24. Doğru
Arabama bindim. Henüz motoru çalıştırmadan Rüzgar'ı aradım.
"Işık." diyerek yanıtlayan sesi derinden ve yoğundu. Mahkemenin bu sabah gerçekleşeceğini biliyordu. "Nasıl geçti?" diye sordu.
"Bitti." dedim bir solukta.
"Nasılsın?"
Nasıldım? Kendimden bahsetmeyi hiç beklemediğim bir andı. Babasını daha çok yeni kaybetmişken kendini değil beni düşünmesi yüzünden afallamıştım. Oysa, hiç şaşırmamalıydım. O, eskiden tam da böyle bir adamdı.
"Ben... iyiyim. Çok iyiyim. Ama sen... başın sağolsun. Haberi şimdi aldım. Şirketten mesaj atmışlar." dedim. "Sen neredesin?"
Birkaç saniyelik bir sessizlik oldu. Onun sessizliğinde etraftan gelen sesleri duyabiliyordum. Bir yerlerde hareket halindeydi.
"Sağ ol." dedi. "Hastaneden çıkıyoruz şimdi. Morgdaki işlemleri hallettik. Babamın evine geçiyoruz."
Son bir ayı kendi stresimden, kendi gerginliğimden ötürü tutunduğum bir öfkenin içerisinde geçirmiştim. Rüzgar'la minimumda tuttuğum bir iletişimimiz vardı. O da saygı duymuştu bana. Ne bir adım geri, ne de ileri atmamıştı bir ay boyunca. Artık sona ermişti. Öyle bir gündü ki, hem benim en karanlık kabusum, hem de aylardır hastalıkla cebelleşen Necip Buldanlı'nın ömrü sona ermişti. An itibariyle yüreğimdeki katman katman ağırlıkların kalktığını hissedebiliyordum. Özgürdüm ve özgür halimle ilk isteğim babasını kaybeden Rüzgar'ın yanında olmaktı. Bu yüzden tereddüt etmeksizin sordum.
"Ben de gelebilir miyim?"
Hemen hemen aynı tereddütsüzlükle yanıtladı.
"Gel."
Rüzgar'ın yolladığı konuma doğru arabamı sürerken benden acil haber bekleyen kişileri aradım. Annemlerle ve Seda'yla konuşup duruşmanın bittiğini haber verdim. Seda'ya ayrıca Rüzgar'ın babasının öldüğünü ve cenaze evine gittiğimi de söyledim.
"Tamam güzelim. Duymuş mudur bilmem ben de Sinan'a haber vereyim. Kendine dikkat et. Eve döndüğünde detaylı konuşuruz."
Yolun geri kalanında Necip Buldanlı'yı ve dokunduğu hayatları düşündüm. Yakınım olmasa da, ne olursa olsun, tanıdık birinin ölümüyle gelen hisler kasvetliydi. Rüzgar için üzüldüm. Onu çok seven fakat sevgisini ifade etmekte yetersiz kalan bir babanın oğlunu. Travmatik olayların ardından babasıyla kavga ederek geçirdiği, geçinemediği yılları. Henüz yeni tanıştığı, birlikte azıcık zaman geçirebildiği dedesini kaybeden Adel için üzüldüm. Henüz çok küçük olduğu için dedesiyle geçirdiği kısacık zamanları ileride hatırlamayacaktı. Büyüyecek, hayatında önemli yer tutan olaylar yaşayacaktı ama dedesi bunların hiçbirini göremeyecek, yanında olamayacaktı. Tufan Buldanlı'yı bile düşündüm. Her ne kadar koskoca bir yetişkin olsa da, annesiz büyümüştü, şimdi bir de babasını kaybetmişti. İçime bir hüzün geldi, oturdu. Ölümle biten şeyleri düşündüm. Necip Buldanlı'nın eşiyle yaşadığı çalkantılı yılları, terkedilişini, hiç boşanmayışını. Kim bilir belki de yıllarını kendisini sevmeyen bir kadını severek geçirmişti. O da sona ermişti şimdi işte, biten her şey gibi.
Sarıyer'in yüksek kesimlerindeki ev, korumalı bir sitenin ve kendine ait büyük bir bahçenin içerisinde yer alıyordu. Arabamı evin dış sokağına park ettim. Aile eve yeni gelmiş olmalıydı. Daha şimdiden bahçedeki park yerleri arabalarla dolmuştu. Kapıyı evin çalışanlarından olduğunu tahmin ettiğim orta yaşlarda, topluca bir kadın açtı.
"Hoşgeldiniz." demesi gayri ihtiyari olmalıydı.
"Başınız sağolsun." diyerek içeri girdim.
Evin içi soğuktu. Kimsenin bunu düşünecek hali olmasa gerekti. Adımımı attığım geniş salon kalabalıktı. Aile bireylerinin yanı sıra şirketten tanıdık, üst düzey konumlarda bazı yüzler gördüm. Tanımadığım kişiler de vardı. Anma töreni ve cenaze hakkında konuşuluyordu. Önce Tufan'ın açık renk saçlarını ve tanıdık ense traşını gördüm. Girişe ardını dönmüştü. Eve girenleri göremeyecek bir konumda oturuyordu. Öne eğilmişti, yumruk yaptığı bir elini yüzüne yaslamış, konuşulanları dinliyordu. Sonra Rüzgar'ı gördüm. O, hem içeri girenleri görebilecek hem de çevresindeki konuşmalara dahil olabilecek bir konumdaydı. Ben odaya girdiğimde zaten konuşuyordu. Beni hemen farkettiyse de konuşmasını sürdürdü. Ayaklarıma yön veren ise bakışları oldu. Ona doğru yürüyüp, koltukta onun yanındaki boş yere oturdum. Konuşmanın durakladığı müsait bir anda "Başınız sağolsun." dedim öncelikle ona ve sonra genele hitaben. Rüzgar'ın oturuşu Tufan'a kıyasla rahattı ama çok yorgun görünüyordu. Yüzünden uykusuzluk, bitkinlik ve hüzün akıyordu. Sanki ağırlaşmış gibi yavaşça kırptığı gözleriyle ve hafifçe öne eğdiği başıyla beni onayladı.
