15. Déjà Vu

Sorularla dolu zihnim bana nefes alma fırsatı tanımıyordu. Bildiğim tek şey gözümü kararttığımdı, bu iş ya olacaktı ya da olacaktı. Nasıl olacağına dair henüz bir fikrim yoktu. Sorularıma cevap almak ve kararımı uygulamaya geçirmek üzere ikinci kez bir hukuk bürosundan içeri girdim.

Bu seferki, dernekteki dedikodularda kulağıma sıklıkla çalınan köklü bir hukuk firmasıydı. Çeşitli alanlarda danışmanlık veriyorlardı, aile hukuku bunlardan biriydi. Daim olduğu üzere bu konuda da sırrımı paylaştığım yegane kişi olan Seda, her şeyden önce Tekin'le konuşmam gerektiğine inanıyordu. Ama ben bu kez Tekin tarafından duygusal baskıya uğramak veya durdurulmak istemiyordum. Öncelikle yolumu çizmek istiyordum, Tekin de öğrenmesi gerektiği zaman öğrenecekti.

Asistanın yönlendirmesi ile bir tarafı boydan boya cam kaplı, yerleri halıfleks, ufak bir toplantı odasına girdim. Beni karşılayan avukat, otuzlu yaşlarında, iyi giyimli, güler yüzlü, ilk intiba olarak pozitif biriydi.

"Hoş geldiniz Işık Hanım. Buyurun lütfen."

On kişilik yuvarlak masada, birbirimizi rahat duyabileceğimiz bir mesafede oturduk. Elimi, ayağımı nereye koyacağımı bilemez derecede gergindim.

Gelmeden önce randevu almış ve ne maksatla görüşeceğimi belirtmiştim. Bana bazı sorular sormuştu, onları da cevaplamıştım. Firma olarak aldıkları astronomik danışma ücretleri nedeniyle, müşterilerinin belirli bir zümreye sahip olmasına alışkınlardı. Dolayısıyla hazırlıklı olmalıydı.

"Telefonda belirtmiştim size, şu aşamada gizlilik benim için her şeyden önce geliyor. Tekin Bey'in henüz kararımdan haberi yok, ben uygun görene kadar da kati suretle olmayacak."

"İçiniz rahat olsun Işık Hanım. Beklentilerinizi anlayabiliyorum. Benim önceliğim de sizin beklentilerinize uygun bir süreç yönetmek. Kanunen avukatlar sır saklama yükümlülüğü altındadır. Bize güvenebilirsiniz."

Derin bir nefes aldım. "Teşekkür ederim."

"Bir şey içer misiniz? Size ne ikram edebilirim?"

"Sadece su lütfen."

Asistanından su istedikten sonra önündeki bilgisayarı açtı.

"Bana verdiğiniz bilgiler doğrultusunda sizinle ilgili bir profil hazırladım ancak yine de sormam gereken bazı sorular var." Ona kaç yıllık evli olduğumuzu, hala birlikte yaşadığımızı, çocuk sahibi olmadığımızı önceden anlatmıştım. "Kararınızdan emin misiniz?"

Daha önce görüştüğüm avukat, bir anlık bocalamama istinaden hiç gereksiz bir konuşma içerisine girmiş, kendisini elinde neşter tutan ve neşteri nereye vuracağını benim söyleyeceğim bir doktora benzetmişti. Sonrasını ve acısını ben çekeceğim için kararımdan emin olmam gerektiğini uzun uzun açıklamış, bir avukattan önce evlilik terapisi ve psikolojik danışmanlık önermişti. Benim için görüşme orada sona ermişti. Bir kez daha böyle bir konuşmanın içerisine girmek istemiyordum.

"Evet, eminim."

Bilgisayarına not almaya başladı.

"Boşanmak isteme nedeniniz nedir?"

Kulağa kişisel bir soru gibi gelse de, duymak istediği ana hatları çizilmiş kısa bir cevaptı.

"Anlaşamıyoruz."

Not almaya devam etti.

"Evlilik birliğinin temelinden sarsılması... yani şiddetli geçimsizlik diyeceğiz..." Asistanı kapıyı çalıp, elinde sürahi ve bardaklarla içeri girdiğinde sustu, çıkana kadar konuşmadı. Bu özeni göstermesi hoşuma gitmişti. "...genel bir dava türüdür. Bununla birlikte, aldatma/zina, cana kast etme, suç işleme, akıl hastalığı gibi özel sebeplerle de dava açılabilir. Bu unsurlardan bir ya da daha fazlası evliliğinizde mevcut mu?"

Aldatma konusunu boşanma davasının içeriğine taşımak istemiyordum.

"Hayır, sadece anlaşamıyoruz."

"Öyleyse sizden, bu talebinize istinaden, daha sonra benimle paylaşmak üzere bazı notlar almanızı isteyeceğim. Tabi birlikte çalışmamıza karar verirseniz. Yaşadığınız geçimsizliği örnekleyen olaylar, örneğin eşiniz size hakaret etti mi? Nerede, ne zaman, varsa şahitleri kimler? Fiziksel şiddet uyguladı mı? Aynı şekilde, nerede, ne zaman, kim gördü veya duydu? Bunları düşünmek sizi duygusal açıdan yıpratacak konulardır, ancak dava dilekçemiz için gerekli."

"Hakaret etmedi, fiziksel şiddet de uygulamadı."

"Karşı tarafın kusurluluğunu gösterecek sebepler sunmamız gerekli. Başka örneklerle açıklamak gerekirse; size karşı ilgisiz olması, size ya da üçüncü şahıslara sizi sevmediğini söylemesi, bağımlılık düzeyinde alkol kullanması, kumar bağımlılığı, ekonomik ya da psikolojik şiddet..."

Avukat konuştukça kendimi kötüden de kötü, çok kötü hissetmeye başlamıştım. Biz genel olarak birbirimize karşı ilgisizdik ve bir zamanlar Sezin'e benimle ilgili hiç duymak istemediğim şeyler söylemişti ama bunları da aldatma konusuyla birlikte yok sayıyordum. Son birkaç yılı Tekin'in çabalaması ve o çabayla birlikte daha çok dibe batma halinde geçirmiştik. Başka da bir şey yoktu işte. Ne alkol, ne kumar, ne de şiddet. Onun boşanacağımızdan haberi bile yoktu, bendim bunu isteyen.

