28.2 Şirket Yemeği
Hola! Söz verdim illa sözümü tutacağım diye gerçekten de ham haliyle daha yazdığım satırların üstünde klavyenin dumanı tüterken paylaşa basıyorum. Yani yapıyor insan bazen böyle şeyler. Çok özledim! Yazmayı, okunmayı, sizi ve yorumlaşmayı... Şimdi kavuşma zamanı, sonra düzelteceğim. Muhtemelen on yüz bin imla hatası vardır. Mantık hatası da olabilir. Şimdiden affola...
Edit: Basitçe bir düzenleme yaptım. Daha da önemlisi aklımda kalan kısımlar vardı yazamadığım, onları da ekledim. Sevgiler.
Şirket yemeğine hazırlanırken, bu gecenin iş arkadaşlarımla eğlenmeyi hakettiğim bir gece olduğuna kendimi ikna etme çabası içerisindeydim. Rüzgar'a olan hislerime odaklanmamak, sahnedeki sanatçının şarkılarından öte kim olduğuyla ilgilenmemek, dinlemek, söylemek, eğlenmek ve dans etmek motivasyonları içerisinde geceye hazırlandım. Dolabım ilk bakışta hala siyah - beyaz ve tonlarında klasik seçeneklerle doluydu. Ancak ellerimin uzandığı iri floral desenli, dökümlü bir crop ve etekten oluşan iki parçalık takım yeniydi. Gül kurusu, kirli beyaz ve lacivert renklerden oluşan bu uçuş uçuş takım içimi yenilik enerjisiyle dolduruyordu. Kendime alıcı gözle baktığımda iki şeye ihtiyacım vardı: Biraz bronzlaşmaya ve belki biraz da saçlarımı uzatmaya. Seçtiğim kıyafetlere de uzun saç daha çok yakışırdı ama bu gecelik elde olan kulak hizasında dalgalı bir modeldi. Işıltı veren -ve umarım olduğumdan daha genç gösteren- hafif bir makyaj yaptım. Elime koyu mavi bir cüzdan aldım. En nihayet aynadaki görüntüme geçer not verdiğimde hazırdım.
Davetin başlangıç saati yediydi. Ancak benim gibi İstanbul trafiğinde saplananların varışının daha geç olacağını tahmin ediyordum. Girişteki görevliler ismimi listeden kontrol ederlerken kendi aralarında anlayamadığım bir çelişkiye düştüler. O masa mı, hayır bu masa mı derken nihayet karar vermiş olacaklar ki, biri önüme düşüp yolu gösterdi. Otelin balo salonunu dolduran iki yüz kişilik davetli grubu, onar kişilik yuvarlak masalarda yer alıyordu. Salona son girenlerden biriydim. Önce büyük sahneyi gördüm. Henüz birkaç müzisyen hafif tonda yemek müziği yapıyorlardı. Bunun dışında kalabalıktan ve ışıklardan ötürü kimin hangi masada oturduğunu seçmem mümkün değildi. Adımın yazılı olduğu yer belirteci salonun ortalarına doğru, diğer departman müdürleri ve eşleriyle aynı masadaydı. Henüz yeni oturmuştum. Masadakilerle yeni yeni selamlaşıyordum ki, bir görevli başucumda belirdi,
"Işık Hanım sizi yanlış masaya yönlendirmişiz. Lütfen beni takip edin. Asıl yerinize kadar eşlik edeceğim."
Selamlaşmalarımı hızlıca tamamlayıp, toparlandım ve itiraz etmeden yeni yerime doğru yol aldım. Görünen o ki, asıl yerim yönetim kadrosuyla aynı masadaydı. Tam olarak Tufan'ın eşi Maria'nın yanına oturtulmuştum. Tufan eşinin diğer yanındaydı. Benim diğer yanımda ise boş bir sandalye vardı. Sonrası yönetimdeki üst düzey kişiler ve aileleriyle devam ediyordu. Herhangi bir kompleks duyduğum için değil ama içimden bir ses bu son dakika değişikliğinin plan dışı olduğunu söylüyordu. Çünkü diğer masada adımın yazılı olduğu bir küçük kağıt vardı. Burada ise herhangi bir isim yoktu. Maria'ya döndüm. Cenazede tanıştığımızı hatırlamıştı, kibarca selamlaştık. Ardından ona,
"Kimin yerini aldım?" diye sordum, şakayla karışık ve ingilizce olarak. Böyle bir şey varsa cevap verirdi, yoksa da güler geçerdi en nihayetinde.
"Yok, önemli bir şey değil. - oturmayacaktı zaten." diye cevap verdi. Tam olarak bir ismi dile getirdiği esnada yükselen müzik yüzünden söylediği kişiyi duyamamıştım. Ben daha "Kim?" diyemeden, Tufan araya girerek bana selam verdi.
Artık bir başkasının yerine oturtulduğumdan emin olarak ben de Tufan'la selamlaştım. Geç kalışıma şakayla karışık takıldı. Biraz trafikten biraz da balo salonunun ne kadar şık hazırlanışından ibaret kısa sohbetler ettik. Hala yanımdaki sandalyenin boş durması aklıma masada bulunmayan tek kişiyi getiriyordu. Sahi Rüzgar neredeydi?
Sandalyemin arkasına tutunan elleri görmedim de hissettim. Hafifçe ardıma dönen bakışlarım bakışlarıyla buluştu. Rahat gülüşü vardı yüzünde. Gözleri ise her zamanki gibi bambaşka bir hikayeydi. Salonun ışıklarının etkisiyle bir başka güzel ışıldıyorlardı. Kalbim yerinden çıktı o bakışla. Bendeki çekim gücü hiç değişmemişti, bir gün bir an bile. Kokusunun baş döndürücü etkisine direnerek gülüşüne karşılık verdim.
"Hoş geldin." dedi göz kırparak.
"Hoşbulduk." diye yanıt verdim. Yanımdaki ona ayrılan sandalyeye oturdu.
Sanki sözleşip de hazırlanmışız gibi, siyaha kaçık koyu lacivert bir takımın içine krem rengi bir gömlek giymişti. Bu renk bir gömleği en son ne zaman giydiğine kadar hatırlıyordum. Çok geçmeden ceketi çıkaracak, gömleğinin kollarını katlayacaktı. Ve ben onun bronz ten rengine yine içim giderek bakacaktım. Evet, bazı şeyler hiç değişmiyordu.
"Ne içersin?" diye sordu.
Garson sanki o an yanımızda belirmişti. Ya da ben Rüzgar'ın yörüngesine girdiğim anda dünyanın geri kalanından soyutlanmıştım. Hafifçe silkeledim başımı. Rüzgar'ın elindeki beyaz renkli kadehe takıldı gözlerim. Denenmiş, onaylanmış, eski bir formülü uygulamayı seçtim.
"Rüzgar Bey ne içiyorsa ondan alayım." dedim.
Rüzgar gülümsedi sadece. Bir şaka ya da sataşma şu etkiyi kolaylıkla dağıtırdı ama bunu yapmayı özellikle tercih etmemiş gibiydi. Bu denli yakınımdayken, bu denli yoğun duyguların etkisiyle nasıl baş edeceğimi bilememenin bocalaması içerisine düşmüştüm. Şu anki durumum kesinlikle geceye başlarkenki motivasyonumla çelişiyordu. Adeta insan plan yapar Tanrı gülermiş sözünün gerçekliğini doğrularcasına gece düşündüğümden çok farklı bir tonda başlamıştı. Ve bu tonda da devam edecekmiş gibi görünüyordu.
