26. Kaza
Hamileydim.
Dakikalardır tuvalette oturmuş bir elim yüzümde diğer elimde tuttuğum test sonucuna bakarak ağlıyordum.
Test yapmak kolay olmamıştı. Seda'yla konuştuğumuzun ertesi günü aldığım testi yapmadan önce bütün gün evin içinde dolanmış, kendime işler icat etmiş, ha şimdi, ha birazdan derken saatler geçirmiştim. En nihayet cesaretimi toplamış, kendime testin negatif çıkacağı yönünde telkinler vermiştim. Zihnimi diğer düşüncelerden arındırmış, sadece göreceğim tek çizgiye konsantre olmuştum. Kontrol süresi dolana kadar sımsıkı kapalı gözlerimle kendi kendime fısıldamıştım. Lütfen, lütfen, lütfen, lütfen... fakat gözlerimi açtığımda birbirine paralel iki çizgiye bakıyordum.
Aynı anda hem kahroldum hem de ödüm koptu. Zihnim anıları binbir kez tarayan bir maraton koşucusuydu. Yanıyordu düşüncelerin alevinden. Çok öfkeliydim. Çok kızgındım. Kendime. Ona. Kendime. Ona. Hazmedemiyordum. Ben bu şekilde anne olmak istemiyordum. Henüz atlatamadığım bir travma ile dünyaya gelecek bir bebeğe nasıl annelik edeceğimi bilmiyordum. Ama yapabileceğimi biliyordum. Nasılını bilmesem de yapabileceğimi en dip hücrelerime kadar hissedebiliyordum. Bunu bilmek canımı çok yaktı. Çünkü bunun benim kadar Tekin'in de çocuğu olacağı düşüncesi nefes aldırmıyor, huzur vermiyordu. Bu bebeği istemiyordum. Bu bebeği isteyebilme ihtimalimden bile utanıyordum. Ben, ben olmak istemiyordum an itibariyle. Kendimle olmaya tahammül edemiyordum. Kaçacak bir nokta arayan zihnim testin hatalı olabileceği fikrinde soluklandı. İdrar testleri hatalı olabiliyordu. Kan testi yapılmadan kesin sonuç anlaşılamazdı. Henüz doktor muayene etmemişti. Bir ihtimal daha vardı.
Lütfen, lütfen, lütfen.
O ihtimal gerçek olsun. Test hatalı olsun. Lütfen.
Doktor randevusu almak testi yapmaktan daha zor oldu.
Yılbaşı öncesi doktor randevuları doluydu. Bulduğum az sayıda müsait saatin benim iş yerinden çıkıp gelebileceğim makul bir saatle kesişmesi gerekiyordu. Sonuç olarak 31 Aralık günü öğleden sonraya randevu aldım çünkü o gün yarım gün mesai yapılacaktı.
O güne değin bir hafta geçmek bilmedi. Test yapıp yapmadığımı soran Seda'ya yalan söyledim. Çünkü gerçeği söylemek çok fazla konuşma yapmayı ve yüzleşmeyi gerektiriyordu. Doktor muayene etmeden kabullenemezdim. Bir hafta boyunca, sabahları gözümü açtım, bunu düşündüm. Evden çıktım, soğukla cebelleştim, trafikle cebelleştim, işe geldim, işle cebelleştim, bunu düşündüm. İşten çıktım, eve gittim, yemek yedim, boş gözlerle televizyon ekranına baktım, bunu düşündüm. Her an her dakika aklımdan bir çıkıp bir geri beliren ve her gelişinde beni bir daha, bir daha yere seren bu ihtimalle cebelleşiyordum. Hamile olamazdım. Peki ya hamileysem? Ya hamileysem? O zaman ne yapacaktım?
O geceye gidiyordum. Aklımda sürekli imzalanması gereken bir boşanma dilekçesi, elimde bir şarap kadehi tutuyordum. Tekin boş kadehimi dolduruyordu. Kadehi elimden bırakmak, Tekin'i evden göndermek, kapıyı sımsıkı kilitlemek istiyordum. Ama yapamıyordum. Yapamamıştım. Çırpınmak, bağırmak, yalvarmak fayda etmemişti. Üstüme uyguladığı baskıyı o anki gibi hissedebiliyor, altında ezilirken kendimi kurtarmayı başaramayışımı çok net olarak hatırlıyordum. Çaresizliğimi, gözyaşlarımı, canımın yanışını çok net anımsıyordum. Bir de... işte şimdi vedalaştık deyişini.