"Onu suçlamamı istiyorsunuz."

"Ben değil Işık Hanım, mahkeme istiyor. Hiçbir sebep yoksa hakim sizi neden boşasın?" diye açıkladı sakince.

Boş su bardağını elimde evirip çeviriyordum. Aldatma konusunu ortaya sürmediğim sürece açıklanacak ve kanıtlarla desteklenecek hiçbir sebebim yoktu. Tekin, ilişkisini sonlandırdıktan sonraki süreçte hep çaba gösteren taraf olmuştu. Maddi olarak hiçbir isteğim eksik edilmiyordu. İşten ayrılmıştım, çalışmadığıma dair imada bulunmuyordu. Aksine hobiler edinmemi, canım ne isterse onlarla ilgilenmemi teşvik ediyordu. Çocuk istemekten öte hiçbir konuda baskı yaptığı da yoktu.

"Ben çocuk istemiyorum ama o bilumum ortamda bu konuyu dile getiriyor." dedim utanarak.

"Pekala, bu bir sebep. Bunu yazabilirsiniz."

Aynı zamanda kendisi de notlarına ekledi.

"Birbirimizin varlığından keyif almıyoruz artık. Ben onunla sosyal ortamlara girmek istemiyorum, onunla hayatı paylaşmaktan keyif almıyorum."

"Eşinizi sevmemeniz de geçerli bir sebep Işık Hanım." dedi cümlelerimin izini sürerek.

Fakat nedense bu düşüncenin sesli dile getirilmesi beni rahatsız etmişti. Artık Tekin'le evli olmak istemiyordum fakat onu sevmiyor muydum? Bütün bu süreç bittiğinde birbirimizden nefret etmemizi istemiyordum, orası kesindi. Çok uzun zamandır birbirimizin hayatındaydık. Belki de medeni iki insan gibi görüşmeyi sürdürebilirdik. Avukatın cümlesine karşılık herhangi bir tepki göstermedim.

"Tekin Bey'in, istemediğinizi açıkça belirtmenize rağmen çocuk istediğini dile getiren konuşmalarının size kendinizi küçük düşmüş hissettirdiğini de yazabilirsiniz. Aklınıza gelen her şeyi yazmakta serbestsiniz. Her sebep geçerlidir. Bu konuda belirli bir kısıtlama yok."

"Ama onu bir şeylerle itham etmek zorunda olduğum kesin, değil mi?"

Avukatın yüzü ifadesizdi.

"Sebep göstermeniz gerekiyor. Karşı tarafın duygularını hesaba katmak şu aşamada akıl karıştırıcı olabiliyor ama boşanmak zaten başlı başına can sıkıcı bir konudur Işık Hanım. Bunu sevimli ya da masum hale getirmenin bir yolu yok. Bir seçenek daha var, o da anlaşmalı boşanmak. Tamamen size kalmış bir karar. Tekin Bey'le konuşarak, elbette onun da kabul etmesi koşuluyla anlaşmalı boşanmayı düşünebilirsiniz."

Avukatla görüşmenin endişelerimi yatıştıracağını ummuştum fakat şimdi zihnimdeki her şey daha kaotik bir hal almıştı. Tekin'i suçlamak istemiyordum. Tekin'le yüz yüze oturup, evliliğimizi neden yürütemediğimize dair sebepleri anlamasını bekleyeceğim ve bir de üstüne sağ çıkacağım bir konuşma yapabileceğimizi de hiç sanmıyordum. Boşanmak istiyordum. Kesin olan tek şey buydu.

Biraz daha su doldurdum ve bardaktakinin hepsini bir dikişte içtim. İçimde dehşet bir yanma hissi vardı.

"Anlaşmalı boşanma yoluna gittik diyelim..." diye yönlendirdim.

"Pekala... öncelikle bir mal varlığı dökümü yapmamız gerekiyor. Paylaşım açısından. Tazminat istiyor musunuz, nafaka talebiniz olacak mı, bunları netleştireceğiz. Çocuk yok. Bu bir avantaj. Çocuk meselesi her zaman sıkıntılıdır. Üstelik çocuğunuz olmasa da süresiz nafaka talep edebiliyorsunuz."

Mal varlığı dökümü... Tazminat... Çocuk... Nafaka...

"Hakaret yok, kavga yok. Tazminatlık bir durum yok. Benim mesleğim var. Eşim gibi, yüksek inşaat mühendisiyim, sadece şu ara çalışmıyorum. Yeniden işe girmeyi düşünüyorum. Kendi geçimimi sağlayabilirim."

Bir sebepten yazmayı bıraktı. Tek elini yanağına yasladı. Sabit bir ifadeyle yüzüme baktı.

"Tazminat talep etmiyorsunuz. Nafaka talep etmiyorsunuz."

"Belki kısa bir süre için, yani iş buluncaya kadar maddi destek isteyebilirim... kabul ederse tabi." diye açıkladım.

"Peki ya mal paylaşımı?"

"O çalıştı, o kazandı... benim bir arabam vardı, yeni işinde maddi kaynak olması amacıyla satmıştık. Ama cüzi bir şey yani bugünün parasıyla pek bir ederi yok. Şimdiki arabamı da o hediye etti, eskisinin yerine sayarız herhalde. Zaten benim üzerime."

"Evlilik sürecinde edinilen bütün malların yüzde ellisini talep edebileceğinizi biliyorsunuz, değil mi?" diye sordu.

"Bilgim var." dedim. "Bir şey istemiyorum, dediğim gibi, kendi geçimimi sağlayana kadar süreyle maddi destek belki."

Kafasını salladı.

"Benim size söyleyebileceklerim, yönlendirmelerim bu kadar. Bundan sonrasında birlikte ilerlemek istiyorsanız, nasıl bir yol izleyeceğimizin kararı sizde Işık Hanım. Eşinizle konuşarak anlaşmalı yolunu izleyebilirsiniz, bir dahaki görüşmemizi eşinizle birlikte yaparız. Ya da bana gelip vekalet verirsiniz doğruca davayı açarız."

