25. İtiraf

Cenaze beklendiği gibi çok kalabalıktı. Caminin büyük avlusu tıkış tıkış dolduğu gibi, hala gelmeye devam eden insanlar sayesinde dışarılara taştı. Cenaze namazı mikrofonla ve avlunun dışında kalan insanlar da eşlik edebilsin diye bir ekrana yansıtılarak kılındı. Hiç böyle bir cenaze görmemiştim. Görmek de istemezdim. Görüp görebileceğim son cenaze olmasını diledim.

Bunca kalabalığa rağmen bir şekilde Buket ve Tarık'la buluşmayı başardık. Sonra diğerleri geldi. Tekin'i sorduklarında burası çok kalabalık diyerek geçiştirdim. Henüz üstünden yirmi dört saat geçmiş olan boşanmamızdan habersizlerdi. Nasılsa duyarlardı. Tekin'i gerçekten de görmemiştim ama gözlerim aramıyor değildi. Ne yöndeyse oraya yaklaşmamak için dikkatle kalabalığı tarıyordum. Ansızın gözlerim hem çok tanıdık gelen hem de hiç tanışmadığım bir yüzü seçti. Kır düşmüş açık kumral saçları işlemeli bembeyaz bir baş örtüsüyle yarı örtülüydü. Aramızdaki onlarca metre mesafeye ve onlarca insana rağmen kenetlendiğim yüzüne bakmaktan kendimi alamıyordum. Sadece varlığını farketmek bile kalbimin hızlanmasına sebep olmuştu. Necip Buldanlı'nın hiç boşanmadığı eşi Mediha Buldanlı'ya bakıyordum. Her nasılsa onun da bana doğru döndü bakışları. Baktı. Öyle uzun, öyle uzun baktı ki yüzüme. Yanına gitmeli miydim? Bir şey söylemeli miydim? Ne diyecektim ki? Beni tanımıyordu bile. Kimdim ben? Bir zamanlar oğlunun kalbine amansız bir ok atmış kadının biri. Kimdim bugün? Hiç kimse. Ayaklarım kıpırdamadı yerinden. Ama istedim. Ne konuşacağımı hiç bilmesem dahi bir baş sağlığı dileyebilirdim hiç değilse. Kim olduğumun -ya da olmadığımın- bir önemi olamazdı, en nihayetinde ölen eşinin -eski eşinin- cenazesindeydik. Her şey ne kadar karmaşıktı. Tereddütüm ansızın Mediha Buldanlı'nın yanında beliren sureti gördüğüm an sona erdi. Tekin tam olarak onun yanında ortaya çıkmıştı ve benim için buradan gitme vakti gelmişti. Arkama bile bakmadan oradan uzaklaştım.

Öğleden sonra Rüzgar'a isterse Adel'in bugün de bende kalabileceğini söyleyen bir mesaj attım.

"Evdeki keşmekeşten kaçabildiğim an getireceğim." diyerek cevap verdi.

Sadece birkaç gün içerisinde temelli geri döneceğini bilmenin burukluğuna tezat tuhaf bir heyecanla tutuştu içim. Bu kendime bile itiraf etmek istemediğim bir gerçekti ama gerçekti. Evin içerisinde koşturmaya başladım. Sorsalar ne yaptığımı hiç bilmiyordum. Etrafı toparlıyordum sanırım. Duş alsam çok iyi olacaktı ama vakit var mıydı?

"Yakın zamanda kaçabilecek gibi misiniz?" diye tekrar mesaj attım.

"Yola çıktık, geliyoruz." yazdı.

Pekala. Duş iptaldi o zaman. Yemek gerekir miydi? Gerekirdi tabi. Dondurucudan hızlı bir şeyler çıkarıp, ayarlayabilirdim. Olmadı dışarıdan söylerdim. Gördüğüm kadarıyla Rüzgar, Adel'in beslenmesi konusunda fazla takıntılı değildi. Eh, benim yemek yapma konusundaki ultra süper yeteneğimden de haberi vardı. Fazla düşünmedim üstünde.

Kapı çalınca yine kalbim ağzımda bir hızla kapıya koştum. Portmanto aynasında saçıma başıma son bir şekil verdim. Kapıyı açtım. Karşımda Seda'yı gördüm.

"Aa!"

"Sürpriz. Naber?"

"Nereden çıktın böyle aniden?"

"Bugün yakınlarda bir müşteriyle görüşmem vardı. Çıkışta direkt sana uğramak istedim. İçeri girmeyeyim mi? Kızım çekilsene kapıdan."