Ölsem unutamayacağım bir cümlenin sahibini asla affetmeyeceğime dair kendime bir söz vermiştim. Asla affetmeyeceğim bir adamın çocuğunu nasıl doğurabilirdim? Ben böyle bir buhranın içinden geçip nasıl anne olabilirdim?
Tekin ve ben asla çocuk sahibi olmamalıydık.
O tren kalkalı çok zaman olmuştu. Ne yazık ki, çok çok uzun zaman önce onun mavi gözlerine bakan ve hayaller kuran bir Işık vardı... bugün değil gözlerini görmek, onunla ilgili herhangi bir şey düşünmekten bile büyük rahatsızlık duyduğumu, ondan kaçındığımı düşünmek yardımcı olmuyordu.
"Işık? Neyin var? Çok dalgın görünüyorsun." diye soran sesle dünyaya döndüm.
Müdürüm Selçuk Bey'di soran. Haftalık ofis toplantımızın ortasındaydık.
"Afedersiniz. Biraz soğuk algınlığım var bu hafta." derken masanın ortasında duran kutudan bir mendil çekip, yüzüme bastırdım. Kötü uyunmuş uykular yüzünden kızarmış, yanan gözlerim yalanıma eşlik ettiler.
"Geçmiş olsun." dedi Selçuk Bey, üstünde durmadan devam etti, "Aspersan ihalesinde..."
Bir şekilde içinde boğulduğum düşüncelerimden sıyrılıp dikkatimi ona vermeyi başardım. Kendi derdimden uzaklaştığım nadir anlardan biriydi. Fakat bu hafta bir an önce bitmeliydi. Bir an önce doktora görünmeliydim. Bir an önce hamile olmadığımı öğrenmeliydim. Bir an önce bu iş bitmeliydi.
Lütfen, lütfen, lütfen.
Ofiste herkes yılbaşı gecesi yaptığı planları konuşuyordu. Normal bir zamanda Buldanlı Holding'in de eski iş yerimden alışık olduğum üzere bir yılbaşı yemeği daveti gerçekleştirdiğini ortalıkta dolanan konuşmalar sayesinde öğrenmiştim. Ancak bu sene Necip Buldanlı'nın vefatı neticesiyle kutlama iptal edilmişti. Bu kararı da Rüzgar'ın verdiği, Tufan'ın hala ve sık sık kritik kararlar öncesinde abisine danıştığı ağızdan ağıza konuşuluyordu. Tuvaletlerde, çay ocağında kulağıma Rüzgar'dan bahsedilen başka konuşmalar da çalındı. Birilerinin hala onunla ilgili gizli gizli konuşmaktan, hayaller kurmaktan hoşlanmasına şaşırmamam gerekiyordu. Çünkü bazı şeyler hiç değişmiyordu. Gözlerim boş cam ofise takılı kaldı. Ne yazık ki Rüzgar'ı düşünmek bana, içinde bulunduğum koşullarda, her zamankinden daha çok mutsuzluk veriyordu.
Aynı anda masa telefonum çalmaya başladı. Küçük ekranda Ceo'nun numarasını gördüm, gözlerim gayriihtiyari bir şekilde diğer cam ofise kaydı. Tufan'ın sesini duyarken, kendi ofisinin camları ardında bana bakarak konuştuğunu görebiliyordum.
"Işık toplantınız bittiyse buraya bir gelebilir misin? Seninle biraz konuşmak istiyorum."
Hayırdır inşallah işten mi atılıyordum? Kendi kendime yaptığım tatsız şaka bir yana dursun, bir konuşma gerçekleşmesini, Necip Buldanlı'nın cenazesinden beri bekliyordum. Onun açısından ancak zamanı gelmişti olmalıydı. Benim açımdansa çok kötü bir zamanlamaydı. Şu anda Buldanlı'lara dair herhangi bir meseleye dahil olmak en son isteyeceğim şey bile değildi. Yine de o büyük patrondu. Yapacak fazla bir şeyim yoktu.