Dakikalar ilerledikçe eve her an yeni birileri gelmeye devam etti. Konuşmalar, planlamalar devam etti. Şehir ve ülke dışından gelecek kişiler beklendiği için cenaze yarın defnedilecekti. Öncesinde ise, sabah şirkette bir anma töreni düzenlenecekti. İnsan kaynakları yetkilileri anma töreninin içeriğiyle ilgili önerilerini danıştılar.
Rüzgar bir ara, süren konuşmalardan sıyrılıp bana döndü, "Mesaj atamadım sana bir türlü." dedi. "Arayamadım da. Dün akşamüzeri çağırdılar bizi hastaneye. Saatler nasıl geçti, farkında değilim."
"Önemli değil. Böyle bir durumda bunu düşünme." dedim.
"İyi misin?" diye sordu bir kez daha, gözleri gözlerimi okurken.
"İyiyim." dedim ben de bir kez daha.
Bakışlarının etkisi her zamanki gibiydi, o güçlü alandan bir an önce sıyrılmak istedim. Fakat dostane bir tavırla koluma yasladığı elinin dokunuşundan sıyrılmak istemiyordum. Onun ısısını hissetmek bile iyi gelmişti.
Kısacık bir an sürmüştü. Ben bakışlarımı kaçırdım. O da elini çekti.
"Bu ev çok soğuk." diye mırıldandım bunun üzerine. "Adel nerede?"
"Odasında. Okula gitmek istemedi bugün."
"Haberi var mı?"
"Dedesinin hasta olduğunu biliyor. Bugün insanların eve bu yüzden geleceğini de. Öldüğünü söylemedik."
"Ben bir gidip bakayım."
"Tamam."
Adel'in odası evin bir üst katındaydı. İçeri girdiğimde yanında 18-20 yaşlarında genç bir kız vardı. Birlikte oyuncak bebeklerin kıyafetlerini değiştiriyorlardı. Adel beni görünce adımı seslenip yanına çağırdı. Camın önünde hasır bir bankın üstündeki rengarenk yumoş minderlerden oluşan sedire oturdum. Şimdi ayaklarımın dibine yerleşen Adel'in ipeksi saçlarını okşadım. Hangi bebeğine hangi kıyafetin giydirileceği konusunda çok katıydı ve birlikte oynadığı genç kızı çocuksu bir otoriteyle yönlendiriyordu. Saate baktım, öğlen bire geliyordu.
"Adel bişeyler yedi mi?" diye sordum kıza.
"Bu saatte yemesi gerekiyor. Rüzgar Bey yalnız bırakmamamı söyledi. Sakıncası yoksa siz buradayken aşağı inip hazırlayayım."
"Tabi. Ben buradayım. Evin ısısını da yükseltir misin? Kimsenin hali olmamış herhalde söylemeye ama ev çok soğuk."
"Tabi. Hallederim ben."
Kız gidince Adel sessizleşti. Ayaklarımın dibinde kendi kendine bebekleriyle oynamaya devam ederken saçlarını örüp bozmama izin verdi.
Bir zaman sonra, "Est-ce que mon grand-père est mort?" diye sordu.
Adel'le yarı türkçe yarı fransızca bir iletişim biçimimiz vardı. Hiç fransızca bilmememe rağmen söylediklerinin içinde mon Grand-pere ve mort kelimelerini sağdan soldan, filmlerden vesaire bir şekilde duymuş olmalıydım ki dedesinin ölümünü sorduğunu anladım. O da zaten türkçe olarak, "Dede öldü?" diyerek netlik kazandırdı söylediğine. Biliyor olmasına şaşırmamıştım. Farkındalığı çok yüksek bir çocuktu. Etrafıyla ilgilenmediğini düşündüğüm zamanlarda dahi olup bitenleri anlayabildiğini babasının ofisine geldiği ve birlikte geçirdiğimiz zamanlar içerisinde öğrenmiştim.
Sorduğu soruya ise cevap vermek güçtü. Rüzgar öğrenmemesini tercih etmişti ama ben tüm masumiyeti ve dürüstlük beklentisiyle doğru cevabı öğrenmek üzere gözlerimin içine bakan miniğe yalan söylemek istemedim. Onaylayarak kafamı salladım.
Hiç anlamadığım bir sözcük dizimi olan "Il y a deux jours je lui ai dit que je t'aime." cümlesini kurduğu sırada odanın kapısı açıldı.
İçeri dikkat çekici derecede güzel, esmer, genç bir kadın girdi. Kotunun üstüne ipeksi siyah bir gömlek giymişti. Koyu renk saçları da gömleğinin üzerine ipeksi bir şekilde dökülüyordu. İnce, uzun, masum bir yüzü vardı. Teni kusursuzdu. Onu, Tufan'ın masasının üstünde duran fotoğraftan tanıyordum.
