16. Toz Pembe
Bir göz açımlık sürede yitip giden bir andı. Bileğimdeki keskin acı yüzüme vururken ellerinden sıyrılıp yere eğildim. Bileğimi tuttum.
"İyi misin?" diyerek benimle birlikte eğildi fakat bir daha bana katiyen dokunmadı.
Sorusuna cevap veremeyecek kadar canım yanıyordu. Bileğimi ovarken yüzüm hala acıdan buruşmuş haldeydi. Az ileride, masasında oturan ve yaşananı farkında olmayan Melis'e seslendi;
"Bakar mısınız?"
Melis başını uzattı.
"Efendi- Aaa?" Yerinden fırlayıp, şimdi topallayarak lobi koltuğuna oturmaya çalışan bana doğru gelmeye başladı. "Ne oldu?"
"Küçük bir kaza." diye mırıldandım, ayakkabıyı ayağımdan çıkarırken. "Bileğim döndü bir an."
"İçim kalkar benim böyle şeylerden." dedi Melis fazla yaklaşamayarak. "Hafifçe oynatsan mı? Oynatabiliyor musun diye bir bakalım."
Oynatabiliyordum ama canım da yanıyordu.
"Buz iyi gelir." dedi Rüzgar. Melis'e dönüp, "Mutfakta buz var mı?" diye sordu hala iki metre uzağımda dururken.
"Herhalde vardır. Bir bakayım." diyen Melis, seri adımlarla arka taraftaki mutfak yönünde gözden kayboldu.
Elim hala bileğimdeyken göz ucuyla karşımda dikilen Rüzgar'a baktım. İki eli belinde beni inceleyen yüzünde o asık ifade sabitlenmiş kalmıştı. Ona baktığımı gördü,
"Afedersin." dedi. "Acelem vardı, dikkat etmedim."
Hiç bekletmeden: "O kadarı anlaşılıyor." dedim.
Bir rüzgar esti. Anı defterinin eskimiş, tozlu sayfaları geriye doğru savruldu. Gözlerimiz birbirinde kaldı. Ne dediğini, benim de ne dediğimi hatırladığı an yüzündeki asık ifade belli belirsiz bir gülümsemeye dönüştü.
"Az önce deja vu mu dedin sen?" diye sordu. Dudaklarımı muzip bir tavırla büktüm. Elimle zemini işaret ettim.
"Telefonun. Muhtemelen bir kez daha kırıldı."
Yerdeki telefonunu alıp önüne arkasına baktı. Kafasını sallayarak onayladı. Pek üstünde durmamıştı.
"Seni hastaneye götürmemi ister misin?" diye sordu. Nezaketen sorduğu, bir an önce gitmeye can attığı her halinden anlaşılıyordu oysa.
"Bence de buz iyi gelir." diye cevap verdim samimiyetini anlamaya çalışarak. Yanılmamıştım.
"Peki o zaman." der demez arkasını döndü, tereddüt bile etmemişti giderken. Bu adam başka biriydi. Eski Rüzgar'ı anımsatıyordu fakat bambaşka biriydi.
"Bu kadar mı?" diye seslendim kendimi tutamayıp. Birkaç adım atmıştı ki durdu.
"Ne bu kadar mı?" diye sordu.
"Konuşalım diyordun. Çok da kararlıydın."
"Sen de konuşacak bir şeyimizin kalmadığını söyledin. Düşündüm, uzatmanın anlamsız olduğuna karar verdim."
"Artık bu kadar çabuk mu değişiyor kararların?"
"Yapacak daha önemli işlerim var." diye kestirip attı.
Melis içi buz dolu bir poşetle geri gelmişti. Soğuk baskı zonklamaya dönüşen ağrıya iyi geliyordu. Ben buz tutmaya devam ederken, çalan telefonu yanıtlamak üzere bankoya koştu.
Rüzgar da daha iyi olduğuma kanaat getirmişti belli ki. Bir kez daha arkasını döndüğü anda,
"Hastaneye gitsem iyi olabilir aslında." diye seslendim. Neredeyse göz devirdiğini görmedim ama hissettim.
"Arabayı kapıya yanaştırayım madem. Kapıya kadar yürüyebilir misin?"
******************
Melis'e hastaneye gideceğimi, Buket'iyse daha sonra arayacağımı söyleyerek kapıya çıktım. Gümüş rengi spor Ferrari kapının önüne yanaştı. Rüzgar arabadan inip oturacağım tarafın kapısını açtı. Rahatça oturabilmem için koltuğu geriye çekti. Sonra çekildi. Ben yine bir başıma, topallaya topallaya kendimi koltuğa zor bela bıraktım.
Geçmişte bir Porsche'nin sağ koltuğunda oturmuş hatta bir defaya mahsus sürmüştüm de, bu yüzden nasıl hissettirdiğini biliyordum. Şu an içinde bulunduğum araba ise başka bir şeydi. Lüks olma derecesi kıyaslanırsa ikisi de lükstü fakat bir Ferrari'nin iç dizaynı, konforu, ruhu apayrıydı. Dahası, henüz trafikte birkaç dakikadır yol alıyor olmamıza rağmen tüm gözleri üzerimizde hissedebiliyordum.
"Büyük arabaları daha çok seviyorum ben. Işıklarda durmak zorunda olduğunda kimseyle göz göze gelmiyorsun." diye mırıldandım.
"Rahatsız mı oldun?" dedi dalga geçercesine.
"Yok, gözlem yaptım sadece."
"Gözlemin de Ferrari'ye bok atmak üzerine."
"Tamam çok güzel ama kullanışlı değil ki. Çocukla binilecek araba değil bir kere bu."
"Adel'i bu arabaya bindirmiyorum."
Lafları ağzıma bir bir tıkadığı için nihayet sustum. Bunun üzerine,
"Benim değil zaten, Tufan'ın arabası bu." diye açıkladı.
"Biliyorum Kulüp'ün otoparkında görmüştüm."
"Görüşüyorsunuz demek."
"Pek sayılmaz. Tekin'le daha çok görüşüyorlar." diye açıkladım.
"Normal olarak."
Benim yanımda olmaya o kadar isteksizdi ve bunu o kadar bariz yansıtıyordu ki, yakın bir mesafe olan hastaneye varıncaya kadar içimi daraltmayı başarmıştı. Hastane önünde arabadan inerken,
"Buraya kadar getirdiğin için teşekkür ederim. Bundan sonrasını ben hallederim. Arabam şirketin otoparkında kaldı. Buradaki işim bitince taksiyle döneceğim." diye açıkladım.
Kafasını hafifçe yana eğmiş, kendisince hiçbir anlamı olmayan o bakışla açıklamamı dinlerken bana neler yaptığının ne farkındaydı ne de umursuyordu.
"Bir baktıralım yine de." dedi.
"Önemli bir şey olduğunu sanmıyorum."
"Önemli bir şey olduğunu ben de sanmıyorum." demesine rağmen bütün endamıyla arabadan indi ve arabayı valeye teslim etti.