Seda bana tuhaf tuhaf bakarak içeri girdi.

Ona Rüzgar'ın geleceğini söylesem, peşi sıra bir sürü açıklama yapmak zorunda kalacaktım. Garip bir durum değildi. Romantik hiç değildi. Babası ölmüştü, ben de ona elimden gelen şekliyle destek oluyordum. Ama nedense Adel'i bana getirdiğini Seda'ya söylemek gelmedi içimden. Kendime saklayacak çok az şeyim kalmıştı, bunu kendime saklamak istedim.

"Hoşgeldin. İyi yaptın da gördüğün gibi iyiyim. Sadece yorgunum. Dinlenemedim bir türlü. Erken yatayım diyordum."

Seda montunu çıkarmak üzereydi, söylediğimin üzerine durakladı.

"E gideyim öyleyse."

Gitme demedim. O da garipsemedi. Yaklaştı. Yüzümü ellerinin arasına aldı. Dikkatle yüzüme, gözlerimin içine baktı.

"Çok yeni daha." dedi şefkatle. "Ama iyisin. Gerçekten son gördüğümden daha iyi görünüyorsun. Ama yorgunsundur da sana inanıyorum." Gülümseyerek geri çekildi.

"Bittiği için rahatlamış hissediyorum. Baskın his bu. Yeni gibi de gelmiyor, çok daha önce bitti benim için. Biliyorsun." Kafasını sallayarak onayladı. "Ama dinlenmek iyi gelecek. Sindirmem gereken şeyler var hala."

"Doğru... doğru söylüyorsun. Öyle." dedi peş peşe. Emin olmak ister gibi ısrarla bir kez daha baktı yüzüme. "Ben gidiyorum o zaman." dedi sonra. "Ama müsait olduğun anda gel bize. Haftasonu gel. Oturalım. Uzun uzun konuşalım... ya da konuşmayalım. Bilmiyorum artık, sen ne istersen."

"Olur." dedim yarı gülümseyerek. "İyiyim, iyi. Hadi git."

Öpüştük. "Allah allah." dedi şakayla karışık bir sorgulamayla. "Hayır, bilmesem misafiri gelecek herhalde beni kovuyor diyeceğim."

"Aynen. Eve erkek atmaya başladım."

"Hayırlı işler o zaman diyelim." dedi inanmadığı için şakayı sürdürerek.

"Gidiyor musun?"

"İyi be tamam. Görüşürüz haftasonu."

"Görüşürüz."

Kapıyı kapattım. Sırtımı kapıya yasladım. Derin bir nefes koyverdim. Zamanlamasına hayrandım. Henüz salona yeni dönmüştüm ki zil yeniden çaldı. Bu kez herhangi bir sürpriz yoktu. Dört gözle beklediklerim gelmişti. Onlar da cenaze ortamından kurtulup bana geldikleri için memnun olmuş gibiydiler. Adel yanında içi oyuncak dolu kocaman bir çanta getirmişti. Bir neşeyle içeri geçti. Odasına gidip bebekleriyle oynamaya başladı.

Biz Rüzgar'la birbirimize bakar halde kaldık. Bu bakışma hali fenaydı. Ne zaman değişmişti ki ona dair hislerim? Hiç. Hiçbir zaman. Sadece şu an, hislerimle yüzleşmek için doğru bir zaman değildi. Her şey karman çormandı. Hayatlarımızda ayrılık vardı, yas vardı, kaos vardı. Sindirilmesi gereken bizden, ikimizden bağımsız birçok konu vardı. Biz diye bir şey zaten yoktu. Ve o gidiyordu! Bunu da bir an olsun unutmasam iyi olacaktı. Bir melankoli sarmalına yakalanmış olmalıydım. Haliyle benim duygu dünyama çekidüzen vermem gerekiyordu. Ama Rüzgar çok güzel kokuyordu. Evin içinde ne yaparsam, neyle meşgul olursam olayım onun o büyüleyici kokusunun yakınında olmak istiyordum. Adel'e gelmeden önce yemek yedirmişti ama kendisi yememişti. Düşününce ben de biraz aç sayılırdım. Rüzgar bu kez misafir gibi davranmadı. Teklifsizce buzdolabını açıp ne var ne yok diye baktı.

"Bunlarla mı yaşıyorsun sen?" diye sordu şakayla karışık.

"Evet. Ne var bunda?"