İçeri girerken Adel'in söylediğini duymuş olmalıydı.
"A ton papa?" dedi ona doğru.
"Non. A mon grand-père."
"Il t'aime plus."
"Il est mort."
Genç kadın şaşkınlıkla bana döndü.
"Biliyor." dedi kısık sesle, türkçe olarak.
"Dedesini mi? Evet, az önce bana sordu. Yalan söylemek istemedim."
Düşünceli ve biraz da üzgün bir ifadeyle beni onayladı.
"Çok akıllı bir çocuk."
"Öyle."
"Maria." dedi bana elini uzatarak. Onun, Tufan'ın herkes tarafından merak edilen İspanyol eşi olduğunu anlamıştım. Maria, İspanyol'du ama görünen o ki, Fransızca ve Türkçe de konuşabiliyordu.
"Işık." dedim ben de. "Konuştuklarınızı anlamadım ama içeriğini az çok tahmin edebiliyorum."
"Dedesine iki gün önce onu sevdiğini söylemiş." diye açıkladı. " Maria'nın aksanlı bir türkçesi vardı ama söylediği anlaşılabiliyordu. "O, seni daha çok seviyor dedim, sonra o da..."
"Sonrasını anladım." dedim. Her ne kadar her şeyin farkında olsa da Adel'in yanında tekrar tekrar ölüm kelimesinin dile getirilmesini istememiştim. Maria da beni onayladı.
Maria'nın şimdi değilse de bir zamanlar modellik yaptığını biliyordum. Mükemmel bir fiziği ve latinlere has, hoş bir edası vardı. Tufan'ın daha önce tanıştığım partnerlerinden farklı olarak genç yaşına oranla olgun görünüyordu. Sedirde yanıma oturdu. "Aşağısı çok kalabalık." dedi hayıflanırcasına. Gelen sayısı her an arttığı için son durumu tahmin edebiliyordum. Adel, ikimize de oynamamız için birer bebeğini verdi. Sonraki birkaç dakikayı ona odaklı geçirdik. Kapı açıldı. İçeriye Tufan girdi.
"Ben de seni arıyordum." dedi Maria'ya. "Mesajını gördüm, seni göremedim."
"Yeni geldim daha. Ev çok kalabalık."
"Evet. Yarını düşünemiyorum." Sonra bana baktı. "Naber Işık?" dedi gayriihtiyari. "Kocan geldi mi? Onu da görmedim."
Tekin'in de bu eve gelme ihtimalinin ne kadar yüksek olduğunu farketmemi sağlayan sözleriyle irkilmiştim. Tufan'ın gözünden kaçmadı. Başka şekilde sorsaydı, mesela Tekin geldi mi deseydi başka bir cevap verirdim muhtemelen ama kocan diye sormuş olmasının da etkisiyle ağzımdan düşünmeden çıkıverdi.
"Bilmiyorum. Biz boşandık."
Tufan'ın gözleri kocaman oldu. Maria'nın da bana, kim olduğumu ve kimden bahsettiğimi anlayıp anlamadığını bilmesem de, anlık oluşan bir ilgiyle baktığını farkettim.
"Ne diyorsun ya?" dedi Tufan hayretle. "Ne zaman?"
"Bu sabah."
Bir kez daha hayrete düştü. Benimse söyleyecek bir şeyim yoktu. "Zamanlamaya bak." diye sayıkladı. Doğrusu öyleydi, kötü bir zamanlamaydı. "Çok şaşırdım." dedi sonra. "Hayırlısı olsun."
"Sağ ol."
Maria'ya döndü. "Aşkım eve bir gidip gelebilir misin? Getirmeni istediğim bazı şeyler var."
Kısa bir konuşmanın ardından Maria odadan ayrıldı. Tufan çıkmadı. İki eli belinde, kafasında her ne varsa o düşünceye yoğunlaşmış, kopmuş gitmiş bir halde odanın bir ucundan bir ucuna yürüdü. Durdu. Duvara doğru bakarken ellerini gözlerinden, yüzünden geçirdi. Şahit olmamam gereken bir ana şahit oluyormuş gibi hissederken kendimi,
"İyi misin?" diye sorma durumunda hissettim. Daldığı yerden çıkarak yeniden bana döndü. Soruma cevap vermek yerine o bana,
"Boşandınız demek ha?" diyerek bir kez daha hayretle sordu.
"Evet." dedim, uzatmasından ötürü rahatsızlık duymaya başlayarak.
"Yani bu demektir ki artık içimizde Tekin'le bağı olan kimse kalmadı. Güzel. Çok güzel."
Tatsız bir şaşkınlık hissi yayıldı bedenime.
"Ne diyorsun bilmiyorum ama sanki doğru bir zaman değil-"
"Aksine öyle doğru bir zaman ki..."
"Ne diyorsun Tufan?"
"Işık. Öyle bir yerde duruyorsun ki!"
Kapı tekrar açıldı. Tufan açılan kapıyla birlikte sustu. Adel'e yemek getirmek üzere aşağı inen genç kız geri dönmüştü.
Önce Tufan odadan ayrıldı. Şaşkınlık ve dalgınlık içerisinde birkaç dakika geçirdikten sonra ben de odadan çıktım. İsteğim evden gitmekti çünkü Tekin gerçekten gelmiş veya gelmek üzere olabilirdi.
Koridorda henüz birkaç adım atmışken Rüzgar'la burun buruna kaldım. Kalbim, olur olmaz yerlerde hep yaptığı üzere bana ihanet ederek tekledi.