İyiden iyiye sinir olmaya başlamıştım artık. Kendime sabır dileyerek acil servis bankosuna doğru ilerledim, durumumu anlattım. Müsait olan yataklı bir bölmeye yönlendirip, beklememi istediler.
Rüzgar o alana benimle birlikte girmedi, dışarıda kalıp telefon görüşmeleri yaptı. Çok uzaklaşmadığı için sesini duyabiliyordum. Görünen o ki telefonu kırık ön camına rağmen çalışıyordu. Ve ayrıca görünen o ki, kızı İstanbul'daydı, şu anda amcasının yanında bulunuyordu.
"Naber Tufan? Seninle konuşurken telefon elimden düştü, kapandı. Lafın yarıda kalmıştı." Dinledi, dinledi. "Tamam, sorun değil artık, yarın devam ederiz." dedi. "Benim buradaki işim uzadı biraz. Adel sıkıldıysa Sibel'e bırak, ben gelene kadar oyalasın. Çok geç kalmam. Önemli bir şey olursa ara. Ekran kırıldı. Mesajları okuyamıyorum."
Acaba Sibel kimdi? Bana neydi? Kimse kimdi. Perdeyle ayrılan bölmeden içeri yanıma geldiğinde acil doktoru ile olan muayenemi tamamlamıştım. Tekerlekli sandalye ile üst kattaki ortopedi doktoruna muayene olmaya gidiyordum.
"Benim işim daha sürecek. Sen git." diye ısrar ettim.
Sıkıntıyla içini çekti ve yanımda yürümeyi sürdürdü. Şimdiden, hastaneye gidelim dediğim için kat be kat pişman olmuştum çünkü işin aslı ben hastanelerden hiç hoşlanmazdım. Kendim veya sevdiğim biri mecbur durumda kalmadıkça gitmezdim. Ayağım sadece burkulmuştu, ağrısı git gide azalıyordu. Eve dönüp birkaç saat uzansam tamamen geçeceğinden emindim. Sırf Rüzgar'a inat olsun diye hastaneye gidelim demiştim. Bunun ikimize de işkenceye dönüşeceğini düşünememiştim.
Film çekildi. Ayağım gerçekten de sadece burkulmuştu. Doktor rahatlatıcı bir krem yazıp, dinlenmemi tavsiye etti. Toplamda iki saati hastanede heba etmemizin sonucu buydu işte.
Sessiz bir şekilde yan yana yürüyerek hastaneden çıktık. Dışarıda sağanak yağmur başlamıştı. Ona bir kez daha teşekkür ettim. Elli metre ileride gözüme kestirdiğim taksi durağına gitmek üzere birkaç adım attım.
"Işık napıyorsun Allah aşkına?" dedi peşimden seslenerek. "Gel şuraya. Sırılsıklam olacaksın."
"Ya sanki çok umrunda." diye söylendim artık içimde tutamayarak.
"Bütün bunları umrumda olup olmadığını görmek için yaptığının farkındayım." Kafasını iki yana salladı. "Ve bunun için üzgünüm."
Gözlerimi iri iri açtım.
"Ne için üzgünsün? Ne saçmalıyorsun sen? Ayağım burkuldu benim!"
"Hastaneye gidelim demeden önce konuşmaktan bahsediyordun."
"Sordum bunu, evet. Medeniyet namına sordum. Çünkü sen geri dönüyorum demiştin, konuşalım demiştin."
Benimle beraber yükselecek sandım. Hiç öyle olmadı.
"Konuşalım en iyisi." dedi tepkisiz ve sakin.
Öfkemi atamayıp burnumdan soludum. Bir kez daha taksi durağının yönünde kararlı bir adım attım. Daha o ilk adımımda kolumdan yakaladı. İkinci adımı atamadım.
"Konuşalım Işık." dedi. "Konuşalım ki daha fazla büyümesin."
Çoktan aşmışsındır sandım. Bu kadar tepki vereceğini kestiremedim.
"Büyüyecek bir şey yok merak etme."
"Gel hadi." dedi hala sakin.
Fazla vaktinin olmaması bir avantajdı. Bulunduğumuz yer, modern bir muhitte, işlek bir cadde üzerinde yer alıyordu. Etrafta düzgün görünümlü birden çok kafe vardı. Yağmur bardaktan boşanırcasına yağarken hızlıca yolun karşısına geçtik. Kapalı mekanıyla nezih görünen bir kafeye oturduk.
Ne konuşacağımızı bilmiyordum. Kendi adıma, Tekin'le boşanmanın eşiğinde olduğum bir süreçteyken, Rüzgar'ı sık görmemi gerektirecek bir ortam oluşacağını düşünmüyordum. Tesadüf olursa yine belki. Ona boşanacağımızı söylemeyecektim. Bu henüz Tekin'le benim aramdaydı. Dolayısıyla, benim ona anlatacak hiçbir şeyim yoktu. Fakat onun benimle ne konuşmak istediğini delicesine merak ediyordum ve bu, kendimden bile saklayamadığım bir gerçekti. Bir defaya ve son defaya mahsus olmak üzere.
Birer türk kahvesi söyledik. Gözlerindeki yorgun ifade, daha önce dikkatimi hiç çekmediği kadar çok çekiyordu şimdi. Çantamdan çıkardığım çakmakla sigaramı yaktım. Paketi ona da uzattım, reddetti.
"Evde çocuk var." dedi. Gülümsemek istedim, gülümseyemedim.
"Planlı mıydı Adel?"
"Hayır canım. Ne planı?" dedi. Benim yerime o gülümseyebilmişti. "Ne olduysa oldu, iyi oldu ama."
Güldüğünde gözlerinin kenarlarında beliren gülme kırışıklıklarına takıldı bakışlarım. Eskiden yoktu bunlar fakat nasıl da yakışmıştı şimdi ona.
"Olmuştur mutlaka." dedim, gözlerimi kızını anmakla bile ışıldayan gözlerinden ayırmayarak. "Lara da geldi mi İstanbul'a?"
Öylesine bir soru sormuştum alt tarafı, neden içimde bir şeyler kopup gidiyordu?
"Hayır Lara, yarıda bıraktığı eğitimini tamamlamak üzere bir sene önce üniversiteye döndü. Orada da aynı şehirde değildik."
Şaşırmıştım buna.
"Adel özlüyordur seni annesiyle yaşarken."
Onaylamak yerine önündeki fincana çevirdi bakışlarını. Kahvesinden bir yudum içti.
"O yüzden mi getirdin onu buraya?" diye sordum.
"Dedesiyle vakit geçirmesi için. Babam çok görmedi Adel'i. Ne olur ne olmaz..."
"Tedavisi olumlu sonuç verir umarım."
Yıllarca babasıyla olan inişli çıkışlı ilişkisini bildiğimden ötürü konuya olan hassasiyetini anlayabiliyordum. Bunca sene benim hayatımdan kaybolmasını da anlıyordum da, yine de aynı yok oluşu babasına bile yaşatmasına fazla anlam veremiyordum.
