27. Yüzleşme
Hastane, bulunduğum koşullar altında olmak istediğim son yer bile değildi. Fakat Seda'nın arabasının içerisinde Tekin'in kaldırıldığı hastanenin yolunu tutarken başka bir yerde duramayacağımı düşünüyordum. Bu, içinde boğulduğum bilinmezliklerden ötürü bir tercih değil, zorunluluk meselesiydi benim için.
Yol boyu geçtiğimiz caddeler bir yılbaşı gecesinde alışıldığı üzere ışıl ışıl süslerle kaplıydı. Bir yerlerde insanlar coşkuyla yeni yılı kutluyorlardı. Bense Tekin öldü mü hayatta mı bilemediğim bir yolu tamamlamaya çalışırken mide ağrıları çekiyordum. Endişe kurt gibi kemiriyordu içimi. Haketmeyen bir insan içindi, tamamen farkındaydım bunun. Tekin, ona dair herhangi bir his barındırmamı haketmeyecek denli zarar vermiş ve uzaklaşmıştı hayatımdan. Ama tam da şu anda bedenimde ona ait bir canlıyı taşıdığım gerçeği de düşüncelerimi terketmiyordu. Henüz bebeği aldıracağımı ona söyleyip söylemeyeceğimi düşünecek vaktim dahi olmamışken ölmemesi gerekiyordu. Hayır, bu kadar zamansız değil, böyle değil, bu kadar genç değil...
Seda Tekin'in kaza yaptığını Sinan'dan öğrenmişti. Sinan ise, Tekin'in de gittiği spor salonunda spor yaptığı esnada antrenörüne gelen bir telefon sayesinde. Seda detay vermemişti ama konunun Tekin'in spor hocası kız arkadaşını da içerdiğini böylelikle anlamıştım. Şimdilik ben sormadığım için anlatmamıştı.
Hastaneden içeri ince ince yağan bir yağmurla birlikte girdik. Geniş lobi kalabalık değildi. Uzak uçta hastanenin kafesinde oturan birkaç kişinin silüetini görebiliyordum. Tanıdık kişiler değillerdi. Danışma masasına yanaşıp Tekin'i sordum. Yanında bir diğer kazazedeyle birlikte acilden giriş yaptıklarını, ilk müdahalenin ardından Tekin'in acil ameliyata alındığını öğrendiğim sırada, birinin hiç de dostane olmayan bir ses tonuyla bana doğru seslendiğini işittim.
"Ne yüzle geldin buraya?"
Kafamı sese doğru çevirdim. Yüzünü daha önce hiç görmediğim, şahsen tanımadığım halde görür görmez kim olduğunu anladığım genç bir kadına bakıyordum. Yüzü yaralıydı. Alnının sol tarafında bir bandaj vardı. Bir kolu sargıda olduğu için kabanını omzuna atarak giyebilmişti. Taba rengi kabanın üzerinde henüz hala kurumamış kan lekeleri vardı. Bana doğru yürürken hafifçe sendeliyordu.
"Niye geldin? Kim olarak geldin?" diye bağırdığında benden mi bahsediyor diye etrafıma bakınma gereği duydum. "Sen! Evet sen!" diye bağırarak muhatabının ben olduğumu doğruladı. Bense hala bu ne diyor, bana mı diyor diye bakıyordum ki, Seda koluma girdi.
"Gel." dedi usulca beni farklı yöne yönlendirerek. Aynı anda kafeteryadan çıkan birtakım kişiler de kadını uzaklaştırmaya başladılar.
"Zuhal, gel."
Zuhal. Demek Tekin'in kız arkadaşının adı buymuş, diye düşündüm sadece. Sezin ismi canlandı bir de aklımda. Sezin, Zuhal. Birbirlerine benziyorlardı. Ben de benziyor muydum onlara? Hayır benzemiyordum. Beynim, an itibariyle muhallebi kıvamına geçmişti. Kendi içimde dahi düpedüz saçmalıyordum. Seda'nın beni uzaklaştırma çabasına direnmedim.
Zuhal ise benim sakinliğime tezat şekilde yenemediği bir öfkenin içerisindeydi bana dair.
"Siktir git!" diye bağırdı arkamdan. "Sakın bir daha yüzünü görmeyeyim burada!"
Ne? Dedi içimdeki o benden bağımsız konuşan o ses. Ne diyor bu?
Seda'nın kolundan sıyrılıp arkamı döndüm.
"Ne diyorsun sen?" diye tısladım. "Asıl sen kimsin? Sen siktir git!"
"Tekin şu an kendinde olsa seni burada ister miydi sanıyorsun? Tekin'in görmek isteyeceği en son yüz sensin şu anda! Defol git o yüzden. Tamam mı? Senin yüzünden kaza yaptık. Tekrar mı söyleyeyim? Senin yüzünden! Ölüyor..." derken gözyaşlarına boğulmuştu. Bir yandan da kırık koluna rağmen onu benden uzaklaştırmaya çabalayan arkadaşlarına direniyordu. Koluna dokunamamaları avantaj sağlıyordu bu duruma. Ve ben de, senin yüzünden dediği andan beri yerime çakılmış gibi kalakalmıştım öylece. Kan bedenimden çekilmiş gibi, nefesim kesilmiş gibi kalmıştım. Ölüyor mu? Benim yüzümden mi? Ölüyor mu?
"Ölüyor!" diye tekrarladı Zuhal, bir kez daha gözyaşları içerisinde. "Sen de son cümlesinde adının geçtiğini bilerek yaşa ömrünün sonuna kadar. Geber vicdan azabından."
Mideme bir ağırlık oturdu. Ama neden? Neden bendim kazanın sebebi? Neden adım Tekin'in son cümlesindeydi? Neden? Neden? Neden? Dile dökemediğim bir neden beni öylece savunmasız kılarken, Zuhal nihayet arkadaşlarının kollarına sığınarak ağlaya ağlaya lobiden ayrıldı. Ben, gözlerimde hükmedemediğim yaşlarla Seda'ya baktım, kaldım.
Neden?
Ama ağzımdan ses çıkamadı. Ben tecavüze uğradım. Ben hamileyim. Ne diyor bu? Neden benim kazanın sebebi? Tekin neden benden bahsediyordu? Neler oluyor?
Duygular tüm hızıyla hücum ederken kaçınmaya çalıştım, başaramadım. Gözyaşları sel gibi dolup taştılar gözlerimden.
Seda bana sarıldı. Küçücük bir sesle;
"Gidelim mi buradan?" diye sordu.
Kafamı iki yana salladım. Tekin'in ameliyatı bitene kadar kalacaktım. Kalmak zorundaydım.
Ameliyatın yapıldığı eksi ikinci kata indik. Gecenin ileri saatinde buz mavisi koridorlar buz gibi soğuk ve sessizdi. Zuhal ve arkadaşları, ameliyathanenin hemen önündeki sandalyelerde oturuyorlardı. Arkadaşlarının onu yatarak dinlenmesi için ikna etmeye çalıştıklarını duyabiliyordum. O da gidemiyordu. Kalmak istiyordu. Benim gibi. Zuhal ve ben aynı koridorun birbirimizi görmediğimiz ayrı uçlarında oturduk. Fakat koridor öylesine sessizdi ki fısıltı düzeyinde bile olsa konuşulanları duyabiliyorduk. Ameliyathanenin kapısı açıldığında ikimiz de görebiliyorduk. Ara ara birileri girdi çıktı dışarı. Operasyon devam ediyordu, uzun sürecek gibi görünüyordu.
