21. Yıllar Sonra
Ne Esin'e ne de Rüzgar'a birlikte oldukları için kızabilecek yüzüm yoktu. Esin'e diş bilediğim ilk zamanları düşünmek bile hızla geçen günlerin ve yaşadıklarımın etkisinde utanç olarak bünyeme geri dönüyordu. Rüzgar ne zaman hayatıma girmişti de ben kendim kalabilmiştim? Hep aynı faydasız telaşlar. Kalbimin ne denli parçalanmış olduğunu bir yana bırakarak düzene koymam gereken bir hayatım vardı. Özsaygımı yitirmeden yeniden ben buradayım diyebilmek ne kadar zordu.
Seda'larda kalarak kendimi toplamaya çalıştığım bir günün ardından işe döndüğüm ilk sabah, cam ofisin bulunduğu yöne hiç bakmadan masama oturdum. Bilgisayarımı açtım. Henüz açık ofiste tek tük kişi vardı. İş arkadaşlarımın çoğu mesai saati henüz başlamadığı için çay ocağında sabah sohbeti yapıyordu. Bir kahve içmek için o kalabalığa giremeyecektim. Gelmediğim iki günde telefonda aldığım proje bilgilerini bilgisayarımda görüp açığı kapatmanın derdindeydim.
Bilgisayarımın tam olarak açılmasıyla kurum içi haberleşme uygulamasından gelen bir mesaj ekranıma düştü: "Günaydın."
Mesajı gönderen kullanıcının ismine baktım. Sonra doğrudan o kullanıcının kendisine baktım.
Cam ofisin ardından bana bakan delici bir çift siyah göze çarptım.
İçimde yaralı bir dişi aslan kükredi.
Hakkın yok, diye hatırlattım kendime. Ona kızmaya, tepki göstermeye hiç hakkın yok.
Esin'le flört edebilir, onu sevebilir, aşık olabilir ve daha birçok şey yaşayabilirdi.
Ama içimdeki yaralı aslanı zaptedemiyordum.
Gözlerimi gözlerinden çektim. Sanki günaydın dememiş de hakaret etmiş gibi herhangi bir karşılık vermeden konuşma ekranını kapatıp yerimden kalktım. Telaşsız, kararlı adımlarla ofisten çıktım.
Kalabalıksa da kalabalıktı, ne yapalım! Sabah kahvemi içecektim!
Çay ocağı gerçekten hiç sevmediğim derecede kalabalıktı. Yine de halimi hatrımı soran birkaç kişi sayesinde aklım kolayca dağılmıştı. Her zamankinden daha canayakın bir tutum sergilemeye gayret gösterdim. Bir şeyleri değiştireceksem önce kendimden başlamalıydım. Aklımın gerilerinde ise hala bir önceki gece yaşadığımız o an vardı. Bana anlat demişti, sabaha kadar dinlerim demişti. Kısa bir an için gözlerinde eski Işık'ı gördüğüm bir andı. Bütün yıkıklığımın içerisinde yeniden çarpan bir kalbim olduğunu bana hatırlatmıştı.
Ama bu yalnızca bir yanılsamaydı.
Çalmaya başlayan telefonu gerçeğin bir hatırlatıcısı gibiydi. Rüzgar'ın bana her şeyden çok değer verdiği bir zaman vardı ama geçmişte kalmıştı. O gece, anlatmamı istediği gece apartmandan çıkıp arabama binmiş, soğuk sessizlikte onun da apartmandan çıkışını izlemiştim. Peşimden gelmemişti. Çok fazla anının yaşandığı bir yerde, kısa süreli bir duygu yoğunluğu yaşamıştık sadece. Anlat deyişi de, dinlerim deyişi de geçici bir yoğunluk anının getirisiydi. Ne anlatmamı istiyordu, ne de dinlemeyi. Bunları dile getirdiği için pişman olmuş bile olabilirdi. Çünkü benim ardımdan acelesiz, sakin adımlarla çıkmıştı binadan. Elinde hala telefonu vardı. Birini arıyordu. Biriyle konuşuyordu. Fakat aradığı kişi ben değildim.