"Teşekkür ederim." El sıkıştık. Ardından toparlanmaya başladım. Bu avukatla çalışmaya karar vermiştim. "Çok yardımcı oldunuz."

Ayağa kalkmış, beni geçirmek üzere benimle birlikte kapıya doğru yürümeye başlamıştı.

"Rica ederim." dedi, sonra bir durakladı. Kapıya ulaşmak üzereydim, farkedince ben de durakladım.

"Sizden dilekçe hazırlamamız için yazmanızı istediğim konular..."

"Evet?"

"Onları yazarken bir kez daha düşünmenizi öneririm, naçizane. Hukuki konular dışında tavsiye vermek benim işim değil, beni yanlış anlamayın lütfen. Ama bu aşamaya gelip de vazgeçtiğini gördüğüm çok danışanım oldu."

Benim için açtığı kapıdan geçerken yüzüne bakmadım. Bir kez daha aynı imayı sezmiş ve bundan rahatsız olmuştum.

"Anladım Fuat Bey. İyi günler dilerim."

"Size de Işık Hanım."

Oradan çıktıktan sonra hiç keyfim olmamasına rağmen söz verdiğim üzere Neslihan ve Esin'le buluştum. Haftada bir günü birlikte Neslihan'ın bizi bağımlısı kıldığı güzellik merkezinde geçiriyorduk. O ikisi küçük dokunuşlar adı verilen müdahaleler konusunda benden daha cesurdular. Ben henüz o safhaya geçememiştim. Standart cilt bakımı ve masaj ile yetiniyordum. Güzellik merkezindeki işlerimiz birkaç saat sürdü. Ardından Nişantaşı'ndaki favori kafemizde oturduk. Sohbet akıp gidiyordu ama benim içimde gitmek bilmez bir sıkıntı vardı.

"İyi misin sen?" diye soran Esin oldu.

"Yoo. İyiyim."

"Bir süredir dalgınsın, bir durgunsun. Bugün özellikle daha bir yoğun üstünde."

"Nereden çıkarıyorsun? Masaj yüzünden mayıştım. İçirmiyorsunuz ki şöyle gerçek bir kahve kendimize gelelim. Bu kafeinsizler içimi tüketti."

"Valla ben de içeceğim bu sefer." Nesli bana arka çıkmıştı.

"İçin için. Tüm o cilt bakımları yalan olsun."

"Aman sen de."

Dile getirmeyeceğini hatta kendine bile itiraf etmeyeceğini bilsem de Esin'in bu güzellik takıntısı Mithat'ın onu kendisinden genç bir kızla aldatmasının ardından gelen travmalardı. Çok hızlı gelişen boşanma sürecinin artçı şokları ara ara yüzeye vuruyordu. Ona iyi geldiği sürece istediği herhangi bir konuyu takıntı haline getirmesinde bence bir sorun yoktu. Kendi adıma hangisinin daha sancılı olacağını düşünüyordum. Hızlı bir boşanmanın mı yoksa zamana yayılan bir düşünme sürecinin mi? Bana kalırsa ben zaten ikincisini yaşıyordum.

"Yok, yok. Sende var bir şey." diyen sesle dünyaya döndüm.

"Aaa, taktı bu bana. Nesli şuna bir şey söyler misin?"

"Benim ona söyleyecek çok şeyim var da şimdi konuları açacak vaktim yok. Kahveleri içelim, kaçmam lazım. Ablamın ufaklığı okuldan bugün ben alacağım."

"Ben de Ege'yi alacağım." diye sıçradı Esin saatine bakarak.

"Aç konuları sen yine de. Vakit yeter." diye üsteledim.

"Platonik vurulmuş bizimki."

"Aa! Kime?"

"Üfff." Esin, göz devirerek Nesli'nin eline şöyle bir vurdu. "Çocuk muyum ben platonik takılacağım bu yaştan sonra? Kapa konuyu, kapa."

"Google'da isim aratan ben miyim?"

"İyi ki bir gördün. İnsan senin diline düşmesin."

"Yakışıklı adammış ama."

"Ya kapat konuyu diyorum."

"Kimden bahsediyorsunuz?" diye müdahale ettim.

"Aman boş ver. Bir şey yok."

Esin kapatmaya çalıştıkça benim merakım iyice cezbedilmişti. Nesli,

"Tanırsın sen. Tekin'in yakın arkadaşıymış." deyince kulaklarıma inanamadım.

"Rüzgar mı?" dedim gözlerimi aça aça.

Esin gözlerimin önünde kıpkırmızı kesildi.

"Öyle bir baktım işte, ne var bunda?"

"Bir şey yok canım." Nesli, kahve fincanını yüzüne siper etmiş gülüyordu.

"Ergen kızlar gibi şu yaptığınız muhabbete bak." diye çıkıştım. Esin kafasını yana devirdi.

"Ben de onu diyorum ya."

"Rüzgar'ın hayatında birisi var. Bir de çocuğu var." Esin'i değil de adeta kendimi ikna eder gibi kurduğum iki cümle kalbimi sıkıştırmaya yetmişti. "Hem zaten Fransa'da yaşıyor."

"Yaa." dedi Esin. Sesinde yoksayılamayan bir hayalkırıklığıyla. "Hayatında birisi olduğunu bilmiyordum."

"Tanımıyorsun ki nereden bileceksin?"

"Tamam yahu ne kızıyorsun? Şuna bak görümce gibi kızdı bana. Ben öylesine bir bakınmıştım google'da. Bu cadıya telefonumu vermem gerekti bir an, görmüş hemen. Diline doladı. Hoş adam diye baktım sadece."