"Ne yok desen daha doğru olacak. Tencere yemeği yok. Yapacak malzeme de yok. Soruyorsun ya yap desem ne yapacaksın?"

Bugün ikimiz de önceki güne oranla daha hafif bir ruh halindeydik.

"Sanki bilmiyorsun beni." dedim lafımı sakınmadan.

Kafasını geriye atıp içtenlikle güldü. Gülüşü onay yerine geçmişti. Kalbim oda ısısıyla karşılaşmış bir tutam tereyağıydı an itibariyle.

"Her zaman dışarıdan söyleyebiliriz." diye önerdim.

"Ama böyle misafir ağırlanmaz ki."

"Sen misafir gibi davranıyor musun ki? Ayrıca dikkatini çekerim; ev senin. Teknik olarak ben misafir sayılırım."

"Hiç değişmiyorsun gerçekten." dedi şakalı tavrını sürdürerek. "Madem öyle diyorsun, ben hazırlayayım bari."

Yüzsüzlüğüm takdire şayandı: "Olur... da yapacak bir şey yok diyordun."

"Tosta girişiyorum. Buradaki malzemelerle olsa olsa tost yapılır."

"Tost çok iyi fikir."

Islıkla bir melodi tutturarak malzemeleri çıkarmaya başladı.

"Ben ne yapayım?"

"Kahve yap."

Dolaptan kahveyi çıkarırken, başka bir dolaptan fincan seçerken, sonra kahve makinesinin önünde uğraşırken istemsizce bir magnet gibi çekildiğim Rüzgar'ın etrafında dolaştım durdum. Muhteşem kokusunun yörüngesinden uzaklaşamıyordum. Onun bunu farketmiyor oluşu işime geliyordu. Nihayet kahveyi demledim. O da tostlarla işini bitirmek üzereydi. Ona fincanını uzattım. Oturacağı yeri boş bırakıp kendi sandalyeme oturdum. Dumanı tüten fincanımdan büyük bir yudum aldım. Daha fazla içimde tutamadım.

"Bugün camiide anneni gördüm." dedim.

Haddinden uzun bir süre cevap vermedi, önüne sabit kaldı bakışları. Neydi düşündüğü kim bilir o an aklından geçeni bilmeyi çok isterdim. Tostları makineden çıkardı. Tabağı getirip ortamıza bıraktıktan sonra yüzüme baktı. Yüzündeki ifadeyi okumak imkansızdı. Ama gözleri...

"O da seni görmüş." demesini beklemiyordum, bir afalladım. Tanışmamıştık biz. Nasıl?

Yüzümdeki karmaşayı okuyordu. Buruk bir gülümseme geldi geçti yüzünden.

"Anlatmıştım ona seni." dedi.

Hiç beklemediğim bir itirafın ucunu ateşlemiş olması, içimde ince ince tüten o alevin bir kez daha parlamasına sebep oldu.

"Ne zaman?" diye sorarken neredeyse nefesimi tutmuştum.

"Tarık'ların düğününden sonra. Nice'e hemen gitmedim ben. Anneme gittim. İki hafta kadar onunla kaldım. Ona seni anlattım. Yaşadıklarımızı anlattım. Anlatmak iyi gelmedi ama. İçimde çok büyük, çok başedemediğim bir şey vardı. Bir canavar gibi kükreyerek dışarı çıkmak istiyordu ama ben anlattıkça susmak istedim. Annemin hayatında ilk kez bana anne gibi yaklaşması da sebep olmuş olabilir buna. Tahammül edemedim. Kaçtım oradan. İlk kez o göndermeden ben ondan kaçtım. Aklında böylelikle yer etmişsin demek ki." Hala yüzünde o buruk gülümsemeyle bir durakladı. Düşündü. Bilemem dercesine dudağını büktü. "Araştırmış seni demek ki. Fotoğrafını görmüş bir şekilde. Cenazeden dönerken söyledi. Kalabalığın arasında Işık'ı gördüm, dedi. Çok uzaktaymışsın."

Kahvesinden büyük bir yudum aldı. Bense hala nefes alamıyordum. Ayrıldıktan sonra ne yaşadığını ilk kez anlatıyordu. Onun için de zormuş... çok zorlanmış... ama... sadece iki hafta mı? Ben aylarca, hatta yıllarca, hatta hala... hala başedemezken. İçim acıdı. Yeniden sevebildi diye hatırlattım kendime. Nasıl unuturdum ki bunu? Annesine beni hangi cümlelerle, nasıl anlatmıştı acaba ve annesi ne düşünmüştü hakkımda? Hala hayretim geçmiyordu. Rüzgar'ın annesi beni tanıyordu. Rüzgar'ın annesi bugün onca kalabalığın arasında beni tanımıştı. Uzaktaydık birbirimize, doğru. Ya yakın olsaydık ne olacaktı? Konuşacak mıydı benimle? Ne konuşacaktı? Ne anlatmıştı Rüzgar ona? Nasıl anlatmıştı? Düşüncelerimin bir spiral gibi döne döne yarattığı girdap çok fazla geldi. Ellerimi yüzüme kapattım.