Garson sipariş verdiğim içkiyi getirmiş, Rüzgar'ın kadehini de yenilemişti. Sanki yine orada bizden başka kimse yokmuşçasına birlikte kadeh tokuşturduk. Gözlerinin ışıltısına bir ömür baksam yine de heyecanım yatışmazdı. Uzun uzun baktık birbirimize. Kıyafetimle ilgili güzel bir şeyler söyledi. Ben de ona bir şeyler söyledim. Göz ucuyla gördüğüm kadarıyla sahnede ufak bir hareketlilik başlamıştı. Performanslarını tamamlayan quartet müzik aletlerini toparlıyordu.
Maria beni aşarak Rüzgar'a Lara'yı sorduğu an, Rüzgar'ın bakışları Maria'ya döndü. Ben de gökten düşen bir yıldız tanesi gibi adeta ışıltımdan koparak yeryüzüne düştüm.
"Çok heyecanlı. Onu ilk defa bu kadar heyecanlı gördüm. Bu geceyi çok ciddiye alıyor." diye cevap verdi.
Bakışlarım önümde derin bir nefes aldım. Parmaklarımı kadehime sardım.
"Tahmin edebiliyorum. Paris'e dönmeden onunla görüşmek istiyoruz. Umarım vakit vardır." dedi Maria, onay almak istercesine göz ucuyla Tufan'a bakarak. Ben de Tufan'a baktım gayri ihtiyari. Tufan'da bana baktı bir an. Teredütünü anında sezdim. Henüz o bir şey diyemeden Rüzgar,
"Maalesef yok. Yarın dönüyor." diye cevap verdi.
"Bir kahvaltı edelim o zaman?" dedi Maria. Tufan bu kez kendinden emindi.
"Başka sefere hayatım." dedi.
Rüzgar'a bakmıyordum. Tufan'a bakıyordum. Tufan'ın fazla konuşmayan ifadesiz bakışları benden ayrılıp kendisine peki madem dercesine gülümseyen eşine döndü. Maria'yı kendisine doğru çekip şakağına şefkatli bir öpücük kondurmasını seyrettim. Maria'nın eli doğal bir refleksle karnına gitti. Hamile karnı belli olacak seviyeye gelmişti. Yakında üç kişilik bir aile olacaklardı. Onları ilk kez bir arada görmüyordum ama ilk kez gören gözlerle bakıyordum. Yan yana mutlu ve huzurlu görünüyorlardı. Tufan'ın planlı ve ifadesiz bakışlarının ardının hiçbir zaman boş olabileceğini düşünmezdim. Gizlilik ve entrika onun uzmanlık alanı gibiydi. Ancak Maria'ya sabitlenen bakışlarında neredeyse saf, hatta savunmasız bir ifade vardı. Seviyordu ve bu onun kadar kapalı bir insanı bile savunmasız hale getiriyordu. Bunu farketmek beni biraz olsun şaşırttı. Tufan gibi birinin aşkla zayıf düşebileceğini hiç ummazdım, olabiliyordu demek. Demek ki her kapalı kutuyu açan bir kilit vardı.
Zihnim kendi düşüncelerimle dolup taşarken bakışlarım önümdeydi. Sahneyi yeni bir müzisyen grubu aldığında tabağımdaki mezeleri atıştırdım. Şarabımı yudumladım. Müzisyenler hazırlıklarını tamamladılar. Sanatçı sahneye davet edilip salon alkış sesleriyle dolduğunda yine Rüzgar'a bakmadım. Gayri ihtiyarı, neredeyse refleksif bir tavırla alkışlayanlara katıldım.
Masada kimin yerine oturtulduğumu da -çünkü sahnede olacaktı- o an anladım. Rüzgar'ın yanı Lara'ya ayrılmıştı. Kimin talebiyle, kimin düşüncesiyle bunu bilmiyordum. Ama geceyi organize edenlerin, ik ve yönetim asistanlarının dahi Lara'nın Buldanlı ailesiyle olan organik bağından haberdar olduklarını tahmin edebiliyordum.
Lara sahneye çıktığında herkes gibi benim de gözlerim ona kenetlendi kaldı. Güzelliği, aurası, kırmızı elbisesiyle büyüleyici görünüyordu. Oturduğum sandalye dar geldi. Çocuk koltuğuna oturtulmuş bir yetişkin gibi hissettim. Oraya ait olmadığım hissiyle doldu içim. Gitmek istedim. Oysa bir milim bile kıpırdayamadım yerimden. Nefes alabildim mi ondan bile emin değildim.
Kırmızı. İpincecik askılarıyla göğüs kısmı neredeyse tamamen düz, bele oturan ve aşağı doğru bollaşarak dümdüz dökülen saten bir elbise giymişti. O elbiseyi zarafetle taşıyan incecik bir kadındı. Bembeyaz bir teni, koyu kumral saçları vardı. Omuz hizasında dalgalanan saçları, omzundan aşağı hafif bir kavisle dökülüyordu. İnce kaşları, hafif çıkık mavi gözleri, düzgün minicik bir burnu ve ince dudakları vardı. Gençti. Su gibi güzeldi. Ve ayrıca, bu kadarı yetmezmiş gibi büyüleyici de bir sesi vardı. Derinden ve buğulu.
Kalbim kırıldı güzelliğinden. Hem de çok.
Bakışlarımı Lara'dan ayırabildiğimde yine de Rüzgar'la göz göze gelmek istemedim. O şu an ne hissediyordu, bilmiyordum. Benim hislerim fazlasıyla yoğun ve karmaşıktı. Utandım hislerimden. Anlaşılmak istemedim. Keşke şimdi şu an buhar olup uçabilseydim. Sadece Rüzgar'ın değil, Tufan'ın da görüş alanında olmak rahatsız hissettiriyordu. Lara'yı görmenin kolay olacağı gibi saf bir düşünce içerisinde değildim. Yine de başına gelmeden nasıl olacağını tam olarak kestiremiyordu insan. Önümde duran beyaz şarap kadehime uzandım. Yüzüm mü yanıyordu, içim mi tam emin değildim. Soğuk kadehi parmaklarımın arasında hissetmek iyi gelmişti. Bu geceyi atlatabilirsin Işık, dedim içimden. Sen neleri atlatmadın ki. Düşünme. Düşünme. Düşünme.
Lara fransızca şarkı söylemeye başlamıştı. O derin ve buğulu sesiyle. Fransızca. Derin bir nefes.