Rüzgar'ın adını Google'da aratınca neler çıktığını ezbere biliyordum. Tam olarak şu anda haberlerin sıralaması bile gözümün önündeydi. Görsel içeren haberler beş sene öncesine aitti. Sonrakiler kayboluşunu tescillercesine, Buldanlı Holding'le ilgili haberlerin arasında adının geçtiği renksiz birkaç satırdan ibaretti. Benden başka kimsenin buna takıldığını sanmıyordum. Geçmiştekiler yeterince renkliydi. Holding'in başına geçtiği dönem verdiği röportajlar. İş adamı sıfatıyla ödül aldığı törenlerdeki görüntüler. İyice geriye gidildiğinde alkollü halde mekandan çıkarken çekilmiş birkaç magazin haberi. Kameraya bakarken, bakmazken, çekildiğinden haberi bile olmazken çekilmiş sayısız fotoğrafları. Özgüvenli yüzü. Gülen yüzü. Ciddi yüzü. Kızmış yüzü. Hoş adam değildi Rüzgar, insanın yüreğini hoplatacak derecede yakışıklıydı. Bugün bile. Ve şimdi Esin de o fotoğraflara bakıyordu, öyle mi? Kontrolsüz yükselen öfkem beni rezil etmeden evvel onu kontrol altına almayı başardım. Hesaplanmış bir ses tonu ve güleç bir ifadeyle,

"Kızmadım hayatım. Rüzgar'ı ben çok eskiden beri tanırım. Hoş adamdır tabi. Şeytan tüyü var onda, herkes düşer böyle. Arkadaş grubumuzda çok dalgası geçilir bunun." diye açıkladım.

Nesli'nin yüzü düşünceli bir hal alırken, Esin'in yüzü iyiden iyiye düşmüştü.

"Kalkalım hadi artık. Çenemiz açıldı. Çocuklar okuldan çıktı çıkacak." diyerek ilk toparlanan Esin oldu.

"İyi bakalım, ben de eve kaçıyorum." diyerek onları takip ettim.

Akşam trafiğine kalmıştım, eve giden yol bitmek bilmiyordu. İçimdeki sıkıntı an be an artıyordu, bitmesini de istemiyordum bu yüzden. Yine de Tekin'in geliş saatinden önce varmayı başardım. Arabayı garaj girişine yanaştırdım, kilidi açan tuşa bastım. Garajın kepenkleri kalktığında Tekin'in arabasının garajda olduğunu gördüm. Arabanın saati bozuktu herhalde. Kolumdakine baktım. 17:08. Tekin hasta olduğunda bile işe giden biriydi. Değil ki erken gelmek... Hayırdır inşallah diyerek arabayı park ettim. Eve garaj girişinden girdim.

Antreye doğru, "Tekin?" diye seslendim. Ses gelmedi. Duymamıştı muhtemelen. Ağır adımlarla salona girdiğimde onu üçlü koltukta, sessizlik içinde otururken buldum. En sevdiği, pahalı viski şişesi yarılanmış bir şekilde, yanında buzlu bir kadehle birlikte sehpanın üzerinde duruyordu. Takım elbisesini çıkarmamıştı. Kravatını çekiştirerek gevşetmiş, gömleğinin üst düğmelerini açmıştı. Oysa eve girer girmez yaptığı ilk şey kıyafetlerini değiştirip duşa girmek olurdu. Koltuğa yığılır gibi kendini bırakmış, gözlerini kapatmıştı ama uyuduğunu sanmıyordum. Bir şeyler fena halde yolunda gitmiyordu. Ne olduğunu tahmin bile edemiyordum. Bütün gün hiç konuşmadığımızı o an farkettim.

Koltuğun geniş kolçağına ilişir gibi otururken bu kez daha sakin bir tonla seslendim.

"Tekin."

Mavi gözlerini araladı. Başını bana doğru çevirdi.

"Hoş geldin." dedi. Bakışları birkaç saniye üzerimde gezindikten sonra önüne döndü.

"Neyin var?" diye sordum.

Kafasını iki yana salladı.

Büyük bir proje mi kaybetmişti? Şantiyelerden birinde ölümlü bir kaza mı yaşanmıştı? Şirket mi batıyordu? Neler oluyordu?

"Anlat bana." dedim.

Ağzı düz bir çizgi halini alırken yerinde doğruldu ve burnundan bir soluk koyverdi. Ellerini yüzünden geçirdikten sonra sehpada duran kadehe doğru uzandı. Buzları erimeye başlamış kadehi şöyle bir salladı. İçinde kalanı tek seferde içti.

"Bugün öğleden sonra birlikte çalıştığımız hukuk firmasından bir telefon aldım." diye anlatmaya başladı. "Muhasebeyi aramışlar daha doğrusu, konu seninle ilgili olduğu için telefonu bana bağladılar. Normalde şirkete her ay fatura edilen sabit bir danışmanlık ücreti var, bu seferki farklı olduğu için şirkete mi yoksa adıma mı fatura keseceklerini bilememişler..." Bakışları bana döndü. Mavinin nasıl da kırmızıya bulandığını o an gördüm. "Eşiniz, Işık Hanım, dediler, aile hukuku uzmanımız Fuat Bey'le bir görüşme gerçekleştirdi, kime fatura edelim?"

Açıklama bekler gibi sustu. Fakat an itibariyle benim kelimelerim tutulmuştu.

"Böyle mi öğrenmemi istedin Işık?" diye sorduğunda ise sadece yutkundum.

Sır saklama yükümlülüğü, öyle mi? Gizliliğe önem veriyorlardı, öyle mi? Elimi alnımdan, ağrıyan şakaklarımdan geçirdim. Kredi kartımı vermiştim. Pos cihazı arıza verdiği için ödemeyi alamamışlardı. Bunun üzerine kart numaramı not almış, mail order yoluyla işlemi tamamlayacaklarını söylemişlerdi. Ben çıktıktan sonra birileri bir şeyleri batırmış olmalıydı. Kartım Tekin'in şirket kredi kartına bağlı bir ek karttı. Sorun bundan da kaynaklanmış olabilirdi. Ne olduysa olmuş, en olmaması gereken, en korktuğum başıma gelmişti.

"Bir şey söylemeyecek misin?" diye üstelediğinde yeniden mavi-kızıl gözlerine baktım.

"Üzgünüm." dedim. "Üstünde düşünmek istediğim bir süreçti, tabi ki bu şekilde öğrenmeni istemezdim. Şirketinin bu firmayla çalıştığını bilmiyordum. Ödemeyi kendi kartımla yapacaktım. Onlardan kaynaklanan bir hata oldu-"

"Ne şekilde öğrenmemi isterdin? Ofisime dava celbi mi yollayacaktın mesela?"

"Kızmakta haklısın."

"Kızmış gibi miyim şu an sence?"