Kaza sonrası Tekin'in iç organlarında ciddi hasarlar oluşmuştu. Arabadan kendisi çıkabilen Zuhal'in aksine, Tekin aracın içinde sıkışıp kalmış, zaten bilincini de hemen orada kaybetmişti. Koridorun diğer ucunda, Zuhal'in arkadaşlarına olayı anlatırken ağlayan sesini duyabiliyordum, tahammül edemiyordum ama dinlemeye de engel olamıyordum.
"Tartışıyorduk. Saçmasapan bir yerden çıktı konu. Bağırmaya başladı bana, ben de ona bağırdım. Kesemedim sesimi. O bağırdı, ben daha çok bağırdım..." Ağlama arası giriyordu burada. "Bir sonraki gördüğüm, kanlar içindeki yüzü. Hareket etmiyordu. Çok seslendim. Ne olur bir şey söyle diye çok yalvardım." İçim acıyordu dinlerken. Kulaklarımı söküp atmak istiyordum ama yapamıyordum, duyuyordum. "Öldü Tekin... gördüm ben... ölmüştü... hiç kimse o kadar hareketsiz kalamaz. Gözleri aralıktı, göz kapakları titriyordu, görüyordum ama bedeni hiç hareket etmiyordu." Sonra daha çok, daha çok ağladı Zuhal. Bense bu kadar sıkıntıya dayanamayıp küçücük alanda adımlamaya başladım. İleri, geri, ileri, geri. İçimdeki sıkıntı beni yutacak kadar büyüktü. Midem bulanıyordu. Seda'nın beni izleyen endişeli bakışlarını görmek de hiç rahatlatmıyordu. Yürüdüm, yürüdüm, yürüdüm. Zuhal yatışana, ağlama sesleri kesilene kadar koridoru adımladım. Seda elime bir şişe su tutuşturdu.
"Otur biraz." diye fısıldadı.
Oturduğumda ne denli yorulduğumu farkına varıyordum. Yine de biraz oturmaya karar verdim. Koridorun ucunda birilerinin geldiğini, o birilerinin Zuhal'le selamlaştıklarını duydum. Sonra insanların adımı fısıldadıklarını duydum. Ellerimi stresten ağrıyan gözlerime bastırdım, açtığımda karşımda Tarık'ı gördüm. Hemen yanında Eren ve Semih vardı. Tarık bana doğru çömelip destek veren bir tavırla ellerimden tuttu.
"İyi misin?" diye sordu. Yüzünde şefkatli bir ifade vardı. Onların dost yüzlerini görmek içimdeki ürpertiye iyi gelmişti. "İyi olacak." dedi, kendini de inandırmak istercesine. Eren ve Semih'le de sarılıp selamlaştık.
"Yeni mi geldiniz?" diye sordum.
"Evet. Haberi alalı bir saat ancak olmuştur. Bizim evde bir aradaydık. Tekin'in gelmesini bekliyorduk. Haberi geldi, koşarak çıktık." diye açıkladı Tarık, koyu bir iç çekerek.
"Kızlar nerede?" diye sordum.
"Evde kaldı onlar. Çocuklarla beraberler. Herkesin aklı burada."
Klasik bir yılbaşı gecesi. Elbette Tarık'larda toplaşılacaktı. Tekin yeni kız arkadaşını götürüyordu yanında. Yeni mi tanışacaklardı, yoksa tanışmışlar mıydı çoktan? Önce Zuhal'e selam verdiklerini düşününce tanıştıklarını anladım. Hem zaten, kazayı onlara haber veren de Zuhal olmalıydı.
Seda, elinde sessizce çalan telefonu bana gösterdiğinde ekranda Rüzgar'ın adını gördüm. Rüzgar'la yaptığım son konuşmanın üstünden yıllar geçmiş gibiydi. Ona gel deyişim bile çıkmıştı aklımdan. Utanç, dev bir bulut olup beni yutarken bedenimdeki gücün bir kez daha çekildiğini hissettim. Beni arıyor olmalıydı tabi. Fakat konuşamayacaktım, bu yüzden Seda'ya,
"Aç." dedim.
Seda telefonu cevaplarken sessizce konuşabileceği bir yöne doğru uzaklaştı.
Kendi telefonumun da Seda'nınki gibi sesi kapalıydı. Saatlerdir elime almamıştım. Nihayet çantamdan çıkardığımda Rüzgar'ın Seda'dan önce normal olarak beni aradığını gördüm.
Bense hastanedeydim. Tekin yüzünden. Tekin için.
Ölmek üzere olan, belki de çoktan ölmüş olan Tekin için.
Son bir görev mi yapıyorum diye sordum kendi kendime. Ne yapıyordum sahi ben? Burada olmamalıydım. Rüzgar'ın yanında olmak istiyordum. Rüzgar'la olmak istiyordum.
Neden buradaydım?
Neden istediğim yerde, istediğim hayatı yaşayamıyordum?
Neden şu an bedenimde hiç istemediğim bir can taşıyordum?
Neden şu an Rüzgar'ın yanında olmak yerine, ameliyathane kapılarında Tekin'i bekliyordum?
Ellerim istemsizce yüzüme kapandı. Gözyaşlarım da istemsizce akıp gittiler. Bu hayat, bana getirdikleriyle, benden götürdükleriyle çok ağırıma gidiyordu. Tüm çabama, tüm isteğime rağmen istediğim hayatı yaşamaktan fersah fersah uzak oluşum ağırıma gidiyordu. Yakalandığım ağı koparıp atamamak, bu sarmaldan çıkamamak, bir türlü ben diyememek, ben olamamak çok ama çok ağırıma gidiyordu. Bir süre kimseler ilişmezken usul usul ağladım.
Ellerimi yüzüme gözüme silerek toparlandığımda herkesi başımın tepesinde beni gözler halde bulmak tatsızlığıma tatsızlık kattı.
Tarık'lar da eve gidip dinlenmemi önerdiler. Boşandığımızı biliyorlardı, elbette, herkes o kadarını biliyordu artık. Ama derinlerde ne gizlediğimi, bedenimde ne sakladığımı bilmiyorlardı. Beni bu soğuk hastane koridoruna çivileyen korkuyu anlamalarına imkan yoktu, anlayamazlardı. Seda bile, her şeyi bilmesine rağmen anlayamıyordu içimdeki kaosu.
Rüzgar'la ne konuştuklarını merak ettim. Herkesin içinde soramadım, o da bir kafa sallamasıyla sonra diyerek geçiştirdi. Yüzündeki ifadeden de anlaşılmıyordu.
Canım çok sıkılıyordu. İçim çok sıkılıyordu. Zaman geçmiyordu, geçmiyordu.
Tekin'in asistanı Aslı eşiyle beraber geldi. Ameliyathanenin kapısını gördüğü gibi ağlamaya başladı. Aslı'yı severdim. Yılların getirdiği bir tanışıklığımız vardı. Beni gördüğü anda gelip boynuma sarıldı. Hüznü bulaşıcıydı, onunla beraber ben de bir kez daha ağladım. Aslı'nın Zuhal'le selamlaşmaması dikkatimi çekmişti. Ama belki de tanışmıyorlardı.
Tekin'in şirketinden birileri daha geldiler. Boşandığımızı bilenler vardı, bilmeyenler de vardı. Herkes bana soru soruyordu. Bense bilmiyordum. Her şeyin ortasında kalmaktan bunaldığımı hissettim. Seda beni bir şekilde insanların arasından sıyırmayı başardı. Gecenin başından beri oturduğum köşeme dönüp, içimdeki sıkıntıyı atmaya çalışan derin nefesler aldım, nefesler verdim. Geçmiyordu. Ben ne biliyordum ki zaten? Burada olmak bile istemiyordum esasen. Konuşacak biri varsa o da olayı bilen Zuhal'di. Benim aksime Zuhal konuştukça rahatlıyor gibiydi. Ama o anlattıkça dinlemek, onun sesini duymaya devam etmek ve kazayı tekrar tekrar dinlemek bana iyi gelmiyordu.
