12. Zehr-i Zaman
Bir çift mavi gözde kalbimin kanat takıp uçtuğu zamanları düşünüyordum. Yanında cümle kurmaya bile çekindiğim, utandığım, gerildiğim zamanları. Adının yanına bey hitabı eklemeden konuşamadığım günleri. Hayata karşı tecrübesizdim, tabiri caizse gözü açılmamıştım daha, Tekin'le tanışmıştım. Her anlamda örnekti benim için, öncüydü, tecrübeliydi. Aradığım her şeyi onda bulduğuma inanmıştım. O ilk heyecan yatıştığında yerini güçlü bir güven duygusuna bırakmıştı. İdealleri uğruna yorulmak nedir bilmeden mücadele eden bir adamın hissettirdiği katışıksız güven. Hayatımın geri kalanında, kalbimin sesini dinlemek yerine o sakin limana sığınmayı seçmeme sebep olacak denli güçlü bir güven.
Sert bir kasırgaydı. Dindiğinde o güvenli limandan geriye fazla bir şey kalmamıştı: Alabora olmuş bir evlilik ve dört bir yana savrulmuş hayal kırıklıkları. Kendimi yıkıntılarımın arasında yere çökmüş oturuyor gibi hissediyordum. Tekin onarabileceğimizi söylüyordu. Bense yeniden başlamanın hem mental hem de fiziksel açıdan çok çaba gerektirdiğini görebiliyordum ve ne kadar istekli olursak olalım içimizde o enerjiyi taşımadığımızı da...
Gözleri ne heyecan ne de huzur veriyordu artık. Sadece çok tanıdık biriyle aynı evi paylaşıyor gibiydim. Bu bile şaibeliydi üstelik. Sıcak havadan soğuk havaya çıktığında üç kere hapşırdığını, bacak bacak üstüne atarken her zaman sol ayağını sağ ayağının üstüne attığını, biri paraf biri detaylı olmak üzere iki farklı imza kullandığını, çorbayı kaynar içmeyi sevdiğini, yaz mevsimini kışa tercih ettiğini, bugüne dek hiç ağır bir hastalık ya da kaza geçirmediğini, sol kaşının üstündeki yegane dikiş izini sekiz yaşında ağaçtan düşüp kaşını yardığında edindiğini, çok konuşan insanları yorucu bulduğunu, biyografi türünde film ya da kitapları sevdiğini, polisiye sevmediğini, sadece ailesinin ve çocukluk arkadaşlarının yanındayken Edirne aksanıyla konuştuğunu, bir sinirlenme göstergesi olarak yumruğunu sıkıp açtığını... biliyordum mesela. Fakat daha düne kadar beni aldatmayacağından emin olduğum kocamı hiç tanımıyordum.
İkimiz de görünürde hala aynı kişilerdik fakat bir o kadar da farklıydık. Seçimimizi farklılıklara adapte olmaktan yana yapmıştık. Tekin çok çabalıyordu, görebiliyordum, ben de elimden geleni yapmaya çalışıyordum.
Eve dönüşümün üzerinden birkaç hafta geçmişti. Tekin'den bir özür ve eve dönmeyi kabul ettiğim için bir teşekkür mahiyetinde yeni yılda doğum günü hediyem bir arabaydı. Kapının önüne çıkıp, filmlerdeki gibi gözlerimden ellerini çektiğinde karşımda kırmızı spor bir Mercedes duruyordu.
"Benim mi bu?"
"Senin hayatım. Güle güle kullan."
Oysa ki ben, paraya ihtiyacımız olduğunda sattığımız küçük arabamı çok seviyordum. Yeniden ona sahip olmayı isterdim. Mercedes lükstü. Konforluydu. Göz alıyordu. Bunlar herkesin söyleyebileceği genelgeçer yargılardı. Benim için bir şey ifade etmiyordu.
"Bu araba çok pahalıdır. Ben çalışmıyorum, doğru düzgün evden bile çıkmıyorum. Çok masraf etmişsin."
"Senin için değer. Hem belki bir vesile olur, daha çok dışarı çıkarsın artık. Sana iyi geliyor."
"Tamam da bizim bunu ödeyecek paramız var mı?"
Mutlu mutlu güldü.
"Var hayatım. Sen dert etme."
Telefonda aynı hislerimi paylaştığım Seda tarafından azarlanıyordum.
"Sen kocanın ne kadar kazandığını bilmiyor musun?"
"Bilmiyorum. Umrumda değil."
"Çok kazanıyor Işık. Emin ol çok kazanıyor."
"Şirket için çok borca girmiştik. Ödemesine hiç katkım olmadı. Maddi konularda konuşmak ya da ona yük olmak istemiyorum."
"Bunları düşünme. Zorlukları atlatmaya çalışıyorsunuz. Her şeye rağmen bir aradasınız. Tekin, sana minnettarlığını göstermek istemiş."
"Maddiyat. Öyleyse sahip olduğumuz en iyi şey bu."
"İyi olacaksınız Işık. Sabret. Daha güzel günleriniz olacak."
Tekin'e Sezin'le ilgili hiçbir şey sormuyordum, ondan da duymuyordum. Nasıl yaptıysa yapmış, sözünü tutmuş, konuyu kapatmıştı. Geceleri uyku bozukluğum devam ettiği için bir psikologla görüşmeye başlamıştım. Haftada bir gün danışma adı altında benim canım ne isterse onun hakkında sohbet ediyorduk. Uzun süredir görüşmediğimiz eski arkadaşlarımızla görüşmemizi psikolog önermişti. Tekin bu fikrin üzerine adeta can simidi gibi atlayıp hemen Tarık'ı aramış, eskiden olduğu üzere onların evinde bir toplaşma ayarlanmıştı. Araya mesafe de girse dost dediğin her daim dost kalıyordu. Onlar da sosyal medyada birbirimizin fotoğraflarını beğenmekten ibaret zamanlardan sonra bizi yeniden görmeye can atar şekilde davranınca içimde cılız da olsa bir uyanış ve umut hisssettim.