"Tabi. Geliyorum." diyerek telefonu kapattım.
Ofisten içeri girdiğimde yakından gördüğüm yüzü yorgun ve bitkin görünüyordu. Ama zaten babasını kaybettiği günden beri yorgun olmadığı bir halini görmemiştim. Yıllar Tufan Buldanlı'ya da adil davranmıyordu. Şirket içi bir konuşma yapıyordu, eliyle oturmamı işaret etti. Dakikalar boyunca oturduğum yerde konuşmasının bitmesini bekledim. Telefonu kapattıktan sonra bana dostane bir havayla, "Naber Işık?" derken bir yandan da masanın etrafından dolaşıp camlara doğru geldi ve açık ofise bakan camların jaluzilerini bir bir kapattı. Bunu neden yaptığını tahmin edebiliyordum.
"İyidir." dedim bir ağız alışkanlığı olarak.
"Bugünlerde ofiste çok fazla fısıldaşma var. Ağız okuyorlar diye düşünmeye başladım." dedi bana bakmadan gülümseyerek.
"Sen nasılsın?" diye sordum.
Camlarla işini bitirmiş, masasına geri dönüp, oturmuştu.
"Eh işte." dedi ellerini yorgun gözlerine yaslayarak. "Bir kahve içelim mi seninle?"
"Olur." dedim.
Sibel'i arayıp kahveleri sipariş verirken gözü yine üstümdeydi, "Nasıl gidiyor bekarlık? Yeni hayatına alışabildin mi?" diye sordu.
Ne desem yalan olacaktı. Fazla düşünmeden bir cevap verdim.
"İşlerin yoğun olması işime geliyor. Eve gidip hemen uyuyorum."
"Havalar da bozuyor insanın moralini. Hiç sevmiyorum kışı. Hastayım yine zaten." dedi. Daha cümlesini bitiremeden hapşırmıştı.
"Ben de. Ben de." dedim. Burnunu gürültüyle silerken göz ucuyla bana baktı.
"Evet. Sen de berbat görünüyorsun."
Yedi yirmi dört ağlamaya hazır ruh halimle gülümsedim.
"Ama bir yandan da çok iyiyim aslında!" dedi ansızın canlanarak. "Maria hamile biliyor musun? Rüzgar söyledi mi bunu sana?"
Onu sevindiren bir haber, paralel evrende kendi dünyamda bir kez daha vorteks etkisi yarattı. Döne döne ve yıkılarak ağlamak isterken bu kez daha kocaman gülümsedim.
"Tebrik ederim! Ne güzel bir haber! Kaç aylık?"
"Bir buçuk. Çok minik daha." dedi, gülümsemesine bir son veremeyerek. "Ağustos sonu bekliyoruz. Aslan burcu olacak. Rüzgar'la aynı günü bile paylaşabilir."
Tufan'ın konuyu ne yapıp edip Rüzgar'a getirdiğini farketmiyor değildim.
"Cinsiyeti ne? Gerçi belli değildir daha."
"Değil. Ona bakacağız."
Kapı açıldı. Kahveler gelmişti. Sibel kahvelerimizi bırakıp çıktıktan sonra,
"Hayat çok tuhaf." dedi Tufan, "Biri ölüyor, biri doğuyor. Babamı yeni kaybettim. Kendim baba oluyorum."
"Hiç plan yapmaya gelmiyor, değil mi?"
"Hiç. Bundan bir sene önce, planın ne diye sorsalar karımla yazın güzel bir tatil yapmak derdim. Şimdi gelecek deyince aklım çıkıyor korkudan. Mutluyum da ama. Çok fazla sorumluluk var üzerimde. Birdenbire yığıldı her şey. Kimse de sormadı bana."
"Bildiğim kadarıyla sizin ailede öyle oluyor işler." dedim.
Kahvesinden bir yudum alırken hafifçe gülümsedi.