Gözlerim usulca etrafı seçmeye başladı. Hala herkes büyülenmişçesine sahneyi izliyordu. İnsanlar o varken başka yere bakmak bile istemiyorlardı. Çok güzeldi. Bu ertelenmiş gerçek şimdi tam olarak karşımdaydı, ondan kaçamayacaktım. Öyleyse kabullenmeyi seçtim ve bakışlarımı bir kez daha tüm edasıyla şarkılarını söylemeye devam eden Lara'ya çevirdim. Tam da o an, o da bana döndü. Önce bakarak, sonra görerek. Adeta çarpıştık. Gözlerinde yanıp sönen bir ışıltı gördüm. Melodiyle uyumlu şekilde hafifçe başını yana eğdi, sanki özellikle dikkatini çekmişim gibi bana bakarak söylemeye devam etti. Tehditkar mıydı? Değildi. Kaçırmadım ben de gözlerimi. Saniyeler içerisinde mantıktan geriye kırıntıları kalan zihnim yeniden çalışmaya başladığında, Lara'nın muhtemelen şarkının ruhuna girmekle ilgili, sahne sanatçılarına has bir hareket yaptığını düşündüm. Fazlasıyla hassas, kırılgan halimle her şeyden bir çıkarım yapıyordum. Lara beni nereden bilecekti? Şu an ben yalnızca Rüzgar'ın yanında oturan biriydim. Belki buydu dikkatini çeken, belki de hiçbir şey değildi. Gözlerinde o bir için gördüğümü sandığım ışıltı, belki de Rüzgar'a baktığı içindi. Doğrusu ya, benimle ne alakası olacaktı? Kendimi her şeyin çok içinde addediyordum.
Garson tekrar belirip ana yemek tercihlerimizi not aldı. Anın yoğunluğundan sıyrılmak iyi gelmişti. Ama işin aslı bu ortamda bana iyi gelen hiçbir şey yoktu. Bu kurtuluşu fırsat bilip tuvalete gitmek üzere yerimden kalktım. Maria'da benimle gelmek istedi.
"Hamilelik işte. Kendimi tutmasam yarım saatte bir gideceğim." diyerek ayaklandığında elbisesinin tüllerine takılmasın diye Tufan'la birlikte ona yardım ettik. Tuvalete girene kadar bebekle ilgili basit konulardan lafladık. Kız bekliyorlardı. Geçmişin çapkın magazinel simalarından birinin bir kızının olması düşüncesi komik ve ironikti. İnsan sınadıklarıyla sınanmadan ölmüyordu herhalde şu hayatta. Aynı anda, Rüzgar'ın da bir kızının olduğu düşüncesi yeniden zihnime dank etti. Kendi içimde güldüğüm ironiyi yutkundum. Rüzgar'ın kızının annesiyle şu an aynı havayı soluduğum gerçeği iyice içime oturdu.
Maria işini bitirip gitsin diye tuvalette olabildiğince oyalandım. Yalnız kalmak istiyordum. Zihnim boş durmuyordu. Fazla geliyordu her şey. Rüzgar'a yakın olmak istemek fakat onun yakınında oldukça yanmaktan kaçamamak fazla geliyordu. Lara'nın varlığı, hala görüşüyor olmaları, ilişkilerinin bugün ne konumda olduğunu bilememek fazla geliyordu. Aynadaki aksime bakarken derin bir nefes aldım. Düşünme, dedim kendi kendime. Düşünme. Büyütme. Düşünme. Rüzgar'ın arkadaş olduklarını anlatmasının üzerinden aylar geçmişti. Hala arkadaşlar mıydı? Bir şeyler değişmişti belki. Lara buradaydı. Rüzgar'ın şirketinin yemeğinde sahne alıyordu. Aralarında hiçbir şey yoksa bile özel bir bağ olduğu ortadaydı. Küçük bir çocuğa ortak ebeveynlik yaparken yürütülen ilişkinin hassas bir denge üstünde olacağını varsaydım. Lara'nın burada her zaman bir yeri vardı. Peki ya benim? Masaya geri dönmek istemiyordum ama çıkıp gidersem de fazlasıyla dikkat çekerdi ve dahası uygunsuz kaçardı. Ya bir bahane bulsam? Seda'ya sos mesajı atsam ve o da arayıp beni çağırsa mesela? Bu fikri ciddi olarak düşündüm. Ve hala cidden uygulayabileceğim düşüncesinden biraz olsun güç alarak masaya döndüm.
Lara sahnede ingilizce olarak konukları selamlıyor ve açıklama yapıyordu:
"Bu gece buraya benim için özel olan biri sebebiyle geldim. Onu tanıyorsunuz."
Rüzgar'ı işaret etti. Bana öyle geliyordu ki herkes onun Rüzgar'la olan ilişkisini biliyor gibiydi. Elbette bu doğru olamazdı. İnsanlar çıkarım yapabilirlerdi. Hiçbir düşünmeden onaylıyor da olabilirlerdi. Lara'nın sözlerine gülüşlerle eşlik ettiler. Bense neden kalbimden bıçaklanmış gibi hissediyordum?
"Evimden uzaklaşmak istediğim bir yaşımda onunla tanıştım. Evi hep uzaklaşmak istediğiniz bir yer sanıyorsunuz ama uzaklaştığınız anda aslında ondan asla kopamayacağınızı anlıyorsunuz. Zamanla hem gitmek istediğiniz hem de her defasında kendinizi geri dönmekten alıkoyamadığınız bir yer hissine dönüşüyor bu durum. Bu hissi bilenler duygularımı anlayacaktır. Ve bazı insanların neden eviniz gibi hissettirdiğini de..." Rüzgar'a şefkat dolu bir bakış gönderdi. Rüzgar da, göremediğim bir açıda, göremediğim gözleriyle ve göremediğim ifadesiyle Lara'ya bakıyordu. Birbirlerine bakıyorlardı.
"Ben kendimi şanslı buluyorum çünkü nereye gidersem gideyim evimi içimde taşıyorum. Benim evim şarkılarım. Bu gece sizlerle şarkılarımı paylaşmak istiyorum. Umarım seversiniz ve hepimiz için keyifli bir gece olur."
Salonda büyük bir alkış koptu. Ben bu esnada sessizce yerime oturdum. Lara bekledi, gülümsedi, bekledi. Alkış nihayet dindi. O zaman bir kez daha Rüzgar'a baktı ve şöyle söyledi:
"Bu şarkı senin için."
Rüzgar tıpkı az önce benim ne yapacağımı, nereye kaçacağımı bilemediğim bir anda yaptığım gibi önüne döndü ve önünde duran kadehine sığındığında gelmekte olanın büyük bir şey olduğunu hissettim. Hiçbir şey yapamadım da dondum kaldım. Lara bir fransız klasiğini seslendirmeye başladı.
Non, rien de rien
Non, je ne regrette rien
Nereden biliyordum? Filmlerden, radyodan, belgesellerden. Bir Edith Piaf klasiği. Bir kaldırım serçesinin ilk kez sesini vererek ölümsüz kıldığı eseri. Je ne regrette rien.
Peki bu şarkı neden şimdi Rüzgar için seslendiriliyordu? Bu şarkı Rüzgar için ne ifade ediyordu?
Non, rien de rien
Non, je ne regrette rien
C'est payé, balayé, oublié
Je me fous du passé
Lara söyledi. Bu kez bakışlarını masaya, önüne sabitleme sırası Rüzgar'daydı. Bu şarkıda ne varsa tüylerini diken diken ettiğini hissedebiliyordum. Adeta kıpırdamıyor, belki nefes bile almıyordu. Bana sorarsanız bu hiç keyifli bir sakinlik değildi.