"Bilmiyorum..." dedim ellerimi iki yana açarak. "Ne hissediyorsun?"

Tatsız bir ifadeyle güldü. Zihnimde panik çanları çalıyorken kriz yönetimi halinde konuşmayı sürdürdüm.

"İstersen önce bir duş al. Ben de üstümü değiştireyim. Kendimize gelelim. Sonra oturup düzgünce konuşalım." dedim.

"Gerek yok Işık. Kendimdeyim ben. Direnmeyeceğim de bu kez, korkma. Ben de yoruldum, hem de çok yoruldum artık." demesini o kadar beklemiyordum ki afalladım kaldım. "Kaçıncı kez oluyor, kaç kere dile getirdin bunu. Cesursun. Senin kesip atabilecek gücün var. Ben istemedim bugüne dek, ben zorladım seni sürsün diye. Ben kırmıştım çünkü ben onarmak zorundaydım. Düzeltebileceğimize öyle inanmıştım ki, tüm odağım buydu. Göz göre göre bitiyormuş oysa, bitmiş ya da çoktan. Ben bitebileceğini kabullenememişim sadece. Olan buymuş oysa ki...bitmişiz."

Bitmiştik. Bir deniz gibi yükseldi içim. Neden bitmiştik? Neden yürümemişti?

Yirmi iki yaşındaydım, çok sevmiştim. Adını bile anmaktan çekindiğim zamanları... ofiste, göz göze geldiğimiz anları... elimi ilk tutuşunu... yaşattığı tüm heyecanları... ne zaman unutmuştum? Ne kadar, ne kadar eskide kalmıştı? İlk aşk itiraflarımız... yeni yıldan bir tek onu dilediğim zamanlar... bir tarih kadar eskide kalmıştı. Aşka ihaneti ilk karıştıran ben olmuştum. O hiç bilmemişti. Çok zaman önce bitmesi gerekirdi. Yapamamıştım. Bir ihaneti, başka bir ihanet örtmüştü. Hiç doğmamış bir bebek ölmüştü. Yıkık dökük bir evliliğin içinde ayakta kalmaya çabalamıştık. Olmamıştı. O kadar uzun zamandır olmuyordu ki, artık ne zaman onu sevdiğimi ve ne zaman ondan vazgeçtiğimi bile ayırd edemiyordum. Ne büyük bir hüsrandı bu içimdeki, içimi parça parça ediyordu.

"Neden diye sorsam anlatır mısın? Bana açar mısın içini? Bitiyorsa madem her şeyi konuşalım." diye sorduğunda gözyaşlarımı tutamadım. Çok ağır geldi her şey. Yine de ona anlattım.

"Değiştik biz Tekin. Büyüdük. Sen söylemiştin bunu. Değiştik ama değişirken birbirimizden ayrı düştük. Evliliğin içinde bile değil. Çok daha önce bitmesi gerekirdi. Korktuğum şeyler vardı. Bencilliklerim vardı. Düzenimi bozmak istemedim. En çok da sana kıyamadım. Sen bendeki çıkmazları hiç anlamadın. Buna rağmen evlendik. Bütün hata bendeydi. Çok üzgünüm. Sana düşüncelerim konusunda dürüst olmadığım bütün zamanlar için çok ama çok üzgünüm. Birbirimizi ihmal etmiştik doğru. Sormadan, yormadan sürdürdüğüm, her şeyi yolunda varsaydığım, kendimi senin yerine hiç koymadığım bir zaman vardı. Yalnız hissediyordum, seni de yalnız bıraktım. Bir başkasını sevebildiğinde seni hiç suçlamadım. O zaman da çok üzgündüm. Çünkü hep içimde seni kaybetmek istemeyen bir yanım vardı..." Sustum. Ağlamayı sürdürdüm ve içimdeki ses tamamladı: Hala da kaybetmek istemeyen bir yanım var. "...ama olmuyor, olmuyor artık. Ben de çabaladım ama olmuyor Tekin. Ben bu evliliğin içinde çok mutsuzum. Sen de benim yüzümden mutsuzsun. Sürünüyoruz. Benim için çok değerlisin sen. Bunu haketmiyorsun."

Ben bir süredir koyvermiş ağlıyordum. Ellerimi yüzümden çekebildiğimde sadece bir kol uzatımlık mesafede dururken onun da ağladığını farkettim. Sessizce, incecik akıyordu yaşlar. Ona baktığımda hemen gözlerini sildi. Sarılmak istedim, oysa dokunmadık bile birbirimize.

"Özür dilerim." dedim içimi çeke çeke.

"Bunca yıl bana kıyamadığın için mi evli kaldık biz?" diye sordu. "Ben bu kadar acınası, bu kadar aciz biri miyim?"

"Özür dilerim."

"Bir insandan ayrılmak neden zor olsun? O zaman da üzülürdüm, yıkılırdım belki ama bedeli bu kadar ağır olmazdı. Evlenmeseydik? Neden evlendin benimle? Neden bana evet dedin? Neden beni yıllar süren pişmanlığın haline getirdin? Değer vermek böyle bir şey değil. Ben de hata yaptım. Hatanın en büyüğünü ben yaptım hatta. Bir bebek kaybettik, acısı hala içimde. Bir gün olsun çıkmadı Işık, yemin ederim sana. Allah da benim belamı vere vere yaşadım o günden beri. Değersiz hissetmişsindir mutlaka. Ama benim şu an hissettiğim kadar değersiz hissetmen mümkün değil. Değer verdiğini söylüyorsun bana, değer vermek böyle bir şey değil! Ben hatamı telafi etmek için çok çabaladım ve benim bütün çabalarım gerçekti. Sen şimdi bana diyorsun ki, evlenmemizden bile önce bitmiş sende her şey. Neden evlendik o zaman? Allah kahretsin Işık! Beş yıl olacak, beş yıl! Allah kahretsin böyle evliliği! Bana beş yıldır beni sevmediğini söyleme!"

"Sevdim." dedim tereddütsüz. "Seni hep sevdim ben. Bitmeliydi, biliyordum, yine de seviyordum."

Seni seviyordum Tekin ama onu daha çok seviyordum. Bir hata olduğunu bile bile seni seçtim.

