum ne de ağladım kimselere, kaderin pervasız darbelerinde bile, kana bulansa da başım eğilmedi asla."
Gözlerini gözlerimden ayırmadı. Kırpmadı bile.
"Bu gazap ve gözyaşı ülkesinin ötesinde, görünmez gölgelerin dehşetinden başka bir şey, ve beni bulur o senelerin tehdidi, bulacaktır da korkusuz."
Elim yeniden saçlarında dolaşmaya başladı. Bir an için kapadı gözlerini, yutkundu, sonra yeniden araladı.
"Kapı ne kadar dar olsa da..." dedim, durakladım. "Cezalarım ne kadar ağır olsa da..." Kafasının altında birleştirdiği ellerinden birini çıkardı, uzattı. Saçlarında dolaşan elimi eline aldı. "Kaderimin efendisi benim." diye devam ettim. "Ruhumun kaptanı benim." diye tamamladım.
Elimi dudaklarına götürdü. Avcuma minik bir öpücük kondurdu.
"Seni görüyorum Rüzgar." dedim fısıldarcasına.
"Seni görüyorum Işık." dedi.
Elim elinde, parmaklarımız birbirine kenetli halde, uzandık öylece. Daha fazla bir şey söylemeden. Neredeyse gün batana dek. Baş başa.
Lavanta tarlaları gölden ayrılıp yola çıktıktan yaklaşık yarım saat kadar sonra başlıyordu. Güneşin ışınlarını yeryüzüne daha insaflı yolladığı saatlerde lavanta tarlaları boyunca yol aldık. Bir noktada durdurdu arabayı. İndim ve yanıma gelmesi için bekledim. Yeniden elini tuttum. Yol yol dizilmiş lavanta şeritleri arasında yürüdük el ele. Sarı sıcak bir güneş, elinde elim, mor çiçekli, mis kokulu lavantalar...
Hayat bu andan ne kadar daha güzel olabilir... Bir tepeyi tırmandık el ele. Yukarıdaki manzara nefes kesiciydi. Göz alabildiğince uzanan mor tarlalara baktık birlikte. Elimi tutan elini hafifçe sıktım heyecanla. Elimi tutan elini çekti kendine doğru, elimle birlikte yanaştım ona doğru. Kollarının arasına aldı, güven verircesine. Sarıldık. Eridim oracıkta. Ruhum da ruhuna sarıldı. Gözlerim anın fotoğrafını çekti, kalbim o fotoğrafı kimsenin el süremeyeceği lavanta kokulu kilitli bir kutuya hapsetti.
Sen benimsin. Sen benimsin. Sen benimsin.
Lavanta çiçeklerinin arasında yürüdük biraz daha. Kopardığım minik bir çiçeği yüzüne ve burnuna sürerek onu gıdıklamaya çalıştım. Elimi, elimdeki çiçekle birlikte yakaladı. Çiçeği elimden aldı. Saçlarımın arasına, kulağımın ardına taktı.
Sözcüklere gerek yoktu. Bu yüzden hiç konuşmadık.
Gün batımının ardından bir miktar daha yol alıp, kırsalda gizli küçük bir kasabaya ulaştık. Hava serinlemeye başlamıştı. Gece için kalacağımız butik bir otel bulduk. Taş otelin az odası vardı. İki oda mı tek oda mı diye konuşmadık bile çünkü bunu konuşmak fazlasıyla saçmaydı. Tek bir oda tuttuk.
Rüzgar çift kişilik yatağa uzanıp dinlenirken önce ben duşa girdim. Sonra ben hazırlanırken o girdi. Grafik desenli renkli mini bir etek üzerine, fırfır kollu beyaz bir bluz giydim. Ayağıma topuklu sandaletlerimi geçirdim. Çünkü Rüzgar'a eşlik edebilmek için biraz topuklu giymek her zaman iyi fikirdi.
Her şey iyi güzel de saç kurutma makinesi banyoda kalmıştı. İçeri girip alma isteğime zorlukla direndim. Bir engel vardı, bende değil ama onda vardı. Öncelikle bunu medeni iki insan gibi konuşarak aşmamız gerekiyordu. Fakat nedendir, banyodan beline doladığı havluyla çıktığı o anlarda kendimi hiç de medeni biri gibi hissetmiyordum.
"Kıyafetlerimi almayı unutmuşum." dedi. Yanında getirdiği çantadan şort ve tişört alıp tekrar banyoya girdi.
Pekala. Saçlarımı kurutmaktan vazgeçtim ve kendi kendine kuruyunca oluşan doğal kıvırcıklara razı geldim. Tatil saçım böyle olmuştu artık.
Rüzgar da hazırlandığında otelden ayrıldık. Kaldığımız kasaba hiç şakasız ortaçağdan kalma bir yerleşim yeriydi. Bu kadar eski yerleşimlerin hala ayakta kalabildiğini görmek beni şaşırtmış ve etkilemişti. Kasaba meydanındaki etrafı havuzla çevrili anıtın etrafından dolaştık. Sokak aralarında yürüdük. Bir hediyelik tezgahında kendime mor renkli bir bileklik beğendim. Rüzgar bana hediye etti. Hemen bağladım. Kıyafetlerimle uyumlu olmuştu. İkinci ve biraz daha küçük bir meydana çıktık. Canlı müzik yapan sokak sanatçılarının yanından geçtik. Kare biçimli meydanın her yanında restoranlar vardı. Fazla kalabalık olmasa da etraf canlıydı. Bu gece bir Italyan restoranını tercih edip, oturduk. Kısa süre sonra pizza ve makarnamız gelmişti. Yanında beyaz şarap içiyorduk. Çok acıkmıştım. Bu yüzden ilk dakikaları yeniden sadece yemek yemeğe ayırdım. Rüzgar da benim gibi görünüyordu. Sokak sanatçılarının söylediği şarkılar ve iyi yemek. Güzel bir kombinasyondu.
Yemeği bitirip tatlıya geçtiğimizde, etrafı daha bir gören gözlerle incelemeye başladım. Oturduğumuz restoranda daha çok çiftler vardı. Masalar birbirine çok yakındı. Tam yanımızda avrupalı oldukları belli olan genç bir çift oturuyordu. Onlara baktığımı farkettiği anda genç kadın da bana dönerek gülümsedi. İngilizce olarak,
"İyi akşamlar." dedi. Ben de aynı dileği tekrarladım.
"Burada mı yaşıyorsunuz?" diye sordu.
"Hayır ben, İstanbul'da yaşıyorum. Rüzgar burada yaşıyor." diye açıkladım. İstanbul'u duyunca heyecanlı, ilgili tepkiler verdiler.
"Siz?" diye sordum.
"Biz Hollanda'dan tatile geldik." dediler.
Ve böylece sohbet etmeye başladık. Emma ve Bram, yirmili yaşların sonunda birkaç yıldır birlikte olan bir çiftti. Emma, bir şirkette pazarlama departmanında çalışıyordu. Bram bankacıydı. Emma ne kadar konuşkan ve hayat doluysa Bram o kadar sessiz ve sakin biri gibi görünüyordu. Baş başa tatile çıkmışlardı. Aix En Provence'ı geziyorlardı. İki gün sonra Cannes'de Emma'nın ailesiyle buluşup birlikte yatla denize açılacaklardı. Bizi sorduklarında, ingilizce dilinin geniş anlamlılığından faydalanarak sadece kaç yıldır tanıştığımızı söylemem ilişkimizle ilgili sorularına yeterli bir cevap olmuştu. Rüzgar'ın bir yat üretim şirketi şirketi sahibi olduğunu öğrenmek Emma ve Bram'in ilgisini diğer her şeyden daha çok çekmişti. Çok sordular. Bir noktada Emma'nın babasının Rüzgar'ın müşterilerinden biri olduğunun ortaya çıkmasıyla sohbetin seyri tamamen değişti. Daha da samimi bir hal aldı. Rüzgar belki başta böyle bir grup sohbetinin içinde olmak istememişti, ben de özellikle tercih etmiş değildim ama bir şekilde kendimizi bu çok canayakın iki insanla bütün akşam sohbet ederken bulduk. Yemekler bitti. Şaraplar bitti. Canlı müzik yapan bir mekana geçiyoruz lütfen gelin, dediler. Rüzgar'a baktım. Kararı bana bırakırken eğleniyor gibi görünüyordu. Böylelikle geceye onlarla devam etmeye karar verdik.