"Ben de Adel'le size bakmaya geliyordum."
"Adel oyun oynuyor. Yemek yiyor şu an. Ama..." dedim hızlı hızlı." Özür dilerim Rüzgar, Adel dedesinin öldüğünü biliyor. Bana doğruca sordu, yalan söylemek istemedim."
Bunu beklemediğinden olsa gerek, bir an durakladı. Bakışları puslanmıştı.
"Tamam." dedi belli belirsiz. "İyi mi peki?"
"Sakin karşıladı. Bilmiyorum. İyi görünüyor." dedim sıkıntılı bir halde.
Rüzgar da sakin görünüyordu ama onun haline bakıp iyi diyemezdim. Koyu gri bir kış gününde, koridorun az ışık alan bir yerindeyken bile yüzündeki gölgeleri görebiliyordum. Sabahtan beri benim nasıl olduğumu soruyordu, Adel'in nasıl olduğunu soruyordu. Kendinden başka herkesi önemsiyordu ama acaba bir kişi bile ona nasıl olduğunu soruyor muydu?
"Sen?" dedim, saçma olsa da. İyi olmadığı gözle görülür şekilde bariz olsa da. "Sen nasılsın?"
Babası ölmüştü. Nasıl olabilirdi ki? Zaten cevap vermedi. O derin derin bakan gözleri gözlerime kenetlendi, kaldı. Kalbinden vurulmuş bir kuş gibi kaldım ben de karşısında. Kaçırmadım gözlerimi bu kez. Kaçıramadım. Yutkunamadım bile. İzin verdim duygular kilitli kapıları kıra kıra girsin. Bu yoğunluk çok fazlaydı. Çok fazlaydı. Hissettikleri benimle ilgili bile değildi ama bu hiç beklemediğim bir duygu seliydi. Öyle çaresiz, öyle kötü hissettim ki, içimden gelen tek şeyi, yapabileceğim tek şeyi yaptım ve ona sarıldım. Orada öylece, kim, nerede, nasıl diye düşünmeden. Bir anlamı olmadığını biliyordum. Bir anlamı olmasına gerek de yoktu. Taşıdığı ağırlığın bir kısmını ondan çekip almak, yükünü hafifletmek istedim. Sıkıca sarıldım. O da karşılık verdi. Sadece birkaç saniye kaldık o halde ama tarifi çok güç bir duygu yoğunluğu aktı, gitti üzerimizden. Birkaç saniyeydi ama sonsuzluk gibiydi.
Geri çekildiğinde gözlerinin kenarlarında öbeklenmiş taneleri gördüm. Hemen sildi onları. Rüzgar'ı ağlarken görmeyeli çok uzun zaman olmuştu. İçimde yarattığı fırtınalı his ise aynıydı. O benim ağlamama hiçbir zaman dayanamamıştı. Ben de ona dayanamıyordum, her ne kadar bir zamanlar gözyaşlarına sebep olmuş olsam da.
"Ben artık gideyim." dedim.
"Gitme." dedi beni şaşkınlıklara uğratarak. "Adel." diye ekledi hemen sonra, aklını toplamaya çalışır gibi kafasını silkti. "Bugün Adel'in yanında olabilirsen mutlu olurum."
Adel için her ne gerekiyorsa yapacağımı biliyordum. Ama kalmamın yarardan çok zarar getirebileceğini hesaba katmak zorundaydım.
"Tekin buraya gelebilir. Hatta gelmiştir belki."
"Gelmez." dedi, bakışlarımdaki şaşkınlığı gördü. "Benim yüzümden değil." diye ekledi. "Tufan'la araları bozuk. Onunla bu evde, aynı ortamda olmak istemez. Yarın cenazeye gelir ama."
Tekin'le Tufan'ın yüz yüze gelmek istemeyecek kadar ne ara ve ne diye bozuştuklarını delice merak ettim.
"Tufan az önce Adel'in odasındaydı. Tekin'le boşandığımızı söylediğimde garip garip konuştu." diye mırıldandım. "Ne zamandan beri bozuklar?"
"Bir hafta kadar önce tartıştılar. Aynı anda bir sürü şey oluyor. Birini konuşamadan diğerine geçiyoruz."
"Evet." diyerek onayladım. "Bir ara oturup konuşmalıyız. Ama şimdi gitmem gerçekten daha iyi olacak Rüzgar. Zor bir sabahtı. Evime gidip bir duş alayım. Senin için de uygun olursa, akşama doğru gelir Adel'i alırım. Bu gece bende kalır. Sabah da okuluna bırakıp şirkete geçerim."
"Akşama doğru haberleşelim o zaman." dedi.
"Tamam." dedim.
Rüzgar'la akşam üzeri haberleştiğimizde Adel'i kendisi getireceğini söyledi. Belli ki, evdeki boğucu ortamdan kısa süreliğine de olsa uzaklaşmak istemişti. Adel'in severek yiyebileceği tarzda basit yiyecekler hazırladım. Zaten ben gelip yerleşmeden önce kendi kaldıkları evdi. Adel'in çocuklara uygun şekilde dekore edilmiş bir odası bile vardı. Konuşmamızın üzerinden bir saat kadar geçtikten sonra geldiklerinde Adel hiç beklemeden o odaya koştu. Rüzgar'a,
"Sen de girsene. Bir şeyler hazırladım. Birlikte atıştırırız. Ondan sonra gidersin." diye teklif ettim.
"Bir saat kadar kalabilirim. Ama aç değilim." diyerek girdi.