Gidelim, demek istiyordum Seda'yla her göz göze gelişimde. Gidelim, gidelim, gidelim.
Ama gidemeyen de bendim. Gözüm ameliyathanenin kapısında, bitsin diye bekliyordum. İyi bir haber alıp buradan bir an önce defolup gidebilmek için.
Rüzgar, iyiden iyiye kalabalıklaşmış olan kata girdiğinde yeni günün sabah saatleri olmuştu artık.
Onu gördüğüm an bir an olsun rahatlamayan içim iyice sıkıldı. Bu sahnede yanlış olan, yanlış anlaşılması kesin olan ne çok şey vardı. Kaçmak istedim ondan. O ise henüz beni görmemişti. Etraftaki insanları taradı gözleri. Elbette tanımadığı pek çok yüz vardı. Sonra kendi arkadaşlarını gördü. Onlar zaten ona doğru geliyorlardı. Çok kısa bir selamlaşma ve bilgi alışverişi oldu. Bekliyoruz demişlerdi çünkü. Yapılabilecek hiçbir şey yoktu. Bekliyorduk, sadece. Beni sordu.
"Işık nerede?"
Işık burada mı dememişti. Çünkü zaten bildiğini böyle anladım.
"Buralardaydı." dediler.
Rüzgar'ın keskin bakışları bir kez daha küçük kalabalığı taradı. Nihayet koridorun uzak ucunda oturduğumu gördü. Göz göze geldiğimiz o an kalbim çıktı yerinden. Büyük adımlarla geldi bana doğru. Yüzündeki ifade... bir an için yüzünde beni gördüğü için rahatlamış bir ifade gördüğümü sandım. Ama sonra, yaklaştığında, gözlerime bakmak üzere benimle aynı seviyeye indiğinde buz gibi bakışlar gördüm orada.
"Neden buradasın Işık?" dedi o bakışların sahibi.
Verecek bir cevabım yoktu. Herkese bir şeyler söyleyebilirdim ama ona, Rüzgar'a verecek bir cevabım yoktu. Gözlerindeki soğukluğun ardında nice haklı hayalkırıklıkları vardı. Oysa şimdi, her şey çok başkaydı. Ve o her şeyi çok yanlış anlamıştı. Fakat bu yanlışlığı düzeltebilecek bir sözcük yoktu.
Çok uzun baktı gözlerime. Cevapsızlığım yanlış algıları iyiden iyiye körükler gibiydi. Kim var etrafta, kim görüyor diye düşünmediğim bir andı. Uzandı ellerim yüzünü iki yanından kavradı. Kaçırmadım gözlerimi. Gözlerimden anlasın istedim. Ama gözlerindeki hayalkırıklığı çok ağırdı. Ellerimi tuttu usulca, kendi kucağıma bıraktı. Eğildi bakışlarım, kucağımdaki ellerime baktım. Düzeltemediğim her şey gibi yanlış algılar kaldı ellerimde. Onu bir kez daha kaybetmenin ağırlığını tüm ruhumda hissettim.
Kalkıp gitti yanımdan. Tam da o anda ameliyathanenin kapısının aralandığını ve operasyonu yöneten cerrahın yorgunluk akan gözleriyle ameliyathaneden çıktığını gördük. Herkes hızlıca etrafına toplandı. Yüreğim ağzımda bir halde ayaklandım ben de. Kalabalığa fazla sokulmadan, söylenenleri duymaya yetecek bir mesafede kaldım. Seda destek olurcasına koluma girdi.
"Elimizden geleni yaptık." dedi doktor, "Bundan sonrasını takip edeceğiz. Aorttaki yırtığı mümkün mertebe onarmaya çalıştık. Etrafındaki lezyonlara müdahale etmemiz olanaksız şu an için..." Anlattı, anlattı, anlattı. Çok fazla şey anlatıyordu. İçlerinden sadece normal insanın anlayabileceği kısımları seçebiliyordum. "-erişemediğimiz skar dokunun kendi kendini onarmasını bekleyeceğiz. Gerekirse bir ameliyat daha düşünülebilir. Bu süreçte, hastayı bir süre uyutup, iyileşme durumunu takip ederek ilerlemeyi planlıyoruz. Şimdilik söyleyebileceklerim bunlar. Geçmiş olsun."
Yaşıyordu. Sadece buna odaklanabiliyordu şimdi zihnim. Yaşıyordu. Tekin ölmemişti.
Öyleyse gidebilirdim ben buradan, hemen şimdi.
Doktor ilave soruları cevaplamaya geçtiğinde Seda'nın kolumdaki kolunu sıktım. Gidelim diye fısıldadım. O zaten dünden hazır görünüyordu. Beni genel asansörlerin değil de küçük bir asansörün olduğu ve arkamızdan tanıdık kimsenin gelmediği farklı bir koridora yönlendirdi. İnsanların ilgisinin doktorda olması işime gelmişti. Kimseyle bir cümle daha konuşmak, kimseyle vedalaşmak da istemiyordum.
Lobiye çıktığımızda biraz olsun nefes alabildim. Ağzımın içi kupkuruydu. Hızlıca valeden arabayı istedik, araba geldi, kendimizi attığımız gibi oradan uzaklaştık.
Çok sonra, Seda'nın evine giden yoldayken, telefonumu çantamdan çıkarıp kontrol etmek aklıma geldi.
Rüzgar'dan tek bir mesaj ya da arama yoktu. Hastaneden ayrıldığımı farketmemiş olması imkansızdı. Ben çağırdığım için İstanbul'daydı ve ben ona tek bir kelime dahi etmeden kaçarcasına hastaneden uzaklaşmıştım. Neden mesaj atacaktı ki şu noktada? Ne söyleyecekti bana? Söylenecek bir şey bırakmamıştım ki.
Söylemem gereken tek bir şey olduğunu düşünüyordum. Bu yüzden ona: "Özür dilerim." yazdım. "Her şey için."
Kısa sürede çevrimiçi oldu, okudu. Cevap yazmadı.
Bu tavrı hakettiğimi düşünerek, büyük bir eziklik ve yenilmişlik içerisinde Seda'nın evinden içeri girdim. Yatacağım odayı buldum. Yeni yılın ilk gününü, bütün gün uyuyarak geçirdim.
Ertesi gün, hayat pek çok kişiye olması gerektiği gibi normal akışında devam ederken ben de giyindim ve mecburen işime gittim. Rüzgar hala hiç yazmamış, hiç aramamıştı. Hala İstanbul'da mıydı, dönmüş müydü ondan dahi haberim yoktu. Ofisten içeri girdim. İş arkadaşlarımla yarım ağız selamlaştım. Rüzgar'ın ofisinin ışıkları kapalı, perdeleri örtülüydü. İçimdeki dev sıkıntı yerli yerindeydi. Bir bütün halde, kaskatı duruyordu orada. Dayanamayıp, mesaj attım.
"Neredesin?" yazdım. "İstanbul'da mısın?" yazdım. "Döndün mü?" yazdım peş peşe.
Hepsini okudu, yine cevapsız bıraktı.
Yarım saat geçti. Bir saat geçti. İki saat geçti. En sonunda mesaj geldi.
"Tekin'i uyandırdılar. Durumu iyi. Görmek istersen gelebilirsin."
Elim ağzımda kaldım. Ne?
"Ne?" yazmayı başardım Rüzgar'a.
"Uyanır uyanmaz seni sayıklamış." yazdı beni şoklara sürükleyerek.