Gittiğimiz mekan bardan daha ziyade ufak çaplı bir gece kulübüydü. Duvar kenarlarında yuvarlak minderli oturma yerleri sıralıydı. Ortada bir dans pisti vardı. İçeri ilk girdiğimizde lokal oldukları her hallerinden belli Fransız bir rock grubu müzik yapıyordu. Henüz çok kalabalık değildi. Bram Emma'yla kendilerine birer bira almıştı. Rüzgar bana kokteyl içmek isteyip istemediğimi sordu. "Sen ne içiyorsan." diye cevap verdim. Birazdan sarı renkli portakal dilimli kokteyllerimiz masada yerini almıştı. Rock grubu varken sohbete devam etmek oldukça zordu. Onlar sahneden inip de bir DJ sahneye çıktığında bu tamamen imkansız bir hal aldı. Emma ve Bram'le zaten konuşamıyorduk da Rüzgar'la yapmayı planladığım konuşma da bu gece hayal olmuş gibi görünüyordu bu yüzden kendimi müziğe bıraktım. Çok içtik. Çok dans ettik. Emma, eğlenmeyi çok seven bir kızdı. Beni de yanında sürüklüyordu. Pistteydik ve dans ediyorduk. Masada oturup içkisini yudumlamayı seçen Rüzgar'a bakıyordum. Gözlerini üzerimden bir an olsun ayırmıyordu. Bir süredir tek başıma dans ediyordum çünkü Emma şimdi erkek arkadaşıyla sarmaş dolaş bir haldeydi. Rüzgar'a uzaktan piste gelmesi için bir işaret yaptım. Kadehinde kalanı bir yudumda bitirdikten sonra kalktı.
Bu kadar hızlı ve kolay olmasını beklemiyordum. Ama şimdi pistteydi. Sırtımdan sarılmıştı ve dans ediyorduk. Gözlerimi kapadım. Her yer dönüyordu. Bu an gerçek miydi? Çünkü bence gerçek olamazdı. Yıllar önce Rüzgar'la bu şekilde gece çıktığımız zamanları hatırlatmıştı. Her şey bir yana, biz o zaman hiçbir yerde, loş ışıklarla herkesi yeterince gizleyen bir gece kulübünde bile asla özgür olamamıştık. Hep gizli, saklı ve köşelerdeydik. Ama şimdi, her şey başkaydı. Bir pistin en orta yerinde kendimi beni ustalıkla saran ellerine bıraktım ve Rüzgar dansımıza şekil verdi. Orada tek vücut kim bilir ne kadar uzun süre dans ettik. Göz ucuyla gördüğüm Emma ve Bram kalabalığın içinde bir yerlerde bizden farksız haldelerdi.
Çok geç bir saatte, müzik sona erdiğinde oradan ayrıldık. Dördümüz de sarhoştuk. Emma, gözlerini bile açamıyor, Bram'in kollarında zorlukla ayakta duruyordu ama ertesi sabah kahvaltı etmemiz konusunda oldukça ısrarcıydı. Onu gülerek onayladık. Vedalaşıp farklı yönlerde olan otellerimize gitmek üzere ayrıldık.
Taş sokaklarda sarhoş kafayla yürürken çok zorlandığımın ben de farkındaydım. Ama Rüzgar,
"Taşıyayım mı seni sırtımda?" diye sorduğunda,
"Ben seni taşıyayım." diye cevap vermem olsa olsa alkoldendi.
Güldü bana.
"Kaç kilosun bakayım sen?" diye ısrar ettim.
"90 kg. taşır mısın?"
"Yuh! Nerede 90 kilo ya? Zayıfsın sen."
"Zayıf değilim de kas."
"Yok. Ben seni taşıyamam. En iyisi sen beni taşı."
"Bir dakika o zaman. Kendimi riske atamam. Sen kaç kilosun şu an?"
"E az önce kendin dedin taşıyayım diye."
"Tamam da fikrimi değiştiremez miyim?
"55 kiloyum ben." dedim, bir miktar alınarak.
"Taşırmışım gel." Başından beri taşırdı da uğraşıyordu işte.
Atladım sırtına. Acıtan topuklu sandaletlerim ellerimde. Bir o yana bir bu yana sallana sallana otele ulaştık.
Rüzgar beni odaya kadar götürüp, bir külçe gibi yatağın üstüne bıraktığında öylece serildim kaldım. Uyudum uyuyacak bir haldeydim. Ama hiç istemiyordum. Ellerimi yüzüme kapadım.
"Başım dönüyor."
"Kötü müsün?"
"Çok değil. Biraz." Kendimi toparlama gayesiyle doğruldum. Rüzgar tam karşımda dikilmiş endişeli gözlerle bana bakıyordu.
"Kusmak ister misin?"
"Yok. Hiç." dedim zorlanarak.
"Uyu o zaman." dedi ayakkabılarını çıkarmaya başlayarak. Delicesine uykum vardı.
"Balkon kapısını açsana." diye rica ettim. "İçeri temiz hava girsin."
Dışarıda gece serini bir hava vardı. Açar açmaz içeri giren serin hava bir miktar iyi gelmişti. Gecenin sessizliğinde içeriye ay ışığı ve ateş böceklerinin sesi doluyordu.
Rüzgar beni kendi halime bırakıp tişörtünü ve şortunu çıkarırken ben yatağın üstünde oturmuş onu izliyordum.
Nihayet bana döndü.
"İyi misin?" diye sordu tekrar.
"Değilim." dedim bu kez. Yanıma geldi. Yere çömeldi. Yüzüme baktı. Sarhoş olduğumu ama söylediğimin alkolle ilgili olmadığını anlamıştı.
"Hadi senin de üstündekileri çıkaralım." dedi fazla ilgilenmeden. "Çantanda pijama var mı?"
Kollarına tutundum. Saçlarım önüme döküldü. Kendimi geri çekemeyecek kadar dengemi yitirmiştim.
"Rüzgar, ben seninle konuşmak istiyorum." diye sayıkladım.
"Hıhı. Tamam Işık. Konuşuruz." dedi. Beni tutarak eğildiği yerden kalktı. Yatağa düzgünce uzanmama yardım etmek istedi. Oysa ayaklarım yatağın yanından sallanıyordu.
"Neden istemiyorsun?" diye söylendim ağlamaklı bir sesle.
"Neyi istemiyorum?" diye sordu.
Tek yaptığım onu kendime doğru çekmekti. Beklemediği için dengesini sağlayamamıştı ve şu an tam olarak üzerimdeydi. Üstünde sadece bir boxerla.
"Işık." diye söylendi nefesini koyvererek.
Bense, "Rüzgar beni neden istemiyorsun?" diye sormaya devam ettim.
Oysa o an için pek de istemiyor gibi değildi.
"Bu mu benden istediğin?" diye sordu, bedeni bedenimin üstündeyken, bana verdiği reaksiyonun farkındaydım ama o, bundan keyif alıyor gibi görünmüyordu.