Otoparkta duran arabasına binip geceye karışmasından çok sonra bile hala arabamın içinde oturmayı sürdürmüştüm. Neden sonra bana ait olmayan bir dairenin anahtarını elimde tuttuğumu farketmiş, geri dönüp iade etmiştim. Az önce ne yaşandıysa yaşanmış, aynı hızla sona ermişti. Benim kendi gerçeğime dönmem gerekiyordu. Yeni bir ev bulma arayışım an itibariyle olumsuz sonuçlanmıştı. Tekin'in de evi olan o evde kalmamın güvenli olmadığı aşikardı. Bu yüzden arabayı çalıştırmış ve rotayı Seda'lara çevirmiştim.
Son iki gecedir de Seda'larda kalıyordum. Tekin'den ise hiçbir ses yoktu. Bu garip sessizlik beni sakinleştirmiyor aksine ürkütüyor, daha kötü olaylar yaklaşıyormuş gibi hissettiriyordu.
İş arkadaşlarımla sabah sohbetini sonlandırıp ofise dönerken kendime acımakla bu denli meşgul olarak mantığımın sesini baskılıyor olabileceğim aklıma geldi. Tekin Rüzgar'la konuşmuş olabilirdi. Rüzgar bu sabah benimle bu yüzden diyalog kurmaya çalışıyor olabilirdi. Daha fazla geciktirmeden Rüzgar'ın günaydınını whatsapp'tan yanıtladım.
"Günaydın."
Çok kısa sürede çevrimiçi oldu.
"Nasılsın?"
Önemsiz günlük konuşma cümlelerine ayak uydurdum.
"Daha iyiyim. Sen nasılsın?"
Birkaç saniye durakladı. Sonra, "Seni merak ettim." yazdı.
Telefon ekranına bakakaldım. Aklını topla, diye hatırlattım kendime. Tekin'le konuşmuş olabilirdi.
"Tekin'le mi konuştunuz?" yazdım.
Yine birkaç saniyelik duraklama. Sonra;
"Hayır." yazdı. "Senden dinlemek istiyorum."
Ve ben artık ne düşüneceğimi hiç bilmiyordum. Toplanacak bir akıl bile kalmamıştı kafatasımın içinde.
Ofise döndüğümde onu yine cam ofisin ardında ayakta, kulağına dayadığı şirket telefonuyla görüşme yaparken buldum. Sanki ofise girdiğimi ona ileten bir uyarı cihazı varmış gibi, bakışları kolaylıkla benimkileri karşılarken bir kez daha yanan ben oldum. Yeniden telefonuma döndüm ve ona;
"Anlatılacak bir şey yok." yazdım.
Gözleri masanın üstünde duran telefon ekranına çevrildi. Şirket telefonunu kulağına sıkıştırırken cep telefonunu eline aldı. An itibariyle beyni çift çekirdekli çalışıyordu çünkü bir yandan telefon görüşmesini sürdürüyordu. Üstelik yanlış anlamıyorsam türkçe de konuşmuyordu.
"Bunu sistemimizden atmamız gerekiyor Işık. Ne duyacaksam senden duymak istiyorum." yazdı.
Bunca zaman sonra o gün bugün mü, diye geçirdim içimden.
Tekin'in ona ulaşmamış olması ilginçti. Tekin'in hala bana ulaşmaya çalışmamış olması daha da ilginçti. Sırtımdan soğuk bir ürperti geçti. Tekin'i düşünmek beni aşırı derecede rahatsız ediyordu. Çıkarttırdığım uzaklaştırma emrinin eline ulaşması an meselesiydi. İçimden bir ses, işte o zaman bu sessizlik sona erecek diyordu.
Bütün bu kaosun içinde Rüzgar'a anlatacaklarımın kime ne faydası dokunacaktı?
"Kimseden bir şey duymana gerek yok. Ben seni Tekin'e karşı uyarmak istemiştim sadece. O konuda bir gelişme olmadıysa, konuyu kapatabiliriz." diyerek önceki günün sözlerini tekrarladım.
Cevabı çok netti.
"Kapatamayız."
"Ne diyorsun Rüzgar?"
"Bu akşam benimle yemeğe çıkar mısın?"
Kalbimin nasıl teklediğini bütün ofis duyuyor olabilirdi şu an. Herhangi bir ifade olmasın diye çabaladığım yüzümü beni göremeyeceği bir açıya çevirdim. Telefonumu elimden bıraktım. Ona cevap vermek yerine bilgisayar ekranımda açtığım projeye odaklandım. Sonraki birkaç saat boyunca sadece ve sadece işime odaklandım. Birlikte çalıştığım arkadaşlarımla iş üzerine diyalog kurdum, öğleden sonraya mini bir toplantı ayarladım ve onun olduğu yöne kesinlikle bakmadım. Aklımdan çıkarmam mümkün değildi ama kalbimdeki yoğunluk biraz olsun azalmıştı.