Allahın cezası Tekin neden uyanır uyanmaz beni sayıklıyordu bilmiyordum, bunu ben neden Rüzgar'dan öğreniyordum onu da bilmiyordum ama içime batan kıymığın sebebi şu an katiyen Tekin değildi. Öğleden sonrası için işten izin alıp, apar topar hastanenin yolunu tutarken görmeyi düşündüğüm kişi de Tekin değildi. Hastanenin yeri iş yerine çok yakındı. Kafamdaki konuşmaları henüz derleyip toparlayamamışken varmıştım bile. Ansızın Rüzgar'ın hastanede olmayabileceği dank etti. Arabadan inerken Rüzgar'ın numarasını tuşladım.
Açmayabilirdi. Öyleyse açana dek arardım.
"Efendim Işık?" diyerek açtı.
"Rüzgar ben sana Tekin'i sormadım." diyerek, pata küte girdim konuya. "Sen neredesin şu an?"
"Benim nerede olduğumu Tekin'den daha fazla merak edeceğini düşünemedim. Kusura bakma."
"Neden böyle davrandığını anlıyorum. Haklısın. Haksızsın diyemem. Ama sen de beni anla. Hastanedeydim ç-"
"Açıklamanı hiç merak etmiyorum Işık. Gerçekten. Bana hiçbir şey açıklamak zorunda da değilsin zaten. Tekin'in durumu iyiye gidiyor. Öğrenmişsindir mutlaka, bilmiyorsundur belki diye uyandırıldığını da ben söyleyeyim dedim. Uçağa yetişmeden önce bir kez daha hastaneye uğradığımda tesadüfen öğrendim. Amına koyayım çünkü bu tesadüf beni bulmak zorunda!! Tekin'in seni sorduğunu ama ailesinin sana söyleyip söylememekte kararsız kaldıklarını öğrenmek zorundayım çünkü ben! Bu boka bulaşmadan siktirip gidemiyorum! Aranıyorum çünkü. Ben başıma gelen her şeyi hakediyorum. Sen bir daha ona-" Kendi sözünü kendisi kesti. Devamını getirmedi. "Her neyse." dedi sıkıntı dolu bir nefes eşliğinde. "Her ne boksa!" dedi. "Hastaneden çıktım şimdi. Uçağım var birkaç saate."
Ben de hastaneye giriyordum o an ve onu kıl payıyla kaçırdığımı düşündüm.
"Rüzgar beni dinle!" dedim sesime fırtına yüklenerek. Ama o daha kararlı, daha inatçıydı.
"Dinleyecek bir şey yok Işık! Ben cevaplarımı senin cevapsızlığından aldım. Yetmedi, yüzüme bakmadan çıkıp gittikten sonraki özür mesajından aldım."
"Yanılıyorsun! Beni dinle bir ya, bir dinle!"
"Bir daha bu saçmalıkları dinlemeyeceğim. İstersen barışırsın, çocuğunuz da olur, evlenirsiniz bile bir daha. Hediye yollarım ben. Ben benim amıma koyayım tamam mı Işık?! Ben ne sikime geldim ki zaten buraya?! Neyle sınanıyorum ben amına koyayım? Hangi türü bu işkencenin?!"
Lobiden içeri ilk adımı attım. Lobi kalabalıktı bu kez. Başım döndü. Bütün yüzler bulanık bir hal aldı birden. Soğuk havadan sıcak havaya geçişten dolayı diye düşündüm. Gözlerimi yumup açtım. Yüzlere baktım. Onlarca tanımadık yüzün arasındaki tek bir tanıdık yüzü gördüm. Telefonu kulağımdan uzaklaştırdım.
O yaklaştı, bütün sesler uzaklaştı. Sanki bir an, birdenbire bir şey koptu içimde. Öyle böyle değil, oldukça canımı yakarak koptu hem de. Gözlerim Rüzgar'ın endişeli gözlerinden ayrılırken iki büklüm olarak öne eğildim. Bana doğru hızlanan adımlarını son anda görebilmiştim.
"Işık?"
Cevap veremedim. Rüzgar'ın endişeli soluğunu ensemde hissediyordum resmen. Bir dakika önce tüm isteğim ona derdimi anlatabilmekti ama şimdi ağzımı açabileceğimi zannetmiyordum. Karnımdaki çok şiddetli sancı nefesimi kesiyordu. Yok sayıp devam edebileceğimin ötesinde bir boyuttaydı. Doğrulmaya çalışırken elimi ona doğru uzatıp güç almak istedim. Benimle birlikte eğilirken elimi yakalayıp omzuna yasladı. Gözleri bir kez daha gözlerimdeydi.
"İyi misin?" diye sordu. Endişesi yüzünden okunuyordu. Haklıydı üstelik, iyi değildim. Ben bana ne olduğunun gayet farkındaydım. Ama sancıyı zaptedip cümleyi kurabilmam o kadar kolay olmadı.
"Düşük yapıyorum." dedim, derken bile nefesim kesilerek. Rüzgar'ın bana küçük dilini yutmuş gibi baktığını görebiliyordum. Ağzımdan çıkana ben de inanamıyordum. Ama içimde bir ses yaşamakta olduğumun tam olarak bu olduğunu söylüyordu. En ufak bir şüphem bile yoktu.
İçim sanki birden boşaldı. Ben avel avel baktım sadece. Yüzler gitti geldi, sesler gitti geldi bir daha.
"Yardım getirin!"
Rüzgar beni bir an olsun bırakmazken, neden bağırıyor ki diye düşünüyordum sadece.
Bir bebek varmış. Bir bebek yokmuş. Öyle de kolaymış işte. Bitmiş gitmiş.
Rüzgar'a yetişen bir görevli diğer koluma girdiğinde, aslında son derece kendimdeydim ama hala konuşacak halde olduğum söylenemezdi. Sancı çekiyordum ve bir öfori hali içerisinde, kendi zihnimdeki birkaç kısıtlı cümleye hapsolmuş haldeydim. Bacaklarımın arasında giderek artan bir ıslaklığın yayıldığını hissedebiliyordum. Aptal aptal baktım kendime. Bebek gitti. Bebek düştü gitti diye düşündüm yine ve yine.
Birileri daha yardıma geldi ve beni tekerlekli sandalyeye oturttular.
"Düşük yapıyor." dedi Rüzgar. "Kanaması olabilir."
Başıma geleni onun ağzından duymaktan o kadar utandım ki o an, başımı kaldırıp yüzüne bile bakamadım. İnsanlar geçtik, koridorlar döndük, kapılar geçtik. Perdelerle birbirinden ayrılan bölmelerin olduğu görece insansız, sakin bir alandaki yataklardan birine uzanmama yardım ettiler. Onlar daha bakmadan kanamamın olduğunu biliyordum, bu yüzden yutkunup sesimi bulma gayreti gösterdikten sonra benimle beraber başıma eğilen hemşireye,
"Beyefendi çıksın." diyebildim. Rüzgar'ın bu gerçek anlamda afallamış yüzünü ilk kez görüyordum. O da bana bakıyordu ama yüzüme değil. Hemşire isteğimi ona iletirken, o panikle etrafındaki sağlık görevlilerine,
"Doktor nerede?" diye seslendi.
"Sakin olun beyefendi. Doktor bey birazdan burada olur."
"Kanaması var, görmüyor musunuz?"
Hemşire yatağın etrafını çevreleyen perdeleri çekerek kapatırken, Rüzgar uzaklaştırılmayı kesin olarak reddetti. Sancıdan iki büklüm kıvranırken her ne kadar o halimi görmesini hiç istemesem de mecburen yanımda kalmasına onay vermek zorunda kaldım. Yanıma eğildiğinde Rüzgar'ın yüzünden yorgunluk ve hüzün akıyordu. Yeniden, elimi tuttu. Parmaklarını parmaklarıma sıkıca doladı. Ağrının şiddetiyle ben de sıktım elini. Gözümden bir damla yaş aktı. Gücümü tutunduğum elinden aldım.