"Neydim ben senin için? İdeal bir eş mi? Garanti bir gelecek mi?"

"Özür dilerim."

"Özür dileme Işık bana gerçeği söyle!" diye kükrediğinde yerimden sıçradım.

"Sen güvendiğim adamdın."

Birbirimizin gözlerinin içine bakarken azaldı öfkesi, ateşi söndü. Yavaş yavaş sakinleşirken gözlerindeki öfkenin yerini hüzün aldı.

"Ve o güveni alt üst ettim."

"Ben artık yaşananların hesabını tutmuyorum."

"Sevmiyordun beni ama güveniyordun. Ben o güveni paramparça ettim."

"Seviyordum-"

"Ben boşluğa düşmeseydim, bir başkasını tanımasaydım, seni aldatmasaydım..."

"Konu bu değil, anlamıyorsun."

"Bebeği kaybetmeseydik..."

"Ah Tekin."

"Benden çocuk sahibi olmak istediğini söylemiştin. Çoktan bitmesi gerektiğini düşündüğün bir ilişkiyi sürdürürken neden çocuk istedin?"

İşte bu cevabını kendime bile veremediğim bir soruydu.

"Bir şansımız olurdu belki, bana olan güvenini alt üst etmeseydim."

İçim parçalanıyordu.

"Konu bu değil, sana söyledim."

"Bence sen benden en çok o zaman vazgeçtin. Söylesen de söylemesen de, ben hep böyle düşüneceğim."

Sıcağı sıcağına anlamıyordu. Belki biraz soğuyunca daha iyi anlayacaktı. Onun suçu yoktu, bendim bu ilişkinin içinde kalamayan. O hala bir şansımız olur muydu teorileri üretiyordu. Bense bu aşamada onu daha fazla incitmek istemiyordum.

"Keşke bu işi kolaylaştırmanın bir yolu olsaydı." dedim sadede gelerek.

Neyse ki dönülmez noktayı geçtiğimizin farkındaydı: "Yoktur derler."

"Avukat da öyle söyledi bugün."

Buruk bir ifadeyle gülümsedi.

"Başka neler söyledi?"

"Biliyorum, doğru bir zaman değil ama gerçekten biraz nefes alsak? Sen duş alsan, yemek yesek, öyle devam etsek olmaz mı? Başım çok ağrıyor, ilaç içmem lazım. Bir şeyler yemeyeli saatler oldu."

"Olur." dedi bu kez itiraz etmeden. Kravatını boynundan çıkardı. Gömleğinin düğmelerini çözerek merdivenleri çıkmaya başladı. Ben de mutfağa gittim. Haftada üç gün evin işlerini halletmeye gelen kadın, bizim için yemek de yapıyordu. Buzdolabından tencereleri çıkardım. Ocağa koyup, altını yaktım. Kendimi dağlar altında kalmışçasına bitkin hissediyordum.

Başka başka hislerim de vardı. İçimde taşıması bile ağır geliyordu. Tekin mutfağa döndüğünde yemekler yeni ısınmıştı. Sessizlik içinde yedik. Bardağıma su doldurdu. İlaç içtim. Tabakları makineye birlikte kaldırdık. Yıpranan sinirlerimizi yatıştırsın diye bitki çayı demledim. Fincanlarımızı elimize alıp salondaki üçlü koltuğa yüz yüze bakacak şekilde oturduk. Yeniden barış iklimindeydik.

Avukatın söylediklerini üstünkörü şekilde anlattım. Dava dilekçesine yazmak zorunda olduklarımdan bahsetmedim. Bunun yerine anlaşmalı boşanma konusunun üzerinde durdum.

"Anlaşmalı olur tabi. Aksi nasıl olacak hiç bilmiyorum bile." dedi dalgın ve yorgun. Derin bir oflamayı koyverdi. "Zamanlaman o kadar kötü ki Işık... ancak bu kadar kötü olabilir." dedi acı acı.

"Neden?"

"Çok büyük bir ihaleye hazırlanıyoruz. Dubai ve Eskişehir'de devam eden iki devasa projenin daha yükü altındayım. Bunları anlatmıştım sana aslında. Her gün yeni bir aksaklık çıkıyor. Borç yükü altındayız. Ödemeleri yapabilmemiz gireceğimiz ihaleyi almamıza bağlı. Buldanlı, Ayanoğlu bu denizde büyük balıklar. Yaparsın sen diye sırt sıvazlıyorlar ama aldığım riski bilseler vebalıymışım gibi kaçarlar. Dengeleri iyi kurmam lazım. Onlar da bana sırt çevirirlerse hiç şansım kalmaz."

"Bu kadar sıkışık bir durumda olduğunu bilmiyordum."

"Üç gün önce Eskişehir'deki işletici firma teminat mektubumuzu bozdurmakla tehdit etti. Batarız Işık. Mecazen söylemiyorum. Domino taşı gibi devrilir her şey. Bu yüzden bu ihaleyi almak zorundayız. Düşün, düşün, beynim çatlayacak. Bir of çeksem, devrilsem, bir daha ayağa kalkamayacakmışım gibi geliyor. Şimdi bir de bu boşanma işi... nasıl olacak hepsi?"

Bir kez daha sadece kendimi düşündüğüm, bencilliğimle sınandığım bir andaydım.

"Çok zamansız görünüyor. Haklısın."

"Her şeyi üstüne yapayım, olur ya bu iş patlarsa ucu bucağı sana dokunmasın demeyi düşündüğüm günlerdeydim. Yine öyle yapalım. Davayı sen aç. Ben atılacak imzaları atarım."

"Ben alacak verecek peşinde değilim. Bu konu da öyle at imzayı geç bir konu değil. Boşanıyoruz Tekin. Senin için de uygun olan neyse onu yapalım ama konuşmamız gereken daha çok şeyler var. Avukatın ofisine birlikte gitmemiz gerekecek. Biz ne kadar hızlı anlaşırsak anlaşalım, yine de zaman ayırman gereken bir konu bu."

"Öyle. Doğru."

"Acelesi yok. Şu ihale işi sonuçlanana kadar bekleyelim madem."

"Buna öyle minnettar olurum ki. Ama ihalenin üç ayı var daha."

"Önemli değil. Bekleriz."