Hepsinin çocukları olmuştu. Rahat rahat içip sohbet edebilelim diye o gece için çocuklar ailelere ve bakıcılara emanet edilmişti. Kısa bir süre için, ilk bakışta herkes eskisi gibiydi. Elif'in sofrası eskisi kadar başarılıydı. Tarık yine o mutlu ve gürül gürül sesiyle konuşuyor, yanımızda bir görünüyor bir kayboluyor, mutfakta kokteyl hazırlıyordu. Semih ve Derya, bildiğimiz, bıraktığımız gibi sessiz, sakin ve huzurluydular. Eren ve Merve, her muhabbetin içinde, güleç ve canayakındılar. Herkes bir aradaydı da tek bir eksik vardı. Rüzgar'ın yokluğu buram buram hissediliyordu. Konusu henüz açılmamıştı, birilerinin lafı ortaya atıp sitemle karışık sövmesini, bu sayede ondan haber olabilmeyi diliyordum. Fakat bütün gece kimse Rüzgar'ın bahsini bile açmadı. Ben de açamadım. Tekin'e soramadığım gibi onlara da soramadım: Haber alıyor musunuz? İyi mi? Ne halde? Sorularımı içime attım. Bir kez daha varlığıyla ve yokluğuyla içimde kaldı.
İçkiler peş peşe tazelenirken kısa zamanda çakırkeyif seviyesine ulaşılmıştı. Bense biraz hızlı gidiyordum. Laf lafı açıyordu, iş hayatı, çocuklar, hayat telaşı, koşturmaca, yine çocuklar, çocuklar, çocuklar... bitmek bilmez bir annelik muhabbeti sürüyordu, sadece dinliyordum çünkü anlatacak bir şeyim yoktu. İçimdeki neşenin öldüğünü hissederken ilgili taklidi bile yapamıyordum. İşlerinden bahsediyorlardı. Ben yine dinliyordum çünkü içlerinde bir tek ben çalışmıyordum. Ortam koşulları gereği son zamanlarda Tekin'le yaşadıklarımızı anlatamayacağıma göre konuşacak konu da bulamıyordum. Saatler su gibi akıp giderken git gide artan sıkıcılığımdan utandım. Kendimi ortamın dışında hissetmem aynı oranda rahatsız hissetmeme neden oldu. Karşımdaki dost yüzlerin hiçbiri beni bu garip psikolojiye getiren olaylardan haberdar değildi. Dış görünüşümün nasıl olduğunu, onlara nasıl göründüğümü düşünmemeye çalıştım. Biraz daha içkiye sığındım, çaba gösterip biraz güler gibi, biraz da konuşur gibi yaptım. Bu çabalarım beni çok yordu.
Tekin ise ortama eşlik etme konusunda benden daha başarılıydı. Nuh Nebi'den kalma okul anılarına bile hala kahkahalarla gülebiliyorlardı. O bile buraya aitti de ben hiçbir yere ait değildim işte. Ara ara beni inceleyen bakışlarıyla karşılaşıyordum. O bakışlardaki endişe bana kendimi daha da kötü hissettiriyordu. Artık evime dönmek istiyordum.
Gecenin devamında, hazır çocuklar da yokken dışarı çıkıp eğlenmeye bir mekanda devam etmek istediler. Tekin'le birbirimize baktık. Keyifli ve uyumlu hissettiği için ben gidelim desem gitmek istediğini anladım. Fakat ben bunu yapamayacaktım. Herkesten özür dileyerek yorgun olduğumu, eve dönmek istediğimi söyledim. Tepki gösterdiler, ısrar ettiler. Karşı ısrarımla onları ikna etmeyi başardım.
"Sen gidebilirsin." dedim Tekin'e. "Ben eve taksiyle dönerim."
"Saçmalama hayatım."
Kapıya çıkıp ayakkabılarını giyer giymez elimi tuttu. Yaşanan her şeyden habersiz Elif bize, geçmişte ve günümüzde daim olduğu üzere sevgiyle bakıyordu.
"Hadi gidin bari. Çifte kumrular."
Bense elimi tutan eline anlam veremeyerek bakıyor, en son ne zaman Tekin'le el ele tutuşarak yürüdüğümüzü bile hatırlamadığımı düşünüyordum. Eve dönüş yolunda hiç konuşmadık.
Eve girdik. Montlarımızı çıkarıp, portmantoya astık. Girişte duran ev puflarımı giymek üzereyken Tekin tarafından sarmalandım. Arkamı dönüp yüzüne bakmaya çalışırken beni kollarının arasında sımsıkı tutmaya devam etti.
"Napıyorsun?" diye sordum. Gözleri şehvetle kapanırken dudakları dudaklarımı buldu. Burnuma alkol kokusu doldu.
"Tekin napıyorsun?" dedim bu kez ısrarla geri çekilerek. Gözlerini açtı. Yüzümdeki ifadeyi gördü, yüzündeki istek dolu ifade hayal kırıklığına dönüştü.
"Karımla sevişmek istiyorum." dedi. İçimdeki isyan dolu ses, bunu başka biriyle sevişmeden önce düşünmeliydin, dese de, onu zaptettim.
"Yorgunum." dedim. O lanet pufları giymek istemiyordum artık. Elimde kalan teki yere atıp, yüzümdeki makyajı temizlemek üzere banyoya giderken onu ardımda hayal kırıklığı ile baş başa bıraktım.