"Nasıl evde ortam?"
"Dua okundu. Ondan sonra çıktım ben. Çok kalabalık. Giresun'dan geldiler. Dedem, halamlar, kuzenler. Babamın yakın çevresi. Bir kakafoni var evin içinde. Kafam almıyor benim. Herkes Tufan'la bana sorular soruyor. Bunca zaman sormamışlar, şimdi nasıl öldüğünü, neler çektiğini, Adel'i sora sora bitiremediler. Adel ne alaka şu durumda?"
"Merak ediyorlardır."
"Saçma. Yeri değil, zamanı değil. Tufan'a da Maria'yı sorup duruyorlar. O idare ediyor bir şekilde de..." İç çekti. "beni biliyorsun."
Biliyordum.
"Uzaklaşmak iyi geldi. Teşekkürler Adel'i çağırdığın için. Senin yanında o evde olacağından çok daha huzurlu olacak bu gece."
"Rica ederim. Annesine haber verdin mi?"
"Lara biliyor. Gelmesini isteyip istemediğimi sordu. Gelirse işlerini bozmak zorunda kalacak. Gerek yok, dedim. Adel'i yollayabilirsin dedi. İstemedim ikisini de. O kadar plan yapacak enerjim yok şu an."
"Gel hadi. Oturalım masaya."
Adel'e tavuk nugget, makarna ve haşlanmış sebzeden oluşan bir tabak hazırlamıştım. O yerken biz de masaya oturup, kahve içerek eşlik ettik. Rüzgar sabahki duruşmayı, Tekin'in nasıl davrandığını sordu. Kısaca bahsettim.
"Tam gidiyordum, yetişti arkamdan. Konuşmak istedi. Çok pişmanmış, çok üzgünmüş. Anlatmak istiyormuş son kez. Ondan nefret etmememi istiyormuş."
Sustu birkaç saniye. Neler geçtiyse içinden, gözlerinde yansımalarını gördüm. Gözlerinde sorgulayıcı ışıklar yanıp söndü. Söylemedi ama onları. "Ne yapılması gerektiği belli. Ama yine de, sen ne cevap verdin diye sormaya korkuyorum." dedi.
"Ne cevap verebilirim?" dedim, bu beklemediğim imadan dolayı kırılarak.
"Bilmem. Oturup bir çay içmişsinizdir belki. Geçmiş yılların hatırına." dedi.
Tam olarak Tekin'in kurduğu cümleleri kurması biraz ürkütücüydü. Bir an düşününce, onu da, beni de çok iyi tanıyan biriydi. Fakat son yaşananlardan sonra onunla çay içmeyi kabul edeceğimi düşünemezdi.
"Midem bulandı onu gördüğüm an." dedim. "Gözüm karardı. Kaçmak, gitmek, uzaklaşmak istedim. Bir de konuşacak mıyım? Nasıl düşünebilirsin böyle bir şeyi? Sana her şeyi anlattım."
Yükselen tepkimi cevap vermeden izledi. Alınganlığımdan dolayı biraz utandım o an. Rüzgar'a neydi ki, niye kırılıyordum ben ona? Kaç kez hem ona hem kendime bu benim meselem dememiş miydim? Bakışlarım Adel'e kaydı. "En iyisi bu konuyu sonra konuşalım." dedim, duygularımı kontrol altına alarak. Ancak o zaman,
"Afedersin." dedi. "Daha fazla konuşmak zorunda değiliz."
"Önemli değil. Tufan'la Tekin'in arasında neler oluyor, onu konuşalım." diyerek konuyu değiştirdim.
"Zamanla artan bir gerginlik var. Biliyorsun, birbirlerinden oldum olası pek hoşlanmazlar." dedi.
"Bilirim."
"Tufan işleri devraldıktan sonra, özellikle son zamanlarda iyice arttı bu durum. Geçmişte Tufan'la sadece benim kardeşim olarak muhatap oluyordu, artık farklı."
"Nasıl?" dedim, daha iyi açıklasın diye.
"Tufan, Tekin'in dünyanın en kayırılarak bir yerlere getirilmiş adamı olduğunu düşünüyor."
"Bir bakıma doğru."
"Bir bakıma değil." dedi. Durakladı. Şaşırmıyordum aslında ama ne söyleceğinin merakıyla iyice dikkat kesildim. "Yıllarca sırtını Ayanoğlu'na yasladı. Turhan Ayanoğlu, Japonlarla ortak kurduğu şirketi batmasın diye hep el altından destek verdi Tekin'e. Babam da yaptı bunu. Büyük işleri değil ama bizim şirketin üretim kapasitesinin dolduğu dönemlerde küçük işleri pasladı hep Tekin'e."
"Tekin öyle demiyordu ama en son, hatırlıyorum, bu son büyük ihale işine girerken, Ayanoğlu, Buldanlı bunlar büyük balıklar. Zor durumda olduğumu bilseler bana sırt dönerler demişti."
Daha bunları söylerken bile Rüzgar'ın söylediğinin doğru olduğunu anlamıştım.
"Onlar bana sırt dönerse batarım da demiş miydi?" diye sordu, yorgun bir gülümsemeyle. Sessizce onayladım.
"Bugünün ekonomisinde Tekin, tek başına, yepyeni bir şirketi bu kadar kısa sürede kalkındırabilecek biri değil. Kimse değil aslına bakarsan, ek olarak çok başka işlerle uğraşmıyorsan." dedi.