"Pişman mısın gittiğin için?"
Gözlerinden puslu bir bakış geçti. Gözleri gözlerimde bir saniye kadar takılı kaldı, sonra bakışları da bakışlarımdan o puslu ifade gibi geçip gitti.
"Değilim." dedi kafasını hafifçe sallayarak.
"Baban hastalanmasaydı hiç dönmeyecektin, değil mi?"
"Şimdi de tam olarak dönmüş sayılmam. Şirket yönetimini Tufan devralıyor. Tufan çok iyi bir yönetici ama inşaattan anlamadığı için kafasına takılan her konuda, günde yirmi defa beni arıyor. Hazır buradayken ona yardımcı olmak istiyorum. Babamın hayali hala kesin dönüş yapıp yönetimi Tufan'la paylaşmam ama bu gerçekleşmeyecek. Adel'i bırakamam ve Adel'in orada okula gitmesi gerek."
"Henüz çok küçük, değil mi?"
"Orada zorunlu okula başlama yaşı üç. Kreşe gidiyorlar ama daha öğretici bir eğitim sistemi var."
"Üç buçuk yaşında demiştin."
"Evet, sene başında başlamıştı. Dedesinin durumunu ve benim işlerimi sebep göstererek yılbaşına kadar özel izin aldık. Burada geçici süreliğine bir kreşe yollayacağım, az da olsa türkçe öğrenmesini istiyorum. İyi bir yer bulmam lazım."
Yılbaşı kelimesinde takılı kalmıştım. Bakışlarımı cama vuran sağanak yağmur damlalarına çevirdim.
"Üç ay..." diye mırıldandım, durumun ironisine gülümseyerek. "Sadece üç ay için buradasın."
Tekrar ona döndüm.
"Aşağı yukarı." dedi neden gülmeye başladığımı anlamayarak.
"Üç ay fazla uzun bir zaman sayılmaz, birbirimizi görmeden geçirme şansımız var. Çok çaba harcamadan üstelik."
Oysa ki ikimiz de üç ayın nelere kadir olabildiğini çok iyi biliyorduk.
"Ama görüyoruz işte. Bugün olduğu üzere." dedi keskin bir tınıda.
"Ne söyleyebilirsin bana? Veya benden ne duymak istiyorsun?" dedim sadede gelerek.
"Evine geldiğim akşam kızdın bana. Bunca seneden sonra senden beklemediğim bir tepkiydi bu. Neden kızdığını bileyim ki bende sana nerede durduğumu net olarak ifade edebileyim. Sana haksızlık etmişim ya da..." Hafif bir es verdi. "ihanet etmişim gibi davranmanı gerektirecek bir durum olmadığını anlarsın böylece."
Sesindeki kinayeli doku, yoksaydığım o öfkeyi yeniden alev alan bir meşale gibi tutuşturmuştu. Ben miydim zaaflarına yenik düşen? Herkes güçlü ve sapasağlam ayaktaydı da bir tek ben miydim yenilen? Yanılıyordu. Yanıldığını öğrenecekti.
"Estağfurullah ne ihaneti?" dedim güler geçercesine. "Haksızlık desen, hayatını yaşamanda bir haksızlık yok. Yanlış düşünebiliyorum ben. Kafam karışıyor bazen. Ama senin de beni yanlış anladığın bir yer var: Aşamamışsın gibi bir ithamda bulundun ya. Beş sene boyunca ortadan kaybolduktan sonra aniden çıkagelip bir kızının olduğunu söylemeni... bir de özellikle senden duyayım diye evime gelerek söylemeni, iyi niyet olarak değerlendiremedim ilk başta. Böyle algılamam normal bir şey ama. Çünkü sen bizden arkadaş olmazdı dediğin için Elif'lerdeki buluşmaya gelmedim ben. Zorlama bir nezaket oluşmasın, kimse gereksiz kasmasın diye. Aşmak böyle bir şeydir. İnsanların evine gelip, yılların hesabını sorarcasına bir şeyleri yüzüne vurmak değil. Aşamadın dersen aşamayan ben olmuyorum anlayacağın üzere. Geçmişin hesabında filan hiç değilim."
Benim bir nefes aralığı verdiğim sürede "Anladım." diyebildi sadece, bense sıralamayı sürdürdüm.
"Yoksa sevindim senin adına. Neden sevinmeyeyim? Dünyalar güzeli bir kız. Seni dünyadaki her şeyden ve herkesten daha çok sevecek. Bunu hakediyorsun."
Gözlerinden belli belirsiz geçen burukluğu çok çabuk gizledi.
"Kızdığın şey, bir kızım olduğunu evine gelip yüzüne söylemem, öyle mi?" diye tekrarladı.
"Yani..." diye bir kaldım kendi cümlemi onun ağzından duyunca. "İntikam havası sezdim ben o tavrında."
"Tabloyu da o yüzden geri yolladın." dedi rahat bir tavırla arkasına yaslanırken.
"Evet."
"Çünkü bana ait bir hayalin resmiydi, sana ait değildi."
"Aynen öyleydi."
"Çünkü beni hiç sevmedin." dedi.
Hala inanılmaz derecede ifadesizdi ses tonu. Nasıl bu kadar ifadesiz olabiliyordu bilmiyordum, ben kurduğu cümleyi duymakla bile göğsümün orta yerine yumruk yemiş gibi olmuştum.
"Ben yolundan çekildim. Tekin'le evlendin. Dört küsür sene mutlu bir hayat sürdün. Sonra geldim huzurunu bozdum, değil mi?"
Acı acı gülmek istiyordum. Bugünlerde sevdiğim herkes benim tarafımdan sevilmediğini iddia ediyordu. Ve bir de şimdi Rüzgar karşıma geçmiş Tekin'le mutlu bir evliliğim olduğunu söylüyordu. Yüzüne haykırmak istediğim bir çift gerçeğim vardı. Fakat o hiç bilmiyordu ve bilmeyecekti. Karşımda oturmuş benimle ve var olmadığına onu ikna etmeye çaba harcadığım duygularımla kedinin fareyle oynadığı şekilde oynamasına izin vermeyecektim. Bana acıması ise bu masada gerçekleşmesini isteyebileceğim son şey bile değildi.
"Nereden vardın bu kanıya?" diyerek yuvarlak bir soru sordum.
"Çünkü düne kadar duvarında duran o tabloyu beş senenin ardından geri yollamanın iki sebebi olabilir: Birincisi, çoktan unuttuğun bir hatayımdır senin için. Hatırlatılmasını istemiyorsundur. İkincisi, hiç unutamamışsındır ve bu artık dayanamayacağın derecede acı veriyordur."
An itibariyle sesim içime kaçmıştı, istesem bile ağzımı açamıyordum.