Yüzümü yıkayıp, pijamalarımı giydiğimde Tekin salonda oturmuş viski içiyordu. Üstünü değiştirmemişti. Merdivenlerin başından aşağı doğru,
"Ben yatıyorum. Sen oturacak mısın?" diye seslendim.
"Yanında yatmama izin var mı?" diye sordu. Gözlerimi devirdim. Bu sarhoş halinden hoşlanmıyordum. Zaman demiştik, zamana ihtiyacımız vardı. Bana istediğim kadar zaman vereceğini kendisi söylemişti. Ayıkken beni asla zorlamazdı. Şimdi ise bir çocukla uğraşır gibi kırgınlığıyla uğraşmak zorunda kalıyordum.
"Hadi gel." dedim.
Birkaç dakika sonra dişlerini fırçalayıp, yumuşatıcı kokusu sinmiş pijamalarını giyerek yatakta bana sarılmıştı. Sevdiğim Tekin buydu. Sevdiğim, yanında uyumaktan mutluluk duyduğum. Ne kadar çabaladığının farkındaydım ama birdenbire aşırı yüklemeyle, yoğun bir çabalamayla, hemen eskiye dönemezdik. Sabırlı olması gerekiyordu. Henüz onunla sevişebileceğimi ve dahası bu eylemden zevk alabileceğimi hayalimde bile canlandıramıyordum. Sanki zihnimde ağır demir bir kapı gibi kapanmıştı bu konu, aralanmaz, açılmaz değildi, sadece zoruma gidiyordu işte. Bunu psikoloğumla konuşuyordum. O da zaman ve sabır diyordu. Tekin şimdi sırtımdan sarılarak beni kollarının arasına almıştı. Yüzünü saçlarımın arasına gömmüş bir haldeyken,
"Zihnimi kemiren bazı şeylere engel olamıyorum." diye mırıldandı.
"Ne gibi şeyler?" diye sordum.
"Seni tamamen kaybettiğim düşüncesi... gibi şeyler." dedi alkollü, yorgun ve buruk bir sesle. Sesindeki o hüzünlü tını benim de yüreğimi hüzünle doldurmuştu. Karnımda birleşen ellerini tuttum. Ellerimi ellerinin arasına aldı.
"Ben buradayım Tekin. Bir yere gitmiyorum." dedim.
İçini çekti. Kısa süre sonra uykuya dalmıştı.
Birkaç gün sonra bir akşam üzeri iş çıkışı Elif'le buluştuk.
"Tıpkı eskiden olduğu gibi." dedi sevgili arkadaşım. İkiz bebekleri olmuş ve onları bir yaşına getirmişti, hala sırım gibi incecik ve çok güzeldi. Koyu renk saçları, hokka gibi burnu, parlak yeşil gözleriyle karşımda oturuyordu. Sayısız kez aklımdan geçen bir düşünceyle Rüzgar'ın benim yerime ondan nasıl hoşlanmadığını düşündüm. İkimiz de yakın arkadaşlarının kız arkadaşlarıydık. Bu hastalıklı düşünceyi derhal aklımdan çıkardım. Rüzgar'ı son zamanlarda daha sık düşünür olmuştum. Elif'le ortak anılarımızın çokluğu da düşüncelerimi körüklüyordu. Sanki düşüncelerimi okumuş gibi Elif birden;
"Rüzgar'dan haber alıyor musunuz?" diye sorunca ilk anda irkilsem de çoğul ifadeyle sorduğunu göz önünde bulundurarak aklımı başıma topladım. Birkaç gece önce açılmasını beklediğim konu daha şimdi açılıyordu.
"Ne mümkün. Sırra kadem bastı adeta."
"Tarık'la konuşuyoruz bazen. Hala ilginç geliyor çekip gitmesi. Ne bileyim, sanki bize küsmüş gibi."
"Neden küssün ki? En son sizin düğününüzde görmedik mi?"
"Öyle ama, konuşmuyor ya hiç kimseyle... içimizde haber alan biri varsa o da senin kocandır diye sana bir sorayım dedim."
"Onunla da görüşmüyor."
"Bize de küsmediyse, yok olmasını gerektirecek ne yaşamış olabilir? Kaç yıl oldu ama hala merak etmekten kendimi alamıyorum." İçimi çekerek mecburi yalanımı söyledim.
"Ben de."
"Biliyor musun, bir keresinde ne olmuştu?" dedi birden canlanarak. "Rüzgar gittikten kısa süre sonraydı, kulüpte Necip Bey'le karşılaşmıştım. Hani orada yüzme dersi veriyordum. Normalde samimiyetimiz yoktur. Sadece selamlaşırdık. O gün resmen beni durdurdu, ayaküstü sohbet ettik. Ona Rüzgar'ı sordum. Kendi babası bile bir anda neden gittiğini, nereye gittiğini bilmiyordu. Gözlerinde nasıl desem, hüzünlü bir bakış vardı, böyle insanın içini burkan cinsten. Bir de insanın içini okur gibi bakıyor, Rüzgar da öyleydi ya... o bakışlar."
Son derece doğal bir tonda konuşan Elif'in yüzüne bakamayıp, gözlerimi önümde duran kahve fincanıma eğdim. O bakışlar... son derece yakınen tanıdığım bildiğim, sadece insanın içini görür gibi değil, bıçak gibi de keskin.
"Öyle gerçekten..." diye mırıldandım. "Babasıyla birbirlerine benziyorlar. Tufan onlara tip olarak benzemiyor ama onun da bakışları aynı."