"Yine de atılması gereken adımları atalım. İstersen bu gece gideyim ben evden."

"Böyle apar topar, plansız nereye gideceksin?"

"Bir ev tutana kadar şirkete yakın bir otelde kalabilirim."

"Senin evden gitmene gerek yok. Burası senin evin. İş aramaya başlayacağım ben. Bulunca da bütçeme uygun bir yer tutar, taşınırım."

"İş bulmana yardım edebilirim. Ama evden gitmeni istemiyorum."

"Eninde sonunda birimizden biri gidecek."

Kocaman ofladı.

"Farkındayım. Bu konuyu da bir süreliğine erteleyemez miyiz?"

Gönülsüzce onayladım. Uzlaşmacı olmakta yarar vardı. Bütün kararlar bir anda alınamıyordu.

"Olması gereken bu sanırım." dedim.

"İnsanlara ne zaman söyleyeceğimiz mevzusu var bir de. Çok şey istemek mi olacak senden, bilemiyorum."

"Ne geçiyor aklından? Konuşalım hepsini."

"Onu da şu üç aylık süreçte erteleyelim diyecektim. Çünkü kim duyarsa duysun, olacak olanı biliyorsun, bizi barıştırma çabasına girecek. İkna konuşmaları bitmek bilmeyecek. Buna ayıracak kafa cidden yok bende. Biz kararımızı verdiğimize göre, önemli olan bu. Diğer herkes vakti gelince öğrenir."

Bu düşüncesine katılıyordum.

"Haklısın. Bunu üç ay sürecek bir işkenceye dönüştürmeyelim. Olabildiğince normal geçirelim süreyi." diyerek onayladım.

"Ben zaten çoğunlukla çalışıyor olacağım. Misafir odasında uyumaya başlarım. Çalışma odasıyla misafir odası arasında gider gelirim. Birbirimizi pek görmeyiz bile."

Onun sesindeki burukluk bir bardaktaki çatlaktan sızan su damlası gibi yüreğime sızıyordu. Acı çekmesine engel olmak istiyordum fakat böyle bir mucize yaratamayacağımı biliyordum. Yaşanması gereken neyse yaşanacaktı. Dirayetli durmak zorundaydım.

"Sen nasıl istersen."

"Hazırlıklarımı yapayım." diyerek kalktı yerinden.

"Sana yardım edeyim." diyerek ben de kalktım.

Yatak odasının yanındaki küçük odada tek kişilik bir yatak vardı. Orayı Tekin için yatak odası olacak şekilde hazırladık. Orada sadece uyuyacaktı gerçi. Geri kalan alanlarımız hala ortaktı. Bunun böyle olması gerekiyordu, zaten ben de böyle olmasını istiyordum.

"Uyu hadi sen."

"Sen bu gece çalışacaksın o zaman?"

Gözleri yorgunluktan küçücük kalmıştı.

"Evet. Ben devam."

"İyi geceler."

"İyi geceler."

O yorgun haliyle çalışma odasına giderken arkamı dönüp yatak odasına yürüdüm. Hayatımın en zor gecelerinden biri geride kalmıştı. Bundan sonrası daha kolay olmayacaktı. Bildiğimden değilse de yüreğimle hissediyordum bunu. Yatağa uzandığımda, kendi tarafıma döndüm ve her zaman yaptığım gibi tek elimle yastığı kucakladım. Tekin içeride küçücük bir yatakta uyuyacaktı. Yatağın diğer tarafı artık hiç dolmayacaktı.

Ben bu geceden itibaren artık tek başımaydım. Yalnız değildim. Fakat kendimi hayatımın hiçbir aşamasında hissetmediğim kadar yoğun derecede yalnız hissediyordum. İçimi acıtan, içime kıymık gibi batan bir şeyler vardı. Tekin'e haksızlık ettiğim hissi vicdanımı rahat bırakmıyordu. Üzgündüm, onu çok üzmüştüm. Üzgündü ama olabildiğince düzgün karşılamıştı. Yıllar onu da yıpratmıştı artık, kendi söylediği gibi o da çok yorgundu. Kararlılığımı anlamış, bana saygı duymayı seçmişti. Her şeyin de ötesinde ayrılmamızın ikimiz için de hayırlısı olabileceğini kabullenemese bile anlamaya çalışan mantıklı bir yanı vardı. Yolun sonu belirlenmişken çok daha zor yollardan geçmeyi seçen birçok çift vardı. Şanslı olduğumun farkındaydım. Yine de bu, yastığımın gözyaşlarıyla ıslanmasına engel olmuyordu.

Yarın bambaşka bir gün olacaktı.

Havada bulutlarla kaplı, ruhum kadar kasvetli bir güne uyandım. Henüz eylül sonu olmasına rağmen dışarıda bir kış günü kadar soğuk ve yağmurlu bir hava vardı. Dernekte üstlendiğim projenin takibi için anadolu yakasındaki bir tekstil atölyesine gitmem gerekiyordu. Eski iş yerimiz olan Ayanoğlu'nun kırmızı kiremit binası da o bölgedeydi. Gitmişken uğrayıp eski arkadaşlarıma bir selam veririm diye düşünüyordum.

Sonunda yataktan çıkabildiğimde Tekin çoktan evden ayrılmıştı. İkinci katın merdivenlerinin başından aşağıya doğru baktım. Bu koskocaman ev tek bir kişinin yaşaması için gereksiz derecede büyüktü. Ben tek başıma yaşamayacaktım kesinlikle. Şöyle ufak ama işlevsel bir stüdyo dairenin hayalini kuruyordum. Bence Tekin de burada kalmak istemezdi. Belki de satardı. Oturduğumuz eski evin bize iyi gelmediğini söylerkenki sesine sinmiş o mahcubiyeti ve belli belirsiz umudu anımsadım. Burası daha da kötü gelmişti. Sorun evlerde değildi, sonunda o da anlamıştı. Yüreğim bir ton daha ağırlaştı.