Öğlene doğru, midemden gelen gurultular sayesinde acıktığımı anladığımda saati kontrol etmek üzere gayri ihtiyari telefonumu elime aldım.
Ekranda görünen son mesaj: "Bana bir cevap verene kadar sormaya devam edebilirim." 'di.
Rüzgar... Allah aşkına ne yapıyorsun? diye bağırmak istedim.
Elim de dilim gibi tutulmuştu adeta, ona ne cevap vereceğimi bilemedim. Mesajının okunduğunu görmüştü. Bunun üstüne bir de,
"İstersen, masana kadar gelip herkesin içinde de sorabilirim." yazdı.
Dehşet, evet, hissettiğim şeyin adı tam olarak dehşetti şu an.
Bir karar vermişti, tutumunu değiştirmişti. Ve Rüzgar bir karar verdiğinde istediğini gelir alırdı.
Açık ofisin orta yerindeki masama kadar gelip; "Bu akşam benimle yemeğe çıkar mısın?" diye sorması bin farklı açıdan uygunsuzdu. O, şirketin sahiplerinden biriydi. Ben bir çalışanıydım. O eşimin -evet eşimin- en yakın arkadaşıydı ve ben hala evli bir kadındım.
Ne yazdığını bilmiyor değildi tabi ki, ne yazdığının gayet de farkındaydı. Onun bu cesur hali, bendeki varlığını bile unuttuğum bir tavrı tetikledi.
"Herkesin içinde alacağın cevap hayır olsa bile mi?" yazdım.
"Evet." yazdı. "Bugün hayır dersen, yarın bir daha sorarım."
"Herkesin içinde mi?"
"Herkesin içinde."
"Bu çok uygunsuz bir davranış olur."
"Öyleyse ne diyeceğini biliyorsun."
"Bunun bir adı var, umarım sen de onu biliyorsundur."
Cam ofise doğru dönüp yüzünü görmeden bile gülümsediğini biliyordum. Her nasılsa beni de gülümsetmişti.
"İki eski arkadaş olarak arkadaşça bir yemek yiyemez miyiz?" yazdı.
Yiyemezdik. An itibariyle hiç olmadığım kadar emindim bundan.
Yine de ona istediği cevabı verdim.
"Tamam."
"Bu akşam?"
"Ona da tamam."
*******************
Günün geri kalanı geçmek bilmedi. Saatler sakız gibi uzadı. Hava mevsim normallerinin dışında sıcaktı bugün. Güneş alan toplantı odası da yanıyordu. Mini olmasını planladığım toplantı, hazırladığımız teklife gelen bir son dakika revizesi yüzünden çığrından çıktı. Bütün ekip laptoplarımızla birlikte toplantı odasına kapandık. Fikir alışverişlerine rağmen tutmayan ölçümler sinirleri iyice gerdi. Hiç istemediğim halde attığı her adımı diğerlerine soran genç bir arkadaşa patladım. Onun açığını kapatmaya çalışan daha tecrübeli bir arkadaş bana cevap verince, sivrildim. Tüm ekibi haşlamamla sonuçlanan gerginlikten sonra gidip nefes alsınlar diye bir sigara molası verdim. Artık hiçbirinin beni sevmediğinden ve kolay kolay da sevemeyeceğinden emindim.
Moladan sonra suskun bir şekilde toplantı odasına döndüler ve tam anlamıyla çalışmaya kapandık. İki saat sonra gün bitti. Biz de bitmiştik.
Saate bakmak üzere elime aldığım telefonumda bir kez daha Rüzgar'ın mesajı vardı. Her baktığımda ondan mesaj görmek alışmak istemeyeceğim bir değişiklikti.
"Seni bekliyorum. Benim arabamla çıkarız." yazmıştı.
"Bana biraz zaman ver. Lavaboya gideceğim."
"Tamam."
Bu sayede ofistekiler de çıkmış olacaklardı. Lavaboya gidip gelmekle neredeyse yarım saate yakın oyalandım. Ofise döndüğümde ikimizden başka kimse yoktu.