"Sadece seni istedim." dedim zorlukla.
"Şşşt." dedi beni susturmaya çalışarak.
"Burada olmayı hiç istemedim. Ben sadece seni istedim." dedim.
Gözlerinden gözlerime dünyalar aktı. Hiçbir şey söylemeden çok şey söyledi gözleriyle.
"Hep sensin. Hep sendin." dedim.
Gözleri dolarken yutkundu. Onaylayarak başını salladı.
Çok canım yanıyordu. Çok ama çok yorgundum. Bu kadar ağrıyı ve yorgunluğu taşıyamıyordum. Gözlerimi kapattım.
Doktorun muayene edişini hayal meyal hatırlıyordum. Tahmin ettiğim gibi "Operasyona alıyoruz." dediğini. Çok aydınlık bir odada olduğumu, sonra loş bir odada olduğumu da hatırlıyordum ama hepsi hayal meyaldi.
Gözlerimi yeniden açtığımda tamamen farklı bir yerdeydim. Etrafıma bakındım. Gece olduğunu ve tek kişilik bir hastane odasında olduğumu gördüm. Bir de yatağın başındaki tekli koltukta oturmuş, telefonuyla meşgul olan Seda'yı.
Uyandığımı hemen farketti.
"Günaydın güzelim." dedi yaklaşarak. Sesinde tam da beklediğim türde dingin bir hüzün vardı.
"Günaydın." dedim. "Gerçi akşam olmuş."
"Ayılman uzun sürdü. Lokal anestezi yapacakmış doktor. Son anda genele karar vermiş. Öyle söyledi bana. Ben senin çıkmana yakın ancak yetişebildim."
Rüzgar...
"Rüzgar gitti mi?"
Uçağa yetişeceğim demişti çünkü. Gitmiş olabilirdi. Gitseydi anlardım. Seda buruk bir ifadeyle gülümsedi.
"Kahve almaya indi aşağıya. Gelir birazdan. Bu gece seninle kalmaya ısrar etti. Ben de karşı ısrarımda direttim. Baya ısrarcı bir birey. Bilmediğin bir şey değil ya gerçi. Olsun, ben kazandım. Haberin olsun. Bilmiyorum onu mu tercih ederdin ama ben kalıyorum seninle bu gece."
Beni gülümsetmek için kurduğu cümlelerin farkındaydım. Aslında içinin kan ağladığının da. Benim de içim kan ağlıyordu öyleyse kirli kanı akıtmak lazımdı.
"Bebek öldü, biliyorum." dedim ona. Daha bunu derken bir duygu fırtınası sardı benliğimi. "Üzülme. Ben hiç üzülmüyorum." Gözyaşları sessiz bir sel gibi dökülmeye başladılar ama dirayetimi yitirmedim. "Aldıracaktım zaten." Seda'da benimle birlikte ağlıyordu. "Olması gereken oldu." dedim.
"Işık." dedi Seda burnunu çekerken. "Nasıl söyleyeceğim?" dedi adeta kendi kendine söylenir gibi. Havaya, odaya, sağa sola baktı kıpkırmızı gözlerle. Bir çare arar gibi bakındı durdu.
"Söyle." dedim içimi korku kaplarken.
"Bebek zaten ölecekti. Basit bir operasyon olmadı seninki. İlki de değildi de hani o zaman yumurta tüpe yapışıp kanama yapmıştı. Doktor bir sorun olmadan temizlediklerini söylemişti... o zamandan beri hiç muayeneye gittin mi sen?"
Ne demek bebek zaten ölecekti? Ne demekti bu? Kelimeleri seçe seçe, zor yoldan bir yere varmaya çalışıyordu ama anlayamıyordum.
"Gitmedim. Çünkü Tekin'den çocuk sahibi olmak istemiyordum ve hiç de istemedim bir daha."
Seda boğazı acıyormuş gibi yutkundu.
"Tubal gebelik diyorlarmış buna. Bir kez olunca bir daha olma riski yüksek oluyormuş. Tüpte bir enfeksiyon geliştiği için yumurta tüpün içinden çıkamayıp orada yapışıyormuş. Sonra tüpte yırtılma olunca o ağrı ve kanama..."
"Ee?"
"Ee'si, senin hayatın kurtulsun diye tüplerinden biri alındı Işık. Çok ciddi bir operasyon geçirdin sen... Bunun sonucunda da, bundan sonra hamile kalma ihtimalin çok düşük, dedi doktor." Gözlerimi kapattım. Seda hızlıca devam etti. "Ama imkansız değil dedi! Çeşitli tedaviler var, dedi. Doktor daha iyi anlatır benden."
İçimi yakan hissin yaşları bıraktım dökülsünler. Bir süre Seda'yla karşılıklı sessiz sessiz ağladık. Bir süre sonra yaşları sildim. Kendime çekidüzen verdim. Başımı dik tutacaktım.
"Ben şimdi anne olamayacak mıyım?" diye sordum teyit etmek isteyerek. Bu cümleyi kurmak bile çok yaralıyordu içimi. Zaptettiğimi sandığım yaşlar hızla geri geldiler.
Seda yerinden kalkıp bana sıkıca sarıldı.
"Öyle değil. Kesin değil. Sadece zor dedi. Allahtan ümit kesilir mi şu hayatta? Biz ne hikayeler, neler duyduk."
"Teselli istemiyorum."
"Yemin ederim, imkansız değil dedi Işık. Vallahi öyle dedi. Ama bunun da paylaşılması gerek dedi, zor dedi, tedavi gerektirir dedi. Bir umut var mı? Var!"
Gözlerimi kapattım ve yitirdiğim hayallerim için usul usul, içime içime ağladım.
İstesem bile bundan sonra anne olma ihtimalimin çok düşük olduğu gerçeğini duyması ağır, sindirmesi çok zordu.
Kapı hafifçe tıklatıldı. İçeri giren yakışıklı yüzü görmek şu an daha da zoruma gidiyordu.
Rüzgar'ın bir kızı var.
Peki ya benim?
Rüzgar'ın benimle ilgili gerçeği bilip bilmediğini bilmiyordum. Sonradan Seda'dan bildiğini öğrenecektim.
O gece, hastaneden zorla ayrıldığı çok geç saate kadar bilmiyormuş gibi davrandı. Yanımda geçirdiği her anı yüreğimdeki ağırlığı hafifletmeye, yüzümü güldürmeye adamıştı. Bir süre sonra bunu başardı da. Kim bilir kaç seneden sonra, Rüzgar, Seda ve ben, tıpkı yıllar öncesinde olduğu gibi, bir kafede buluşmuş gibi uzun uzun sohbet ettik. Sanki her şey yolundaymış, sanki hayat üstümüzden geçmemiş gibi kendimizden değil bambaşka şeylerden, dünden, bugünden ve gündemden bahsettik. Tek fark, bu kez Rüzgar ve ben yan yanaydık ama birlikte değildik. Olan biten her şeye rağmen, gerginliğini atmış, dostane bir hava vardı aramızda. Bu şekilde davrandığı ve hissettirdiği için ona minnettardım.
Gecenin bir yarısı gitmiş olmasına rağmen, sabah erkenden hastane çıkışımı yapmama yardım etmek üzere geri gelmişti. Önceki gün geçirdiğim operasyona rağmen kendimi fiziksel olarak iyi hissediyordum. Kullandığım ağrı kesiciler işe yarıyordu. Bu yüzden hastaneden ayrılmadan önce Tekin'e soramadığı soruların cevaplarını vermek ve onu son kez görmek istedim. Bunun, bundan sonraki hayatıma devam edebilmek için, açacağım tertemiz sayfa için gerekli olduğunu bilmekten öte hissediyordum. Çok şey kesip atmıştım kendimden. Korktuğum hiçbir şey kalmamış gibiydi. Rüzgar'la paylaştım.