"Çünkü sadece buysa istediğin... bu kolay olan." dedi karanlıkta gözlerimin içine bakarak.
"Bu ve her şey." diye cevap verdim, baştan ayağa uyarılmış bedenimle.
"Her şey?" diye tekrarladı nefesi nefesime karışacak kadar yakındı. "Daha detaylı açıklaman gerek." dedi.
İstiyordum, istiyordum ama gözkapaklarım belki kilolarca ağırlıktaydı. Dikkatimi toplayamıyordum. Beynimin içinde sis bulutları vardı. Gözlerim kapandı. Açmaya çabaladım. Açtım.
Rüzgar üstümden kalktı. "Uyu hadi." dedi, ayaklarımı da düzelterek beni yatağa yatırdı. Sonra uzaklaştı. Geriye sadece ay ışığı kalmıştı. Gözlerim kapandı.
Güneş gözüme girerek uyandığımda, yatağın sağ yanında yatıyor, balkona doğru bakıyordum. Üzerimde kendi pamuklu şortlarımdan biri ve tişörtüm vardı. Usulca arkamı döndüm. Rüzgar, aynı yatakta bana arkası dönük şekilde ve aramızda biraz da mesafe bırakmış olarak uyuyordu. Onun da üstünde bir tişört vardı. Giyiniktik. Kendim ne zaman giyindiğimi hatırlamıyordum. Ama başka şeyleri hatırlıyordum. Dün gece neler söylediğim, neler yaptığım aklıma gelince çok utandım kendimden. Ellerimi yüzüme kapattım. Ben, nasıl da bu kadar pervasız biri olmuştum? Hayatımın hiçbir döneminde hiçbir şekilde kendimi bu kadar koyverdiğimi hatırlamıyordum. Adeta gelsin alsın diye kendimi orta yere bırakmıştım resmen. Belli ki bu halim Rüzgar'ı rahatsız ediyordu. Bir kez daha çok ama çok utandım kendimden. Davranışlarıma çekidüzen vermeye karar verdim.
Onu uyandırmamaya dikkat ederek yataktan kalktım. Yeni doğan güneşle birlikte ısınan hava odayı yakmaya başladığı için balkon kapısını sessiz olmaya dikkat ederek kapattım. Çantamdan parmak arası terliklerimi alıp, ses çıkmasın diye parmak üstünde yürüyerek odadan çıktım. Koridorda terliklerimi giydim. Otelin giriş katına indim.
Resepsiyondan tek kullanımlık diş fırçası seti istedim. Lobideki tuvalette yüzümü yıkadım, dişlerimi fırçaladım. Kahvaltı salonuna geçtim. Otelin kendisi gibi kahvaltı salonu da küçük ama temiz bir yerdi. Beş altı masadan oluşuyordu. Tek bir duvara sıralı kahvaltılıklarda fazla seçenek göremedim ama ben de aç olmaktan ziyade susamıştım. Portakal suyu ve kahve pekala işimi görmüştü. İçerisi henüz boş sayılırdı. Bir aile geldi, bir aile gitti. Henüz birkaç dakikadır oradaydım ki, Rüzgar geldi.
Ciddi yüzü beni görünce rahatlamış gibiydi. Tıpkı benim yaptığım gibi kendine portakal suyu ve kahve alarak yanıma geldi.
"Günaydın." dedi.
"Günaydın."
"Neden beni uyandırmadın?"
"Neden uyandırmalıydım? Güzel güzel uyuyordun."
"Seni göremeyince endişelendim." dedi surat asarak.
"Balkondan atlayacak değildim ya." dedim şakayla. Bir an bu ihtimali hiç düşünmemiş gibi baktı. "Sen ne sandın?" dedim gülerek.
"Gittiğini." dedi sadece.
"Nereye?" diye sordum.
Bunu da hiç düşünmemiş gibiydi.
"Kendime kruvasan alacağım. Sen bir şeyler yedin mi?" diye sorarak masadan kalktı.
Getirdiği kruvasanı yerken birden aklıma geldi.
"Emma ve Bram, birlikte kahvaltı edelim demişlerdi!"
"Uyandıklarını sanmıyorum. Emma baya kötüydü dün gece."
Doğru söylüyordu.
"Yine de bir mesaj atalım. Biz otelde yedik diyelim. Ayıp olmasın."
"Sen bilirsin." dedi umursamayarak. Hızlı bir şekilde telefonundan maillerini kontrol ediyordu.
"Emma ve Bram'in yeni en yakın arkadaşı olabilirsin." dedim boş boş konuşarak. "Sana bayıldılar."
"Bana mı?" dedi, biraz şaşırmıştı.
"Bütün gece sohbet ettiniz."
"Babasının yatı hakkında." dedi gözlerini devirerek. "Emma'yla konuşmaya başlayan sendin diye hatırlıyorum. İlk yarım saat Bram ve ben masada tuzluk gibi oturduk."
"Doğru söylüyorsun." diyerek güldüm.
"Bence bize bayıldılar, çift olarak." dedi. Öylesine, basit bir gözlem yaparcasına. Ama benim yüreğime inmişti bunu ondan duymak.
"Çift olarak." diye tekrarladım. Kulağa güzel geliyordu.
"Öyle sanmaları çok yazık." dedi, bir kez daha aynı umursamaz tonda.
Tokat yemiş gibi kaldım. Oysa doğru söylüyordu, çift değildik. Sadece şu an, buradan çekip gitme isteğimle kendi içimde dövüşe dövüşe baş etmem gerekiyordu.
Gözlerime meydan okur gibi bakıyordu.
O mu benim ne istediğimi anlamıyordu, yoksa ben mi onun ne istediğini anlayamıyordum?
"Bugün nereye gidiyoruz?" diye sordum. Bu soru ikimizi de neşelendirmişti.
"Bu yakınlarda güzel bir kasaba daha var. Eski surlar, ortaçağdan kalma bir kale. Görmek istersin diye düşündüm. Sonra da L'occitane'ın fabrikasına gideriz. Bilmiyorum, ilgini çeker mi?"
"Delirmiş olmalısın. Tabi ki!" Güldü.
"Yol üstünde küçük bağlar ve üretim tesisleri var. Birinde durup şarap tadımı yapabiliriz. Bakarız sonra gelişine."
"Harika." diyerek onayladım.
"Yalnız şimdi bana bir saat verebilir misin? Maillerimi cevaplamam gerekiyor. Sonra çıkarız."
"Tabi ki."
Sarı, turuncu, pembe çiçekleri olan uçuş uçuş bir yaz elbisesi giydim. Omuzdan çapraz askılı mini hasır bir çanta taktım. Düz sandaletlerim, hasır şapkam ve güneş gözlüklerimle yeni güne hazırdım. Rüzgar yine bir şort, tişört kombinasyonu tercih etmişti. Bu kez dünkünün aksine mayo şortu değildi üstündeki.
Ferrari'nin tozu dumana kattığı yollarda, bu kez sabah güneşiyle aydınlanan lavanta tarlaları boyunca yol aldık. Önceki gün kulağımın ardına sıkıştırdığı küçük dalı arabanın ön konsolunun üstüne koymuştum. Mutlu ediyordu beni onu orada görmek. Duygusal karmaşamız bir yana dursun, burada olmak da beni sonuna kadar mutlu ediyordu.
Vardığımız kasaba, gece kaldığımızdan daha büyüktü. Girişinden itibaren yere döşeli taşlardan ne kadar eski olduğu anlaşılabiliyordu. Tarihi surlarda ve meydanda dolaştık. Lokal bir dükkandan Seda'ya götürmek üzere lavantalı sabun ve lavantalı dolap kokusu aldım. Ne de olsa burada her şey lavanta üzerineydi. Ki bence, lavanta dünyanın en güzel kokularından biriydi.