Bir çift el, ellerimi yüzümden çekti. Allak bullak vaziyetteydim, yüzüne baktım. O gayet kendinde ve dingin görünüyordu.

"Çok fazla." diye mırıldandım. 

"Farkındayım." dedi. "Hala bunca zaman sonra bile böyle olması çok tuhaf sadece."

Ona tuhaf geliyordu çünkü yaşamış, sindirmiş ve yenilenmişti. Yeniden sevebilmişti. Onun benim hala geçemediğim bu adımları çoktan geçmiş olmasının acısı bir kez daha deldi yüreğimi ve bir kez daha kızdım kendime. Bu zayıflık niye? Niye? Ben de artık eşitliğin acı çekmeyen tarafında olabilmek istiyordum. Bir eşitlik olabilmesi için zaten öyle olması gerekiyordu. Çabalıyordum ama sadece bir debeleniş gibiydi bu durum. Daha çok zamandı ihtiyacım olan.

"Sadece iki haftada hallettin demek." dedim. Sesime şakalaşır süsü vermeye çalışmıştım ama içindeki kırgın tonu gizleyemedim. Gözleri gözlerime kenetlendi. Orada ne vardıysa okudu. O kenetlenme anında, tuhaftır ben de okudum onu. Koyu, kopkoyu bir kırgınlık gelip geçti onun da gözlerinden ama yüzüne yansımadı. Yüzü gülümsedi önce. Sonra güldü. Siniri bozulmuş gibi bir gülüştü. Benim de sinirlerim çok bozuktu, ben de gülmek istedim. Ama sonra o, hiç gülmeden,

"Sen beni terkettiğinde ben öldüm Işık." dedi. "Bütün teorilerini bunun üzerine kur."

Kalbim durdu. Beynim durdu. Zaman durdu. Bir an için. Bir an sonra itiraz sesi yükseldi, önce yüreğimden, sonra dilimden.

"Adel de öyle oldu herhalde." dedim.

Yüzü taşlaştı. Hiç hoşlanmadı bu söylediğimden. Ben de hoşlanmadım. Çok tatsız bir his kaldı dilimde.

"Özür dilerim." dedim hemen.

"Önemli değil." demeden önce ayağa kalkmıştı bile. "Adel'e bakayım. Sonra gideyim ben."

Adel'i yerde, sıraya dizdiği bebeklerinin yanına kıvrılmış halde bulduk. Derin nefesler alarak uyuyordu.

"Bağırıp çağırdığında hiç korkmuyorum sessizliğinden korktuğum kadar." dedi.

"Çok yorgun." dedim. Hiç değilse mantıklı bir cümle kurabildiğime sevinmiştim çünkü an itibariyle mantık benden çok uzaklardaydı. Rüzgar gidiyordu. Hadsizlik etmiştim. Ama sadece bunun için gitmiyordu. Temelli gidiyordu. Ve aramızdaki bu tatsız hisle giderse bir daha onu ve Adel'i hiç görmeyebileceğim düşüncesi beni perişan ediyordu.

Sessizce, takım çalışmasıyla Adel'i yatağına yatırırken bunu düşünüyordum. Çaresizlik sel olmuş akıyordu içimden. Koridora çıktığımız an,

"Hiç değilse kahveni bitirene kadar kalamaz mısın?" diye sordum.

Yüzünde öfke yoktu, üzgün görünüyordu. Ağır ağır kafasını salladı.

Mutfağa döndüğümüzde kahvelerimizin son yudumları kalmıştı. Zamana küfrettim. Üç ay ne kadar yoğun, ne kadar hızlı ve ne kadar beyhude geçmişti. Konuştuğumuzu sanarken hiç konuşamamıştık aslında. Ve o gidiyordu. Az sonra kahvesi bittiğinde sevgisi yüreğime işleyen minik kızıyla beraber gidiyordu hayatımdan. İstemiyordum, hiç hazır değildim buna.