"Benimle gelir misin?" dedim. Hiç düşünmeden cevap verdi;
"Gelirim."
O an ne gerektirirse yapacak kadar yürekli olduğunu biliyordum. O hep öyleydi, ben sadece o seviyeye yeni ulaşmıştım.
Seda yine de çekiniyordu,
"Emin misiniz?" diye sordu.
Çok emindim kendimden. Seda'nın getirdiği temiz giysilerimi giyip, saçıma başıma çekidüzen verdiğimde, önceki gün aynı hastanede ameliyat olduğumu bilmeyen kimse anlayamazdı. Bu benim Seda ve Rüzgar'la sırrım olarak kalacaktı.
Tekin'in genel durumunun iyi olduğunu öğrenmiştim. Hastanenin onun kaldığı katına çıktığımızda, yoğun bakıma değil de normal bir müşahade katına geldiğimiz için sevinmiştim. Bununla beraber, odadan içeri girdiğimizde görmeyi beklemediğim denli bir kalabalık vardı.
Bunca yıldır yakın çevresinde olan herkes. Anne ve babası. Zuhal. Tarık, Eren ve Semih. Eşleri, bütün arkadaşlarım. İş çevresinden yakınları. Kısacası içerisi ameliyat zamanı olduğundan daha kalabalıktı.
İçeri girdiğimi gören bütün başlar bana döndü. Herkesin yüzünde farklı bir tepki olduğunu söylemek mümkündü. Ben en çok Tekin'e odaklandım. Yüzünde yaralar ve morluklar, boynunda boyunluk vardı, bütün göğsü sargılar içerisindeydi. Her yerinden makinelere bağlanmıştı. Berbat görünüyordu. Ama odanın süslenişine ve genel havaya bakan doğum günü partisi var sanırdı. Bir anlamda öyle olduğu da söylenebilirdi tabi.
Beni gören Tekin'in yüzü aydınlandı. Ama bunun artık mutluluktan olmadığını bilecek kadar deneyime sahiptim. Tekin ve benim aramda, bugüne kadar gelmiş geçmiş yaşanmış her ne varsa, tümüyle tarih olmuştu ve geriye külleri bile kalmamıştı. Kısacası hiç duygu kalmamıştı geriye. Ama hastalıklı bir beklenti vardı. İçini yiyen, aklını terketmeyen, soramadığı bir gerçeğin peşindeydi Tekin. Ben de bunu anladığım için buradaydım. Ve bu yüzden yanımda Rüzgar'la birlikte gelmiştim.
Tekin'in arkamdan odaya giren Rüzgar'ı farkettiğinde yüzünde beliren ifadeyi gördüğümde düşüncelerimin doğruluğundan emin oldum. Bunun olmasına hiçbir zaman hazır olmayacağımı ama sonunda bunun olmak zorunda olduğunu tekrarladım kendime. Daha kötü bir zaman olabilir miydi? Muhtemelen hayır. Daha iyi bir zaman olacak mıydı? Muhtemelen hayır.
Rüzgar da içeri girdiğinde Tekin odadaki bütün konuşmaları susturdu ve herkesin dışarı çıkmasını istedi.
"Işık ve Rüzgar'la baş başa konuşmak istiyorum." dedi. Işık'la değil. Işık ve Rüzgar'la.
Hiç kimse hiçbir şey söylemedi ama bana kalırsa içlerinde anlamaya başlayanlar vardı. Sanki neon harflerle yüzümüzde yazıyordu bir şeyler. Uyduruyor ya da saçmalıyor olabilirdim. Artık hiçbir şey umrumda değildi.
Herkes bir bir toparlanıp çıktı. Son kişi arkasından kapıyı kapattığında odada Tekin, Rüzgar ve ben baş başa kalmıştık.
Tekin yarı uzanır pozisyonundan biraz zorlanarak da olsa dik bir oturuşa geçti.
"Otursana Işık." dedi bana da. "Otur." dedi Rüzgar'a.
Ben yatağın başındaki koltuğa otururken, Rüzgar yatağın karşısında kalıp sırtını duvara yaslamayı seçti.
"Geçmiş olsun." dedim söylenmesi gerekeni söyleyip, hızlıca aradan çıkararak. "Çok büyük bir kazaydı dediler. Bu kadar çabuk kendine gelebilmen büyük bir şans."
"Evet, öyle. Çok şanslıyım gerçekten. İyi bakıyorlar bana."
"Hatırlıyor musun kazayı?" diye sordum.
"Hatırlıyorum." dedi, bir durakladı. Söylese mi söylemese mi tarzı bir andı. "Yılbaşı gecesiydi. Kız arkadaşımla Tarık'lara gidiyorduk. Tartışmaya başladık. Yağmur bastırdı o ara, ben de hızlı sürüyordum. Anın hararetiyle gözüm karardı, önümü göremedim. Yol kıvrımlanıyormuş orada. 120'yle refüje dalmışız."
"Çok net hatırlıyorsun, o tuhaf." dedi Rüzgar, ifadesiz bir soğukkanlılıkla.
"Çarpana kadar ki kısmı evet, net hatırlıyorum ama ondan sonrası hiç yok tabi." dedi Tekin, tek kaşı havada.
Kazanın sonrasında Zuhal'in anlattığı korku filminden hallice kısımlar aklıma gelince bir ürperdim. Bütün gece, o hali dinlemek, içimdeki hiç geçmeyen sıkıntının sebebi olmuştu.
"Duyan geldi sabaha kadar. Herkes geldi. Herkes buradaydı." dedim alnımı ovuşturarak.
"Öyleymiş, söylediler. Siz, ikiniz de buradaymışsınız. Onu öğrenmek sürpriz oldu. Teşekkür ederim." dedi Tekin, kinayesiz, imasız, düz bir ifadeyle. "Çok fazla şeyi kırdığımın, onarılmaz halde olduğunun farkındayım. Gelmeseydiniz de anlardım."
Ben de kinayesiz, imasız, düz bir ifadeyle omuz silktim bunun üzerine. Tam karşıda dikilen Rüzgar'ın yüzünde ise okunması imkansız bir ifade vardı. Bana kalırsa saçmalığı kesmek istiyordu. Sözcüklerin aksine havadaki gerilim an be an artıyordu. Doğrudan konuya girmeye karar verdim ben de.
"Kız arkadaşın görmeyi isteyeceğin son kişi olduğumu haykırdı yüzüme. Kovdu beni hastaneden."
"Bunun doğru olmadığını tabi ki biliyorsun." dedi sıkıntıyla.
"Bilmiyorum. Nereden bilebilirim? Benim yüzümden öleceğini söyledi. Bas bas bağırdı hastanenin ortasında. Ben neden senin kız arkadaşınla konuşmalarının içindeyim, neden benim yüzümden kavga ediliyor Tekin?"
"Ya da ayıldığında neden Işık'ı sayıklıyorsun mesela?" dedi Rüzgar.
Tekin'in ona bir anlık bakışında ilk kez gözlerinde alevler çaktığını gördüm.
Anında zaptederek bana döndü ve sadece bana cevap verdi.
"Kıskandı seni. Abarttı. Abartıyor zaten her şeyi."
"Neden kıskanıyor beni? Hiçbir sebebi yok. Tekin ben yokum. Ben hiçbir yerinde yokum artık hayatının."
"Adel'le olan bir fotoğrafına bakmıştım en son. Instagramında. Açık kalmış. Onu gördü. Konu bu kadar. Tamam mı?"