"Babam nasıl isterse hep öyle olmuştur bu zamana kadar... Ben kazana düşendim. Radarın altından, suyun üstünden göze batmadan istediğim yolda ilerleyebildim. Rüzgar'la babamın ilişkisi... Rüzgar kendisi başka türlü tarif edecektir ama aslında babamın istediği her şeydi. Kendisine meydan okuyan, çatışan, kendi kurallarını dayatan bir evlat; bir lider. Tıpkı kendisi gibi babamın. Necip Buldanlı'nın gözde oğluydu Rüzgar. Tabi dediğim gibi ona sorsan farklı anlatacaktır."
"Kesinlikle farklı anlatıyor." dedim kendime engel olamayarak.
"Ta ki sana kadar." dedi, aniden başımdan aşağı buzlu sular dökerek.
Çünkü konuştuğum kişi Tufan Buldanlı'ydı. Bunu ne ara aklımdan çıkarmıştım?
O ise, geçmişin düşüncelerine dalmış gibiydi. "Altı sene önce, bu ailede mükemmeldi her şey. Babam işleri tamamen ona bırakmak istiyordu artık. Zamanlama mükemmeldi. İkisi de hazırdı buna. Sonra birden bum! Ben yapamıyorum burada dedi ve gitti. Kayboldu Işık. Kimseye bir şey açıklamak yok. Sadece bir hafta önce babama çok acil yeni Ceo bul ya da kendin geç demiş. Ceo dediğin şey de toprakta yetişiyor ya. Neyse... orası halloldu bir şekilde ama babam çok delirdi. Çok sorguladı. Ben biliyordum tabi nedenini ama..." Durakladı tekrar, ne yapsaydım dercesine ellerini açtı.
"Babana bizimle ilgili herhangi bir şey anlattın mı?"
"Hayır, hiç. Hiç. Yana yakıla sebep arıyordu. Rüzgar'ı bulsun diye özel dedektif kiralamış, ona yanı başındaki senden nasıl bahsedebilirdim?"
"Belki de öğrenmiştir." dedim merakıma engel olamayarak. Tufan'ın gözleri kocaman açıldı.
"Sanmıyorum. Öğrenseydi, senin hayatını sana zehir ederdi Işık. Gıyabında Tekin'inkini de."
"Hani çok seviyordu Tekin'i?"
"Oğlunu daha çok severdi tahmin edersin ki."
"Zaten zehir gibiydi hayatımız. Baban da etse çok farketmezdi herhalde ama keşke etseymiş." dediğimde içtenlikle güldü.
"Bak işte onun için hala geç değil! Babam öldü ama ben varım. Tabi sana zarar gelmesine müsaade etmem, sen artık ailedensin." dedi.
Elbette Buldanlı'da çalışmamı kastediyordu çünkü Buldanlı "biz bir aileyiz" mottosunda bir şirketti ve çalışanlar aileden görülürdü.
"Buraya geldiğim günden beri hep iyi davrandın bana." diyerek pandoranın kutusunu araladım.
"Çünkü artık ailedensin!" diye şakayla yineledi. "Ah ve Tekin'den ayrıldığın için sana ne kadar teşekkür etsem az kalır."
"Tekin'le anlaşamadığınızın uzun zamandır farkındayım. Rüzgar da bir şeyler anlattı." dedim.
"Kulüpteki son olayı da anlattı mı?"
"Onu da anlattı." dedim. Kafasını salladı.
"Tekin artık kaderiyle baş başa. Yeni yılda tüm şirketler en az %20 ila %30 arasında küçülme planlıyorlar. Enflasyon uçmaya devam ediyor. Bakalım bu fırtınada Tekin kaptan gemisini ne kadar yüzdürebilecek?"
"Beni hiç ilgilendirmiyor artık." dedim.
Karnımda olması muhtemel bebeğin babası. Karnıma ince bir sancı değip geçti. Beni hiç ilgilendirmiyor. Bebek yok, Tekin yok, kriz yok.
Bir kez daha kafasını sallarken düşünceli gözlerle bana uzunca süre baktı, sonunda,
"Abimi geri istiyorum Işık." dedi. "Bunun için sana ihtiyacım var."
Ve işte kutunun kapağı açılmıştı. Ama benim böyle bir talebi duymaya hiç ihtiyacım yoktu.