Avec mes souvenirs
J'ai allumé le feu
Mes chagrins, mes plaisirs
Je n'ai plus besoin d'eux
Balayé les amours
Avec leurs trémolos
Balayé pour toujours
Je repars à zéro
"Fransızca bilmeyi çok isterdim şu an." diye mırıldandım Maria'ya doğru.
"Aa, ben anlıyorum biraz! Senin için çevirmemi ister misin?" dedi Maria içtenlikle.
Kaşlarım havalandı bu teklife, Rüzgar milimlerle yanımda otururken ne evet ne hayır diyemedim. Maria onay beklemeden çevirmeye başladı.
"Hiçbir şeyden pişman değilim. Yapılan iyilikler de, kötülükler de, hepsi bir artık benim için. Anılarımla beraber bir ateş yaktım, acılarım ve zevklerim, hiçbirine ihtiyacım yok artık..."
Maria'nın bakışları bir an ardımda bir noktaya bakarak durakladı. Rüzgar'a baktığını anlamıştım ama orada ne gördüğünü düşünemeyecek kadar şaşkın bir haldeydim. Bu şarkının ve sözlerinin Rüzgar için ne ifade ettiğini anlamaya başlamıştım.
"Tüm aşklarımı süpürdüm attım, tüm dramalarıyla beraber. Sildim att-"
"Maria." dedi Rüzgar ardımdan. Maria'nın çevirisi bıçakla kesilmiş gibi bir şaşkınlıkla durdu.
Artık bu masaya ikimizin fazla olduğunu biliyordum. Bakmama da görmeme de gerek yoktu. Ya o gidecekti ya da ben gidecektim. Geriye dönmeden, ona bakmadan, tereddüt dahi etmeden sandalyemi ittim. Yerimden kalktım. Salondan dışarı, dışarı, dışarı... düşünmeden yürümeye başladım.
Anlık bir itkiyle terketmiştim masayı. Niyetim gitmekti elbette. Ama çantamı masada bırakmıştım. Yanımda arabamın anahtarı olmadan ya da telefonum ve cüzdanım olmadan eve gidemezdim. Gözü görmez bakışlarım beni lobiye kadar sürükledi. Tam resepsiyondakilere balo salonundaki çantamı getirebilirler mi diye rica ediyordum ki, onun bana doğru geldiğini gördüm.
Kaçınamadığım şimşekler çakan bakışları ile kararlı ve hızla bana doğru geliyordu. Kaçıp gitmeden önce beni yakalamak istercesine. Oysa ben şu an onunla konuşmak istemiyordum.
"Lütfen." dedim. "Gelme. Hiçbir şey söyleme. Hiçbir şey anlatma."
"Işık." dedi burnundan soluyarak. "Özür dilerim. Bir hata yaptım."
"Hayır." dedim sözünü keserek. "Ben. Hatayı ben yaptım, orada bir sahne yarattığım için. İnsanların gözünün önünde. Ben... ne düşündüğümü bilemiyorum. Lara'nın geleceğini bile bile. Bu gece buraya gelmeyi neden kabul ettim? Son anda değiştirilen bir yere oturmayı neden kabul ettim? Belamı arıyorum ve buldum, öyle değil mi?"
Çok çaresiz görünüyordu. Belki uzun zamandan beri, belki de hiç görmediğim bir çaresizlik vardı bakışlarında. Ne yapacağını bilememenin getirdiği hali yüzünden okudum. Ceketini çıkarmış, gömleğinin kollarını sıvamıştı. Tam düşündüğüm gibi. Gömleğinin açık yakasından görünen tenine bakıyordum. Ellerini alnından geçirdi sıkıntıyla. Sonra bana baktı. Dudağının kenarını kemirerek, baktı. Baktı. Baktı.
"Değil." dedi. "Sen hata yapmadın."
Ne kastettiğini anlamaya çalıştım. Sormalıydım. Ama sorsam söyleyecek miydi? Ne zaman anlatmıştı ki? Peki ben hiç sormuş muydum? Kafam çok karıştı. Ama kafamın zaten karışası vardı. Karşımda onun bu tereddütlü halini görmek beni iyiden iyiye perişan hissettiriyordu. Gidebilir miydim? Lütfen, lütfen, lütfen, onu daha fazla görmeden, gözlerine bakmadan çekip gidebilir miydim şu an? Bu dünyada bana bir nefeslik huzur var mıydı?
Arkamı döndüm. Çünkü gitmem gerekiyordu. Çünkü gidiyordum. Adım attım, sadece bir adım. Yakaladı beni kolumdan. Çekti, bastırdı göğsüne. Tenine, aşık olduğum, ait olduğum o yere, göğsüne. Kokusuna. Bastırdım yüzümü ben de. Eridi içim, eridi aktı. Sımsıkı tuttu beni orada kim bilir ne kadar süre. Ve kim bilir ne kadar süre sonra çekildim yavaşça. O zaman,
"Ben istedim. Burada benimle olmanı. Benim yanımda oturmanı. Hepsini ben istedim." dedi. Durdu bir an, gözlerim gözlerini bulsun diye bekledi. "Bir dönem var benim hayatımda. Senin şahit olmadığın. Az önce dinlediğin o şarkı benim o dönemimin bir yansıması. Sen bilmiyorsun. O biliyor, avantajı bu. Benim hatam da bu. Lara'yı bu gece çağırmak ve seni buna maruz bırakmak. Özür dilerim."
Kafamı iki yana salladım.
"Seni hala seviyor." dedim sayıklarcasına.
"Hayır." dedi. "Öyle değil. O şekilde değil."
"Rüzgar. Lütfen. Burada seninle bunun kavgasını yapacak durumda değilim. Hiç hoş bir durum değil. Gitmek istiyorum."
"Gitmeni istemiyorum." dedi, durakladı. Baktı yine o çözümsüz bakışlarla. Asılı kaldık ortada bir yerde, o da ben de. Konuşulmamış şeyler vardı, biliyordum, aramızda konuşulmamış, çözülmemiş birçok şey vardı. Gitmem gerekiyordu. İçini çekti.
"Seni evine bırakayım." dedi.
"Hayır." dedim. "Arabamla geldim. Hem zaten kendi başıma kalmak, biraz düşünmek istiyorum."
İtiraz etmedi, edemedi.
Kararlı adımlarla otelin çıkışına doğru yürürken otel görevlisinin getirip elime tutuşturduğu çantamı aldım. Otoparka indim. Arabamın anahtarını çıkarmak üzere çantamı açtım. Elime aceleyle karalanmış ingilizce yazılı küçük bir kayıt düştü.
Seninle konuşacaklarım var. Bu gece otelde buluşalım. Gece yarısında, benim odamda. Lara.
*****************
Lara'nın yemeğin yapıldığı otelin çatı katındaki odasının kapısını tıklatırken tedirgindim. Karşımda kimi bulacağımı biliyordum ama tam olarak ne bulacağımı bildiğim söylenemezdi. Bu gizli bir davet miydi? Muhtemelen öyleydi.
Saniyeler geçti. İçeride bir ses duyamadım. Tekrar tıklattım. Kapıya biraz daha yaklaştım.
Belki de gitmeliydim.
Ama içimden bir ses kalmam gerektiğini söylüyordu.