Tekin başka işlerle uğraşmıyordu, onun tek yönü vardı. Hayatını sadece o yöne odaklı yaşardı.
"Ayaoğlu'nun yardım etmesini anlayabiliyorum ama baban niye?" diye sordum.
"O konu işte, biraz babamla benim ilişkilerimin sorunluluğundan kaynaklanıyor. Sana bir zamanlar Tekin'in tam babamın ihtiyaç duyduğu evlat olduğunu söylemiştim. Hatırlıyor musun?"
Hatırlıyordum.
"Tufan bu yüzden hoşlanmıyor Tekin'den. Benden kalan boşluğu görüp, iyi değerlendirdiğini düşünüyor."
"Sizi arkadaş olarak görmesek, yanlış bir şey yok yaptığında sonuçta bu iş dünyası ve network her şey demek. Tekin'se işi için yaşayan bir adam. Sorun tabi sizin arkadaş olmuş olmanız hatta bizzat Tekin'in ağzından defalarca kez duyduğum üzere en yakın arkadaş olmanız ki, Tufan'ın da bu durumda olanları fırsatçılık olarak değerlendirmesinde bir hata olmuyor o zaman."
Rüzgar düşündü bir an, sonra omuz silkti.
"Herkes haklı diyorsun yani."
"Baktığın açıya göre değişiyor diyorum."
"Buna katılıyorum. Ama bir ilave yapacağım; Tekin'le bizim dostluğumuz biteli çok oldu Işık." dedi. "Sadece seninle yaşadıklarımız değil sebebi, zaman... Çok eskiden o bana en ihtiyaç duyduğum zamanda kapısını açmıştı. Ben de buralardan giderek ona hayalini kurduğu yolda yürürken, hayalini kurduğu bir baba verdim. Aldık, verdik, bitti. Adel'le geri geldiğim ilk günlerde bile mesafemi koydum ona ben. Zamanla arttı. Tekin bunun gayet farkında. Eskisi gibi olmadığımızı biliyor. Rol yaptı, sana, bana, en çok da kendine. Hala yapıyor. Nereye kadar sürdürür bilmem."
Ben de bilmiyordum.
"Benim ona şüphelenip de, ilişkinizin ne durumda olduğunu sorduğum gün bana ihale konusunu açtı. Almak zorundayım, yoksa batıyorum, dedi. Babamı da işin içine kattı, babam ona söz vermiş, öyle söyledi. Babama doğru mu diye soracak halim yoktu. Kemoterapiden mahvolmuş adama hangi ihaleyi sorayım? Ben geldiğim günden beri babamın sayılı günü kaldığını biliyordum Işık. O da o zamanını kendisini mutlu eden şeylerle geçirsin istedim. Tufan benim yerimi aldı, ben babamın yerini aldım. Tekin'in yalvar yakar istediği şeyi de kabul ettim. Yapmamalıydım. Net olarak görebiliyorum bunu. O zaman görmedim. Hesabı yapıldı. Çekilmemiz bize zarar vermeyecekti ama onu kurtaracaktı. Bu yüzden biz çekildik, o da ihaleyi kazandı."
Bir çok şeye açıklık getiren cümlelerini küçük dilimi yutmuşçasına dinliyordum. Sadece,
"Ben bu kadarını bilmiyordum. Tufan haklıymış." diyebildim.
"Haklı. Fikir ayrılığına düştük bu konuda, hak da veriyorum. Ona bu kararın babamla ilgili olduğunu, Tekin'e yapacağımız son iyilik olduğunu söyledim. Ben gidince zaten Tufan'ın ona günahını vermeyeceğini biliyordum. Konu kapandı diye düşündüm. Öyle olmamış. Tekin son demlerinde olduğunun farkında. Ondan yana artan bir gerginlik var Tufan'a karşı. Kulüpte birkaç kez karşılaşmışlar. Her defasında sivrilmişler. Son karşılaşmalarında..." Durakladı bir kez daha. Anlattıklarının hararetine kapılıp da unuttuğum yorgunluğu gördüm yüzünde bir kez daha. Ayların, hatta yılların yorgunluğu vardı üzerinde. Hemen şu anda başını masaya yaslasa uyuyabilecek gibi bir hali vardı. "Kulüpteki son karşılaşmalarında Tufan, ihaleyi kazandıkları için tebrik etmiş. Bir daha böyle ihale kazanamazsın tadını çıkar demiş. Tekin de, abin gidince kim karar verecek senin yerine filan demiş. Sonra her başın sıkıştığında abini arar ağlarsın gerçi demiş."
Kaşlarım şaşkınlıkla uzaya doğru havalanıyordu: "Olamaz." diye sayıkladım.
"İtişme kakışma olmuş biraz, etraftakiler ayırmışlar. O gün sona erdi bir şeyler. Sadece Tufan'la değil, benimle de koptu. O sözlerinin sadece Tufan'a hakaret olmadığının farkına varacak kadar aklı kalsaydı şayet, bir özür dilemesi gerektiğini, en azından kendini açıklaması gerektiğini anlardı diye düşünüyorum. Aramadı. Sadece bir kez konuştuk son bir ay içinde. O da bu olaydan çok önceydi. Hala bana seninle neler olduğunu neden soramadı diye düşünüyorum."
"Sormadı mı?"
"Soramadı. Otoparktaki olaydan sonra bir kez aradı. Işık'la boşanıyoruz, dedi ters bir ses tonuyla. Hayırlısı olsun, dedim ben. Benden bekliyor gibiydi ama başka bir şey söylemedi. Kapattk."