"Geçmişi konuşmayalım." dedi bu kez peşinen. "Bir faydası yok çünkü, değiştiremeyiz. Adel oldu. Bunun nedeni nasılı hakkında konuşmak istemiyorum. Adel'in varlığı bugün hayatımdaki en güzel şey."

Düşüncelerimi kelimelere dökmeyi beklemeden hızlıca kafamı sallayarak onayladım.

"Çok özleyeceğim onu."

"O da seni özleyecek."

Gözlerim doldu.

"Gelirsiniz yine arada?"

Omuz silkti. Katıydı. Katılığına dayanmak güçtü. Bakışlarımı iki elimle sardığım kahve fincanıma çevirdim.

"Nasıl olacak şimdi?" diye sordum günceli ve onun ardından bana kalacak olanı anlamaya çalışarak. "Tufan işleri tek başına halledebilecek mi?"

"Etmek zorunda." dedi.

"Seni burada istediğini biliyorum."

"Mümkün olmadığını da biliyorsun."

Bir şey yaktı yine içimi. İçimi yakan dilimi de yaktı.

"Nasıl bu kadar keskin olabiliyorsun?" der demez dilimi ısırdım. Sormayacaktım, sormayacaktım ben bunu hayır.

Gözleri gözlerimi bulduğunda hala yakacak kadar katıydı.

"Sen ne önerirsin?" dedi.

Bu soruya ben cevap veremezdim. Sağlıklı bir düşünce biçimim yoktu benim.

"Tufan ne öneriyor?" diyerek spot ışıkları kendi üzerimden çektim.

"Ona sorarsan uçuyor: Nice'i bir kez daha devredip hatta satıp, buradaki işleri bütünüyle devralmamı. O olamıyorsa, kendince geçiş dönemi dediği bir süre daha burada kalmamı. Ne kadar süre belli değil. Anlamadığı şey ise; benim ona bu süreyi zaten vermiş olmam. Üç aydır istediği desteği verdim. Artık hazır, sadece farkında değil. Olabilmesi için de benim gitmem gerekiyor. Babam öldü, bunun şokundan acilen çıkması lazım."

"Senin için zor. Onun için de zor. Herkesin zorluğu kavrayış biçimi farklı. Sen uzaklaşmayı seçerken, o şu durumda aile olarak bir arada olabilmeyi her şeyden daha çok istiyordur belki de." diye mırıldandım.

Kalmasını istiyordum. Tufan için değil. Kendim için. Ama bunu kendime itiraf ettiğim gibi ona itiraf etmeyecektim.

"Haklı olabilirsin. Ama Tufan bir yetişkin. Sorunlarıyla yetişkin yöntemlerle baş etmesi gerekiyor. Adel ise küçük bir çocuk ve Nice'te bir düzeni var. Adel için dönüyorum. Başından beri bu şekilde planlamıştım. Biraz uzun ve sevimsiz bir tatil oldu bizimkisi." dedi. Son cümlesinin saçmalığı yüzünden gülümsedim.

"Tatil anlayışın inanılmaz." dedim kafamı iki yana sallayarak. Rüzgar'ı ilk tanıdığım zamanları düşünmemek imkansızdı. Avrupa kıtasında ayak basmadığı toprak bırakmayan, nerede akşam orada sabah partileyen bir adamdı. Oysa İstanbul'a geldiğinden beri ileriyi düşünmeden yaşadığı, tatil olarak değerlendirilebilecek bir an bile geçirdiyse şaşardım. Benimle yaşadıkları ve nefessiz çalışıyor olması bir yana, babasını tam da bugün toprağa verip de gelmişti yanıma. "Seni tanımasam hayatında hiç tatil yapmamış diyeceğim."

Ruh hali değişmişti bir kez daha. Hafiflemişti biraz.

"Bak o konuda haklısın işte." dedi sırıtarak. "Benim tatil yapmayı yeniden öğrenmem lazım." Omuzlarını ağrıyormuşçasına oynattı. "Aslına bakarsan bayağı ihtiyacım var tatile." Kafasını iki yana eğerek boynunu kıtlattı. Gözümü kırpmadan izliyordum.

"Nice çok güzel bir tatil yeri diye duymuştum." dedim oyuna katılarak.

"Öyle." dedi. "Çalışmadığın zamanlarda."

"Bu kadar hevesle hani neredeyse koşa koşa geri dönmeni daha iyi anlıyorum şu an."