Nihayet kapının ardında, telaşsızca yaklaşan ayak seslerini duydum. Kapı usulca açıldı. Lara üzerinde krem rengi bir pijama takımıyla kapıyı açtı. Saçları sahneye çıktığındaki gibi yapılıydı. Makyajını henüz silmemişti. Ama elindeki pamuğa bakılırsa, tam da silecekmiş gibi görünüyordu. Bu haliyle sahnede devleşen tanrıça gibi değil, çok daha normal bir insan gibi görünüyordu. Hatta biraz da ufak tefek görünmüştü şimdi gözüme.
"Gel." dedi rahat bir tavırla. İçeri girdim. Burası lüks bir ev genişliğinde ve konforunda döşenmiş, birkaç odadan oluşan bir süitti. Salona doğru ilerlerken balkondan görünen nefis İstanbul manzarası gözüme çarptı.
Lara'nın banyoya girdiğini gördüm.
"Ben birazdan geliyorum. Sen keyfine bak." diye seslendi.
Kapısı açık yatak odasındaki devasa yatağının üstünde sahnedeyken giydiği kırmızı elbisesi duruyordu. Salonun her köşesine ise kişisel eşyaları dağıtılmıştı. Süslü desenli bir su matarası, saç tokaları, ünlü fransız markası bir el çantası, fransızca bir kitap, birkaç ıvır zıvır daha. Bar kısmında sıralı duran su şişelerinden birine alıcı gözle baktım. Çok susamıştım ve odanın içi de epey sıcaktı. Keyfine bak dediğine göre, bir şişe suyunu almamı sorun etmez herhalde diye düşünerek suya uzandım. Üstümdeki kalın kışlık kabanı çıkarıp tekli koltuğun üstüne bıraktım. Telefonumdan saati kontrol ettim. Gece yarısını biraz geçiyordu. Normalde çoktan uyuduğum bir saatti ama tamamiyle ayık hissediyordum. Hala Lara'yı beklerken, sürgülü kapıyı iterek balkona çıktım. Gece serinliği kesinlikle çok iyi gelmişti. Şehrin göz alıcı ışıkları ve hiç dinmeyen kaosuna eşlik eden seslere bıraktım zihnimi. Ta ki ardımdaki kapının açıldığını işitene kadar.
Lara, şimdi makyajını da silmiş haliyle sahnedeki gibi parlamıyordu elbette ama hala çok genç ve güzeldi.
"Çok güzel, değil mi?" dedi manzarayı işaret ederek.
"Evet," dedim homurdanır gibi, "çok güzel."
"Ama Paris daha güzel." dedi şakayla karışık.
Yıllar evvel Tekin'le yaptığımız avrupa seyahatinin bir gecesinde Paris'te manzaralı bir otelde konaklamıştık. Güzeldi herhalde, herkes öyle söylüyordu çünkü. Ama bence güzel miydi, nasıldı, hayal meyaldi bende. Ne gördüğümü, ne yiyip ne içtiğimi hatırlamıyordum bile. İnsan zihni ne tuhaf.
"Öyledir eminim." dedim. Hafif tedirgin, derin bir nefes verdim.
Yanında getirdiği sigarasını yaktı. Bana da uzattı. Onunla beraber ben de bir tane yaktım.
"Soğuk, sakin bir tavrın var. Ne düşündüğünü okumak çok zor." dedi. "Hep böyle miydin? Yoksa bu zırhı zamanla mı edindin?" diye sordu pat diye. Şaşırdım biraz. Üstüne düşündüm ama.
"Epeydir böyleyim galiba." diye yanıt verdim. "Ya sen? Hep böyle misindir?"
"Nasıl?" diyerek güldü. Patavatsız, demedim, dan dun konuşur musun hep böyle de demedim. "Düşünür müsün hep böyle ve düşündüğünü söyler misin?"
"Her zaman değil. Ama iyi bir gözlemci olduğumu söyleyebilirim." Sigarasının yoğun dumanını geceye doğru üfledi. "Bu sakin, cool tavrının ardında delice bir merak olduğunu görebiliyorum mesela. Ama ben açmasam hayatta açmazsın konuyu. Değil mi? Edilgen bir kişilik. Hiçbir zaman ilk adımı sen atmazsın. Bu yüzden içinde yaşadığını düşünüyorum birçok şeyi. Bu da derin bir karakter olduğunu gösterir. Tıplı bir buz dağı gibi. Bir görünen yüzü var, bir de görünmeyen."
Söylediklerinin bendeki etkisini görmek istercesine yüzüme baktı. Bense bu yollardan çoktan geçmişim gibi bir his içerisindeydim. Esen rüzgar kadar serindim, hiç etkilemiyordu beni. Ama Lara'nın hakkımda bir şeyler bildiğini anlamıştım. Benim kim olduğumu düşündüğünü öğrenmek istiyordum, bir de benimle ne konuşmak istediğini.
"Karakter tahlilimin yapılmasına ihtiyacım yok. Ama merak ettiğim, doğru. Kim olduğumu düşünüyorsun ve neden çağırdın beni buraya?" dedim.
"Sana karşı düşmanca hisler içerisinde değilim Işık." dedi açıklık getirircesine. "Sadece seni yakından görmek ve biraz da tanımak istedim." dedi.
"Kim olarak peki? Kimim ki ben senin için?"
Ne demek istediğimi mi yoksa ne söyleyeceğini mi düşündü, bilinmez. Baktı yüzüme bir süre. İnceleyen, düşünceli bakışlarla.
"Aşık olduğum adamın kalbini söküp atmış olan kadınsın." dedi.
Ani olmuştu bu sözler. Kırbaç gibi çarptı yüzüme.
"Bunu duymayı beklemiyordum."
"Eh, ben de bu gece seni görmeyi beklemiyordum. Ama oluyor işte bazen öyle."
Pekala. İşte şimdi konuşmaya başlamıştık.
"Aranıza girmek gibi bir niyetim yok." dedim, net olma gayesiyle. "Biz geçmişte bir şeyler yaşadık doğru. Ne kadarına hakimsin bilmiyorum ama, bir şeyler bildiğin ortada. Bitti ama, hepsi geçmişte kaldı. Rüzgar hayatına devam etti." derken elimle belli belirsiz kendisini işaret ettim. "Ben de yürüdüm kendi yolumda. Çok zaman geçti üstünd-"
"Işık. Kes sesini. Kes. Daha ne kadar saçmalayacaksın?" diye kabaca kesti sözümü.
"Ne demek istiyorsun?"
"Hala seviyor musun onu?"
"Cevap vermeyeceğim buna. Sana herhangi bir cevap vermek zorunda değilim."
Sol elimi yakaladı. Çekti kendine doğru.
"Elinde yüzük yok. Boşanmış olmalısın. Rüzgar'la yeniden görüştüğünüzü biliyorum. Rüzgar'ın babasının öldüğü gece Adel'in seninle kaldığını da. Adel, Rüzgar'ın arkadaşı olan, gözlerinde ışık parlayan, Işık adında bir kadından bahsediyor."
Elimi geri çekerken ne diyeceğimi bilemeyerek ona şaşkınlık içinde baktım.
"Rüzgar'ı sevmiş miydin gerçekten? Hala seviyor musun Işık?" diyerek ısrarla sorusunu tekrarladı.