Nefes al diye hatırlattım kendime. Bu konu neden hala korkutucu geliyordu bana? Bitmiş, gitmiş ne çok şey vardı. Ne olacaktı sanki Rüzgar anlatsa? Artık Tekin'e neydi, benden, ondan, bizden? Yine de zamanı değil diye düşünüyordum.
"Ben ikimize dair bir şeyler tahmin ettiğini düşünmüyorum." dedim, samimi düşüncemi paylaşarak. "Geçmişte bizi hep anlaşamayan iki insan olarak görüyordu. Tufan ve senin, boşanmamıza dair bir şeyler öğrendiğinizi, benim tarafımı tuttuğunuzu düşünmüş olmalı. Neyi bildiğini bilmiyor. Sormaya korkuyor çünkü suçlu. Senden korkuyor."
"Korkabilir-"
Tam da bu esnada "Bitti!" diyerek araya giren Adel'le birlikte konuşma sona erdi. Adel muhtemelen yemeğini çok daha önce bitirmişti ama biz konuşmanın hararetine daldığımızdan dikkati kendi üzerine çekene kadar onun yemediği yemeklerle oynadığını farkedememiştik.
Uyku saati gelinceye kadar üçümüz birlikte oyun oynadık. Sonra Rüzgar'ın ona duş aldırmasına yardım ettim. Elimde bir havluyla banyo kapısının önünde dikiliyordum ki telefonum çalmaya başladı. Baktım, Esin arıyordu. Meşgule attım. Hemen tekrar aradı. Hala banyoda olan Rüzgar'a seslendim.
"Esin arıyor."
"Napayım?" diye cevap verdi, ilgisiz bir şekilde.
"Seni arıyordur belki?"
"Beni arasa benim telefonumdan arar."
"Burada olduğunu söyleyeyim mi?"
Elindeki sabunlu süngerle Adel'in sırtını yıkıyordu. Durakladı. "Canın ne isterse onu söyleyebilirsin. Beni değil şu an, seni arıyor." diye tekrarladı.
"Konuştunuz mu? Babanla ilgili?" Sesim giderek azaldı.
Rüzgar sabırla elimdeki telefonu işaret etti: "Seni arıyor."
Nihayet Esin'in ısrarlı telefonunu yanıtladım.
"Işık, merak ettim seni. Sabahki mesajından sonra bir daha konuşamadık. Benim için de çok koşturmacalı bir gündü. Kusura bakma. Nasılsın?"
"İyiyim." dedim. Banyoda babasıyla oynarken çocuksu çığlıklar atan Adel'e baktım. "Daha iyiyim."
Aynı çığlıkları an itibariyle Esin de duyuyordu.
"Dışarıdayım ben, Beşiktaş taraflarındayım. Sana uğrayayım, bir kahve içelim diyecektim ama... evde değilsin herhalde sen. Seda'larda mısın?"
Seda'lardayım desem bu kez oraya gelmek isteyecekti.
"Yok, evdeyim ama bu akşam müsait değilim. Başka zaman olur mu?"
Normalde tamam der kapatırdı fakat tam da o anda Adel'in araya fransızca kelimeler karıştırdığı kahkahayla karışık çığlıkları konuşma arası sessizliği doldurdu.
"Kim var?" dedi Esin tam bir cümle bile kuramayarak. "Adel miydi o?"
Daha fazla ses duyulmasın diye koşarcasına banyodan uzaklaşıp, salona çekildim ve aslında Esin'e yalan söylemek üzereydim ki,
Rüzgar'ın tok sesi duyuldu.
"Işık, havlu versene bize."
"Bendeler." dedim yalan söylemekten vazgeçerek. Daha o anda tuhaf bir rahatlama hissettim. Sanki çok sıkı bir düğümü gevşetmişim gibi. Elimdeki havluyu Rüzgar'ın eline tutuşturdum. "Rüzgar'ın babası vefat etti bugün. Adel'i bana getirdi, uyuttuktan sonra gidecek. Adel bende kalacak. Yarın okula ben bırakacağım."
"Rüzgar mı? Babası mı? Ben bilmiyordum." diye sıraladı peş peşe, şaşkınlıkla. "Neden sendeler?" diye sordu sonra. "Sen de bugün boşandın Işık." dedi sesi hayrete bürünerek.
Bir yalan başka bir yalanı doğuruyordu. Benim yıllarım, birilerini bir şeylerden korumaya çalıştığım yalanların içerisinde geçmişti ve günün sonunda kendim de dahil kimseyi koruyamadığımı öğrenmiştim. Hala aynı yoldan yürümek, beni doğru yere çıkarmayacaktı. Einstein'ın meşhur sözünü anımsadım; aptallığın en büyük kanıtı, aynı şeyi defalarca kez yapıp farklı bir sonuç almayı ummaktı.
"Daha müsait bir zamanda buluşup konuşalım mı?" diye cevap verdim.
Düşündüğü, anlam vermeye çalıştığı, muhtemelen veremediği buz gibi bir sessizlik oldu. Neredeyse hemen o an dökülmek istedim çünkü kendimi çok kötü hissettim. Derken o,
"Ne zaman istersen yanındayım. Konuşabiliriz. Şimdi kapatmam gerek." dedi çabuk çabuk. "İyi geceler." dedikten sonra cevabımı dahi beklemeden kapattı.
Dudaklarımı kemirdiğim bir endişe ile baş başa kaldım.