Oysa ki, çocukken hiç öyle düşünmezdim. Henüz küçük bir kızken, İzmir'de annemle ziyarete gittiğimiz evlerde orta sehpanın üzerine konulmuş lavanta kokulu süs yaprakları hatırlıyordum. Ve hiç sevmiyordum o yaşlarda. Ama düşününce o kokular şu an benim kokladığım kadar doğal değillerdi. Bu düşüncelerimi ve daha pek çoklarını anlatıp durdum Rüzgar'a. Lavantaya dair her şeyi denemek istiyordum ve tek bir şey eksik kalmıştı.
"Lavantalı dondurma yemek istiyorum."
Çok yıllar önce, Rüzgar'ın bana anlattığı o hayaldeki gibi. Şimdi o hayalin içindeydik ve bu da sanki gerçekdışı hissettiğim o anlardan biriydi.
L'occitane'ın fabrikası, iki katlı, geniş ve düzenli bir yerdi. Bahçesinde ön sepetine lavanta dalları yerleştirilmiş süs bisikletler vardı. Lavanta ve bisiklet, bu bölgenin vazgeçilmez iki unsuruydu. Fabrikanın içinde bizim gibi gezmeye gelmiş birçok kişi vardı. Kısa bir tanıtım turuna katıldık. Ardından satış mağazasına girip bir miktar kendimi kaybettim. Bu seyahatimin en şanslı kişisi Seda olacak gibi görünüyordu.
Öğle saatlerindeyken yeniden yola çıktık. Tıpkı önceki gün geldiğimiz yola benzer yemyeşil ve boş bir otobanda yol almaya başladık. Bu esnada Rüzgar'la biraz Adel'den, biraz Lara'nın ailesinin ona çocuk bakımındaki yardımlarından konuştuk. Adel'in ayrıca bir bakıcısı vardı. Henüz Adel bebekken, Rüzgar işteyken bütün gün Adel'le bu kadın ilgileniyordu. Şimdilerde Adel'i sabah okula Rüzgar bırakıyor, öğleden sonra ise yine bu kadın gelip alıyor ve Rüzgar eve dönene kadar yedirip, içirip, ilgileniyordu. Lara'nın ailesi ise, müsait oldukları müddetçe kadınla birlikte Adel'le bakıyorlardı. Son zamanlarda haftasonları Adel sıklıkla büyükanne ve büyükbabasıyla kalıyordu.
"Zaman geçtikçe kolaylaşıyor." dedi. "Eskisinden daha çok zaman ayırabiliyorum kendime. Spora da bu sayede dönebildim."
Hiç çocuk sahibi olmamıştım. Kendine ayırabileceğin bütün boş zamanlarını bir çocuğa vakfetmenin ne demek olduğunu bilmiyordum.
"Lara'yla nasıl görüşüyorlar?"
"Lara haftasonları gelebildiği sıklıkta geliyor. Burada mola verelim mi?"
Bir bağ evine gelmiştik. Yola kadar astıkları tabelalardan burasının bir restoran ve şarap evi olduğu anlaşılabiliyordu. Çakıllı bahçesindeki geniş alana park ettik. Üzerinde yakası bağrı açık bol beyaz gömleğiyle, dağınık saçlarıyla tam bir fransız olan genç bir adam bizi karşıladı. Burası bir aile işletmesiydi. Her tarafı camla kaplı binanın bir kısmı restoran, bir kısmı ise şarap üretim ve tadım tesisi olarak kullanılıyordu. Biz elbette deneyebileceğimiz her şeyi deneyecektik.
Önce mini bir şarap tadımı yaptık. Av etlerinden oluşan bir öğle yemeği söyledik. Yanında da seçtiğimiz şarabı açtırdık. Camla kaplı mekanın her yerinden ormanlık manzara görülüyordu. Çok güzel bir yerdi.
Biz orada yemeğimizi yerken, şarap almak için gelip giden müşterileri izledim. Ellerinde büyük cam bidonlarla geliyor, mağazanın bir köşesindeki şarap musluklarından seçtikleri şarabı litresi çok ucuz denilebilecek miktarlara doldurup gidiyorlardı. Böyle bir şeyi ilk defa görüyordum.
Sabahki karamsar ruh halim, buhar olup uçmuştu çoktan. Böyle bir yerde bulunup da, benim gördüklerimi gördükten sonra bir insanın karamsar kalması imkansızdı. Rüzgar'ın neden burada yaşamayı seçtiğini git gide daha iyi anlıyordum. Hayat telaşsız, rahat ve keyifliydi burada ve İstanbul buradan bakıldığında çok daha zor ve kaotik bir yere dönüşüyordu.
Yemeğin üstüne, şarap içmeye devam etmek istediğimiz için ortaya bir peynir tabağı söyledik ve muhteşem fransız peynirlerinden oluşan bir tabakla adeta tanrılar tarafından ödüllendirildik. Rüzgar onunla paylaştığım bu hislerimi bize servis yapan işletme sahibi genç adama anlatarak onu güldürdü. Kendi aralarında fransızca bir diyalog paylaştılar. Adam yanımızdan mutlu bir yüzle ayrıldı. Biraz sonra geri geldiğinde bize hediye olarak bir tatlı tabağı getirmişti. Eşinin özel olarak yaptığı meyveli bir tarttı bu.
"Tanrılar bile bu kadar güzelini yememiştir." diyerek o da bizi güldürdü.
Tartın tadına baktım. Ağızda dağılan şeftali tadı gerçek bir ödül gibiydi.
"Ah." diye iç çektim tatlı tatlı.
Rüzgar bana bakarak gülümsedi.
"Tuhaf hisler içerisindeyim." dedim sormasına gerek bırakmadan. "Her şey çok yeni ama sanki yıllardır burada yaşıyormuşum gibi bir yandan."
Usul usul kafasını salladı.
"Bense yıllardır burada yaşıyorum ama şu an her şey çok yeni hissettiriyor." dedi. "Sen her şeyi benim gözlerimden görüyorsun, ben de her şeye senin gözlerinle baktığım için sanırım."
Ağzından çıkanları kulağı duyuyor muydu?
"Hiç bu kadar yakın olmamıştık birbirimize." dedim. "Şu an kendimden bile daha yakın hissediyorum sana."
Bir süre kalbimi eritircesine baktı. Düşünceler ve düşünceler içerisinde. Sonunda,
"Kaç gün için Işık?" diye sordu. "Üç gün, üç ay, üç yıl daha? Var mı bunun için bir süren?"
Kalbimden ok yemiş gibi oldum.
"Sonsuzluk... ölçülebilirse eğer." diye cevap verdim. "Yeterli olur mu senin için?"
"Benim ne istediğimi değil, senin ne istediğini bilmen daha önemli bana sorarsan."
"Çünkü sen ne istediğini biliyorsun. Ama ben senin ne istediğini bilmiyorum." dedim.
"Peki sen, kendin ne istediğini biliyor musun?" diye sordu.
"Az önce sana sonsuzluk dedim."
"Dün gece de 'her şey' dedin. Ama bu soyut sözcükler, şu an içinde bulunduğumuz ruh hali gibi. Bir hayali yaşamak gibi. Ben bundan daha net sözcükler duymak istiyorum senden."
Kalbim endişe içinde, adeta ağzımın içinde atıyordu an itibariyle. Konuşmak, konuşmak, konuşmak istemiştim ve nihayet konuşuyorduk. Ama neden böylesine zordu kendimi anlatmak?