"Ne yazık ki ben hep çalışıyorum. Yok çalışmıyorsam, o zaman da çocuk bakıyorum." dedi gülerek. "Şurada iki gün baktın diye çocuk bakmanın ne kadar yorucu bir iş olduğunu öğrendiğini sanıyorsan fena halde yanılıyorsun. Öyle bir iki gün sayılmaz çünkü. Her gün kesintisiz süren bir mesai. Çok zor, epey zor. Yani baya baya zor. Biraz büyüdü sayılır şimdi, bezi yok, gece uyuyor. Bunun bir öncesi kaos."

"Seni öyle hayal etmek." diyerek güldüm. "Bez değiştirirken. Gece omzunda pışpışlarken."

Ama neden çok seksiydi ki gözümde bu imge?

"Komik değil mi? Bence de komik." dedi gülerek.

"Evet." dedim, oyunu sürdürerek. "Kusmuk da var mıydı?"

"Bolca."

Kendimi tutamayıp içten gülmeye başladım.

"Tuvalet eğitimi verirken kaç kere sıçtı üzerime. Dikkatini çekerim, kendi üzerine değil. Benim üzerime. Çünkü tuvalete yapmaya korkuyordu. Kucağımda taşıyarak götürüyordum tuvalete, koluma filan defalarca sıçtı hep. Bir yandan da hayat devam etti tabi. Kakayı silip, gömleği, takımı giyip toplantılara gittim."

"Tek başına mıydın bütün bunları yaparken?"

"Bakıcı vardı. Bazen de anneannesiyle dedesi ama genellikle ben. Lara'nın birkaç ay bizi görmeye hiç gelemediği oluyor."

"Sen mükemmel bir baba olmuşsun Rüzgar." dedim içtenlikle. O hiç durmadı bu sözümün üzerinde.

"Biraz abarttım tabii, yardım aldım, alıyorum. Şaka bir yana, en zoru da geçti sanırım: Bebekliği bitti... büyüyor. Teşekkür ederim bu arada." Elini ağzına kapatarak esnedi. "Adel'e baktığın için. Üç aydır Adel için yaptıkların için."

"Hiçbir şey yapmadım."

"Seni çok seviyor. Gerçekten özleyecek."

"İşte gelirsiniz belki bu sebeple. Ben hep buradayım."

"Belki sen gelirsin?" dedi. Kaldım bir an. Benim Nice'e gitme ihtimalim hiç aklımdan geçmemişti bu zamana kadar ama zaten niye geçsindi? Davet edilmemiştim. Bu zamana kadar.

"Ben kaçıyorum yavaştan." dedi cevap beklemeden, ayağa kalkarak. "Sabah gelmeden önce ararım."

"Anlaştık."

Kapıya yürüdük birlikte. Montunu, botlarını giydi. Geri çekildi sonra şöyle bir baktı yüzüme. Bir uçtan bir uca savrulan bir geceydi, ilk defa ona dair bilmediğim bir zaman diliminin kapısını aralamış ve duyguların kısa bir süreliğine de olsa kilitlendikleri yerden dışarı çıkmalarına müsaade etmişti. Canavar derken ne demek istediğini anlıyordum. O içindeki canavarı en nihayetinde zaptedebilmişti. İki haftada... Her ne yaptıysa yapmış, başarmıştı. Benim bunun için biraz daha zamana ihtiyacım vardı. Ama becerecektim.

Canavarı içimde zaptedecektim.

"Güle güle git." dedim.

"Bana ihtiyacın olursa, her ne ihtiyacın olursa ara. Elimden gelen ne varsa yaparım." dedi. Derin bir nefes alıp verdi. Söylemek istemiyormuş gibiydi, yine de söyledi: "Senin için."

Canavarın kilidi zorlayan sesini duydum.

"Sen de ara." dedim. Güldüm. "Bir ihtiyacın olursa, buradayım."

O da güldü. İhtiyaç vurgusuyla dalga geçtiğimin farkındaydı. Farketmediği şey, bu anın duygusallaşmaması için dalga geçmekten başka çaremin olmayışıydı.

Asansörün çağırma tuşuna basarken, "İhtiyacın olmasa da ara. Öylesine, laflamak için filan." diye ekledi.

"Olur, ararım. Ama sen işin düşmezse arama." dedim.

Asansör gelmişti. Son söylediğime gülerek gitti.





Bir kez daha giden bir Rüzgar'ın ardından savruk düşünceler içerisinde ve darmadağın bir Işık kaldı. Yoğun, ezici bir yoksunluk hissi kaldı. Bu seferki her anlamda farklıydı çünkü bu kez içinde Adel'e dair duyduğum özlem de vardı.