Kabanını giymişti. Beni masamın üstüne oturarak bekliyordu. Görüntüyle birlikte kalbim bir kez daha yerinden çıkarken dengeli adımlar atmaya çabalayarak ona doğru yürüyüşümü sürdürdüm. O ise, masamın üstündeki ıvır zıvırı kurcalıyordu bu esnada.
"Kalemkoliksin. Daha önce farketmemiştim."
"Böyle bir kelime var mı gerçekten?"
"Kalem koleksiyonu yapanlara benim taktığım bir isim."
"Nereden anladın kalemkolik olduğumu?" diye sorarken aslında sadece cümle akışını devam ettiriyor, an itibariyle ona son derece yakın olan konumumda nefes almaya çabalıyordum.
"Üç tane kalemliğin var. Kalemlerini gruplara ayırmışsın. Fosforlular bir yerde. Diğer ikisinde ise tahmin ediyorum; kendi satın aldıkların ve..." Üçüncü kalemliğin içinden rastgele bir tane çıkardı. Uluslararası bir otel zincirinin adı yazılı olan mor renkli bir tükenmez kalemdi. "...hatıra olarak topladıkların var."
"Ve hediye olanlar." diye tamamladım.
"Veya kendi kendine hediye ettiklerin."
Ne demek istediğini anlamaya çalışırken üçüncü kalemliğin içinden yine rastgele görünen -ama bu kez öyle olmadığını anladığım bir tavırla yeni bir kalem çekti. Alacalı renkli eski bir tikky kalemdi bu. Kalemliğimin en orjinal parçalarından biriydi, aynı zamanda, çok da özel bir kalemdi. Onlarca kalemin içinden nasıl olup da onu bulabildiğini anlamamıştım.
Ve nasıl hatırlayabildiğini.
Çünkü sonuçta ona sorarak almamıştım.
Kalemi hala elinde tutarken gülümsedi.
"Sorsaydın vermezdim biliyor musun? Bu benim lisedeyken flört ettiğim bir kızdan yürüttüğüm bir kalemdi. Çok severim, en sevdiğim kalem olabilir hatta. Kaybolduğunu farkettiğim günden beri senin aldığını biliyordum. Hep biliyordum."
Yine gülümsedi.
Bense artık nefes alamıyordum.
"Evime senden başka kimse gelmediği için." dedi.
Kalemi kalemliğe bıraktı.
Yüzüm alev alev yanıyordu. Şimdi susup yüzüme baktığı için yüzümü görüş alanından kaçıracak bir sebep arıyordum. Bununla beraber bir şey söylesem iyi olacaktı. 'Sorsaydım vermez miydin gerçekten?' diyebilirdim mesela ama bu arkadaşça olduğu iddia edilen bir diyaloğu sürdürürken yüzümün tutmayacağı iddialı bir soru olurdu. Yalan söyleyebilirdim mesela, 'Bu o kalem değil, nereden çıkarıyorsun?' diyebilirdim. Ama o kalem olduğunu nasıl anladığını gayet iyi ifade etmişti.
Kalemkoliktim gerçekten. Birlikte olduğumuz zamanlarda çalışma odasındaki masanın üzerinde duran kaliteli kalemleri mütemadiyen aşırdığım bir gerçekti. Diğerleri o kadar önemli değildi demek ki, bunu farketmişti. Benim sandığımdan daha değerli bir kalemdi belki de. Yapılması gerekeni anladım.
Kalemi kalemlikten alıp ona uzattım.
"Al madem bu kadar önemliyse."
"Önemli olsaydı aldığını farkettiğim zaman geri isterdim."
"Sorsaydın vermezdim dedin gibi geldi de az önce. Yanlış duymuş olmalıyım o zaman."
Kafasını hafifçe yana eğerken gözlerinde oyunbaz ışıltılar dans ediyordu.
"Sadece seninle biraz şakalaşmak istedim." dedi.
Bense kalemi ona doğru sallıyordum hala.
"Al şu kalemi de, kapansın konu."
Kalemi, kalemi tutan parmaklarımla birlikte tuttu. Dokunuşunun yarattığı sihir hiç azalmamıştı. İçimde bir deniz yükseldi. Gözlerim birbirine değen ellerimizde takılı kaldı. Kısacık bir andı. Kalemi nazikçe elimden aldı. Kalemliğe geri bıraktı.
"Bence de kapansın artık bu konu. Hazırsan çıkalım mı?"