"Ama ben ilki olduğunu anlıyorum, az önce söylediklerine dayanarak." diye devam etti. "Önce ikincisi sanmıştım, Adel'in anneme benzediğini söylediğimde. Sonra tabloyu geri gönderdiğinde. Kusura bakma, benim hatam. Sadece senin değil benim de kafam karışabiliyor bazen. İyi ki konuşmuşuz bak."
Ses tonu hala ve inanılmaz derecede ifadesizdi, imalı mı konuşuyordu, yoksa bunlar gerçek düşünceleri miydi, ayırd edilmesi imkansız bir hava yaratıyordu. Fakat bariz olan şuydu ki, konuşmanın başında, bende sana nerede durduğumu net olarak ifade edebileyim demekle ne demek istediğini anlamıştım artık. O nerede durduğundan çok emindi ve benimle ilgili hiçbir konuda sandığının aksini duymak istemiyordu.
"Ve bu iyi bir şey çünkü beş yıl önce yaşanmış bitmiş bir olaya takılıp kalmak sağlıksız ve saplantılı bir durum olurdu." diyerek tatlı bir edayla gülümsediğinde bundan kesinlikle emin oldum.
Beş yıl... bir tokat gibi çarpıyordu yüzüme. Yaşanmış ve yaşanmaması dilenmiş tüm gerçeklerimle birlikte. Beş yıl önce yaşanmış bitmiş bir olaya saplanıp kalmak benim kusurumdu. O bütün yaşanmışlıkları gülümseyen bir yüzle dile getirebilecek kadar önemsiz buluyordu. Artık. Öfkesi ve kırgınlığı çok geride kalmıştı. Sevgisi, aşkı ve merhameti de... bana dair hiçbir şey kalmamıştı içinde. Bu yüzden, evime gelip de "Her yer çocuk dolmuş. Siz niye yapmadınız bir tane?" diye sorabiliyordu, bu yüzden karşımda böylesine rahat oturabiliyordu. Söküp atmıştı hepsini, kolaydı ya da zor olmuştu, bunu bilmiyordum, bir öneminin kalmadığını, onun için kalmadığını çok net olarak anlıyordum.
"İkimizin de bu yükten sıyrılmasına seviniyorum Işık. Bence bu yüzden artık arkadaş olmamızda hiçbir sakınca yok." diyerek sözlerini tamamladı.
"Doğru." diyebildim sadece. Öyle derinden ve öyle yoğun bir mutsuzluktu ki hissettiğim, sağanak yağmurun altına çıkıp deli deli bağırarak koşmak istiyordum, haykırmak, gülmek ve ağlamak istiyordum ama dışarıdan son derece kusursuz görünen hayatım buna el vermiyordu. Evli ve mutlu görünüyordum. Neden bir çocuk da ben yapmıyordum, değil mi? Herkesler yapıyordu nasılsa. Yüreğimi yakan gerçekleri, hayatım dediğim yalan gibi umursamaz bir gülümsemeyle maskeledim. Söylenecek fazla bir şey bırakmamıştı bana. "Evet, iyi ki konuşmuşuz."
"Kalkalım mı? Adel'i Tufan'ın asistanına emanet etmiştim."
"Olur."
***********************
Birkaç gündür dernekte takip ettiğim projeyle meşguldüm. Akşamları eve çok yorgun geliyor, salon koltuğuna külçe gibi yığılıp kalıyordum. Şayet yatağa gitmeyi başaramazsam, koltukta sabahladığım oluyordu. Tekin'i gördüğüm yoktu çünkü tam olarak söylediği gibi yapıyordu. Eve geliyor, üst değiştirme ve duş rutinlerini gerçekleştiriyor ardından çalışma odasına kapanıyordu. Bir kez sorduğumda yeni bir diyete başladığını ve artık akşam yemeği yemeyeceğini söylemişti. Ben de bir daha sormadım. Aynı evin içinde ayrı hayatlar sürmeye başlamamız bu denli kolay olmuştu işte. Geçici yeni düzenimize sanki normali buymuş gibi kolaylıkla adapte olmuştuk.
Bir akşam Esin geç saatte kapıdan uğradığında koltukta uyuyakalmıştım çoktan.
"İyi misin sen?"
"Evet. Handan Hanım'larla sürdürdüğümüz yardım projesi var ya, bitiriyor beni."
"Tekin nerede? Bahçeyle ilgileneceğim diyordu, hiç görünmüyor."
"Yukarıda o da, çalışıyor. İşleri yoğun."
"Tamam hayatım. Selam söylersin."
Bir iki akşam daha aynı saatlerde uğradığında, her defasında beni koltukta yalnız başına sızmış buldu. Komşuculuk oynamayı severdi, bu yönüyle canayakın bir insandı Esin. Başıma bir şey gelecek olsa daha söylemeden hisseden, yardıma ihtiyacın var mı diye herkesten önce koşan türden. Daha önceleri bu saatlerde kapıyı her tıklattığında Tekin'le beni koltukta yan yana bir şeyler izler halde bulurdu. Bir hafta önce güzellik salonundan çıktığımızdaki moralsizliğimle birleştirince, bakışları yolunda gitmeyen bir şeyler olduğunu anladığını ele veriyordu.
Her şeyin yolunda olup olmadığını sorduysa da söylemedim. O da üstelemedi.
"Cumartesi günü Seda'ların barbekü partisine geliyorsun, değil mi?"
Davet Sinan'a aitti aslında. Birlikte iş yaptığı bazı insanları çağıracağını söylemişti. Hep iş konuşulan kasıntı bir ortam olmasın, samimiyet, sohbet olsun diye eş, dost, aileden oluşan bir davetli grubu çağırılmıştı. Sinan, Tekin'i çok severdi ve muhtemelen ikimizi de orada görmeyi bekliyordu. Bense Tekin'e haber bile vermemiştim. Kendim de gitme konusunda kararsızdım.
"Bilemiyorum."
"Gel nolur. Ben en çok seninle samimiyim. Sen gelmezsen orada garip hissederim."
"Seda var ya."
"Seda'yla seninle olduğumuz gibi değiliz."
E, sen de gitme ne yapayım diyemediğim için,
"Bakarız." diyerek geçiştirdim.
Cumartesi günü öğlen civarı Tekin, giyinip hazırlanıp evden çıktı. Nereye gittiğini bilmiyordum. Sormadım, o da söylemedi. Onun ardından bahçeye çıkıp, koltuğa bıraktım kendimi, tertemiz havayı içime çekerken iyice mayıştım, kaldım.
Eylül'ü çoktan devirmiş, Ekim'i yarılamıştık. Günler süren yağmurun ardından hava bir yaz gününü kıskandıracak denli güzeldi.
Yan bahçeden, "Komşu komşu hu hu!" diye seslenen Esin'i duyduğumda, neredeyse uyuyakalmak üzereydim.
"Ben elendim. Sen devam et." diye seslendim.