"Rüzgar ben, çok uzun zaman duygularını ifade edebilen biri olmadım. Beni bildiğini, tanıdığını düşünüyorum. Yine de, çok zaman önceydi, çok şeyler yaşandı. Çok değiştik. Çabalıyorum. Kendimi anlatabilmek henüz yeni öğrendiğim, en azından çabaladığım konulardan sadece biri. Çok zor, hala, anlıyor musun? Ama çabalıyorum." dedim.
"Anlıyorum, aceleye getirmeni de istemiyorum. Çünkü çok travmatik ve çok zorlayıcı olaylar yaşadın. Kendi ayakları üstünde durmayı seçtiğinde beni ne kadar mutlu ettiğini sana anlatamam. Çünkü Işık, sen içinde taşıdığın potansiyeli farkında olmayan biriydin. Ne kadar güçlü biri olduğunu ben zaten biliyorum. Ama sen de bil ve yaşa istedim. Aylardır sana daha yakın durmamamın tek sebebi bu."
"Bunu anladığın ve değer verdiğin için teşekkür ederim." dedim tüm içtenliğimle.
"Bunu anlarım ve durmam gereken noktada da durabilirim. Beni bununla eğittin." derken sesi bir miktar tatsızdı ama haklıydı. "Ama Işık, buraya gelip, bana yeniden umut veren davranışlar içerisine gireceksen, o zaman senden çok daha fazlasını isterim. Net olmanı. Bunu kaldırabilir misin? Çünkü ben sensizlikle çok ağır sınandım. Bir hayal kurup, o hayalin paramparça edilmesi hissini yaşadıktan sonra, buraya gelip bana o hayali yeniden kurdurup sonra çekip gidemezsin. O yüzden, konuşmak istiyorum diyorsun ya. Seve seve. Konuş ama hazır hissettiğinde yap bunu."
Çok netti. Her zaman. Bıçak kadar keskin. Ben onda bunu sevmemiş miydim? Şimdi o da benden net olmamı isterken, aslında hiç de çok şeyler istemiyordu. Sadece benim için, benim karakterimden ötürü bu çok zordu.
Ama artık hazırdım. Ve onun için deneyecektim.
"Lara'yla konuşmak gözümü gerçeklere açmamı sağladı. Ben hep senin beni ardında bıraktığını, bana olan duygularını körelttiğini düşünmüştüm. Kendim hiç öyle olmadım." Durdum. Net ol Işık. Bundan daha net. Bunu yapabilirsin. "Rüzgar, ben seni sevmekten hiç vazgeçmedim. Hep sendin. Sadece bunu anlamam çok uzun zaman ve acı tecrübeler aldı. Anladığımda ise, senin eski duygularında olmadığına ikna oldum. Çünkü öyle davranıyordun ve ben buna hak veriyordum. Beni sevmemen için tüm sebepleri vermiştim sana. Artık sevmediğinde bunu anlardım. Diye düşündüm. Kalbime anlatamasam da. İşte gerçek bu Rüzgar. Net olabildim mi?"
Gözlerini hüsran dolu yumdu, geri açtı.
"Ah, Işık." dedi sadece, kopkoyu bir iç çekerek.
Kalbim göğüs kafesimi hala davul gibi döverken bakışlarımı odaklanmak üzere masaya dikerek konuşmayı sürdürdüm.
"Sen her zaman çok güçlü, çok popüler, çok büyük büyüktün. Ben seni hiçbir zaman hakettiğime inanmadım. Birlikte olduğumuz zaman bile. Ki gerçek gibi bile gelmiyordu yaşananlar, çünkü bir sırrı yaşadığımı biliyordum. Kimse bilmediğine göre gerçek de olmayabilirdi, değil mi? Bunu psikoloğumla defalarca kez konuştuk. Seninle ilk tanıştığımız zamanlardaki tavrınla başlamış olabilir. Çocukluğumdan gelen bir yetersizlik kompleksi olabilir. Sen kimsenin elde edemediği o adamdın. Ben kimdim ki beni sevecektin? Sen ne söylemiş, ne yapmış olursan ol ben o zamanlar zihnimde yarattığım bir balonun içinde yaşıyordum. Bu bir rüyaydı, sen sıkılacaktın, ben uyanacaktım."
Yüzüne baktım. Hüzün akan yüzüyle beni dinliyordu. Şaşırıyordu söylediklerime. Ama müdahale etmeyeceğini anladım. Bu yüzden devam ettim.
"Sana güvenemediğim doğru. Kendime güvenemediğim daha da doğru. Hiç yalan söylemek istemiyorum Rüzgar. Ben sana körkütük aşık oldum. Ama Tekin'i de seviyordum, o da doğru. Ve o zaman içerisinde değerlendirildiğinde sadece doğru olanı yapmak istedim. Sana olan duygularım hangi mertebede olursa olsun ben, bir yol bulmak istedim ve o yolu sadece senden ayrılmakta bulabildim. Herkes için doğru olanın bu olduğuna inanıyordum. Özellikle de herkes için en yanlış olanı seçtiğimi o zaman bilemezdim. Ama tek başıma bir insanım. Böylesine büyük bir kararın bir tek benim omzumda olması da çok ağırdı." Tam burada müdahale edebileceğini tahmin ederek ona baktım. Hızla devam ettim. "Bunun için asla seni suçlamıyorum çünkü sen hep Tekin'le konuşmaktan yanaydın. Ben durdurdum seni defalarca. Bunu kabul ediyorum. Bazen insan taşıyabileceğinden fazla yükü sırtlanıyor, bilerek ya da bilmeden, ancak taşıyamadığı zaman hata yaptığını anlıyor. Ben biraz bu türde biriyim." dedim.
Ağır ağır kafasını salladı.
"Kalbini kırdığım için özür dilerim. Seni zaten yaralı olduğun bir yerden bir kez daha incittiğim için özür dilerim. Ben herkesin gidebilecek bir yolu vardır diye düşündüm. Benim yolum sensin, seninki de bendim, sadece bunu o zaman bilemezdim. Doğru kişiydin ama o zaman doğru zaman değildi."
Şimdi ona düşünecek bir şey vermiştim.
"Bunları anlattığın için teşekkür ederim Işık." dedi tane tane. "Bunları öğrenmek benim için çok önemliydi."
Bunları anlatarak onu kendimden uzaklaştırdığıma dair koyu kopkoyu bir korku içime düşerken, daha fazla yormamak için sustum. Rüzgar bana değil önüne, manzaraya bakarak şarabından bir yudum içti. Düşünüyordu, ben de düşünüyordum ama bir şey söylemesine de bir o kadar ihtiyacım vardı.
"Lara, onu seçiminde özgür bıraktığın için sana çok minnettar olduğunu söyledi. Çok mutluymuş. Senin de mutlu olmanı istiyor. Benimle konuşmasının sebebi buymuş. Sormuştun ya, arkadaş değilsiniz bunları sana niye anlattı diye. Sen özel bir insansın Rüzgar, hayatına değdiğin insanlarda iz bırakıyorsun. Lara sana çok değer veriyor. Eskiden olsa, kıskançlıktan delirebilirdim ama o anlattı ve ben ne demek istediğini anladım. Onun sözleri, beni buraya getiren yolda bir köprü oldu. Biz, sen ve ben, insanın hayatında az rastlayacağı türden bir şeye sahibiz. Bugün bana hala katılıyorsan eğer, ben artık zamanımı sensizlikle ziyan etmek istemiyorum. Sana dair her şeyi istiyorum."
Dedim.
"Seni geri istiyorum."
Dedim.
"Bir şey söylemeyecek misin?"