"Olur, çıkalım."
Ofisin duvar dibindeki askılıkta asılı duran kabanımı giydim. Şalımı elime aldım. Geri dönüp masamdan çantamı aldığımda hazırdım.
Ben önde, o bir adım arkamda olacak şekilde asansöre ilerledik.
"Adel nerede?"
"Bu hafta babamla kalıyor."
"Bunca yılın özlemi var, değil mi? Baban çok seviyordur onu."
"Adel'de ona bayılıyor. Ne isterse yaptırdığı için."
"Babanın sağlık durumu nasıl oldu?"
"İyiye gitmiyor."
Kısa diyaloğumuz bunula son buldu. Suskunluğumuz boş binanın sessizliğini farketmeme sebep olmuştu. Adımlarımız bomboş lobide yankılanıyordu. Kayar kapılar bizim için dışa açıldığında akşam soğuğu yüzüme vurdu. Sola dönüp otoparkın patronlara ve onların misafirlerine ayrılan bölümüne doğru yürümeye başladık. Bu esnada şalımı düzeltmekle meşgul olduğum için otoparkın arkamızda kalan bölümündeki kendi aracımın yanına park etmiş olan aracı farkedemedim.
Önce adımın seslenildiğini duydum. Tanıdık bir ses tarafından.
"Işık!"
Havanın soğuğundan bağımsız şekilde buz kestim. Arkamı döndüğüm an Tekin'in bana doğru kararlı adımlarla yaklaşmakta olduğunu gördüm. Elim ayağım dondu.
Çığlık çığlığa kaçmak isterken kaçabileceğim hiçbir yer yoktu. Koskoca bir otoparkın orta yerindeydim.
Neyse ki yalnız değildim.
Tekin'in yaklaşan adımlarına denk bir hızla gerilerken Rüzgar'a çarptım. Can havliyle sığınarak onu kolundan yakaladım.
"Noluyor?" diye sordu kaşlarını çatarak.
"Güvenliği çağır." dedim. Yüzü iyice karardı.
Gözlerimin içine bir sırrı çözmek ister gibi baktı, sonra bakışları Tekin'e döndü. Ben bu esnada daha fazla yaklaşmasın diye Tekin'e,
"Git buradan Tekin!" diye sesleniyordum.
Tekin beni hiç duymamış gibi yaklaşmayı sürdürürken kızarmış gözleriyle korkutucu görünüyordu. Bir sebepten çığrından çıkmış gibiydi.
"Işık! Beni dinle. Beni dinlemek zorundasın! Bu ne?" diye bağırdı.
Elinde beyaz bir kağıt tutuyordu. Kağıdı bana doğru salladı.
"Hakkımda uzaklaştırma emri mi çıkardın sen? Bunu bana nasıl yaparsın?" diyerek avaz avaz bağırmayı sürdürdü.
Öfkeli görünüyordu. Hem de çok. Bu hali beni gerçekten çok korkutuyordu. Çünkü artık onun sınırlarını tahmin edemiyordum.
"Yaklaşma. Benden uzak dur!"
"Noluyor Tekin? Sakin ol." diyerek araya Rüzgar'ın görece daha sakin olan ses tonu merak ve uyarı içeriyordu.
Fakat Tekin'in gözü onu görmüyordu. Doğrudan hedefine kilitlenmişti. Bana.
Aramızda birkaç metre kala durdu. Ben bu esnada titreyen ellerle çantamın içindeki telefonumu aramaya başladım.
"Uzak dur benden. Polisi arayacağım. Yaklaşma!"
"Cümle aleme rezil olayım diye mi bütün bunlar? Benden böyle mi intikam alıyorsun?"
"Tekin benden uzak dur! Senin bana hesap sormaya hakkın yok!"
"300 metreden daha fazla yaklaşamayacakmışım sana. Şaka gibi amına koyayım buna göre evime giremiyorum Işık ben?"
"Ev mi kaldı? Git gir. Ben artık orada yaşamıyorum."
"Lan ne yaptım ben sana, ne yaptım? Dövdüm mü? Sövdüm mü? Senin canına kast edecek ne yaptım Işık? Konuşarak çözemeyeceğimiz ne yaptım?"