"Ne biçim bir genetik miras ama." dedi Elif gülerek. "Her neyse, Necip Bey bana ne sordu biliyor musun? Gitmeden önce Rüzgar'ın hayatında özel bir kadın olup olmadığını sordu. Ne diyeceğimi bilemedim. Gülçin'le olan hikayesini biliyordum ama o epey zaman önce bitmişti ve bildiğim kadarıyla özel biri değildi. Gülçin'in tipini sordu. Bildiğim kadarıyla sarışın renkli gözlü dedim ama bizzat hiç tanışmadığım için kesin olarak bilmediğimi söyledim. Onaylayarak kafasını salladı. Öylesine bir iki cümle daha konuştuktan sonra gitti. Enteresan olay, değil mi?"
Evet, enteresandı. Elif'in karşısında nutkum tutulmuş haldeydim.
Necip Bey, Elif'i tanıdığı gibi beni de tanırdı. Elif'ten çok daha fazla ortamda, çok daha uzun sürelerle bir arada bulunmuştuk ve bana bir kez olsun böyle bir soru sormamıştı. Aslına bakılırsa benim olduğum herhangi bir ortamda Rüzgar'ın adının geçtiğini bile hatırlamıyordum. Eminim ki Tufan, abisinin akibeti hakkında hepimizden çok şey biliyordu. O bile benim Tekin'e eşlik etmek suretiyle bulunduğum sosyal ortamlara katılmaktan mümkün olduğunca kaçınıyordu. Belki de sadece bana öyle geliyordu.
Çok zaman önceydi diye düşündüm, Elif'in yüzüne yeniden bakarken. Çok zaman geçti.
"Evet, enteresan gerçekten." dedim buram buram ilgisiz süsü verdiğim bir ses tonuyla.
"Sence Rüzgar'ın hayatında hiçbirimizin bilmediği biri mi vardı?" diye üsteledi Elif.
Rüzgar hayatımıza fırtına gibi girdiği dönemdeki Kazanova halleriyle arkadaş grubumuzda her zaman popüler bir dedikodu malzemesi olmuştu. Bugün yokluğunda bile potansiyelinin azalmadığını Elif sayesinde görebiliyordum. Bununla beraber konu benim açımdan gittikçe daha rahatsız bir hal alıyordu.
"Öyle olsa bile sence Rüzgar, bir kadın yüzünden hayatını değiştirecek biri miydi?" diye sordum.
Elif kolaylıkla ikna olmuştu: "Haklısın. Değildi."
İki kelimeden ibaret bir onay beni niye bu kadar yaralıyordu? Konuyu geçiştirecek, Elif'in ilgisini kendisine ve sahip olduğu ikiz bebeklerine çevirecek bir şeyler söyledim.
O hevesle konuşmaya devam ederken, zihnim uzaklara daldı gitti. Rüzgar'ın sırf gözlerime diktiği gözleriyle bile ne kadar heyecanlandığımı hatırladım. Beni sevdiğini bilmezken gülüşünü her gördüğümde içim nasıl da cız ederdi. Sadece benim olmasını, bana bakmasını, bana gülmesini isteyecek kadar kıskanç bir arzuyla sevmiştim onu. Ve dileğim ikimiz için de bir lanete dönüşmek suretiyle gerçek olmuştu. Hayatın neresinde durduğuma baktım: Bir haber bile almadan geçen aylar, yıllar... ne çare ki, karşımda oturmuş bir şeyler anlatan Elif'e bile ondan bahsedemiyordum ve bu, zamanında bizi ayıran kararı almama sebep olan her şeyin yıllar sonra gelen bir sağlaması gibi hissettiriyordu.
Tekin'den ayrılıp Rüzgar'ı seçmiş olsam ve aradan yıllar geçmiş olsa, yine de Elif'e onu anlatabilecek miydim? Hiç sanmıyordum. Elif de Tekin sayesinde tanıdığım herkes gibi beni kınayarak hayatımdan çıkıp gitmiş olacaktı. Belki arkadaş sohbetlerinde adım zaman zaman bir hayal kırıklığı olarak fısıldanacaktı. Belki o bile olmayacaktı. Yaşattığım utançtan ötürü benden ya da Rüzgar'dan bahsetmekten kaçınacaklardı.
Peki ya bugün bütün bunların bir önemi kalmış mıydı?
Dışarıdan bakan gözlerin bende ne gördüğünü az çok kestirebiliyordum: Derdi, tasası ve çalışma zorunluluğu olmayan, iyi giyimli, genç bir kadın. Saygıdeğer Tekin Gökçe'nin saygıdeğer eşi Işık Gökçe.
Fakat gerçeği ben biliyordum. Evliliğimizin ve kişiliklerimizin saygıdeğer bir yanı kalmış mıydı?
Elif bir şeyler anlatıyordu, bense yüzüne boş boş bakıyordum. Bir zamanlar hakkımda ne düşüneceklerini bu denli önemsediğim samimi arkadaşlarımın günlük hayatlarında olup bitenlerden bile habersiz birine dönüşmüştüm. Buket gibi özel hayatımdan haberdar olan diğer samimi arkadaşlarım ise yüzüme gülümserken arkamdan vah vah kıza diyorlardı. Aldatılmıştım, bir bebek kaybetmiştim ve işimden ayrılmıştım. Ne bir hobim ne de bir uğraşım vardı. Seçili hayatımın dıştan ve içten görüntüsünün yarattığı ironi beni gülümsetti. Düşüncelerimden habersiz olan Elif ise kendi anlattığına güldüğümü düşünmüştü.
"Çok komik, değil mi? Ben de kadının yüzüne karşı gülmeye engel olamadım. Çok ayıp oldu ama." diyerek anlatmaya devam etti. Ne anlattığına dair hiçbir fikrim yoktu.