Dedim.
Gözlerinde yanan alevler, zaten yerinden çıkarcasına çarpan kalbime hiç iyi gelmiyordu. Söylenebilecek her şeyi söylemiştim ve şimdi sonuçlarından ölesiye korkuyordum.
"Hadi gidelim buradan." dedi beni şaşırtarak.
Hızla kalktı. Hesabı istedi. İçi içine sığmaz gibiydi. Hesabı ödedi. Adının Antoine, eşinin Marie olduğunu öğrendiğimiz ve saatlerce masalarını işgal ettiğimiz mekan sahiplerimizle vedalaştık.
Daha kapıdan dışarı ilk adımı atmıştık ki, elimi tuttu. Bu kez sıkı sıkı. Arabaya kadar sadece birkaç adımlık yolu, elim elinde, onun kararlı adımları eşliğinde yürüdük.
Beni sürücü koltuğuna yönlendirdiğinde ne yapmaya çalıştığını anladım.
"Bence artık hazırsın." dedi. Ona gülerek ve hayretle kafamı iki yana salladım.
"Bir şişe şarap içtik. Sen kesinlikle benim kullandığım bir arabanın içinde ölmek istiyorsun."
"Şu an ölsem mutlu ölürdüm Işık." dedi.
Direksiyona geçtim. Arabayı çalıştırdım. Çok heyecanlıydım. Bunu yapabilirdim. Buna hazırdım.
Rüzgar tek bir tuşa basarak arabanın üstünü açtı. Yaz günü, o ormanlık otoyolda hızla giderken esen rüzgar saçlarımızı uçururken,
Rüzgar gülen yüzüyle bana bakıp,
"Beni seviyor musun Işık?" diye sordu.
Yüreğim dolusu seslendirdim sözcükleri.
"Seni seviyorum Rüzgar."
Esen rüzgara doğru bağırdı.
"Beni seviyor! Işık beni seviyor!"
Yıllarca, onun benden bir şekilde üstün olduğuna, onun beni, benim onu sevdiğim kadar sevemeyeceğine inandırmıştım kendimi. Benim dağların üstünde gördüğüm bu adam da beni o dağların üstünde görüyor olabilir miydi? Bu yeni gelen bilinçle aklımı yitirecek gibi oldum.
Gaza bastım. Sürdüm ve sürdüm.
Ağaçların arasında bir göz aralığı kadar görünen suyun rengi dikkatimizi aynı anda çekti.
"Dur, dur. Yavaşla." dedi. Arabayı yol kenarında taşlık bir cebe çektim. Kimsenin, tek bir yerleşimin bile olmadığı bu yerde, park yeri, yürümelik yolu bile olmayan bu yerde ağaçların arasında dünyanın en güzel göllerinden biri gizliydi.
El ele tutuşarak, birbirimize destek olarak, yamaçtan aşağı zorlukla indik. Suyun kenarına geldiğimizde arkamı dönüp geldiğimiz yöne baktım. Ne yol görünüyordu şimdi, ne de araba. Rüzgar'a baktım. Gözlerinin içinde muzip ışıklar parlıyordu. Tişörtünü çıkardı. Şortunun düğmelerini çözmeye başladığında ne yaptığını anladım. Karar vermem bir an kadar sürdü. Önüme döndüm. Yeşilin en koyu tonlarından biriyle örtülü göle doğru bir adım yürüdüm. Su tertemiz ve berrak görünüyordu. Fazla derin değildi. Elbisemi başımdan yukarı çekerek çıkardım. Sütyenimin kopçalarını çözüp, çıkardım. Ellerimle göğüslerimi kapatırken tekrar ona baktım. Neyse ki boxerını çıkarmamıştı. Yine de gördüğüm görüntü nefesimi kesmeye yetiyordu. Hızlı adımlarla suya yürüdüm. Peşimden geldi. Elimi tuttu. El ele suya gömüldük. Su serindi. Kollarımı açarak ileriye doğru yüzdüm. Bilinmezlik ve heyecan başımı döndürüyordu. Kalbim ağzımın içinde atıyordu. Ardımda bıraktığım adama döndüm. Çok hızlı oldu her şey. Göz göze geldik, bana doğru yüzdü ve ıslak dudaklarıyla dudaklarımı kavradı. Sonrası bir şimşek. Sonrası bir fırtına. Döne döne suyun içine batan iki beden. Kollarımı bedenine, ellerimi kafasına, saçlarına doladım. Beni rahat olacağım şekilde kucağına yerleştirdi ve öptü, öptü, öptü. Ben de onu öptüm. Yıllar süren bir yoksunluğa inat, asla doymadan...
Sudan çıkıp kendimizi kıyıya attık. Kilometrelerce koşmuş gibi hissediyordum. Kalbim pır pır ediyordu. Kollarımı iki yana açarak oturdum. Rüzgar, halime gülerek baktı. Etraf çok fazla çalı çırpıyla kaplıydı.
"Arabadan havlu getireceğim." dedi. Sadece kafamı sallayarak onaylayabildim. Dakikalar içinde yukarı tırmanıp, arabadan havluları alıp, aşağı geri dönmüştü.
Zemini düzleyip, havlularımızı serdik. Saçlarımın suyunu ellerimle sıktım. Havluya oturmuş beni izleyen insanüstü çekici varlığa istek dolu gözlerle baktım. Hiçbir şeyden korkmuyordum artık. Hiçbir endişem yoktu. Kalbim mutlulukla doluydu.
Kucağına yerleştim yeniden. Beni kollarına almakta bir an bile tereddüt etmedi.
Bir aralık geri çekildiğimde, geride kalmış bir öfkeyi içimden atmak istercesine,
"Kendini bakire bir genç kız gibi benden sakınman yok muydu?" diye söylendim.
Kocaman güldü.
"Kaybedecek bir bekaretim yoksa da, bir kalbim var." dedi.
"Benim." dedim. "Kalbin zaten benim."
Duyduklarına inanamıyormuş gibi, büyülenmiş gibi bakıyordu. Elimi kalbine yasladım. Elini kalbinin üstündeki elime yasladı. Bir kez daha dudakları dudaklarımı kavradı. Bir kez daha geri çekildim. İkimiz de çok ıslaktık ve benim daha fazla sabrım kalmamıştı.
Giysilerimizden geriye kalan son parçaları da çıkardık. Orada, ıssızlığın içinde, doğayla baş başa birbirimizle baş başaydık. Kucağında iki beden bir bütün olurken, kendi ritmimi bulmuş gibiydim. Dünyada bundan daha bütünleyici, daha muhteşem bir his yoktu.
Arabaya döndüğümüzde bir miktar sersemlemiş, tuhaf bir şekilde de sakinlemiş bir haldeydik. Bu kez sürücü koltuğuna o oturmuştu. İkimiz de bir an dümdüz önümüze baktığımızı farkettiğimizde şapşal gibi gülmeye başladık. Az önce ne olmuştu?
Hala gülerken arabayı çalıştırdı. Sanırım ben de bir süre ağzımı kapamayı beceremeyecek gibiydim. Epey sonra, şehre giden bir yolda sürdüğümüzü farkettim. Hangi şehir olduğunu kestiremiyordum. Ama sağlı sollu artan yerleşim alanları bana yaklaştığımızı düşündürüyordu.
"Nereye gidiyoruz?" diye sordum.
"Cannes." dedi.
Film festivali ve plajlarıyla ünlü, zenginliğin ve lüksün şehri Cannes.