"Çok zaman geçti üstünden ve bitti. Sözümü kesmeseydin. Söylediğim şey buydu."
"Ben biten bir şey göremiyorum." dedi.
"Arkadaşız. Ben onun şirketinde çalışıyorum. Bu kadar. Ama ben böyle konuşmalar yapmaktan hiç hoşlanmıyorum. Dahası çok yorgunum bunun için. Senin içini rahatlatmak gibi bir görevim de yok. Çağırdın, ayağına kadar geldim. Bir hata yapmışım besbelli. Bu muydu konuşmak istediğin? Hepsi bu kadar mı?"
Kendimi hazırladım. Üslubun daha da sivrileşmesini bekleyerek baktım. Ama öyle olmadı. Bir tereddüt düştü yüzüne. Dudaklarını kemirdi farketmeden. Sigarasından sertçe bir duman çekti. Kafasını iki yana salladı.
"Bana ben kimim diye soruyorsun. Sen daha kim olduğunu bile bilmiyorsun." diye mırıldandı. Uzandı kendi önüne doğru. Dirseklerini balkon demirlerine yasladı. İleri doğru bakarken dalıp gitti bakışları. Sanki ileriye değil, geçmişe bakar gibiydi.
"Rüzgar bu gece söylediğim şarkıdan nefret etti. Pişman oldu beni buraya çağırdığı için. Muhtemelen şu an sana anlatmak üzere olduğumu bilse, dilimi keserdi. Senin için değil, onun için. Çünkü o hiçbir zaman anlatmayacak, bunu biliyorum. Fazla vaktim yok. Yarın erkenden Paris'e dönüyorum. Sana onu anlatacağım. Benim tanıdığım Rüzgar'ı. Ve sonrasında sen kimsin, nerede duruyorsun, buna kendin karar vereceksin."
Adeta nefesimi tuttum anlatacaklarını duymak için.
"İki kere başvurmuştum Paris Konservatuarına. İki kez elenmiştim. Kendimi kabuğuma sıkışmış hissediyordum. Nice'te. Doğup, büyüdüğüm o deniz kenarında. Memur anne babanın tek çocuğu olarak. Hep yazan, hep söyleyen bir çocuk. Yetmiyordu sahip olduğum o hayat, ben şarkılarımı söylemek istiyordum. Çocukluk arkadaşlarımdan birinin elemanlarından birini tanıdığı bir grup vardı. Solist arıyorlardı. Eski şehrin surları içerisinde küçük bir barda çalıyorlardı. Onlara katıldım ve ilk kez orada hayalime kavuşmanın tadını aldım. Haftada altı gece çalıyorduk. Klasik bir repertuarımız vardı. Hala en sevdiğimdir; fransız klasikleri. Birkaç aydır söylüyordum orada. Beğeniliyorduk genel olarak. Belli bir kitlemiz oluşmaya başlamıştı.
Bir gece, onu gördüm. Duvar dibinde tek kişilik bir masaya oturmuş, adeta gömülmüş oraya, içkisini içen bir adam. Saçı sakalı birbirine karışmış bir haldeydi. Kafasını bile kaldırmıyordu, değil ki etrafına bakınmak. Hani şöyle bir ilk bakışta, evsiz gibi döküntü bir tipi vardı. Biraz tedirgin eden bir tip, anlatabiliyor muyum? Bu yüzden dikkatimi çekmişti. Sonuna kadar kaldı o gece. Ben son şarkımı söyledim. Dinleyenlere teşekkür ettim. O da kalktı masadan sessizce. Bara gitti, hesabı ödedi, sonra çıktı gitti. O zaman "Hmm, demek ki parası varmış." diye düşündüm. Ertesi gece, yine geldi. Bir gece öncesinin tamamen aynısı tekrarlandı. Sonraki gece yine geldi. Bir hafta boyunca hep geldi. Artık gözüm alışmaya başlamıştı oradaki varlığına. Hep aynı masaya oturuyor, aynı içkiyi içiyor. Kafasını kaldırsa, elimdeki kadehi ona kaldırıp selam vereceğim ama yok. Kafasını dahi kaldırmıyor. Performans bitiyor. Çıkıp gidiyor. Sonra bir daha.
Bir gece, tam da performansın orta yerlerinde bir yerde Je Ne Regrette Rien'i söylemeye başladım. Her şeyin değiştiği bir kırılma anı yaşandı. Ellerini yüzüne kapadı. Birkaç saniye kaldı öylece. Sonra cebinden para çıkarıp masaya bıraktığı gibi hızla çıkıp gitti mekandan. İlk kez sonunu beklemeden. Çok ilgimi çekti bu durum ve onunla konuşmak istedim. "Bayım, sizi kızdıracak bir şey mi yaptım?" Böyle soracaktım. Şarkıyı bitirdim. Dinleyenlere kısa bir ara verdiğimizi duyurdum. Hızlıca çıktım peşinden. Bulacağım onu ve soracağım. Aklımdaki bu. Arnavut kaldırımlı yola çıktım. Sokak lambalarıyla loş şekilde aydınlanan dar bir sokak. Bir sağa baktım. Bir sola baktım. Gelip geçen insanlar vardı ama fazla kalabalık değildi sokak. O yoktu. Bu kadar hızla kaybolmuş olamaz, dedim kendi kendime. O kılık kıyafetle ve sakallarla çok genç biri gibi görünmemişti gözüme. Kırklı yaşlarında biri diye düşünüyordum, belki yeni elli. Ayaklarımın götürdüğü yöne gittim. Bir ara sokağa doğru döndüm. Onu o zaman gördüm. Yere çökmüş, oturmuş. Ellerini yüzüne kapatmış. Uyuyor olabilir mi? Öldü mü yoksa? Korka korka ilerledim. "Bayım iyi misiniz? Bayım, yaşıyor musunuz?" Eğildim. O zaman ellerini yüzünden çekti. Gözlerine baktım. Ben orada kaldım. Zaman akıyor, geçiyor, ben hala zaman zaman orada buluyorum kendimi. Onu, yüzünü, gözlerini ilk kez gördüğüm o yerde. Gözlerindeki o ışıltı ve yaşlarla. İlk kez ne kadar genç olduğunu anladığım ve kalbimin kırıldığı o yer...
Her neyse, tersledi beni. Çok da bir şey söylemedi. Kalkıp gitti oradan. Özür diledim arkasından seslendim, dinledi mi duydu mu bilemeden. Sonraki gece bekledim gelsin diye, gelmedi. Çok üzüldüm buna, ertesi gün de gelmedi. Aklımdan çıkaramıyordum onu. Nerede olduğunu bilsem yanına gideceğim. Ama istemeyeceğini de biliyordum. Böyle bir tuhaf durum.
Bir hafta boyunca gelmedi. Sonra bir gece, yeniden oradaydı. Çocuk gibi sevindim onu gördüğüme. O anki coşkumu sana anlatamam. Koşup sarılacağım, o derece. Tabi yapmadım böyle bir şeyi. O zaten yüzüme bile bakmıyordu. O ara sokakta yanına gidenin ben olduğumu bildiğini bile sanmıyordum. Ben şarkılarımı söyledim. Je Ne Regrette Rien'i hiç söylemedim. O da sonuna kadar kaldı. Bir süre daha bu düzeni yakaladık. O her gece geldi, ben şarkılarımı söyledim, sonuna kadar kaldı. Sonra çıkıp, gitti.