"Ben ne alaka?" diyebildim.
"Sadece sen istersen gelir." dedi ve çok emindi kendinden.
"Saçmalıyorsun. Yıllar önce bitti gitti o mevzu."
Kafasını önce sakince sonra şiddetle iki yana sallarken gözlerini yumup açtı.
"Nasıl görmedin, nasıl anlayamıyorsun bilmiyorum. Tekin'le olan boşanma sürecinden miydi, kafan yoğundu belki. Kaotik bir dönemdi. Babam hastaydı, onun da etkisiyle belki gördüklerini anlamayı reddetmişsindir. Mutlaka öyle olmuştur. Yoksa bu kadar, ayan beyan olanı-"
"Ne diyorsun Tufan?" diye kestim sözünü.
"Rüzgar sana hala deli gibi aşık."
Bu kez krize girmiş gibi reddeden ben oldum.
"Hayal görüyorsun. Ben gideyim en iyisi." diyerek ayağa kalktım. Tam o anda odanın kapısı tıklatıldı, Sibel'in kafası bir kez daha göründü.
"Tufan Bey, Arturo'dan gelen ekip üst kattaki toplantı odasına geçtiler. Sizi bekliyorlar efendim."
Tufan elini kaldırdı.
"Birkaç dakika beklesinler. Geliyorum." Bana döndü. "Işık oturur musun? Sözüm bitmedi." dedi kesin bir şekilde. Sibel odadan çıkarken tuhaf bir görüntü yaratmamak adına isteksizce oturdum.
"Bu konuda daha fazla konuşacak bir şeyimiz yok." dedim. "Yıllar öncesinde kaldı. Hem o zaman bile seni sevmiyor, sen sadece bir zaafsın onun için demiştin, hatırlar mısın?"
"Elbette hatırlıyorum. Abimi koruyordum Işık. Bunu bugün de gözümü kırpmadan yaparım. Ayrılmanız gerekiyordu çünkü ikiniz için de felakete yol açacaktı. Rüzgar sana çok aşıktı. Ya sen? Tekin'in evlenme teklifini kabul ederken ne düşünüyordun, bilmiyorum ki, bu kadar seviyordun madem Rüzgar'ı seçseydin. Devam etmeseydin Tekin'le. Ben hayatımda senin kadar mutsuz gelin görmedim. Ayrıldınız, abim duramadı burada, adam ülkeyi terketti. Sen yanlış bir evlilik yaptın. Daha kötü bir karar veremezdin herhalde. O zaman bilmiyordum bunu, bilseydim..."
"Sen hiçbir şeyi değiştiremezdin Tufan. Ben o zaman doğru olduğuna inandığım bir karar verdim. Ben de bilemezdim..."
"İşte bugün, o yanlıştan dönme zamanı. İlk adımı attın, boşandın. Senden kendim için, evet doğru kendim için, ama aslında kendin de dahil herkes için bir iyilik istiyorum; Rüzgar'a geri dön de. Sen söylersen gelir."
"Saçmalıyorsun." dedim bir kez daha. "Geçmişte belki. Ama bitti. Onun için bitti artık, söyledi bana biliyorum bunu." Tufan'a benim için bu denli özel olan bir şeyi anlattığım için kendimi kötü hissediyordum. "Bu konuyu bir daha açılmamak üzere kapatalım lütfen. Ben burada bir çalışanım sadece, herkes gibi biriyim, lütfen beni sadece böyle gör bundan sonra."
Tufan ısrarcıydı,
"Ona sadece, sana ihtiyacım var de. Sadece bunu söyle Işık. Ne tepki vereceğini gör." dedi.
"Ben kişisel ilişkilerin için kullanabileceğin bir ekipman değilim. Bunlarla uğraşacak durumda da değilim. Bu konuşmayı hiç yapmadık." diyerek odadan ayrıldım.
*************
Doktor randevusu öncesi tek istediğim kendi kendime kalmak biraz endişelerimi bastırmak, sakinleşmekti. Fakat telefonum susmamıştı. Seda nereye gideceğimi bildiği için, meraktan, Rüzgar ise öylesine aramıştı. İkisine de doktordan çıktıktan sonra arayacağımı söylerek telefonları kapattım.