Telefonu aramaktan vazgeçtim. Ellerimi dehşet içinde yüzüme kapattım. Hala konuşarak çözmekten bahsetmesine inanamıyordum. Hala çözmekten bahsetmesine inanamıyordum. Hala ben sana ne yaptım diye sormasına inanamıyordum. Bunları Rüzgar'ın yanında konuştuğumuza inanamıyordum.
Bana doğru bir adım daha attı ve ben "Gelme yanıma! Gelme! Uzak dur benden!" diye çığlıklar attım.
Çığlıklarım Rüzgar için itici güç olmuştu. Bir adım önüme geçerek beni arkasında korumaya aldı ve Tekin'e kısaca "Git Tekin." dedi.
Sanki tam o anda Tekin'in gözlerine inen kızıl perde kalktı. Sanki Rüzgar'ın da orada olduğunu yeni farkediyordu.
"Ne diyorsun oğlum sen? Ne işin var senin burada?"
"Şimdi git. Seninle ben sonra konuşuruz. Işık da isterse seninle sonra konuşur."
"Sen kimi kimden koruyorsun? Çekil! Karım o benim, karım!"
"Senin karın istemiyor seni. Uzatma daha fazla."
Tekin an itibariyle saldıracağı yeri şaşıran yaralı bir hayvan gibiydi.
"Rüzgar kalbini kırarım, çekil aradan. Karışma bizim meselemize."
"Çoktan karıştım."
Tekin'in yüzü çarpıldı.
"Ne demek bu?"
Nefes alamıyordum. Rüzgar'ın itiraf etmesini istemiyordum. Tekin'in şu halinden çok korkuyordum. Rüzgar'ın kolunu arkadan tutarak sıktım. Yapma demek istiyordum, yapma.
"Ne anlıyorsan o." diye cevap verdi Tekin'e. Ateşe ateşle yürüyordu. Tekin deliden farksız, ürkütücü ışıltılar saçan kırmızı gözlerle, son derece sakin bir ses tonuyla sordu.
"Ne anlamam lazım? Anlat da bileyim."
Bir karar anıydı. Rüzgar anlatacaktı. Anlatacaktı ve taş üstünde taş kalmayacaktı. Gelmekte olana kendimi hazırlayarak Rüzgar'ın kolunu bıraktım. Geri çekildim. Gidecek hiçbir yerim yoktu. Kalbim korkunç bir hızla çarpıyor, sinirlerim dayanmıyordu.
Rüzgar omzunun üstünden attığı tek bir bakışla halimi gördü. Tekin'e döndü.
"Işık'ın sana uzaklaştırma kararı çıkarttığını biliyorum. Yeterli. Git Tekin. Şimdi gitmezsen kötü şeyler olacak. Işık'la sakinleştiğiniz zaman konuşursunuz."
Tekin bize baktı.
Zaman durdu.
Zaman aktı.
İşten çıkmış insan kalabalıkları otobüse, metroya, metrobüse binmeye devam etti. Trafikte sıkışmış arabalar korna çalarak ilerlemeye devam etti. Gökyüzünde bir yerlerde şimşek çaktı. Ağaç yaprakları esen rüzgarla sarsıldı. Gök gürledi. Yağmur başlayacaktı.
Zaman aktı.
Tekin'in baştan aşağı süzen bakışları bir benim bir Rüzgar'ın üstünde dolaştı.
"Allah kahretsin sizi." dedi.
Sinirleri bitik, keder ve yıpranmışlık dolu bir nefes verirken çenesi titredi. Ellerini alnından geçirdi, parmaklarını birbirine kenetledi. Bize arkasını döndü. Ben çakılı kaldığım yerimden hala kıpırdayamıyordum. Gitmeye niyetlenmiş gibiydi, ansızın geriye döndü. Bana doğru yaklaştı. Yaklaştı. Ne ben dur dedim bu kez, ne de Rüzgar müdahale etti. Zaten o da durdu bir noktada. Bana dokunmadı. Gözleri gözlerime kenetlendi. Sakin, çok sakin, can yakacak kadar sakin bir sesle,
"Seni sevmekten başka ne yaptım Işık? Seni geri istemekten başka ne yaptım ben?" dedi. Gözlerimin içine hayal kırıklığıyla dolu baktı. Kafasını iki yana salladı. "Kendine bak. Sen ne yaptın? Bunu düşün."