Banyoya geri döndüğümde Adel'i kurularken bana bakan Rüzgar'ı gördüm. Henüz kendimi sınarken, bir yandan da onun aklından geçenden emin olma isteğiyle,
"Neden yaptın böyle bir şeyi?" diye sordum.
"Havlu lazımdı." derken ciddi görünüyordu. Ben dik dik bakmaya devam edince, "Hem de seni söyleyeyim söylemeyeyim derdinden kurtardım." diye açıkladı. "Söylediklerimin ikisi de doğru."
Durağanlaştım. Doğru söylemek... doğruyu söylemek. Hangi yönden bakıldığında, kimin için doğru? Mutlak bir ikilemdi. Ama muğlak değildi. Benim için artık değildi.
"Senin için de bir sakıncası yoksa müsait bir zamanda Esin'le konuşup ona geçmişi anlatmak istiyorum. Bizim geçmişimizi." dedim ve tepkisini bekledim.
Birkaç saniye düşünceli bir şekilde yüzüme baktı. Ne düşündüğünü öğrenmeyi delicesine istediğim anlardan biriydi. "Benim için sakıncası yok." dedi.
Sonra ben sormamışken ekledi: "Esin'le aramızda bir şey yok. Belki o isterdi ama ben o şekilde hiç görmedim onu. Seninle konuşamadığımız gece, tanıştığımız ilk anda şakayla sözü verilen, habire ertelenen bir yemeğe sözleşmiştik. Geç kaldığım bir yemek. Daha fazla yanlış anlaşılmadan önce ona düşüncelerimi açıkladım. Anlayışla karşıladı. Arkadaşız. Çocuklarımızdan ötürü görüşüyoruz. O biliyor bunu. Sen de bil."
Dilimi yutmuş olabilirdim. Çünkü kelimeleri bir araya getirip de ne söyleyeceğimi bilemedim. Neyse ki duyduklarım karşısında benim herhangi bir yorum getirmeme gerek kalmadı. Adel, harfleri saydığı bir çocuk şarkısı söylemeye başlamıştı ve bu şarkıyı söylerken mutlaka kendisine eşlik edilmesini istiyordu.
Rüzgar yorgun bir gülümsemeyle Adel'e baktı ve eşlik etmezse kıyameti koparacak olan kızının şarkısına eşlik etmeye başladı. Ben de Adel için saç kurutma makinesi getirdim.
Saçlarını kuruttuktan sonra birlikte dişlerimizi fırçaladık. Adel'in odasına geçtik. Adel tam yatağa uzanacaktı ki apar topar fırladı gitti. Koşa koşa babasının yanında getirdiği sırt çantasından uykudan önce okunacak kitabını alıp bana verdi. Rengarenk bir çocuk kitabıydı ama fransızcaydı.
"Okuyayım derdim ama..." diye başladım. Henüz Rüzgar bir şey söyleyemeden Adel tekrar çantasına koştu. Getirdiği ikinci kitap türkçeydi. Kendisi de türkçe olarak, bu kez babasına,
"Işık bana kitap okusun." dedi.
Rüzgar bana bakıp güldü; "Duydun."
Ben Adel'e kitap okurken, Rüzgar odadan çıktı. Adel'le ikimiz baş başa kaldık. İlk sayfalarda gülüyor, eşlik ediyordu. Sayfalar ilerledikçe suskunlaştı, kolumun altına doğru sokuldu. Biraz daha yatar oturur bir hal aldı. Boşta kalan elimle saçlarının buklelenen uçlarıyla oynadım. O kadar güzel kokuyordu ki derin derin nefesler alarak kokusunu içime çekmemek için zor dayanıyordum. Kitabı okumam yalnızca birkaç dakika sürdü. Bitirdiğimde Adel uyumuştu. Düzgünce yerine yatırdım. Sonra tutamadım kendimi daha fazla, uzandım ve mis gibi saçlarını koklayarak öptüm.
"Uyudu mu?"
Salona döndüğümde Rüzgar gitmeye hazırlanıyordu. Gitmesini istemiyordum ama bunu dile getiremezdim.
"Uyudu."
"Kaçıyorum öyleyse ben."
"Tamam."
"Bu gece için teşekkür ederim bir kez daha."
"Önemli değil." Kapıya doğru yürüdük birlikte. "Rüzgar yarın ben... cenazede olacağım. Ama çok göz önünde olmayacağım. Yani beni göremediğinde, orada olmadığımı düşünme." dedim.
Kapının önündeydi. Ayakkabılarını giydi. Bana döndü.
"Kimseden çekindiğim için değil. Sadece orada tatsız bir sahne yaşanmasına fırsat vermek istemiyorum." dedim.
Gözlerindeki bakış içimi eritiyor, bir kez daha beni ona doğru çekiyordu. Hem sarılmak istiyordum hem de gitmesini. Hem ellerini tutmak istiyordum, eskisi gibi. Hem de bir an önce gitmesini. Çok uzağa. Düşüncelerimden bile uzağa gitmesini.
Bu yüzden ellerini cebine sokup, içini çektiğinde beni çelişkilerimden kurtardığı için apaçık şekilde rahatladım.
O ise buruk bir ifadeyle gülümsedi.
"Gitmeden önce, bir kez daha görebilmeyi isterim seni. Ama yarın, hiç gelmesen bile anlarım." dedi.
Gitmeden önce.
Gidiyordu ve artık gidişi çok daha yakındı.
"Ne zaman gidiyorsun?"
"Cenazeden hemen sonra." dedi. "Bu hafta sona ermeden. Ararım seni."
Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top