Tekin'in normal hesabından beni engellemesine rağmen muhtemelen sahte hesabından profilimi stalkladığını ve bir de Adel'le olan fotoğrafıma baktığını öğrenmek tüylerimi diken diken etmişti. Acıyan yerime dokunulmuş gibi oldum. Rüzgar ne hissetmişti duyduğu karşısında bilemedim çünkü ona bakmadım bile.
"Sana dair iyi hiçbir şey kalmadı içimde. Ölmeni istemem. Ama başka hiçbir düşüncem yok sana dair. Boşluk. Bomboş." dedim tıslarcasına. Acı acı gülümsedi.
"Onun yüzünden mi?" dedi, çenesinin ucuyla Rüzgar'ı işaret ederek.
İlk kez. Açık açık.
Nihayet, diye düşündüm. Aklından bir türlü atamadığı, soramadığı, sormak için yanıp tutuştuğu şeyi, muhtemelen ölümün kıyısına gidip dönmesinin etkisiyle sorabilmişti. Nihayet.
"Kimsenin değil. Sadece senin yüzünden. Kaçma gerçeklerden."
"Hangi gerçeklerden Işık? Senin benden yıllarca sakladığın gerçeklerden mi?"
"Öyle değil Tekin. Öyle sorup da daha fazla dolandırma. Rüzgar'la birlikte misiniz diye sorsana."
Zorlukla yutkunduğunu gördüm. Bunu sormak belki de normal bir cümle kurmaktan çok daha zor geliyordu ona. Aynı anda benim içimde vicdani bir çatışmanın tozu bile kalmamıştı artık. Ağzımı açıp, söyleyip, kurtulmak istedim.
"Ben söyleyeyim istersen." diye lafa girdi Rüzgar.
"Sen değil!" diye kesti onu Tekin. "Işık'la konuşıyorum şu an. Sana sıra gelecek."
Belli belirsiz bir şekilde burnundan güldü Rüzgar.
"Gelsin bakalım." dedi.
"Komik, değil mi?" dedi Tekin, öfkesini ona doğrultarak.
"Nedir komik olan?"
"Hiç yüzünün kızarmaması. Bu kadar uzun zaman bir yalanın ardına saklandıktan sonra herhalde o yalanı giyiyor üstüne insan. Yalan gibi bile gelmiyordur belki de artık. Bir adı vardı bunun tıp dilinde, neydi? Mitomani mi?"
Rüzgar'a cevap verme fırsatı tanımadan ben,
"Mitomani kendi yalanına inanan insanların rahatsızlığına deniyor Tekin. Aramızda böyle biri varsa bu sensin." diye girdim araya.
Acı acı baktı yüzüme.
"Seni çok sevdiğim için mi Işık?"
"Hiç acındırma kendini. Oraları geçtik. Oraları o kadar çok geçtik ki hem de, nerede başladığını bile unutacağım neredeyse."
"Ben seni gerçekten sevdim. Ben bu hayatta ne yaptıysam, ne yol aldıysam hep seninle olsun istedim. Sen benim yol arkadaşım ol istedim."
"İşte o, tam olarak dediğin yere konumlandırıyor beni Tekin. Yol arkadaşıydım, doğru ama sevdiğin kadın olmaktan çok uzun zaman önce çıkmıştım. Neler yaşandığını tekrar etmek istemiyorum bir daha. Sen çok iyi biliyorsun. Kötü bir evlilikti. Çok uzun zaman önce bitmesi gerekirdi. Biz başaramadık bunu. Bu hatayı paylaşıyorum."
"Kabul ediyorsun nihayet."
"Neyi kabul ediyorum Tekin?"
"Aldattığını."
İçime öfke doldu. Derin derin soluklar alırken bakışlarım Rüzgar'a kaydı. Hala sırtını duvara yaslamış, kollarını göğsünde kavuşturmuş bir halde bizi dinliyordu. Yüzündeki ifadeyi okumak hala imkansızdı.
Fazla güç katmadı bana bu ifade. Ama benim, ondan alacağım bir güce ihtiyacım da yoktu. İçimi dinledim sadece. Ne dediyse içim, onu söylemeyi seçtim. Doğruyu söyledim.
"Ben seni evliliğimiz süresince hiç aldatmadım Tekin. Ona çok aşık olmuştum. Doğru. Ama bu çok zaman önceydi." dedim.
Rüzgar'ın yüzüne bakamadım bunu söyledikten sonra. Artık bana az önceki gibi bakmadığından emindim.
Tekin'se yıkıldı. Bundan yıllar yıllar evvel şayet öğrense yıkılacağını tahmin ettiğim şekilde. Gözlerimin önünde düştü, döküldü yüzü. Her şey vardı orada. Acı, keder, utanç, öfke. Bakamadım ona da daha fazla. Gelmekte olanı göğüsleyip gözlerimi devirdim önüme.
"Allah kahretsin seni! Allah kahretsin sizi! Allah bin belanızı versin! Olamaz böyle bir şey! Siz nasıl- bu kadar, nasıl? Almıyor aklım! Ya katil olacağım ya da aklımı oynatacağım!" diye sayıkladı bir hezeyan içinde. "Ben kimdim peki bu hikayede? Aşkınızı gizleyen bir kılıf mıydım ben? Engel miydim veya? Neden evlendin benimle Işık? Neden?" diye bağırdı avaz avaz.
An ben an yükselen sesi eminim ki koridora kadar ulaşmıştı. Ancak kimse girmedi içeri, odanın kapısı kıpırdamadı.
"Sen de benim için doğru bir yol arkadaşıydın." dedim onunkine oranla çok daha dingin bir sesle.
"Allah kahretsin seni!" diye bağırmayı, lanetler etmeyi sürdürdü, tekrar ve tekrar. "Ben eş diye bir yılana sarılıp uyumuşum bunca sene! Ne hayaller kurmuşum boş yere! Sen beni en yakın arkadaşımla aldattın Işık! Bunun hiçbir bir açıklaması olamaz! Ne bu Allah kahretsin? Ne?" Rüzgar'a döndü. "Sen nasıl bir şerefsiz, nasıl bir alçak, nasıl bir onursuz, nasıl bir haysiyetsizmişsin?! Sen- sen beni hayrete düşürdün. Bravo! Gerçekten, gerçekten bravo! Ben böyle bir oyunculuk görmedim. Yüzüne tükürsem tükürülecek yüz yokmuş yokmuş sende be! Adam değilsin sen! Sen benim telefonlarımı bile açmadın yıllarca, gizli gizli karımla görüşmeye devam mı ettin? Güldünüz mü arkamdan bana hep? Umarım geberirsiniz ikiniz de."
Hem hakkı vardı, hem de hiç yoktu bunları söylemeye.
Ama artık burada sonlandırmamız gerekiyordu. Gözlerim kablolarla bağlı olduğu monitördeki düzensiz şekilde artıp azalan kalp ritmindeydi. Duyacağını duymuş, itirafını almıştı. Artık onun da bu konunun peşini bırakması ve önüne bakması gerekiyordu. Gidelim demek için Rüzgar'a doğru döndüm.
Henüz daha ağzımı açmaya fırsat bulamamıştım.
"Görüşmedik." dedi Rüzgar, hala sakin ama bir miktar karanlık içeren bir sesle. "Hiç görüşmedik. Işık senin evlenme teklifini kabul ettiğinde bitti."
Ellerimi yüzümden geçirdim, derin bir nefes alabilme çabası içerisindeydim. Ama sanki yetmiyordu nefesler, göğüs kafesimin içinde kalbim stres dolu bir tempoyla çılgınlar gibi atıyordu.