Parmağımda Tekin'in hediyesi bir yüzükle Tekin'in elinden tutarak Kulüp'e gittiğim o gün bana, seçimimi yaptığımı söylemişti Tufan. Yapmıştım evet, Tekin'in evlenme teklifine evet dediğim anda yapmıştım hatta. Kendimi düşündüğüm kadar, Tekin'in ve Rüzgar'ın itibar ve dostluklarını da düşünmüştüm. Bütün bunları kurtarmak karşılığında kaybettiğim bir tek Rüzgar'dı ve onun yokluğu -yoksunluğu- öyle büyük, öyle büyük yer kaplıyordu hayatımda... anlıyordum ki, varlığı kadar yokluğuyla da ömrümün sonuna kadar kalbimdeki yerini koruyacak olanı kaybetmiştim.
Kısacası ben... sadece kaybetmiştim.
Çoğunlukla kendimi evde izole ettiğim, yanında kendimi rahat hissettiğim az sayıda insanı görmek için nadiren dışarı çıktığım aylar geçti. Kabus dolu bir kış ardımızda kalmıştı. Hala yaşananların üstesinden geldiğim söylenemezdi. Zihnim bir koruma kalkanı geliştirmişti; az konuşarak, az paylaşarak, az düşünerek, neredeyse daha az nefes alarak ve adeta zamanı yavaşlatarak içinde bulunduğum gerçekleri ve hissettiğim acıyı kabullenmeyi kolaylaştırmıştım. Tekin'le karı koca hayatımızda eninde sonunda normale dönerken, günleri hesaplamıyordum. Kışın ardından bahar yaşanıp gitti. Bayramlarda ailelerimizi ziyaret ettik, özel günlerde birbirimize hediyeler verdik. Bir kar ve bir Avrupa tatili yaptık. Ne yapıyorsunuz diye soranlara bunları anlatıyordum işte. Fakat sahiden ne yapıyordum? Hiçbir fikrim yoktu.
Haziran başında Tekin'in çok önem verdiği, ailelerin katılımıyla gerçekleşecek şirket yemeği organizasyonu vardı. Yaşanan olaylardan beri onun işiyle ilgili hiç konuşmuyorduk. Şirket ne haldeydi? Kar ediyor muydu? Tekin konumunda başarılı mıydı? Sezin'in yerine işe kimi almıştı? Olaylar şirkette duyulmuş muydu? Duyulmuş olmalıydı çünkü Sezin bu minvalde bir cümle kurmuştu. Ve mesela Tekin'in asistanı Aslı, aldatan kocasını affeden bir kadın olan benim hakkımda ne düşünüyordu? Bunların hiçbirini bilmiyordum. Pamuk ipliğine bağlı huzurumu bu bilinmezliklere borçluydum. Durum buyken, o yemek masasında Tekin'in yanıbaşında ve Tekin'in eşi sıfatıyla nasıl oturacaktım? Böyle bir yemeğe en son katıldığımda bütün gece sohbet ettiğim kadının daha sonra kocamla sevgili olduğunu öğrenmiştim. Tekin yöneticiliği kendisinden öğrendiği Turhan Bey gibi bu tarz organizasyonlara katılımı önemserdi. Fakat benden ona eşlik etmemi nasıl beklerdi?
"Son anda rahatsızlandığımı söylesen?" diye önerdim.
"Sen bilirsin Işık." dedi, fakat bunu söyleyişinde derin bir hüsran vardı. Bakışları yenilgiyle doluydu. Çok önemsiyordu, çok da çabalıyordu, her şey için. Hüsran kaplı bakışlarını görmemek için gözlerimi yumdum. Son aylarda sağ kalmayı başarmıştım. Öyleyse bu yemeğin de üstesinden gelebilirdim. Kocamın karizmasına zarar gelmesin diye, gururumu yerlerde de süründürebilirdim. Gözlerimi açtım.
"Tamam. Geleceğim." dememle gözleri mutlulukla aydınlandı.
Davetin gerçekleşeceği cuma günü, her günkü gibi evdeydim. Tekin işten biraz erken çıkarak saat altı civarı beni evden alacaktı. Saat üç civarı stresten ölmek üzereydim. Hiçbir şekilde hazırlanmak istemiyordum. Seda'yla yaptığım güç verici konuşmanın ardından kuaföre girip saçlarıma basit bir fön çektirdim. Eve dönüp Tekin'i beklerken dolabımı karıştırmaya başladım. Belime oturan, yüksek belli, bol paçalı siyah bir pantolon giydim. Üzerine yaka kısmı dökümlü beyaz bir bluz seçtim. İnci kolye ve küpelerimi takıp, göz ağırlıklı bir makyaj yaptım. Boy aynasının karşısına geçip nasıl göründüğüme baktım. Umduğumdan güzel görünüyordum fakat güzel olmamın ne önemi vardı? Aynadaki kusursuz aksime bakmak, içime bakmaktan beter bir etkiyle ince bir iple tutunan sinirlerimi zorladı. Herkesin gözünde onaylanacağım ideal eş görüntümden nefret ettim. Güzel olan her şeyi mahvetmek istedim. Saçlarımı yolmak, makyajımı darmadağın etmek, üzerimdeki bluzu parçalamak, kolyemi koparıp atmak istedim. Fakat hiçbir şey yapmadım.
Tekin'in gelmesine bir buçuk saat vardı. Dolaptaki açılmamış bir şişe beyaz şarabı çıkarıp kendime bir kadeh doldurdum. Şarabın soğukluğu içimdeki yangın hisleri yatıştırıyordu. Bir kadeh oldu iki, iki oldu üç. Şişe yarılandı. Kapı çaldığında elimde boş şişeyi tutuyordum. Tekin beni karşısında gördüğü ilk anda gülümsüyordu.
"Hazırlanmışsın hayatım. Süper. Ben hızlıca tuvalete gireyim, hemen çıkalım."