Sabah haberlerini izlerken tost ve çaydan ibaret fazla özenilmemiş bir kahvaltı yaptım. Öğlene kalmadan giyinip hazırlanıp, evden ayrıldım. Atölyeye varmam yarım saati bulmadı. Bir hayırişi olarak dar gelirli bir semt okulunun tiyatro topluluğunun hazırladığı gösterinin kostümlerini diktiriyorduk. Oyunun gösterimini Kulüp'te yapıp çocuklar için yardım toplamak da sıradaki hedeflerimizden biriydi. Verdiğim siparişlerin ne durumda olduğunu kontrol ettim ve düzeltme istediğim yerleri gösterdikten sonra çok oyalanmadan oradan ayrıldım. Buket'i belki sürpriz öğle yemeğine çıkarırım diye ummuştum ama yine de işimin bitmesi bir buçuğu bulmuştu. Madem öyle haber vermeden bir kahveye uğrayayım diye planladım.

Arabamı şirketin bahçesindeki küçük otoparka park ettim. Bugün birbirinden şık arabaların sıralandığı otoparkta benim ufak tefek kırmızı kızım da fena durmuyordu doğrusu. Gerçi tam yanına park ettiğim gümüş rengi Ferrari biraz büyü de gel diyordu ama olsun. Bu arabanın pek çok rengini Kulüp'ün otoparkında görmek mümkündü. Bu rengi ise daha önce sadece bir kez görmüştüm. Arkaya doğru ilerleyip plakasına baktım, BLD harflerini gördüm ve gözlerimi devirdim. Tufan Buldanlı ve dillere destan pahalı arabaları. Babasının işlerini devralmaya mecbur kaldığına göre sıklıkla iş yaptıkları Turhan Bey'le görüşmeye gelmiş olmalıydı.

Girişe doğru yürüdüm. Üç katlı kırmızı kiremit binanın dış renkleri geçen yıllarla birlikte bir miktar solmuştu. Bahçesine adımımı attığım ilk gün daha dünü gibi anımsıyordum. Her şeyin gözüme fazlasıyla büyük ve parlak göründüğü o yıllar... İnsan anılara kapılıp duygulanmaya engel olamıyordu. Bazı mekanların duygusal yoğunluğu fazlaydı. Benim için kariyer anlamında hükmünü çoktan doldurmuş bir yer olsa da burada geçen yıllarımın, dostluklarımın, sevdalarımın yeri her zaman ayrı kalacaktı.

Melis, aynı bıraktığım gibiydi, hala danışmada duruyordu. Normalde önündeki telefon susmak bilmezdi. O gün giriş katı, siyah granit zemini döven topuklarımın sesini duyabileceğim kadar sessizdi.

"Naber güzellik?" diye seslendim.

"Hiii! Işık!" diyerek fırladı beni görünce. "Hangi rüzgar attı seni buraya?"

Tövbe estağfurullah diye geçirdim içimden, dakika bir gol bir. Evrene ne biçim enerjiler yolluyorsun Meliscan!

"Bu tarafta işim vardı. Gelmişken sizi bir göreyim dedim." Birbirimize sarıldık.

"Çok iyi yapmışsın. Yemekten yeni dönüyor herkes."

"Misafiriniz var." diyerek bahçedeki gümüş Ferrari'yi işaret ettim.

"Aynen. Sabahtan beri burada. Turhan Bey'le görüşüyorlar. Geldi de yine şenlendi gözlerimiz." Ben sormadan kim olduğunu bildiğimi varsaymıştı anlaşılan. "Enteresan nostaljik bir gün oluyor. O geldi sen geldin." Ne dediğini anlayamayacağım bir hızla konudan konuya atlıyordu. Şöyle bir geri çekilip bana süzen gözlerle baktı. "Işık valla ne var ne yok diyecektim ama sormaya gerek bile yok, dehşet güzel gözüküyorsun."

"Bak şuna, iltifatlara bak."

"İltifat değil, öylesin. İyisin değil mi? Her şey yolunda?"

"Yolunda yolunda." dedim kısa yoldan. "Sen nasılsın?" Ayaküstü kendisiyle ailesiyle ilgili bir şeyler anlattı hızlıca.

"Ne iyi ettin de geldin." dedi sonra.

"Buket yukarıda mı? Haber vermedim geldiğimi, sürpriz yapacağım."

"Yukarıdadır."

"Tamam. Hadi, görüşürüz."

O, çalmaya başlayan telefonlarının başına dönerken, ben de sakin adımlarla asansörün önüne doğru yürüdüm. Çağırma tuşuna bastım. Sabırla beklemeye başladım.

Kapılar açıldığında,

"Ne var amına koyayım? Sabahtan beri kerhane telefonu gibi hiç susmadı. Ne var Tufan?" diyen bir sesin -fazlasıyla tanıdık bir sesin- sahibinin önüne bile bakmadan üstüme yürümesini ve benim vaktinde geri çekilme fırsatı bulamadan geriye doğru dengesiz bir adım atmama sebep olmasını hiç ama hiç beklemiyordum.

Ayakkabımın ince sivri topuğunun zemini tam bulamadığını farketmemle gözlerinin gözlerimi bulması hemen hemen aynı anda gerçekleşti. Burkulan bileğimle beraber geriye doğru düşerken ince uzun parmaklar tarafından hızlı bir refleksle yakalandım. Fakat beni yakalayabilmesinin bedeli olarak bir şeyden vazgeçmesi gerekmişti: Telefonundan.

Ağır cisim gümbürtüyle yeri boyladığında Rüzgar'ın kaşları çatıldı.

İlk gün gibi bugün de kaçmak istediğim o şimşekler çakan gözlere bakarken fısıldadım:

"Deja vu."


Selamlar! Global anlamda kötü günlerden geçiyoruz malumunuz ama bir de kendi iç dünyalarımız var ya... Bazen öyle dönemlerden geçiyorum ki yazmayı unuttuğumu yani baya bildiğiniz nasıl yazı yazılacağını unuttuğumu sandığım zamanlar oluyor. Öyle bir dönemden geçtim. Artık bu bölüme de sevabıyla günahıyla diyelim. Bu, tabi dert bile sayılmaz, gerçek dertlerimizin yanında.

Umarım siz ve sevdikleriniz iyisinizdir. Evinizdesinizdir ya da değilseniz bile güvendesinizdir. Corona hepimizden uzak olsun.

Daha güzel zamanlarda kavuşmak dileğiyle.

Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top