Sonra günlerden bir gün, performansı bitirmiştim. O zaten çoktan çıkıp gitmişti. Acelesizce toparlandık. Grup arkadaşlarımla vedalaştım. Kabanımı giydim. Sokağa çıktım. Ara sokağın önünden geçerken gözüm kaydı şöyle bir, bir de ne göreyim. Orada yatıyor yerde. Yanına gitsem mi, gitmesem mi? Bu sefer baya uzanıyordu yerde, gözleri de kapalı. Yavaş yavaş yaklaştım. Sadece bir kontrol edeyim dedim, yaşıyor mu diye. Yavaşça sokuldum, baktım nefes alıyor. Oh dedim, derin bir nefes aldım. Yakaladı kolumdan. Aklım çıktı. Napıyorsun? dedim, sen napıyorsun dedi. Bir şey yapmıyorum, öldün mü diye kontrol ediyorum, dedim. Öldüm, git şimdi buradan. Beni rahat bırak dedi. Gittim ben de, ne yapayım.
Ertesi gün, mekana geldi. İlk kez o gece kafasını kaldırdı, kısa bir an bana baktı şarkı söylerken. Gülümsedim ona doğru. Bakışlarının yönünü değiştirdi. Ertesi gün, yine baktı, kısacık. Kadehimi kaldırdım bu kez, hep yapmayı istediğim gibi, selamladım onu. O da ufacık kaldırdı kadehini. Selamıma karşılık verdi. O gece ben bir bok yedim. Yine Je Ne Regrette Rien'i söyledim. Ve yine o, şarkıyı duyar duymaz mekandan çıkıp gitti. Çok ilgimi çekiyordu bu adam benim. Deli oluyordum onu tanımak için, hikayesini dinlemek için deli oluyordum. Böylesine genç biri ve kendinden geçecek kadar canı yanıyor. Ne yaşamış olabilir?
Ara sokakta buldum onu. Yine. Yine yerde yatıyordu. Yanaştım. Sizi evinize bırakayım, burada sokakta yatmayın dedim. Kovaladı beni. Bu kez gitmedim. Oturdum oraya onunla beraber. Biraz sonra kalktı oradan. Sokakta mı yaşıyorsunuz, yoksa bir eviniz var mı? diye sordum. Seni ilgilendirmez, dedi. Yürümeye başladı. Ben de onunla beraber yürüdüm. Kötü kötü baktı arada bir. Bir şey söylemedi ama. Yürüdük, yürüdük. Fazla uzak değil, birkaç sokak sonra, lüks apartmanların olduğu bir caddeye çıktık. Şehrin en güzel yerlerinden biri. Bu sokakta bir apartmana girdi. Ben de girdim onunla beraber. Gelme demedi bu sefer. Şaşkınlık içinde takip ettim onu. Böyle bir yerde yaşıyor olabileceği asla aklıma gelmezdi. En üst kata kadar çıktık beraber. Cebinden anahtarını çıkardı. Kapıyı açtı. Şaşkınlıktan bayılacakmış gibi hissederken içeri girdim. Doğrusu Nice'te güzel manzaralı birçok ev var. Ama O'nun böyle güzel ve şık döşenmiş bir evde yaşayabileceğini tahmin bile edemezdim. Eve hırsız gibi girdi, çöktü deseler bile inanırdım, o derece. Neyse, eve girdi. Bana da girmem için müsaade etti ama tek kelime bile konuşmadan odasına gidip yattı. Ben de şaşkınlık içerisinde evi biraz dolaştım, sağı solu kurcaladım. Masanın üzerinde duran bir laptop vardı. Ekranda adı yazıyordu. Şifreliydi, açamadım ama orada yazan ismi not aldıktan sonra çıktım gittim oradan. Kendi evime döndüm. İnternette adını sorguladım, çıkan fotoğraflarına baktım. Tanınamayacak haldeydi ama oydu. Ve ne kadar yakışıklı görünüyordu. Neyin içine düştüm ben, ne bu gördüğüm diye bir süre inanamadım. Türk ve işadamı olduğunu öğrendim. Hakkında işte ufak tefek bilgiler edindim. Ama onu bu denli harabeye çeviren neydi, öğrenmek zorundaydım artık. Çok fena kafaya takmıştım.
Ertesi gün mekana geldi. Şarkılarımı söylerken bana baktı. Ben de ona baktım. Her baktığımda daha da alıştı gözlerim, sakalların ardına gizlediği o geçmişte kalan halini görmeye başladım. Çok alışmıştım varlığına, usul usul işlemişti artık içime. Performans bitti. Onun ardından çıktım mekandan. Yine tek bir kelime konuşmadan yan yana yürümeye başladık. Evine kadar yürüdük. Apartmana girdik. Eve çıktık. Kapıyı açtı. İçeri girdim. Odasına gidip yattı. Ben de salondaki koltuğa kıvrılıp uyudum. Sabah erkenden, o daha uyanmadan uyandım. Kendi evime döndüm. Çok saçma geliyor kulağa, değil mi? Ama her şey böyle başladı işte. Ben ona dadandım ve o da beni reddetmedi, bir nevi.
Birkaç gece sonra, birlikte evine girdik. Ne istiyorsun benden diye sordu. Bilmiyorum, yanında kalmak istiyorum dedim. Yanlış bir şey söylemiştim. Sinirlendi, kovdu beni. Gitmiyorum, dedim. Git, dedi. Gitmiycem, dedim. Polis çağırırım, dedi. Çağır, dedim. Tuttu yüzümden, koltuğa yapıştırdı beni. Tokat attım, yakaladı elimi. Loş ışıkta o karanlık odada, bir an öfkeyle baktık birbirimize. Sonra öptüm ben onu. O da karşılık verdi. Çok hızlı oldu her şey. Ben bacaklarımı açtım, o da beklemedi. Çok hızlı. Aşkla yapılan her şeyden çok uzak bir şeydi yaşadığımız ama ben onu her haliyle istediğimi ve isteyeceğimi böylelikle anlamış oldum.
Sonra o her gece beni dinlemeye gelmeye devam etti. Her gece birlikte onun evine gitmeye devam ettik. Her gece seviştik, sonra birlikte uyumaya başladık. Sabah olunca ben o daha uyanmadan evime dönmeye devam ettim. Bir sabah tam çıkıp giderken, gitme dedi, kahvaltı edelim. Sonra da yattı uyudu, kahvaltı filan hazırlamak yok. Ben de kalktım kendime kahvaltı hazırladım. Bir de güzel yemeye başladım. Orta yerinde uyandı, geldi yanıma bana katıldı. İlk kez gündüz gözüyle görüyorduk birbirimizi. Baktıkça bakasım geliyordu, çok güzel bir adam. Ama kalbi yok. Bunun farkındaydım. Senin de farkettiğin üzere Işık, ben Rüzgar'ın bana göğüs kafesinin içinde bir boşlukla geldiğinin ilk günden beri farkındaydım ama bu ona aşık olmama engel olmadı. Onun yanında olmak istememe hiç engel olmadı. Çok uzun zaman hiç konuşmadık bile. Ne yapıyordunuz desen, birlikte yürüyorduk derim. Gece karanlığında kafasını bile toplayamayacak halde sarhoş bir şekilde yürüyen bir adam ve onun peşinden yürüyen bir kız. Buyduk işte.