"Tamam hayatım!" dedim ağzım kulaklarımda. Kim bilir ne kadar uzun zamandır ona hayatım demiyordum. Önce bunu, sonra elimdeki şişeyi farkeden Tekin'in yüzü an be an yüzü asıldı. "Önce ben girsem olur mu?" dedim kelimeleri yaya yaya. Hıçkırığımın şiddetinden elimdeki şişe düşüp parçalandı.
"Ay!" dedim yere eğilerek. Tekin bir hızla beni yakalayıp, kesik camlardan uzaklaştırdığında artık hiç gülümsemiyordu.
"Şişedekinin hepsini sen mi içtin?"
"Hayır, eve kapıcıyı attım. Onunla içtik." deyip kıkırdadım. Tekin'in yüzü katı kesildi.
"Bunu neden yapıyorsun?"
"Ne yapıyorum? Bizim kapıcımız yok ki hayatım. Tabi ki hepsini kendim içtim." dedim hala gülerek.
Tekin'in çenesi kasıldı.
"Gelmek istemediğini biliyorum Işık. Ama ben çabalıyorum." dedi burnundan solurken, öfkesini kontrol altına almaya çalışıyordu. "Senin de benim için çabalaman bu kadar zor mu?" dedi bağırarak.
Tahmin bile edemezsin, demedim. İçimde olan içimde kaldı. Dışımdan, hiç değilse gülmemeye çalışarak,
"Sadece biraz rahatlamak istedim." dedim.
Ellerimi umursamaz bir edayla havaya kaldırdım. Yüzüme baktı. Baktı, baktı, baktı. Yüzümde gördüğü, oysa benim orada olduğunu bile bilmediğim o gerçek, öfkesini yatıştırmaya yetti. Sıkıntısını bir büyük solukta koyverirken bana doğru büyük adımlar attı. Henüz ne yapmaya çalıştığını anlayamadan kollarındaydım. İçimde bir şeyler tarifi güç bir şekilde parçalandı. Aynada gördüğüm yüzüm artık o kadar da kusursuz değildi. Kollarının arasında savunmasız, güçsüz bir çocuk gibi kalakaldım.
"Zor olduğunu biliyorum. Benim yüzümden olduğunu da biliyorum. Yemin ederim ki çabalıyorum Işık. Özür dilerim. Özür dilerim." dedi.
"Çabaladığını biliyorum. Ben de çabalıyorum." dedim yutkunarak. "Çabalamak yetmiyor, aşamadım. İstedim, çok istedim ama aklımdan çıkaramadım. İnsanların bakışlarıyla yargılanacağımı bile bile o ortama girme fikrine de katlanamıyorum."
"Seni kim, niye yargılasın?" dedi şaşkınlıkla. "Evliliğimizi sürdürmeyi seçtiğin için mi? Çok az insan biliyordu Işık. Onlar da bu gece orada olmayacaklar."
"Gerçekten mi?" dedim cılız bir tonda. Kollarının arasından sıyrıldım.
"Gerçekten." dedi kollarını çözmemiş, fazla uzaklaşmama izin vermemişti.
"Peki." diyerek içimi çektim. "Bir kahve içip açılayım. Yolda daha iyi olurum."
"Kahveni ben yaparım." deyip burnumun ucunu öptü.
İkimiz de hazır olduktan sonra birlikte yola çıktık. Yemeğin verildiği otel önceki senekinden farklıydı. Bu iyiydi çünkü o oteldeki restoranın masa kuruluş düzeninden, herkesin oturduğu yere kadar tüm detayları hatırlıyordum. Sezin'in tam karşımda, Tekin'in yanında oturuşu hala gözlerimin önündeydi. Yeni düzende, Tekin'in yanında yeni satış ve pazarlama direktörü Murat Bey ve eşi Nermin Hanım oturuyorlardı. Birbirleriyle uyumlu ve esprili bir çift oldukları kısa sürede anlaşılıyordu. Nermin Hanım iyi bir aileden gelen, iyi eğitimli bir kadındı ve oldukça kibar ifadesine rağmen, pırıl pırıl parlayan bir çift gözle, hiç ummadığım bir şekilde sakin sakin yaptığı esprilerle beni kırıp geçiriyordu.
Tekin'le birlikte çalışan diğer yüzleri tanıyordum. Bir iki kişinin selamlaşırken olması beklenenden daha canayakın tavrı, bendeki 'Biliyorlar mı?' diye düşündüren paranoyayı tetiklemişti. Nasıl olduğunu bile anlamadan ellerim kontrolsüz bir şekilde titremeye başlıyordu. Bu kişilerle arama anında buz gibi bir tavırla mesafe koydum. Kimsenin acımasına ya da sempatisine ihtiyacım yoktu. Her şeyi bildiğinden emin olduğum asistanı Aslı ise kısa bir selamlaşmanın ardından eşiyle birlikte masanın bize uzak bir ucuna oturdu. Kendimi savunmasız hissediyor ve bu halimden nefret ediyordum. Bu gece benim Tekin'in yanında ve başı dik durmam lazımdı.
Gecenin geri kalanı çakırkeyif olmamın verdiği rahatlık ve Nermin Hanım'ın hoş sohbeti sayesinde şen şakrak geçti. Nermin Hanım, ailevi kökenleri nedeniyle Tekin'in üyesi olduğu prestijli kulübün kadın kolu olarak kabul edilen vakfın üyelerinden biriydi. Yaptıkları hayır işleri ilgimi çekmiş gibi can kulağıyla dinlediğimden olsa gerek beni de aralarında görmekten mutlu olacağını dile getirdi. Bu teklif Tekin'in de hoşuna gitmiş gibiydi. Tekin'e artı olarak Nermin Hanım'ın oyuyla iki asil üyeden gelen davetle kendimi prestijler dünyasına adım atmış saydım. İçimden yaptığım bu manasız şakaya güldüm bile.