Önce oynamayı çok seven köpeğini üstüme yolladı, sonra da ayılmış mıyım diye kontrol etmek için yanıma geldi. Uçuş uçuş mavi bir elbise giymiş, kumral saçlarını tek taraftan zarifçe tutturmuştu. Yüzünde hafif bir makyaj vardı. Cildi sağlıklı bir canlılıkla ışıldıyor, yaşından genç görünüyordu.
Bense olduğum yerde hala tembel tembel yatıyordum.
"Beni azad et Esin. Valla hiçbir yere gidecek halim yok." diye söylendim.
"Mümkün değil. Sen gitmiyorsan ben de gitmem."
Israrlarına yenilip, gözlerimi devire devire yerimden kalktım.
"Üstümü değiştireyim bari."
"Tamam, hadi bekliyorum."
Seda'ların bahçe alanı bizimkinden büyüktü ve iki sene önce arka bahçeye havuz yaptırmışlardı. Havuzun psikolojik etkisiyle olsa gerek akşamları bahçe bana iyice serin geliyordu. Dolabın önünde fazla oyalanmadım, eski bir bluz geçti elime. Toz pembe renginde, omuz kısımları tül detaylı, ipek bir bluzdu. Altına açık renk bir kot giydim. Yanıma üstümdekiyle aynı renkte ince bir hırka aldım.
"Ne tatlıymış bu üstündeki. Toz pembe resmen senin rengin." dedi Esin.
"Eski ya bu."
"Yanına hırka almak mantıklı."
"Sana da getireyim mi? Hava kararınca üşüyeceksin."
"Boş ver. Üşürsem Seda'dan isterim." deyip koluma girdi.
Yokuş yukarı yürüyüp, bizimkiyle aynı hizada sağa doğru kıvrımlanan yolda birkaç dakika yürüdük. Bizimkilerle birebir aynı yapıda olan evlerin arasında Seda'ların evi soldan üçüncü sıradaydı. Vardığımızda ön tarafta kimse yoktu. Yan taraftan dolanarak arkaya geçtik. Kalabalık buradaydı.
Gün batımı saatlerinde doğal gölgeler içerisinde hoş bir havası vardı bahçenin. Seda'nın her birini özenle seçip diktiği ağaçları bahçe dekorasyonuna bütünlüklü bir hava katıyordu. Karı koca mimari zevklerini evin her alanında olduğu gibi bahçede de konuşturmuşlardı. Havuz, evin arka bahçeye açılan mermer bahçe sütunlarının hemen bitiminde başlıyordu. Hafta boyu süren yağmur bir ihtimal bugün de yağacak olsaydı, masayı üstü kapalı o mermer alana kuracaklardı. Orjinal tik ağacından yapılma geniş masa güneşli havanın kıymeti bilinerek havuzun gerisindeki açıklığa kurulmuştu. Bahçeye kurulan ses sisteminden modern pop hitleri yükseliyordu.
İlk bakışta gözüme çarpanlar ellerine içkilerini almış masada oturan kişiler oldu. Seda, yanından geçtiğimiz açık camlardan görüldüğü üzere mutfakta meşguldü. Biz de masaya doğru ilerledik.
Köşede, dumanı tüten barbekünün başındaki Sinan'ın yanında ise ayakta dikilen birkaç erkek vardı. Biri Sinan'ın en yakın arkadaşı Kaan'dı. Diğerine baktım. Gözlerim yanılıyor olmalıydı. Çünkü bir eli kotunun cebinde diğer elinde bira şişesiyle keyifli bir tavırla Sinan'la sohbet eden kişi Rüzgar olamazdı. Onlar tanışmıyorlardı ki. Hem ne alakası vardı böyle bir şeyin?
Far görmüş tavşan gibi bakakalmıştım. Arada sadece birkaç metre mesafe vardı. Kaşlarımı çatarak hayretle baktığım yönde duran Rüzgar, dikkat etmez bir tavırla kafasını bana doğru çevirdi. O da beni gördü ve aynı benim kaldığım gibi kaldı. Bu saatten sonra bir kalbimin olması bile hataydı fakat bakışıyla birlikte kalbim yerinden oynadı. Üzerinde beyaz ipek, mevsimlik bir gömlek vardı. Yaka düğmelerini açmış, kollarını kıvırmıştı. Yüzündeki birkaç günlük sakala rağmen, saçları olabildiğince düzgün biçimlendirilmişti. Bu Rüzgar'ın yarı samimi ortamlardaki giyim stiliydi. Bense son derece sıradan bir görünümdeydim. Fakat nedense giysilerime doğru dehşete düşmüş gibi bir bakış atması, üstümdeki toz pembe bluzun bir yeri mi yırtık acaba diye kendimi kolaçan etmek istememe sebep olmuştu. Bu esnada Esin'in de Rüzgar'a dehşete düşmüş gibi baktığını farkettim.
Nefesini tutarak, "Rüzgar buradaymış." diye fısıldadı. Sanki yakınen tanışıyorlarmış gibi.
Rüzgar'ın beni nihayet azad edebilen bakışları Esin'i bulduğunda genç bir kız gibi utanarak gözlerini kaçıran Esin oldu.
Tanışmıyorlar, diye telkin ettim kendimi.
"Bizi tanıştırmak zorundasın." dedi Esin hala sıkıca sarıldığı kolumu bırakmayarak.
Neslihan'ın onu sıkıştırdığı günkü ilgisini azımsayan tavrı tuzla buz olmuştu. Üstelik ona Rüzgar'ın hayatında biri var demiştim. Görünen o ki, onu da umursadığı yoktu.
"Tekin tanıştırdı ya sizi." dedim dişlerimin arasından.
"O şekilde değil. Gerçekten tanıştırmak zorundasın."
Kolumu kolundan kurtardım.
"Ben bir Seda'ya bakayım." dedim. Seda masaya getireceği salatayı karıştırmakla meşguldü.
"Yardım lazım mı?" diyerek içeri girdim.
"Ödüm koptu! Ne zaman geldin sen?"
"Şimdi. Asıl o ne zaman geldi?" dedim ateş atan bakışlarla. "Ve beni neden çağırdın?"
"Dur Allah aşkına. Üstüme gelme. Benim de haberim yoktu. Sinan'ın halt yemesi. Sor anlatır zaten."
Ellerimi, mutfak tezgahına yaslayıp, sıkıntıyla soludum.
"Bana acilen bir içki vermen lazım."
"Dolap bira dolu."
"Bira kesmez. Mümkünse at öldüren tarzda bir şey yok mu?"
"Sweet and sour yapmıştı Sinan, o da dolapta."
"Harika."
Sinan'ın muhtemelen gecenin devamında konuklarına kokteyl ikram etmek üzere hazırladığı alkolün terbiyesi diye geçen sweet and sour mix'inden bir miktar çalıp kendime cin bazlı, sert bir karışım hazırladım.
"Nereden tanışıyorlar?"
"Eski bir iş. Benim haberim yoktu. Geri döndüğünü öğrenmiş, davet etmiş. Hem iş hem sohbet bakma."
"Rüzgar İstanbul'a iş yapmaya dönmedi ki."