Bununla beraber yeni hayatım, tren garından yeni hareket eden bir tren misali sakin bir tempoyla başladı. Şirkette yeni düzen henüz oturmamışsa da Tufan yaşadığı bocalamayı fazla hissettirmeden işleri yoluna koymayı başarıyor gibi görünüyordu. Cenaze günü aile evinde söyledikleri üzerine konuşmayı düşündüysem de ben sormadım. Onun da yoğunlukta gözü beni görmedi. İşten eve, evden işe tempomu sürdürdüm. Seda'yla görüştüm. Bu kısım pek pürüzsüz geçmedi.

Seda'ya gittiğim haftasonu, kapıyı duvar gibi bir suratla açtı. Ben neyin var dedikçe konuyu açmayı erteledi. Evin içinde dolandı, ben de dolandım onunla birlikte. Soğuk soğuk ve havadan sudan konuştu bir süre. Dayanamadım, en sonunda ben yüksek tondan çıkışınca o da döküldü.

"Napıyorsun?" dedi o da beni azarlarcasına. "Aklın başında mı senin? Henüz boşanma evrakının üzerindeki imzan kurumadan Adel'le Rüzgar'ı evine çağırmak ne demek?"

"Cenaze vardı." dedim şaşırarak. "Sen nereden..? Sen o gün... otoparkta mı karşılaştınız?"

"Karşılaşmadık. Ben kovulur gibi gönderildiğim evinden giderken, aklımın ucundan bile geçmezdi bu arada, arabamı çalıştırıp gitmeye çalışırken onların geldiğini gördüm." diyerek açıkladı. 

İnkar etmedim. "Sadece Adel kaldı benimle. Rüzgar kızını bırakıp gitti. Biraz sohbet ettik. Pek bir şey de konuştuk denemez ya..."

"Işık, senden sadece aklını başına almanı istiyorum. İnsanların hayatlarında zor dönemler vardır. Sen belki de en zorunu yaşadın. Zorluk dağının zirvesini gördün. Allah bir daha benzerini yaşatmasın ama karanlığın içinden geçtin. Çok korktum senin için, öyle böyle korkmadım günler boyu. Bitti kuzucum artık. Bitti, farkında mısın? Kendine sadece kendini düşünecek zamanı tanımak zorundasın. Artık derin nefes alma vakti. Açıp kanatlarını göğe doğru uçma vakti. İyileşmek yine de zaman alacak, kendine biraz zaman ver. Bu dönemde geçmişe dair hiçbir şeyi zihninde yük yapma. Hele kalbinde."

"Öyle bir şey yok." diye mırıldandım direkt reddederek.

"Rüzgar'ı hayatından uzak tutmak zorundasın." dedi o da hız kesmeden. "Bunu söylediğim için zalim bir insan olabilirim ama Adel'i de öyle."

"Gittiler." dedim, sözlerinin keskinliğinden nefesim kesilerek. "Asıl sen bunun farkında mısın? Kimseyle görüştüğüm yok. Kafamı kaldırmadan çalışıyorum, iş, ev, iş."

"İşte o değil benim demek istediğim. Sana kimseyle görüşme demiyorum ben."

"Anlamadım."

"Kendine zaman ver. Çık, gez. Alışveriş yap. Kendine bakım yap. Fırsat bulursan tatil yap. Tazelen. Yeni birileriyle tanış. Işık sen, en azından beş yıldır, hatta altı, en azından altı yıldır kontrolden çıkmış bir hayatın direksiyonunu tuttun. Bazen iyi kötü düz gittin. Bazen tutamadın, savruldun. En sonunda da çok fena tosladın. Benim olduğum yerden baktığımda, sana olan şey bu. Şimdi yeni bir sayfa açıp, yeniden başlama vakti. Bu sayfayı istediğin şekilde dolduracaksın elbette, hayat senin hayatın. Ama kendin için iyi olanı, sana iyi geleni seçmeni istiyorum. Buraya yazılmış olan-" Eliyle alnına hayali bir çizgi çekti. "O ise, yine birbirinizi bulacaksınız. Benim buna bir itirazım yok. Sadece zaman bu zaman değil. Henüz kendine nefes alma vakti tanımadan, geçmişin yüküyle koşmaya devam edersen, bilindik bir hatayı tekrarlamış olursun sadece. Benim itirazım buna. Anlatabildim mi kendimi sana?"