Masanın üzerinde duran zarfı farkettiğim gece, diğerlerinden farklıydı. Rüzgar o gece onunla gelmemi istememişti ama ben yine de gittim. Eve girdik, odasına gitti, kapıyı kapattı. Ben de masanın üzerinde duran zarfı gördüm. Bir davetiyeydi bu, anlamıştım. Ama üzerinde yazanları anlamıyordum tabi. Davetiyenin fotoğrafını çektim. Oradan çıktım. Evime döndüm. Yazıların çevirisini yaptım. Birilerinin evlendiğini bu sayede öğrenmiş oldum. Rüzgar'ın ruh haliyle doğrudan ilişkili olan bu insanları da tanımam, kim olduklarını öğrenmem gerekiyordu. İnternette arattım. Seni ve kocanı gördüm. Türk ve işadamı kelimeleri tanıdık geliyordu artık. Burada bir hikaye vardı, anlamıştım. Senin sosyal medya hesabındaki fotoğrafına uzun uzun baktığını hatırlıyorum Işık ve kıskançlıktan ciğerlerimin yanışını.
Ertesi gün Rüzgar'a Tekin'i ve seni sordum. Konuşmak istemedi. Cevap bile vermedi bana. Ben de ona dedim ki, sen içine düştüğün bu durumdan daha iyi birisin. Buradan bir çıkış var, sen görmüyorsun ama ben görüyorum. Çıkabilirsin ve ben sana yardım edebilirim. Bana cevap vermedi.
Sonra sana yazdığı notu gördüm. Bilgisayarını açık bırakmıştı, sanki göreyim diye. Fotoğrafını çektim notun, yine çevirisini yapıp okudum. Her şeyi anlamıştım artık, her şey çok netti bende. Ve senden çok nefret ediyordum, herhalde buna gücenmezsin.
Düğününüzün olduğu günün sabahı Rüzgar'a dedim ki, bugün senin saçlarını ve sakallarını keseceğim, güldü bana. Ama izin verdi. Güzelce kestim, sonra ona baktım ve dedim ki, çok güzelsin, bu yakışıklılığını gözlerden gizlemen çok yazık. Onu öptüm, onu sevdim, onu iyileştirmek istedim Işık. Ona kalbimi, kıracağını bile bile kendi isteğimle verdim. O da bana karşılık verdi. O gün sahilde uzun bir yürüyüş yaptık, ben anlattım ona, o da biraz anlattı. Sonra eve gelip uzun uzun seviştik. Biz bir ilişki biçimi yarattık. Çoğunlukla tek taraflı ve benim buna uzunca süre hiçbir itirazım olmadı.
Hamile kalmıştım. Tamamen plan dışıydı. Rüzgar'ın beni kırmak istemediğini biliyordum. Ama istemediğini biliyordum. Ben de istemiyordum ki daha birçok planım vardı. Şarkı söyleyecektim, yaz sonu grupla Fransa turuna çıkmayı planlıyorduk. Geleceğin neler getireceğini bilmiyordum. Evet, anne olmak planlarımın hiçbir yerinde yoktu. Rüzgar kararı bana bıraktı, ben de aldırmaya kıyamadım. Ve Adel böylelikle dünyaya geldi.
Hiçbir şey olduğu gibi kalmıyor. O metruk, kayıp adama ben ne yaptığımı bile farketmeden bir yaşam amacı verdiğimi çok sonradan anladım. Rüzgar Adel'e muhteşem bir baba oldu ama ben bunu istediğimden gerçekten emin olamadığım bir sürece girdim. Evlenecek, çocuk büyütecek ve aslında hep kopmak istediğim o küçücük şehre, o sıkıcı sahil şehrine bağımlı mı kalacaktım? Oysa ki ben, şarkılarımı söyleme arzumu biraz olsun yitirmemiştim. Rüzgar'la bir konuşma yaptık. Ona evlenmek isteyip istemediğini sordum. İstemiyordu. Hiçbir zaman istememişti. Ama baba olmayı seviyordu, bunu gerçekten çok sevmişti. O zaman ona dedim ki, ben bir yol ayrımındayım. Ya burada sizinle kalacağım ya da Paris'e gidip şansımı bir kez daha deneyeceğim. Seni büyük bir sorumlulukla tek başına bırakmanın bencillik olduğunu biliyorum. O yüzden sana soruyorum, kalabilirim, gidebilirim. Bana dedi ki; her zaman kalbinin sesini dinle, kalbin ne diyorsa ben sana destek olurum. Gideceğimi biliyordu Işık ve beni bu yüzden özgür bıraktı. Ona bunu yaptığı için yürekten minnettarım. Kalsaydım, onun beni hiçbir zaman benim onu sevdiğim kadar sevmediği gerçeğiyle yüzleşmek ağır gelecekti. Hayallerimden vazgeçmiş olmak ise beni acılaştıracaktı. Ne Adel'e iyi bir anne ne de ona iyi bir partner olamayacaktım. Paris'e gittim. Konservatuarı kazandım. Zamanla her şeye uzaktan ve daha berrak şekilde bakabilmeyi öğrendim. Mutluluğu ellerimle tuttum sıkı sıkı ve bugün hala buna şükrediyorum. Çok mutluyum ben Işık. Kalbim her zaman biraz buruk ama kendi hislerimden ötürü Rüzgar'a kırgın değilim, hiç kırgın olmadım. Bizim ilişkimiz çok kendine has bir ilişkiydi. Hala da öyle.
Merak ediyorsan diye son bir açıklık da getireyim. Adel doğduğundan beri hiç yatmadık. İşin o kısmı o doğmadan önce bitmişti. Benim Paris'te bir erkek arkadaşım oldu. Ayrıldık gerçi ama. Rüzgar'la bunları konuşabiliyorum, dertleşiyoruz bazen. Ona gelince; o hala sana aşık. Hep aşık ve çok aşık Işık. Bunu sana ben söylüyorum. Çünkü Rüzgar'ın da mutlu olmasını istiyorum. Kabul edip etmemek sana kalmış. Duyduklarını sindirmek kolay değil biliyorum. Ama bundan sonra bir hamle yapılacaksa o da sana kalmış. Çünkü Rüzgar çok dipten bir yerden yeniden ayağa kalktı. Benim tanıdığım Rüzgar, sen ona gitmezsen eğer bir kez daha sana gelmez. Ve bu çok yazık olur çünkü belli ki insanın hayatında bir kez yaşayacağı büyüklükte bir şeyi saçmasapan bahanelerle kaybetmiş olursunuz."
Lara'nın yanından sabaha karşı ayrıldığımda, duyduklarımın yoğunluğundan ağırlaşmış, sersemlemiş hissediyordum. Lara'ya bana anlatmayı seçtiği için teşekkür etmem gerekiyordu. Ama şu an o an değildi.
Önce düşünmem ve sindirmem gerekiyordu.
Ve sonra Rüzgar'a giden yolu yeniden bulmam....
Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top