"Sen nereden biliyorsun?" Delici bakışlar atma sırası Seda'ya geçmişti.
"Tesadüfen karşılaştık. Oturduk bir yerde konuştuk." Elindeki işi bıraktı.
"Konuştunuz mu?" diye sordu hayretle.
"Evet, beni ne derece sildiğini kanıtlamak üzere yaptığı son derece başarılı bir konuşmaydı. Merak etme. İlelebet arkadaşız." Gözlerimi devirdim. Seda dudaklarını birbirine bastırdı. Bundan hoşlanmadığı ortadaydı. "Esin'in aklı gitti Rüzgar'ı görünce. Tanıştır bizi diye kolumu koparacaktı. Ona ne diyorsun?"
"Sonumuz hayır olsun, diyebiliyorum ancak." Arkamızı döndüğümüz anda Esin güleç bir suratla mutfağa girdi.
"Ben ne yapayım?"
Seda, büyük çukur tabağı onun eline tutuşturdu.
"Sen de dolaptaki italyan salatasını götür." diye emretti bana.
"Gelsene artık." diye seslendi Esin biz çıkarken.
"Geliyorum, geliyorum." diye cevap verdi.
Barbekünün başındakiler de birer birer masaya oturmaya başladıklarında, Esin benim yanımda Rüzgar ikimizin tam karşısında bir konumda yer almıştı.
"Naber?" dedi bana doğru doğal bir tavırla göz kırptı. Esin'e gülümsedi.
"Esin. Rüzgar. Tanışmıştınız." dedim fazla uzatmadan. Elimdeki kadehe sığındım.
Esin de Rüzgar'a gülümsedi.
"Ben sizi Fransa'da yaşıyor sanıyordum. Ne güzel bir sürpriz oldu böyle yeniden karşılaşmak."
"Evet." dedi Rüzgar, onaylayarak. "Düzenimi değiştirmedim ama. Belirli bir süreliğine buradayım."
"Yine kısa mı?"
"Bu kez biraz daha uzun."
Esin burnunu hafifçe havaya kaldırarak gülümsedi.
"E güzel o zaman. Hoş geldiniz diyelim." Birasını uzattı. Rüzgar onu karşılıksız bırakmadı. Şişeleri tokuşturdular.
"Yaaa, hoş geldi." dedim diğer yanımdaki Seda'ya dönüp tıslayarak. Seda, bana değil önüne bakarken, iri açılmış gözleriyle bana sus komutu verir gibiydi. Bir kez daha bardağıma uzandım. "Benim içeceğim bitmiş."
"Yavaş git. Şimdiden ikinciyi bitirdin." diye fısıldadı.
"Neden ki? Baksana ne kadar da elektrikli bir gece." dedim imayla.
İtiraz etmesine müsaade etmeden yerimden kalktım. Ağır adımlarla mutfağa gidip kendime bir kokteyl daha hazırladım. Döndüğümde Rüzgar'la sohbeti ilerleten Esin'in elimdekine takılacağı tuttu.
"Sen ne içiyorsun bakalım?" Tadına bakıp yüzünü buruşturdu. "Bu ne be? Zift gibi."
Rüzgar'ın bakışlarını üzerimizde hissediyordum.
"Cin sour. Sana sert gelmiştir." dedim.
"Sırf cin var bunun içinde. Çarpar yemek öncesi."
"İşte etler de geliyor."
Sinan elinde devasa metal kapla birlikte masaya geliyordu.
"Kim en çok acıktı?"
"Ya getirsene hayatım. Sizin ateşin başında atıştırdığınızı bilmiyoruz sanki."
Karısına göz kırpıp, ayakta dikildiği masanın başından kuş bakışı misafirlerine baktı.
"Havalar hepten bozup evlere kapanmadan önce böyle kendi aramızda bir yaza veda yapalım dedim. Geldiğiniz için teşekkür ederim." Birasını kaldırdı. "Hoş geldiniz." Cam şişeler havada buluştu.
Etler dağıtıldı. Salatalar tabaklara alındı. Akşam çökmeye başlamış, bahçe yerden bitme mantar lambalar ile loş bir şekilde aydınlanmıştı. Uğul uğul konuşma sesleri bahçeyi kuşatıyordu. Ben biten içkimi yenilemeyi sürdürdüm.
"Tekin niye gelmedi?" diye sordu Sinan.
"İşe gitti."
"Cumartesi günü de mi?"
"Yoğun çalışıyorlar."
"Tekin'i şu ara Işık bile görüyor mudur şüpheliyim." diye lafa girdi Esin. "Akşamları komşu kapısı tıklatmayı çok severim ben. Ne zaman gelsem Işık'ı tek başına buluyorum."
"Çalışıyor." dedim Esin'e net bir bakış atarak.
"Adam dünyaya çalışmak için gelmiş." diye şakaya vurdu Sinan.
Esin'in ilgisi yine Rüzgar'a dönmüştü: "Tekin'le üniversiteden arkadaşsınız." dedi hafızasını teyit eder gibi. "Sinan'la nereden?"
Bu benim de merak ettiğim bir soruydu.
"Beş - altı sene önce, özel dizayn bir proje ev çalışması yapmıştık. Sapanca tarafında. Sinan'ın mimarlık firması tasarladı, biz inşaatını yaptık. Yüksek prestijli bir projeydi."
Sinan'ın yüzü gülüyordu.
"Hala gurur duyuyorum o işle."
"İki firma da internet sitesine ekledi. Çok iyi iş gerçekten."
"Senden önce babana götürmüştük projeyi. Reddetmişti."
"Hatırlıyorum." dedi Rüzgar da gülümseyerek.
"Sen şirketin başına geçince, bu adam genç, vizyonu farklı, dedim. Bir de ona götürelim, dedim. Yanılmadım. Kısa bir dönemdi ama Buldanlı Holding altın dönemini seninle yaşadı."
Rüzgar'ın yüzünde şimdi sıkıntılı bir gülümseme belirmişti. Böyle konuları konuşmayı sevmezdi. Bu ifadeyi çok iyi tanıyordum.
"Yok canım." diye geçiştirdi.
"Kardeşin işleri devralıyormuş şimdi. O da iyi yürütecektir. Senin kadar olmasa da tanıyorum. Onunla da birlikte çalışmak isterim."
Sinan'ın konunun özüne geldiği noktadaydık. Elbette Rüzgar da farkındaydı.
"Çalışırsınız." dedi.
Herhalde en geç pazartesi günü Sinan'ın elinde rulolarla Buldanlı Holding'in kapısından içeri girme niyeti belli olmuştu. Seda, konuyu değiştirmek için hamlede bulundu.
"Sen ne kadarlığına buralardasın?"
"Yılbaşı dolaylarına kadar."
"Epey uzunmuş. Tatil değil o zaman?"
"Ailevi sebeplerden ötürü. Kızımı da getirdim."