Anlıyordum. Ama benim derdim bunlar değildi ki. Tekin defterini kendi içimde çoktan kapatmıştım ben ve Rüzgar açısından ise, onun kapattığı bir defter olduğumun farkındaydım. Geçmişten kimseyle bir işim yoktu bu saatten sonra. Kalbim ne derse desin.

"O Allahın cezası kabuğuna mı kapanıyormuş, bir de onu sormak lazım. Açmayacaktım konuyu ama."

"Kim? Ne? Ne diyorsun?"

"Tekin. Kiminle beraber biliyor musun?"

Sezin miydi?

Bilmiyordum.

Bilmek istiyor muydum?

Seda, sessizliğimi evet olarak algıladı.

"Bunun bir spor antrenörü var diyordun hani."

Sanki soğuk bir yumruk indi mideme.

"Sen nereden biliyorsun?"

"Sosyal medyada ilan ediyor, sakladığı ettiği yok."

Ayrıldığımız günden beri Tekin'i sosyal medyada görmüyordum. Bunun sebebi onun beni silmiş ve engellemiş olmasıydı. Şaşırtıcı mıydı desem, hem evet hem de hayır ama üzerinde düşündüğüm bir konu değildi.

"Bana ne bundan?"

"Haklısın. Ben tutamadım kendimi. Özür dilerim. Benim bok yemem. Ama dayanamıyorum, sinirleniyorum Işık. O, hayatına devam ederken, mutlu mudur bilemem, Allahından bulsun orası ayrı ama utanmadan mutlu mutlu pozlar verirken sen geçmişin düğümlerine takılıp debelenme istiyorum. Sen de hayatını yaşa. Ama bunu söylememeliydim sana. Özür dilerim gerçekten. Küfür serbest şu an."

"E çenene sıçayım o zaman."

"Sıç. Hakettim."

Neyse ki Tekin'in kiminle ne yaptığının kalbimin üzerinde en ufak bir etkisi yoktu. Ama ona dair bir şeyler duymak elbette etkiliyordu beni. Bu etki midenin sıkışması, rahatsızlık, bozuk bir yemek yemişsin de kusamamışsın gibi bir his olarak açıklanabilirdi. Bunun da mantıklı bir açıklaması vardı. Seda'nın dediği gibi yaşananlar yeniydi. Özgürlüğüm yeniydi. Yaşananları çiğneyip, hazmetmem, sonra yoluma devam etmem gerekiyordu. Yöntemini onaylamasam da, söyledikleri mideme ağrılar soksa da ne söylemek istediğini anlamıştım.

"Bir kaçamak fena olmaz aslında. Yılbaşında annemlerin yanına gidebilirim. Siz de gelsenize benimle."

"Ben tam olarak onu kastetmemiştim ama." dedi Seda gülerek. "Tatil denince aklına gelen şeyin annenlerin yanına gitmek olması kaç puan? Bir de biz de geleceğiz çoluk çocuk? Neyse, neyse o da bir şeydir, bir yerden başlamak lazım tabi."

Tatil olarak düşünmemiştim. Tatil diye düşünseydim aklıma ilk gelen Rüzgar ve Nice olacaktı. Rüzgar'lı bir Nice. Ama bu hayatımın rüyası değildi bu tabi, belki bir başka hayatta.

"Denize girmek istiyorum." diye sayıkladım.

"Dedi kış ortasında." diye tamamladı beni. "Bir bakmak lazım dünya çok büyük, yılın bu zamanında yaz olan bir yer buluruz elbet." diye ekledi şakaya alarak.

"Regl olmuyorum." dedim o an.

Seda'nın yüzü taş kesildi.

"Ne zamandan beri?"

"Bir kere oldum, o olaydan sonra. Kısacık, düzensiz bir şeydi. Zamanlaması da yanlıştı ama oldum. Yani düşündüğün şey olamaz." dedim onu ve kendimi ikna ederek.

Ama Seda hala yutkunmakta zorlanıyor gibi görünüyordu.

"Sen yine de bir doktora görün. Ben de geleyim seninle."

"Saçmalama. Gerek yok."

"Test yaptın mı?"

"Gerek yok. Sana regl oldum diyorum."

"Önce olmadım dedin."

"Düzensizlik var. O da yaşadığım stresli zamanlar düşünülünce normaldir herhalde."

"Olabilir." dedi Seda, yüzünden kaygı akarak. "Sen yine de bir test yap Işık. Hatta daha iyisi, doktora mutlaka görün. Çıksın, gitsin aklından."

Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top