Gece hızla ilerlemişti. Ne ara vedalaşmalar başladı anlamadım. Evde küçük çocukları olduğunu bahane eden çiftler kalktı önce. Murat Bey ve Nermin Hanımlar kalktı. Ben kim bilir kaçıncı kadeh rakıyı içiyordum. Ağzım yüzüm yer değiştirmiş olabilirdi çünkü Tekin'in bana baktıkça gerildiğini görebiliyordum. Birileri daha vedalaşmak üzere yanımıza geldiler. Bir kadın - bir yerlerden tanıyor fakat kim olduğunu çıkaramıyordum - vedalaşırken bir anda sarılarak,
"Seni çok iyi gördüm Işık. Sen çok güçlü bir kadınsın." diye fısıldadı kulağıma. Kaskatı kesildim.
Kimdi bu kadın? Bana ne sebeple böyle bir şey söylüyordu?
"Siz kimsiniz?" dedim ağzımdan köpükler çıkarak. "Size ne benim nasıl göründüğümden?"
Kadının tanıdık yüzünün bozulduğunu görebiliyordum fakat elimde değildi, sinirden her yerim titriyordu. Kocası araya girerek özür diledi. Erkekler bir şeyler konuşarak vedalaştılar. Sonrasında Tekin, kolunu omzuma atarak, beni adeta sürüklercesine ortamdan uzaklaştırmaya başladı,
"Gel hayatım, biz seninle lavaboya gidelim."
"Kim bu kadın Tekin? Olanları nereden biliyor?" diye bağırdığımı sanıyorum, oysa ki masaya arkamızı döndüğümüz anda Tekin'in demirden güçlü eli ağzıma yapışmıştı. Sesim çıkmıyordu. Lavaboya gitmek yerine mutfak yönüne saptık. İşinde, gücünde, kendi telaşlarındayken birdenbire oraya dalmamızla üzerimize dikilen sayısız gözün şaşkın bakışları arasında mutfağı geçerek restoranın arka bahçesine çıktık. Hiç kimse bize durun nereye gidiyorsunuz dememişti. Arka bahçede sigara molasına çıkmış bir iki çalışan vardı. Bizi görünce, durumun anormalliğini algılayıp, saygı göstererek içeri girdiler. Mutfak çöplerinin, atık kasa ve kartonların arasında yüz yüze dikilirken Tekin bana,
"Beni rezil ettiğin için teşekkür ederim Işık." diye bağırdı. "Kendini kontrol etmekten o kadar uzaksın ki!" Fakat şu an kendisi de öyleydi.
"Kim o kadın Tekin?" diye bağırdım ben de avazım çıktığı kadar. "Kim o kadın bana güçlü olduğumu söylüyor? Benim ne yaşadığımı nereden biliyor?"
"Bağırmayı kes! Ayarsız ayarsız davranmayı kes!"
Gözlerime kızıl bir perde inmiş gibiydi.
"Kim o kadın? Kim? Neden kim olduğunu söylemiyorsun? Yoksa onunla da mı yatıyorsun?!" dedim ve dediğim anda da Tekin'in hırs dolu eli ağzıma kapandı.
"Sus artık! Sus!"
Şaşkınlık ve biraz da korkuyla çelik gibi sert elini iterek, ondan uzaklaştım.
"Bana ne yapıyorsun?" demeye çalıştım ama cümlenin yarısında gözyaşlarına boğuldum. Tekin yumrukları sıkılı, kaskatı duruyordu karşımda. Ellerimi yüzüme kapattım ve bir sinir harbinin orta yerinde ellerim yüzümde ondan adım adım uzaklaşarak bağıra bağıra ağladım.
"O kadın..." dedi Tekin, gözyaşlarım ve yıkılışım karşısında duyarsızdı çünkü bana hala o kadar kızgındı ki, zorlukla nefes alıyor ve yumruklarını sıka sıka, zorlukla cümle kurabiliyordu. "O kadın, şirketin muhasebe direktörü Akın Saygın'ın eşi. Senin uzun zaman önce tanıştığın, pek çok kez aynı ortamda bulunduğun, liseye giden boyunca çocukları olan bir kadın. Bu yaptığına inanamıyorum. Gerçekten inanamıyorum. Sen aklını yitirmişsin. Sinirden sorduğunu sandım ama aklını o kadar yitirmişsin ki bana bunu gerçekten soruyorsun. Ben seni bu gece tanıyamıyorum Işık. Yaptıklarına anlam veremiyorum."
Esra Saygın'ı tabi ki tanıyordum. Akın Saygın'ı da tanıyordum. Alkolün etkisinden olacak, gecenin başından beri onları gördüğümü hiç hatırlamıyordum. Vedalaşırken gördüğümde ise bir anda çıkaramamıştım işte. Sonuçta her gün görüşüyor değildik ya. En az bir sene olmuştu görüşmeyeli. Üstelik bilip de unutmak istediğim bir bütünün içinde yer alıyorlardı. Tekin istediği kadar beni suçlayabilirdi. Onun iş ortamıyla bağ kurmaya dair hiçbir ilgim kalmamıştı. Zorla geldiğim bir gecede zorla ayakta kalmaya çalışıyordum. O, hayal kırıklığı ile yüzüme bakadursun, ben sinirlerim yatışana kadar bir süre ağlamaya devam ettim. İkimiz de sakinleştiğimizde pek konuşmadan masaya geri döndük.
Gece kısa süre sonra bitti. Tatsız vedalaşmaların ardından kendimi arabanın içinde, Tekin'in yanında sağ koltukta oturur buldum. Rezil olmuş ve Tekin'i de rezil etmiştim. Daha fazla mutsuz hissedebilir miydim, bilmiyorum.