"Eşiniz de gelecek mi?" diye atladı Esin yine. Soru o kadar yemleme duruyordu ki, ben bile utanmıştım onun adına.
"Evli değilim."
"Rüzgar bekar bir baba." dedi dünyadan bir haber olan Sinan.
Böylece ikisi birden beni yalanlamış oldular. Çünkü Esin'e Rüzgar'ın hayatında biri var diyen bendim. Fakat Esin'in zaten umrunda değildi ve an itibariyle duyduklarından memnun görünüyordu.
"Kızınız kaç yaşında?"
"Sizi bizi bıraksak mı artık? Ben sevmiyorum böyle resmiyetleri."
"Olur."
"Adel üç buçuk yaşında."
"Yaa! Benim de dört yaşında bir oğlum var. Madem birkaç ay buralardasınız tanıştıralım. Arkadaş olurlar." Esin'in çabasına Seda bile bıyık altı gülmeye başlamıştı artık. Esin, abarttığını anlamış olacak ki, "Seda'ların Asya'da üç yaşında. İyi denk geldiler." diye ekledi.
Rüzgar, kız babası olarak fazla istekli değildi.
"Adel'i gönderebileceğim kaliteli bir okul arıyorum aslında. Türkçe bilmiyor. Hazır buradayken birkaç kelime öğrensin istiyorum."
Esin, Seda'ya baktı.
"Biz aynı okula gönderiyoruz Seda'yla. Tavsiye edebileceğim, iyi bir eğitimi var."
"Süper. Senin telefonunu alayım o zaman. Haftaiçinde ararım, aklımdakileri sorarım."
Esin, gecenin başından beri tek vakur tavrını Rüzgar'a telefon numarasını verirken göstermişti. Bense adeta sol yanımdan kurşun yemiş gibiydim.
"Ben bir içki daha alacağım." diyerek ayaklandım. Seda durdurmak ister gibi kolumu tuttu. Sonra dikkat çekeceğini görüp vazgeçti. İlk adımımda yalpaladım.
Bunun üzerine, "Ben de seninle geleyim." diyerek kalktı. Masadakilere arkamızı dönmüşken Sinan'a, "Tekin'i arasana." dediğini duydum.
"Ne Tekin'i ya?" diye bağırdım.
"Gel sen."
Dört büyük bardak cin sour içmiştim. Otururken anlaşılmıyordu da, ayağa kalktığımda alkolün etkisi iyiden iyiye hissettirmişti kendini. Gözlerimi önüme odaklayamıyor, yürümekte zorlanıyordum ama hala bütün duygularım capcanlıydı içimde ve o duyguları kör edene dek içmeye devam etmek istiyordum.
Fakat önümü bile görmekte zorlanırken cin şişesinin yerini bulmak biraz daha zor olacaktı.
Evin içine girdiğimizde,
"İyi ki koluma girdin." dedim Seda'ya. "Düşermişim buraya kad-" Midem ağzıma gelmişti.
"Lavabo." diyebildi sadece. Giriş kattaki banyonun kapısından içeri kırar gibi girdim. Klozeti bulmamla içimdekileri çıkarmam bir oldu.
Seda'nın kapıyı üstüme kapattığını duydum, ardından Esin'in sesini;
"İyi mi?"
"Midesini bozmuş. İyice çıkarsın, rahatlayacak."
"Aç karnına içmeye başlamıştı. Dedim ama ona."
"Kendi haline bırakalım."
"Canı sıkkın bir süredir. Farkındayım. Tekin'le ilgili olduğu ortada, soruyorum anlatmıyor. Sen biliyorsundur."
"Bilmiyorum ben bir şey." diye kestirip attı Seda. "Hadi masaya dönelim. Ben birazdan gelip ne halde olduğuna bakarım."
Sesler kesildi. Midemde çıkarılacak bir şey kalmayınca, elimi yüzümü ovuşturarak yerden kalkmayı denedim. Fakat başım o kadar çok dönüyordu ki, yerimden kalkmaya çalışmak işkence gibiydi. Çabalamaya biraz ara verip yere uzandım. Gözlerimi kapattım. Sessizlik en güzel şeydi. Adımın seslenildiğini duyduğumda gözlerimi araladım.
Kapının ardından seslenen kişi Rüzgar'dı. Gözlerimi tamamen açtım. Hala rezil bir halde banyo zemininde yatıyordum. Neyse ki, kapı kapalıydı.
"Işık?"
"Git buradan." diye seslendim.
Kapının kolu aşağı yukarı hareket etti.
"Kilidi açarsan giderim."
Neden gelmişti ki? Kalabalıklar içerisinde sohbet ediyormuş gibi yapabilirdik. Bunda bir sorun yoktu. Ben artık onunla herhangi bir ortamda baş başa olmak istemiyordum. Ve onu tanıyordum. Kapıyı açmazsam hiçbir yere gideceği yoktu. Bu yüzden bir gayret doğruldum. Kilidi çevirdim ama kapıyı açmadım.
Benim yerime o açtı.
Yüz yüze kaldık bir an. Yüz yüze. Aldığı nefesi nefesime katabileceğim kadar yakın. Hiç değişmeyen parfümü burnuma doldu. Kalbim göğüs kafesimin içinde çılgın bir tempo tutturdu.
"Neden buradasın? Git." diye fısıldadım.
"Peşinden gelmedim." dedi bir adım geri çekilerek. "Ev sahiplerine tuvaletin yerini sordum. Burayı tarif ettiler."
"Yukarıda bir tane daha var."
"İyi misin?" diye soran dudaklarında takılı kaldı bakışlarım. Öylesine tanıdık, öylesine yakın, öylesine dolgun. Fakat onun gözleri gözlerimde ya da dudaklarımda değildi. Üzerimdeki toz pembe bluzda gezindi ve sonra omuz başlarını kaplayan ince tülde sabit kaldı. Eli kalktı havaya, ince uzun parmakları tüle değdi mi değmedi mi, yoksa ben miydim öyle hayal eden, hiç emin olamadım.
Bu bluzda bir şey vardı. Eski bir bluzdu, belli ki onun hatırladığı benimse hatırlamadığım bir yerde giymiş olmalıydım. Fakat şu anda, özellikle de başım çılgınlar gibi dönerken geçmiş hiçbir anıya odaklanamıyordum.
"İyiyim." dedim sadece uzaklaşmasını dileyerek.
Ve o uzaklaştı.
Arkasından Seda'nın panik kokan bir tonda seslendiğini duydum.
"Işık?"
"Daha iyiyim." dedim hemen dağılan düşüncelerime hızla çekidüzen vererek. "Rüzgar'a tuvalet diye burayı tarif etmişsiniz. Yukarıda bir tane daha olduğunu söyledim."
Rüzgar başıyla beni onaylayıp merdivenleri çıkmaya başladı. Seda, önce onun arkasından baktı, sonra bana baktı. Konuya ilgili konuşmadı. Elindeki su dolu bardağı uzattı.