Bir saat sonra doktorun muayenehanesinde, masasının karşısında oturuyordum.
"Tebrik ederim! Hamilesiniz!"
Bebek haberi veren bir doktor neden bunun anne için en doğru, en güzel haber olduğunu düşünür ve tıpkı karşımda oturan doktorum gibi kocaman gülümserdi? Ben ağzından çıkan sözcükle hayatımın bittiğini düşünüyordum. Biraz nötr bir yüz ifadesi daha yardımcı olabilirdi.
Hamileydim. Artık hiçbir kaçış noktam yoktu.
Sanki pat pat pat pat sesleri eşliğinde hayatımın spot ışıkları bir bir söndü. Dünyam karanlığa gömüldü. Yüzümü önüme eğdim ve sessiz sessiz ağlamaya başladım.
Doktor bir süre, ne diyeceğini bilemez bir şekilde ağlamamı izledi. Bekledi. Ağladım, ağladım, sakinleştim. Sonra seçeneklerimi konuştuk.
**************
31 Aralık akşamüstünde doktorun ofisinden çıktım. Yağmurlu, kasvetli, buz gibi bir İstanbul şehrine adım attım. Arabayla gelmemiştim. Hastane sapa bir yerdeydi. Taksi bulmam gerekiyordu ve tabi ki bulamıyordum. Normal bir günde yeterince imkansız değilmiş gibi, yılbaşı gecesiydi ve taksi bulmak imkansızın karesiydi. Daha merkezi bir yola yürüyüp yeniden şansımı denemeye karar vererek ıslak sokaklarda suya bata çıka yürümeye başladım. Çok üşüdüm. İçim üşümüyor, donuyordu. Sözde ana caddeye ulaşmam gerekiyordu ama ne yöne yürüdüğümü bilmiyordum. Navigasyon kullanmak neden o zamana dek aklıma bile gelmemişti? Telefonumu cebimden çıkardım. Ekranda Rüzgar'ın ismini gördüm. Rüzgar arıyordu.
"Işık?" diye soran sesi endişeliydi.
"Efendim." dedim sesim kesik kesik çıktı. Sanırım telefonun çekmediğini sanmıştı.
"Beni duyabiliyor musun?"
"Evet, duyabiliyorum." dedim sesim de nefesim gibi solarken. Durdum. Daha fazla aramak istemedim çıkışı. Kaybolmuştum. Kabullendim bunu ve olduğum yere çöktüm. Çığlık atmak yerine sessiz ve derin bir nefes alırken yeniden duydum sesini,
"Neyin var? Neden gittin doktora?"
"Çok kötüyüm. Rüzgar ben çok kötüyüm..." diye sayıkladım.
"Neredesin şu an?"
"Bir yolu vardı. Engel olabilirdim. O hapı içebilirdim. İçmedim. Ben yaptım bunu kendime. Ben yaptım bunu, ona, bebeğe, herkese. Ben yaptım. Ben şimdi ne yapacağım? Ben kayboldum Rüzgar. Ben şimdi ne yapacağım?"
"Işık-"
"Ben ölsem? Ben ölsem başka kimse ölmese biter mi bu çile? Ben ölsem, ben neden böyle bir insanım? Rüzgar ben neden böyleyim?"
"Işık! Nerdesin şu an?"
"Rüzgar ben hamileyim."
Sessizlik.
Usul usul esen bir rüzgar geldi okşadı yanağımı, yaşlar düştü gözlerimden bir kez daha. Birden çok istedim yanımda olmasını. Birdenbire sadece yanımda olsun, konuşmayalım istedim.
O hala susuyordu duyduğunun şokuyla. Ben dedim ki;
"Sana çok ihtiyacım var, gelir misin buraya?"
Sadece tek bir kelime çıktı ağzından.
"Gelirim."
Sonrası bir kaos, bir karmaşa içinde yaşandı.
Oturduğum yerden kalktım. Rüzgar'a söz verdiğim üzere evime giden yolu bulmak üzere yürüdüm. Ana caddeye ulaştım. Cadde bu yeni yıl gecesinde baştan başa ışıklarla süslenmişti. Bir yol boyu yan yana, kol kola yürüyen insanlar geçti yanımdan. Neşeli sesler çarptı kulaklarıma. Kutluyorlardı bu geceyi. Geleceği, umutları, hayalleri.