Şehre süslü sahil yolundan değil de iç kısımdaki sanayi bölgesini geçerek girmemiz, gözümü bir miktar olsun bu şatafata aymamı sağlamıştı. Popüler yaz mevsiminde olmamızın muhakkak etkisi olsa gerekti; sahile giden yolda feci bir trafik vardı. Nihayet, denize paralel meşhur ana caddeye çıkabildiğimizde bir yanımız devasa otellerle, bir yanımız yeniden turkuazla çevrilmişti. Deniz gerçekten çok keyifli görünüyordu. Plajlar kalabalıktı. Şehir hareketliydi. Rüzgar, sağ yanımızda kalan lüksün gerçek tarifi otellerden birinde kalmak isteyip istemediğimi sordu. Belki gezmek isteyebilirdim, yemek de yiyebilirdik bunlardan birinde. Ama konaklamak için daha mütevazi bir yeri tercih ederdim.
"Ben de öyle düşünmüştüm." dedi.
Sahil yolundan içeri sapıp, biraz daha gittikten sonra, şehrin yüksek bir bölgesinde, plajlara tepeden bakan çok güzel manzaralı ufak bir otel bulduk. Otel ufaktı ama bakımlı, şık bir yerdi. Lobiden itibaren her şey mavi ve beyaza boyalıydı. İnsanın içine huzur doluyordu. Göl kirlisi halimizle odaya girdik. Kesinlikle duş alacaktım ama ondan önce yapmak istediğim başka şeyler vardı. Geniş yatağa kendimi bıraktım. Rüzgar, beni geçip odanın diğer ucuna giderek açık olan perdeleri kapattı. Sonra usul usul bana geldi.
Elbisemi kolaylıkla başımın üstünden çıkarıp attım. Gölden sonra iç çamaşırı giymemiştim. Bu durum ikimiz için de kolaylık sağladı. Beni baldırlarımdan yakalayıp yatağın ucuna, kendine doğru çekti. Güzel başı bacaklarımın arasına gömüldü. Siyah saçlarını sıkıca yakaladım ve kafasını kendime bastırdım. Bedenimin en kuytu bölgelerinde keşfini sürdürürken bunun dünyevi bir his olmadığını düşünüyordum.
Kafasını gömdüğü yerden kaldırıp ıslanmış ve kızarmış dudaklarıyla bana baktığında gözlerim yeniden kararır gibi oldu. Bu adamın büyüsü dayanılır gibi değildi. Onu yukarı çektim. Dudaklarım, kendi tadıma bulanmış dudaklarına kavuştu. Kavuşmak işte böyle bir şeydi ve muhteşem hissettiriyordu. Hala üzerinde olan tişört ve şortundan kurtulmasına yardım ettim. Bu kez ben ona, bana tattırdığı hisleri yaşatmak üzere onu yatağa ittim ve üstüne eğildim. Sadece çekici değil, aynı zamanda güzel bir adamdı, her yeriyle, her şekilde. Ona dokunmak bile kalbimi heyecandan patlayacak halde getiriyordu. Bana teslim oluşunun tadını çıkardım ve direnebildiği son noktaya kadar eğlenmeyi sürdürdüm. Bir noktada beni üstünden itip kendi altına çekti. Her şey çok hızlıydı ve yeniden, muhteşem bir şekilde bir bütündük. Zihnimin ve kalbimin çoktan bildiği ve onayladığı bir şeyi, bedenim de mühürlü tasdikli bir şekilde onaylıyordu. Biz birbirimize aittik.
O gün, o odada, o konforlu yatakta gün batana dek birbirimizden hiç ayrılmadık. Yorgunluktan içim geçmişti. Gözlerimi açtığımda, hava çoktan kararmıştı. Sarmaş dolaş sarmalandığım bedene fazla rahatsızlık vermemeye çalışarak yatağın yanındaki lambaya uzandım. Lambanın ışığında kollarının arasında yattığım adama baktım. Yeniden ve yeniden bir rüya gibi geldi gördüğüm manzara. Birlikteydik. Bu gerçek miydi?
Parmağımı çıplak göğsünde gezdirerek seni seviyorum yazdım. Derin derin nefesler alarak uyuyordu. Nefes alışını dinlemek bile aşktan ölecekmiş gibi hissetmeme sebep oluyordu. Sen benimsin yazdım. Gözlerini araladı. O da bana orada olduğuma inanamaz gözlerle baktı. Gülümsedim. Artık nasıl hissettiğini biliyordum. Beni kendine çekti ve bir kez daha uzun uzun öptü.
"Çok ama çok aptal bir kızsın." diye sayıkladı. Başımı göğsüne yaslayıp gözlerini yeniden kapattı. "Bir bakışınla içim eriyor. Seni istemediğim bir günüm olmadı. Seni sevmediğim bir günüm olmadı. Nasıl olur da artık seni sevmediğimi düşünürsün?"
"Bilmiyordum."
"Mal herifin teki oluyorum yanında. Sen ne dersen, ne istersen o. Görmüyor musun bunu? Nasıl görmedin bu zamana dek?"
"Rüzgar, burada biraz kendine kredi vermen gerek. İstedin mi sözcüklere muhteşem yön verebiliyorsun ve ben ne görürsem göreyim ağzından çıkanlara ikna oldum her zaman." Sonra ona, onu taklit ettim. "Çoktan aşmışsındır sandım ama böyle saçmasapan tepkiler vereceğini kestiremedim... Beş yıl önce yaşanmış bitmiş bir olaya takılıp kalmak sağlıksız ve saplantılı bir durum olurdu... Çizgi burada çekili, ben görüyorum bunu, sen de gör... Devam edeyim mi?"
Geçmişin tatsız cümlelerini duyunca yüzünü buruşturdu.
"Asma yüzünü." dedim yanağını sıkarak. Yanağındaki elimi yakalayıp ısırdı.
"Uf!" dedim yalandan bir acıyla, yanağını tokatladım. İki elimi birden kavrayıp beni bir kez daha altına alması çok kolay olmuştu.
Ona karşı koyamayacağımı biliyordum, yine de cılız bir öneri de bulundum.
"Önce bir şeyler yiyebilir miyiz?"
"Yeriz." dedi ne söylediğimi hiç duymamış gibi. Kollarımı başımın iki yanında yatağa yaslarken, usulca içime kaydı bir kez daha. Ona hiçbir zaman karşı koyamayacaktım. Bu yüzden, dudaklarına uzandım.
Hızlı bir duş alıp dışarı çıkmamız geç bir saati bulmuştu.
"Seni şık bir restorana götürmek istiyordum ama yemek saatini kaçırdık."
"Sorun değil. Sandviç bile olur şu an." dedim. Kendine doğru çekip kafamdan öptü.
"Olmaz." dedi.
Bir kolu omzumda kendimi gövdesine yaslamanın huzuruyla yürüdüm yolları. Yokuş aşağı ışıklı bir yoldan denize doğru yürürken sanki ayaklarım değmiyordu yere, uçuyordum. Müzik bile yoktu ama omzumu saran elinden tutarak döndüm kendi etrafımda. Güldük birbirimize ve tekrar döndüm sarılır gibi sıcacık gövdesine. Aşk, sen ne güzel şeysin?
Rüzgar'ın isteği üzerine, o sahildeki büsbüyük, bahçesinde devasa havuzların ve aslanların olduğu otellerden birine girdik. Barların ve gece kulüplerinin açıldığı saatlerdeydik. Rezervasyonumuz yoktu ama Rüzgar bir iki arama yaptıktan sonra otelin devasa şık barında cam kenarı bir masada oturuyorduk. Evet, şıktı, lükstü, gösterişliydi. Ama kalabalık ve uğultuluydu aynı zamanda. Benim özellikle girebilmek için kendimi yıpratacağım bir yer olamazdı. Öte yandan İstanbul'a dönüp de Seda'ya nereye girdiğimizi anlattığımda ona benden daha fazla şey ifade edeceğini tahmin edebiliyordum. Seda'ya anlattığımda. Eminim duyacakları aklını uçuracaktı. Şimdiden tepkisini hayal edebiliyordum. İstanbul... birkaç gün sonra döneceğim bir kaos. Şimdiden düşünmek istemiyordum.