"Ne zaman başladı peki?" dedi Tekin, yine bana dönerek. "Ben Japonya'ya gittiğimde mi? Öyle demiştin bana."
Gitmemiz gerek artık diye düşünüyordum sadece. Suskun kaldım bir an, cevap verecek kafayı toplayamadım. O,
"Yüzüme bak!" diye bağırdı hala yarı oturur halde yattığı yerden. "Cevap ver bana!"
"O sesini kıs Tekin." dedi Rüzgar, içinde karanlıkları taşıyan bir sesle ve ben korkuyla ona döndüm. Çok zor olacağının farkındaydım ama kavga çıkmasını asla istemiyordum. Hele ki Tekin bu şekilde yara bere içindeyken.
Tekin daha da yükselerek deli bir öfkeyle Rüzgar'a ağız dolusu küfürler etmeye başladı. Ama korktuğumun tam aksine Rüzgar'ın kılı bile kıpırdamadı duydukları karşısında.
"Bana istediğini söyle. Ben hak ederim. Ama Işık'a laf söylemeye hakkın yok senin." dedi sadece.
"Sen kimsin?! Sen kimsin, sen hangi sıfatla bana haktan hukuktan bahsediyorsun? Sen en yakın arkadaşının sevgilisini elinden almış birisin! Senin hiç onurun yok ki! Sen adam bile değilsin ki! Senin yüzün yok, sıfatın yok senin."
Rüzgar susmaya, duyduklarını yutmaya devam etti. Bu nedenledir Tekin'in öfkesi yeniden bana döndü.
"Sen..." dedi, içinden atamadığı bir öfkenin içinde kavruluyordu. "Sen beni en yakın arkadaşımla aldattın Işık! Sen bana bunu nasıl yapabildin? Sen nasıl biriymişsin, ben seni hiç tanımamışım. Yazıklar olsun. Yazıklar olsun... Geçen yıllara, yaşananlara yazık. Kafayı yiyeceğim ya nasıl? Nasıl ya nasıl? Biz ne yapıyoruz diye hiç mi düşünmediniz? Nasıl yapar insan böyle bir şeyi? Ben sana güvenmiştim! Ben ona güvenmiştim! Ben giderken seni ona emanet etmiştim!" Ellerini şokla, yıkıntıyla yüzünün iki yanına yasladı. "İnanamıyorum buna! Ölsen şu an, kılım kıpırdamaz Işık. Kolumu kessen o da kanamaz ya. Senin ölümün benim elimden olmasın. Daha fazla görmek istemiyorum yüzünü. Ona gelince," Tekrar Rüzgar'a döndü. "Elimden kaza çıkmasın. Gidin. İkiniz de siktirin gidin buradan."
Rüzgar o kadar uzun zaman susmuştu ki, bir yerde cevap vereceğini tahmin ediyordum.
"Yalnız gitmeden önce, eksikleri tamamlamak gerekiyor. Son bir dakika sadece." dedi Rüzgar, sakin ama net, kendinden emin bir şekilde. "Biz siktir olup giderken, eğriyi doğruyu netleştirmek gerek. Işık, senden ayrılmadığında büyük bir hata yaptı. Seninle evlenmeyi seçerken bir başka hata daha. Seni seçti Tekin, beni terketti. Aşktıysa da vazgeçilebilir bir aşkmış ki, bitti. Biz hiç görüşmedik bir daha. Evlendiniz. Sonra ne oldu? Sen nasıl bir eştin bu evliliğin içinde? Onları sor kendine. Aldattın. Senden bebek sahibi olmak isteyen bir kadını, hem de hamileyken aldattın sen. Bebek öldü. Üstüne yıllarca boşanmak istediğini söyleyen bir insana baskı uyguladın. Artık çocuk istemediğini söylediği halde defalarca her ortamda konuyu açıp utandırdın, psikolojik şiddet uyguladın. Bunları ben çok yeni öğrendim. Benim öğrenmemin bugün bir önemi yok ama sen, bunları yaşattığın kadına bunlar hiç yaşanmamış gibi mağdur koca rolü yapamazsın. Bunları hatırlat kendine. Niye bitti bu evlilik? Biterken neler yaşandı, onları da unutma. Sen ne yaptın Işık'a? O uzaklaştırma kararı neden çıkarıldı bunu da unutma. Utanmaktan, bir şeylere yüzünün olmasından filan bahsedersen tamam ama adam olmaktan bahsedeceksen, kendi ne yaptığına da bakacaksın. Sen adam mısın? Benim senin annene saygım var. Söylemiyorum. Sen kendin ne olduğunu biliyorsun."
Buymuş. Tekin vücuduna bağlı kabloları sökerek yataktan fırlarken Rüzgar ona karşılık vermekte tereddüt bile etmedi. Nereme yumruk, nereme tokat geleceğini düşünmeden çığlık kıyamet araya attım kendimi. Dışarı taşan sesler, dışarıda bekleyenlerin birdenbire içeri hücum etmesine sebep oldu. Her yer insan oldu birdenbire. Her yer kaos. Biri kolumdan çeker, biri sırtımdan iterken kendimi odadan çıkarılır halde buldum. Rüzgar'da Tekin'den ayırılmış yaka paça peşimden geliyordu. Odada Tekin'le ilgilenen sağlık görevlileri kaldı. Herhalde ki güvenlik görevlileri de gelmek üzereydi. Biz, tanıdığım herkesle beraber koridora döküldük. Tekin'in kız arkadaşı, kendi arkadaşlarıyla birlikte bir köşedeydi. Nefret dolu bakışlar vardı üzerimde. Tekin'in ailesi ne olduğunu anlamak isteyen sorular soruyorlardı. Tekin'in erkek kuzeni her şeyi anlamış gibiydi, bize gönderdiği aşağılama dolu son bir Allahınızdan bulun bakışının ardından aileyle birlikte Tekin'in odasına girdiler. Kapı kapandı. Arkadaşlarımı gördüm onca kıyametin içinde; Elif'i, Derya'yı, Merve'yi... dilini yutmuş gibi hayretler içerisinde bakıyorlardı bize. Tarık, Semih ve Eren ise bizi odadan çıkaranlardı. Tam karşımızda duruyorlardı şimdi, alev ateş saçan bakışlarla.
"Doğru mu?" dedi Tarık, son derece öfkeli, son derece tehditkar bir sesle. "Duydum bağırışmalarınızı. Duyduklarım doğru mu?" derken yumruklarını sıkıyordu.
Ben cevap veremedim. Yanı başımdaki Rüzgar'ın Tarık'ı sessizce, kafa sallayarak onayladığını göz ucuyla gördüm.
Tarık beni şok eden bir şekilde Rüzgar'ın yüzüne sert bir yumruk geçirdi. Aklım çıktı o an. Korkuyla geriye sıçradım. Rüzgar ise adeta bunu bekliyor gibiydi. Ben şoklardan şoklara sürüklenirken o muhtemelen çok acıyan yüzünü tuttu bir an. Çekti elini sonra sadece,
"Eyvallah." dedi.
"İkiniz de yoksunuz artık benim için!" dedi Tarık, gürül gürül bir sesle. "Bugün burada olan ve bu saatten sonra sizinle görüşen, konuşan her kim olursa, o da yoktur benim için!"
Son sözü söylemiş, söylenecek başka hiçbir şey bırakmamıştı.
Rüzgar arkasını dönüp, yürüdü. Ben de yürüdüm onunla beraber.
Seda'da peşimizden geldi.
Selam! Nasılsınız?
Şimdiden yeni yılınız kutlu olsun!
Bütün sıkıntılarınızın eriyip, yok olduğu, içinizde bahar çiçeklerinin açacağı bir yıl olsun!
Sizi çok seviyorum.
Şarkı: Selin - Farkında Değildin
Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top