Giyinip, hazırlanıp yeni yıla dair heyecan duyduğum zamanlar çok geride kalmış gibiydi. Ben, sanki tam da şu an bir başkasının hayatını yaşıyor, eskiden olduğum o genç ve güzel kadına, onun ışıltısına, anılarına, mutlu olduğu günlere bir hayalin perdesinden bakıyordum. Her şey ne kadar sisli ve pusluydu. Ben, bu yılbaşı gecesinde ölüme bir adım hissediyordum kendimi, hiç olmadığım kadar, bir soluk kadar yakın. Yolumu aradığım, evimi aradığım o süreçte adımlarım gitti geldi. Bir caddede karşıdan karşıya geçtim. Acı acı kornalar çaldı etrafımda. Işıklar, ışıklar, ışıklar vurdu yüzüme. Sağır oldum, kör oldum.
Ben hamileyim.
Bunu kendime ben yaptım.
Öyleyse bunu bitirebilecek tek kişi benim.
Yürümeye devam ettim. Telefonum çalıyordu bir kez daha. Sanki etrafımı kuşatan bütün sesler gibi telefonun sesi de acıtıyordu artık kulaklarımı, tenimi, canımı. Canımı acıtıyordu telefonun sesi.
Bilseydim, malum olmuş derdim.
Bilseydim, açmazdım belki de.
Telefonu açtım. Seda'nın sesi doldu kulaklarıma.
"Işık!" dedi neredeyse nefes nefese, şokla ya da korkuyla. Ama kesinlikle uğursuz, sevimsiz bir tonu vardı sesinin. "Çıktın mı doktordan? Ne dedi?"
"Hamileyim." dedim kısa yoldan.
"Offfff." dedi yıkılarak. "Offff. Offfff. Offfff."
Hiç iyi gelmiyordu bana bu feryadı. Çünkü sadece bu kadar değil gibi bir his düşmüştü içime.
"Neredesin?" diye sordu, tıpkı Rüzgar gibi.
"Bilmiyorum." dedim kafa karışıklığı içinde.
"Allah aşkına Işık! Neredesin? Defalarca kez aradım seni. Ulaşamadım. Aklım çıktı."
"Tamam." dedim. "Ulaştın şimdi işte. Sakinleşir misin? Sen neden böylesin?"
Sakinleşemiyordu.
"Neredesin? Almaya geliyorum seni!"
"Gelme. Yalnız kalmak istiyorum."
"Geliyorum Işık. Neredesin? Eve mi geçiyorsun?"
"Ne oluyor Seda?"
"Sakin ol şimdi. Panik yapma tamam mı?"
"Ne diyorsun ya? Neden panik yapayım ben? Neden geliyorsun beni almaya?"
"Oturuyor musun bir yere? Otursana."
"Oturmuyorum! Söylesene oluyor? Delirtme beni!"
Derin bir nefes aldı. Onun aldığı nefesle korku doldu benim içime.
"Tekin..." dedi. "kaza yapmış. Çok kötü bir kaza yapmış Işık. Çok kötü."
Bir ıslık sesi. Bir çığlık. Bir korna. Bağır çağır insan sesleri. İstanbul'u İstanbul yapan her şey.
Sonra, ambulans sesleri, peş peşe peşe peş peşe. Zihnimde yankılanan ambulans sesleri, gerçek mi değil mi ayırd edemediğim...
"Ölmüş mü?" diye soran benim sesimdi.
"Bilmiyorum." diye cevap veren Seda'ydı. "Her neredeysen seni almaya geliyorum."
Biliyorum bir süre önce finale son 3 bölüm kaldı demiştim ama bildiğiniz üzere bölüm araları uzuyor, sizleri daha fazla bekletmek istemediğimden yazdıkça yazdıkça paylaşmayı seçtim. Bu yeni haliyle bölüm sayıları artıyor. Kısacası gelecek bölüm final olmayacak. Birazcık daha yolumuz var.
Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top