"Bunu içsene." dedi. İçim öyle bir yanmıştı ki kana kana içtim. "Kahve yapayım sana."
Yüzümü buruşturdum.
"Yok, içemem. Ben eve gideyim artık."
"Bahçeye gel iki dakika."
Bahçeye çıktığımızda, Tekin'i masanın başında Sinan'la laflarken gördüm. Başımdan aşağı kaynar sular döküldü. Seda'ya döndüm.
"Bunu neden yaptın?"
"Işık..."
"Evime dönecektim ben. Olay çıkarmayacaktım. Onu neden çağırdın?"
"Yardım etmek istedim."
İçimde dolup taşan bir öfke vardı.
"Neye? Neye yardım ediyorsun? Boşanacağım adam o benim, burada ne işi var?" diye tısladım. "Bu tartışmayı burada uzatmayacağım ama Seda, sakın bir daha benim yerime karar vermeye kalkma. Sakın. Yardım da etme."
Kızgın adımlarla ondan uzaklaşıp, mecburen masaya doğru yürüdüm. Yüzüme plastik bir gülümseme oturttum.
"Hoş geldin." dedim Tekin'e.
Mavi gözleri incelercesine üzerimde gezindi. "Neredeydin sen?" Bir kez de o sordu,
"İyi misin?"
"Lavaboya kadar gitmiştim. İyiyim." dedim.
Sinan, Tekin'i oturtmaya, yiyecek, içecek ikram etmeye çalışıyordu.
"Yok abi, ben sıkı diyete girdim. Bir hoca var başımda gestapo gibi. Akşam altıdan sonra bir tek su içebiliyorum. Onu da hocaya rapor veriyorum. O derece."
"Ee öyle olmayınca kilo verilmiyor." diye onayladı Esin. "Yüzünü gören cennetlik valla. Akşamları uğruyorum, seni hiç görmüyorum."
"İşler yoğun şu ara." diye cevapladı Tekin, yüzünde son derece doğal, artistik gülümsemesiyle.
Kim derdi ki bu adam boşanma sancıları çekiyor? Vallahi herkeslerin rol kabiliyeti benimkine oranla şahaneydi.
Hala çok midem bulanıyordu ve hala çok başım dönüyordu. Artık evime dönebilir miydim?
"Gidelim mi?" dedim.
Bir kez daha yüzümü süzdü. "Olur." dedi.
O sırada Rüzgar da masaya geri dönmüştü. Yumruk tokuşturmalı selamlaştılar.
"Naber?"
"Buradaymışsın, haberim yok." dedi Tekin. Sonra hiç söylememesi gereken bir şeyi söyledi: "Valla toplaştığınızı bilmiyordum. Bilsem bugün bizimkilerle maça gitmezdim."
Az önce başımdan aşağı kaynar sular döküldü mü demiştim? Az önceki şimdikinin yanında hiçbir şeydi.
Anlık bir idrak sessizliği oldu. Tekin de pot kırdığını sezmişti ama nasıl bir pot olduğunu bilmiyordu. Bana baktı. Ne desem boştu an itibariyle. Toparlamaya bile çalışmadım.
"Bize öyle denmedi." dedi Esin imalı bir şekilde gülerek.
Neyse ki, Sinan toparlayıcı bir insandı.
"Komşu değil miyiz abi? Toplaşmaya bahanemiz olsun. Ne zaman istersen." dedi.
"Doğru. Bir dahakini bizim bahçede yaparız." dedi Tekin.
Fakat ben böyle bir toplaşma olacağını hiç sanmıyordum.
Tekin'in eli dengemi sağlamama yardımcı olmak üzere belimi sardığında gözlerinde şüphe düşmüş bakışlarla bize bakan Rüzgar'ı gördüm.
"Herkese iyi akşamlar." diye seslendi Tekin masaya doğru. Genel bir vedalaşıldı. Ardından evin ön tarafında bekleyen arabasına bindik.
Tekin'in yüzündeki o film yıldızı gülümsemesi insanlardan uzaklaştığı anda solmuş, yüzü asılmış, yorgunluk gölgeleri suretini ele geçirmişti. Arabanın içinde eve giderken yüzü hiç de az önce herkese gösterdiği gibi keyif saçmıyordu. Muhtemelen ben de saçı başı dağılmış, rezil bir haldeydim. İşte gerçek hislerimiz gibi gerçek görüntümüz de buydu.
Göz ucuyla bana baktı, bir şey söyleyecek gibi olduysa da vazgeçti. Onun yerine ben,
"Yavaş sürer misin? Kusacağım." dedim ve daha evin önüne gelemeden arabayı durdurup, çok saygın komşularımızdan birinin çimlerine kustum.
Bir şekilde eve girmeyi başardık.
Tekin'in eli hala destek vermek üzere belimdeydi. Adımlarıma eşlik ederek beni yukarı kata, yatak odamıza bitişik ebeveyn banyosuna götürdü. Yatak odamıza. Artık böyle bir yer yoktu. Yatak odası yalnızca benim uyuduğum bir yerdi. Duşun suyunu açtığında, gözlerimi açarak kollarından sıyrıldım.
"Ben hallederim. O kadar kötü değilim." dedim.
Mavi gözlerinde çocuksu bir hüzün vardı. Başını sallayarak onayladı.
"Tamam."
"Teşekkür ederim geldiğin için... beni getirdiğin için."
Gözlerini gözlerimden çekti.
"Sorun değil." dedi arkasını dönerek. "Bir şeye ihtiyacın olursa seslen."
Sonra da banyodan çıkıp gitti.
****************
Gecenin bir yarısı, uçuş uçuş pembe tüllerin arasında koşturduğum bir rüyadan uyandım. Duşa girmeden önce üstümden çıkardığım kıyafetlerim yatağın yanında yerde duruyordu. Toz pembe bluzun yere atılmış halinde çok tanıdık gelen bir şey vardı.
Bir anı.
Zihnimin arka odalarında gizlenmiş bir anı canlandı.
Suçluluk duygusuyla ölmek isteyerek Rüzgar'ın yatağından kalktığım, ellerimi çenemin altında birleştirdiğim bir anı.
Gecenin sessizliğinde, tek başına olduğum odanın içinde, "Rüzgar ben kendimi korkunç hissediyorum." diyen çaresizlik dolu sesim kulaklarımda yankılandı.
Sonra onun sesi:"Biliyorum ama lütfen gitme."
Ve ben gidiyordum. Koridora saçılmış giysilerim vardı.
Yerde omuzları tül detaylı, toz pembe bir bluz duruyordu.
O bluzu ne zaman giydiğimi böyle hatırladım.
Belki bölüm 8.2'de gerçekleşen o sahneyi yeniden okumak istersiniz diye buraya bir şarkı bırakıyorum.
Bu şarkı Rüzgar için çok önemli bir şarkı çünkü Rüzgar'ın o geceki hislerinin şarkısı.
[Burada bir GIF veya video olmalı. Görmek için uygulamayı şimdi güncelle.]
Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top