Bir barda oturuyor olduğumuzdan yemek menüsü fazla çeşitli değildi. Neyse ki yenilebilecek fast food tarzı da olsa bir şeyleri vardı da sipariş verebildik. Yemeğin yanında gelen kokteyllerimiz ise oldukça güzeldi. Müzik güzeldi. Birbirimiz için ne ifade ettiğimizi bilmek güzeldi. Saatlerce oturduk, mekanın ve birbirimizin keyfini çıkardık.
Gece geç bir saatte odaya döndüğümüzde, yorgunluktan bayılacak haldeydim. Yine de odanın balkonunda bir süre daha oturup manzaranın tadını çıkardık. Pek gündüz gözüyle görememiştim ama demek Cannes da böyle bir yermiş diye düşündüm. Kalabalık ve ışıltılı. Şimdiden Nice'i özlemiştim.
"Yarın ne yapıyoruz?" diye sordum.
"Sen ne yapmak istersin?"
"Eve dönelim." dedim.
Yüzünü güldürmüştü bu söylediğim.
Balkon koltuğunda beni kucağına çekti. Zahmetsizce kollarına düştüm.
"Sevmedin mi burayı?" diye sordu.
"Bence Nice daha güzel." dedim.
"Bence de." dedi.
"Senden dün gecenin intikamını almak istiyorum." diye söylendim.
"Dün gece noldu ki?" diye sordu.
Sahiden dün gece sanki on gün önceydi.
"Ben çok sarhoştum ve sen beni reddettin." diye hatırlattım.
"Çok sarhoştun ve tabi ki sana o haldeyken dokunmayacaktım."
"Şövalye ruhunu takdir ettim."
"Her zaman." dedi utanmazca gülerek. "Ama intikamını alabilirsin tabi ki." dedi kucağını yaramazlıkla kıpırdatarak.
"Hala enerjin var, değil mi?" diye sordum inanamayarak.
"Konuyu sen açtın." dedi.
"İyi de bu gece demedim ki." dedim gülerek.
"Bu gece, dün gecenin intikamını al. Nasılsa yarın başka bir sebep bulursun." dedi.
"Güzel fikir." dedim.
Ertesi sabah geç bir saatte uyandık. Otelin kahvaltısını kaçırmıştık. Zaten Rüzgar'ın otelde kahvaltı etmek gibi bir isteği de yoktu. Toparlanıp oradan ayrıldık. Bir kez daha sahildeki o büyük büsbüyük otellerden bir diğerine gelmiştik. Arabayı valeye bıraktı. İner inmez elimi tuttu. Lobiden içeri prens ve prensesler gibi girdik. Nasıl hissettirdiğini unutmuştum. O her zaman böyleydi işte. Nereye giderse gitsin, muhteşem bir uyum içerisindeydi. Bir gün önce ıssız bir gölde çalı çırpının içerisinde sevişiyorduk. Şimdi ise el ele, dünyanın en pahalı otellerinden birine girerken, saygıyla karşılanıyorduk. Büsbüyük otelin büsbüyük restoranında brunch'a gelmiştik. Günlerden beri nihayet bol seçenekli bir kahvaltı yapabildiğim için mutluydum.
Masamıza yattan yeni inmiş gibi görünen bir adam uğradığında konuşmamız bölündü. Rüzgar karşısında gördüğü kişiye şaşırmıştı.
Henri adını duyduğumda ben de sürprize şaşırmıştım. Rüzgar'ın, Nice'teki hayatının başlamasına sebep olan Henri'yi ilk kez görüyordum.
Kısa boylu, yanık tenli, genç bir adamdı. Kendinden emin bir duruşu, canayakın bir tavrı vardı. Rüzgar'la selamlaştıktan sonra, bana döndü. Rüzgar, fransızcamın konuşmaya yetmeyeceğini bildiğinden ingilizce olarak Henri'yle beni tanıştırdı.
"Henri, bu Işık. Işık bu Henri." diyerek.
Adlarımızın yanına herhangi bir detay eklemeye gerek görmeyişine takılma sürem bir saniye kadar sürdü. Henri,
"Buna inanamıyorum. Bu o Işık mı?" dediğinde, takılacak başka bir konum vardı artık. "Benim için bir onurdur." diyerek elime kibar bir öpücük kondurdu. "Hey, ne kadar güzel bir gün!" dedi kolunu Rüzgar'ın omzuna atarak. Henri beni biliyordu. Hala şaşkındım.
Rüzgar'a gözlerimde soru işaretleriyle baktım. Gülerek bakışlarını kaçırdı. Utanmıştı. Hala inanamıyordum.
Henri, Cannes'a bir iş ziyareti için gelmişti ve müşterilerinden biriyle öğle yemeği yiyordu. Bizi görünce hem şaşırmış hem de kısa bir selam vermek istemişti.
"Nice'e döndüğünüzde sizi yemeğe bekliyorum. Camille çok sevinecek." diyerek bizden ayrıldı.
Yeniden kahvaltımıza döndüğümüzde, Rüzgar'ın benden kaçırdığı bakışlarına gülerek,
"Bu baya ilginçti." dedim. "Açıklamak ister misin?"
"Farkettiğin gibi senden haberi var." dedi ağzı kulaklarına varırken.
"Evet, farkettim."
"Henri'den sana bahsetmiştim. Henri aynı zamanda benim buradaki en yakın arkadaşlarımdan biri. Zaman içinde tanışırsınız diye düşünmüştüm ama bu beklediğimden biraz hızlı oldu."
"Evet." diyerek onayladım. "Camille kim?"
"Camille onun eşi. Tanıştığında anlatırlar. Bayılıyorlar konuşmaya. Onların da güzel bir hikayeleri var." dedi.
"Şimdiden heyecanlandım." dedim. Gülümsedi. "Senin için bir sakıncası yok, değil mi?" diye sordum.
"Neyin? Tanışmanızın mı? Saçmalama Işık. Senden çok ben isterim."
Sevinmiştim.
"Bütün arkadaşlarınla tanışmak istiyorum. Bir gününün her anını her detayını öğrenmek istiyorum." dedim.
Güldü. Ama ilk kez buruk bir ifade vardı o gülüşte. İçime tuhaf bir endişe düştü.
Günün geri kalanında, Cannes'dan Nice'e dönen deniz kıyısı yol boyunca araba sürerken, Rüzgar'ın git gide sessizleşmesine şahit olmak endişemi körükledi. Neden endişeleniyordum onu bile bilmiyordum ama sevimsiz bir his gelip tam göğsüme yerleşmişti. Elle tutulur bir sebebi olmadığı için soramıyordum da.
Bu hal, zaten yeterli değilmiş gibi, gökyüzünü kaplayan bulutlar hava kararırken Nice'e girdiğimizde gök gürültülü sağanak yağışa dönüştü.
Öyle bir yağmur yağıyordu ki arabayı otoparka park edip, son hızla koşarak caddeyi geçtiğimiz halde sırılsıklam ıslanmıştık.
Merdivenleri tık nefes çıkıp, nihayet kapıdan içeri girdiğimizde,
"Yaşasın. Sonunda evde olmak çok güzel." dedim.
O da bana,
"Rüya bitti Işık. Gerçekleri konuşacağımız yere geldik." dedi.
Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top