Yıpranmışlığımın son raddesindeydim. Şu anda üçümüzün bulunduğu bu yerde hayat durmuştu adeta. Yaptığım yaşattığım her şeyin utancı içerisindeydim. Bununla beraber Tekin'in bana haklıyı haksızı gösterecek bir konumda olmadığının yine de farkındaydım.
"Vedalaştık biz. Hatırlıyor musun? O veda sevgi içermiyordu. Ben orada kaldım. Sen de bende hep orada kalacaksın. Şimdi git lütfen. Bittiğini biliyorsun."
Sarsılmış bakışlarında gerçeği görebiliyordum. Ne hissederse hissetsin bana hak veriyordu yine de hissettikleriyle baş edemiyordu. Yenildim ama pes etmedim dercesine kafasını salladı. Bir kez daha tehditkar haline geri dönmüştü. Fakat bu kez ardına gizlediği derin kederi görebiliyordum.
"Yine görüşeceğiz." dedi bana doğru. Arkasını döndü. Salladığı parmağı ise Rüzgar'ın yönünü gösteriyordu. Ses tonu küfürden farksızdı.
"Burada bitmedi. Kardeşim."
**************
Tekin'in arabasına binip gitmesinin ardından Rüzgar, elini sırtıma yaslayıp beni yönlendirdi. Ürpererek elinin temasından sıyrıldım. Sessiz adımlarla arabasına doğru ilerledik. Benim için kapıyı açtı. Bindim. Yandan dolaşıp kendi tarafına oturdu. Kontağı çalıştırırken yüzünde düşünceli bir ifade vardı. Ben de düşünceliydim. Hareket etmesinden birkaç saniye sonra, daha şirketin bahçesinden çıkmadan,
"Ben kendi arabama binsem iyi olacak. Dursana." dedim.
Kafasını iki yana salladı.
"Bu halde araba kullanmana müsade edemem."
"Bir şeyim yok. Biraz sarsıldım sadece. Ben eve gitmek istiyorum Rüzgar. Yani Seda'nın evine."
"Orada mı kalıyorsun?"
"Son birkaç gündür."
Sustu bir süre. Arabayı kullanmayı sürdürdü. Kafasının içinde birbiriyle çarpışan düşünceler varsa şayet bunları bir hizaya sokmaya çalışıyor olmalıydı. Yağmur başlamıştı. Trafik berbattı.
"Benim sana söylemek istediğim şeyler var. İzin verirsen önce ben anlatayım. Sonra sen ne istersen onu yaparız. Seni zorlamak istemiyorum." dedi.
Sadece, "Olur." diyebildim.
"Sizin eve geldiğim o ilk günden beri bir şeylerin yolunda gitmediğinin farkındaydım. Tekin'in çocuğunuz olmayışının sebebini sana yüklerkenki siteminde, senin ona dur diyen bakışlarında, senin ona hep dur diyen geçit vermeyen bakışlarında, birbirinize olan tavırlarınızda belliydi anlaşmazlıklarınız. Esin akşamları size uğradığında Tekin'i görmediğini söylüyordu, Seda'ların evindeki barbekü partisine onun gelmeyişini işe gitti diye açıklamıştın, oysa o maça gitmişti. O gece sarhoş oldun, oysa benim tanıdığım sen kontrolünü böylesine yitirmekten nefret ederdin. Tekin'e bir kez aranızın nasıl olduğunu sordum, iyiyiz derken yalan söylediği her halinden belliydi. Kopuktunuz, bu çok belliydi. Ama ben sana sormak, senden duymak istemedim. Zor dönemler geçirdiğinin farkındaydım. Sinan, işten ayrıldığın dönemden bahsederken kurmuştu bu cümleyi. Yine orada ona da dur bakışları attın. Bir bebek ve muhtemelen buna bağlı bir işten ayrılma sürecin vardı. Bu konular açıldıkça canını yakan bir şeyler vardı. Bir yerde devrilmiştin, ayağa kalkmaya çalışıyordun bunu bile görüyordum. Ama sana yardım eli uzatan ben olamazdım. Senden hiç nefret etmedim Işık ama sana çok kızgındım. Yaşadığın her neyse ikimizin de hakettiklerimizi yaşadığımızı düşündüğüm için öğrenmek istemedim. Öğrenirsem sana kızgın kalamayacağımı biliyordum, sen anlatmak istemedin, ben de sana bu yüzden sormadım."
Silecekleri son hızla çalışan bir arabanın içinde gecenin karanlığına doğru yol alıyorduk. Benim evimin yolunda ilerlemediğimizin farkındaydım ama sözünü kesip de ona nereye gittiğimizi sormak istemiyordum. Şu an sadece konuşmasını istiyordum. Geldiği günden beri, beni düğüm düğüm eden ne varsa çözmesini, kurtarmasını, beni bu çaresiz hislerimden azad etmesini. Özgür kılmasını. Kurtarmasını.
"Geçmişte bana olan sevgine çok güvenmiştim. Sen bana hiç güvenmedin. Yarı yolda bıraktın beni, artık tek başınasın ne yaparsan yap dedin. Beni hayal kırıklığına uğrattın sen Işık. Ve ben bu hayal kırıklığının üzerine hayatta kaldım, yeni bir hayata başladım. Bu yüzden, Tekin'le mutlu olmanı gerçekten istedim. Çünkü eğer olmadıysan, bana yaşattığın her şeyi boşuna yaşamış olacaktım. Mutsuz olduğunu öğrenmeyi işte bu yüzden istemedim. Geldiğim günden beri, gözlerin çığlık atıyor, gerçeği gözlerinde görebiliyorum. Ama mutsuz olduğunu öğrenmek istemiyorum. İşte bu yüzdendi, anlıyor musun beni?"
Anlıyordum. Gözlerim yanıyordu. Gözlerine bakacak cesaretim yoktu. Önüme bakarak kafamı salladım. Haklıydı. Haklıydı. O hep haklıydı.
Sağa sinyal verip, düz yoldan ayrıldığında, Beşiktaş'taki bir rezidansın girişine gelmiştik. Güvenlik görevlisi arabayı görünce tanıyarak girişteki bariyeri kaldırdı. Kapalı otoparka doğru yöneldi. Belli ki geçici süreli konaklama adresi burasıydı. Beni Seda'ya bırakmayışına da, bir restorana götürmeyişine de itiraz etmedim. Bunca zaman sonra, sadece aylardan değil yıllardan sonra benimle konuşuyordu. Bölmek istemedim.
"İki gece önce, Tekin'e geçmişte biriyle ilişki yaşadığını itiraf ettiğini söylediğinde, sen söylemesen bile ilişkinizin bittiğini anladım. Tekin bana gelirse diye beni uyarmak istiyordun ama ona açıkça sorduğumda bile anlatmak istemediği için ben, bana gelmeyeceğini zaten biliyordum. Bitirmek isteyen sensin. O ise seni kaybetmek istemiyor, bittiğini kabullenmek istemiyor, benim anladığım bu. Bugüne dek anlamadığım ise, buna neyin sebep olduğu."
Kapalı otoparkın loş aydınlatmalı koridorlarında ilerlemiş, sonunda park etmişti. İnmek için hamle yapmadı çünkü sözü daha bitmemişti.
"Kibirli davrandım, sebebini kendime yordum. İki gece önceki göz yaşlarını görene dek." dedi.
O ana dek karanlığa sığındığımı sanmıştım. Göz göze geldik. İnce uzun parmakları, ince ince yaşlar akan göz pınarlarıma dokundu.
"Her şey değişti, ben hala ağlamana dayanamıyormuşum onu anladım." dedi. "Onun seni yaraladığını da anlıyorum Işık. Sana karşı haksız ithamlarda bulundum. Bunu değiştirmek istiyorum. Beş yıl boyunca neler yaşadın, bana her şeyi anlatmanı istiyorum. Çünkü sana ancak böyle yardım edebilirim."
Bu sözler üzerine cep telefonunu çıkardı. Kapatma tuşuna bastı. Ekran tamamen karardı.
"Bu gece sadece sen ve ben." dedi. "Kabul edersen."
Yarının neler getireceğini düşünemediğim bir noktadaydım. Yine de o gece o arabadan onunla birlikte indim.
Ben ve karakterlerim uzun bir aradan sonra geri döndük. Şimdiden bölüm kısa olmuş dediğinizi duyar gibiyim. Haklısınız tabi de, geceleri sık uyanan, gündüzleri de full ilgi isteyen minik bir bebeğim var, inanın çok zor oldu bu bölümü yazmak. Yine de iyi ki bıkmadan pes etmeden sormuşsunuz, ben de iyi ki yazdım. Bu sayede yeniden buluşabildik. Yorumlarınızı heyecanla bekliyorum.
Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top