"Boşanalım Tekin." dedim. Nasılsa herkes ne kadar kötü bir çift olduğumuzu görmüştü. Daha da kime, ne kadar rezil olabilirdik ki?
Belki de ilk kez, boşanma teklifimin kendi hatasından kaynaklanmadığını anlamış olsa gerek, vicdan azabını hesaba katmadan, ciddi ciddi düşündü. Sadece o gece değil, Tekin benimle sonraki bir hafta boyunca konuşmadı. Bu bir hafta içerisinde ben yemekteki davranışımdan dolayı pişman olup ondan özür diledim. O da beni çok sevdiğini, yaşadıklarımızın ağır olduğunu, kolay atlatılamayacağını anladığını ama hala atlatabileceğimize inandığı için boşanmak istemediğini söyledi.
Yavaş yavaş yeniden normale döndük. Donuk devam eden ilişkimiz yaz ortasında gittiğimiz üç günlük bir tekne tatilinde yeniden eski halini aldı. Bir gece yıldızlarla bezeli gök kubbenin altında şarkılar söyleyip eğlendikten sonra kamaralarımıza dönmüştük. Tekin, iyi bir ruh halindeydi. Onu çok kolay bir şekilde istekli hale getirmiştim. Kamaralar arasındaki ahşabın inceliğinden ötürü sessiz olmamızı gerektiren göz göze bir sevişmenin ardından kollarının arasında uzanıyordum. Zihnimin içi kısa bir süreliğine bulutsuz bir gökyüzü kadar pırıl pırıldı.
Tekin ansızın, "Baba olmak istiyorum." dediğinde o gökyüzü bulutlarla kaplandı. Keşke uyuyor taklidi yapsaydım, diye geçiriyordum içimden. Çok geçti çünkü uyumadığımın ve duyduğum halde cevap vermediğimin farkındaydı.
"Bunu konuşmak için doğru bir zaman değil." diyebildim bir süre sonra.
"Doğru zaman ne zaman?"
"İlişkimiz yeni yeni düzene giriyor Tekin."
"Bir bebek, aramızdaki bağı daha da sağlamlaştırmaz mı?"
Kafamı iki yana salladım. Hem onunla aynı fikirde değildim, hem de bir bebek, şu ara isteyeceğim son şey bile değildi.
"Bağımız sağlam değil ki, daha da sağlamlaşsın." dedim açık açık. Suratı asıldı.
"Olmuyor Işık, ne yapsam, nasıl çabalasam sana yetmiyor. Beni sonsuza kadar cezalandırmaya kararlı gibisin."
Onun yanında daha fazla durmak istemiyordum. "Saçmalıyorsun." diyerek yattığım yerden doğruldum.
Karanlıkta, ufacık kamaranın içinde sigaramı ve çakmağımı bulamıyordum. Vazgeçerek güverteye çıktım. Neyse ki, güvertedeki masanın üzerinde birilerinin bıraktığı sigara ve çakmak duruyordu. Bir sigara yaktım. Ay ışığının yansımasıyla ürkütücü görünen kayalıklarla çevrili bir koyda demir atmıştık. Tekne, kıyıya vuran uysal dalgalara eşlik edercesine usul usul sallanıyordu. Tekin, masada karşıma oturdu ve kim bilir kaç sene sonra kendine bir sigara yaktı.
"Napıyorsun?" dedim. Omzunu silkti. "Söndürsene." diye fısıldadım. Teknedeki diğer kişiler sesimizi kolaylıkla duyabilirlerdi.
"Sen söndür, ben de söndürürüm." dedi o da aynı kısık ses tonuyla. Kendine zarar vermesini istemiyordum ama sigara keyfimi böldüğü için de ona ayrıca sinirleniyordum şimdi. İçimi çektim, sigaramdan derin bir nefes çektim ve söndürdüm. O da aynısını yaptı.
"Bir yere gitmiyorum, buradayım işte ama sen de durup durup geçmişi açma. Hiçbir şey için af dilemeni istemiyorum artık. Aşacağımız varsa da müsade etmiyorsun. Toparlanacağımız varsa da müsade etmiyorsun. Üstümde sürekli baskı hissediyorum."
"Beni asla affetmeyeceksin, değil mi?" diye sordu.
"Tekin, bir başkasını sevmiş olman, benim seni affetmemi gerektirecek bir konu değil. Sana bunu yüz kere, bin kere söylemişim gibi hissediyorum."
"Başkası olduğu için değil. Bebek yüzünden. Bebeğimiz öldüğü için beni asla affetmeyeceksin. Bu yüzden beni baba olamamakla cezalandırıyorsun."
"Ben öyle bir şey yapmıyorum. Ayrıca sesimiz duyulacak."
"Umrumda bile değil."
"Benim umrumda. Kısık sesle konuş."
"Işık, anlamıyorsun. Çok üzülüyorum. Bebeğimizi kaybettik, ben çok üzülüyorum. Hep düşünüyorum, hep." derken sesi çatallandı. Göz pınarları doldu. Bense kelimenin tam anlamıyla kahroldum.
"Söyleme böyle."
"Nasıl söyleyeyim peki?" dedi isyanları kuşanarak. "Nasıl affettireceğim sana kendimi? Yaklaşamıyorum sana. Ben adım atmaya çabaladıkça, sen aramıza mesafe koyuyorsun. Sonra aşamıyorum diyorsun. Mesafeyi sen koyuyorsun Işık, sonra o mesafeyi aşamıyorsun."
"Aşamadığım şey, mesafe değil." dedim, benim de sesim titriyordu. "Bunu sen de biliyorsun."
"Ne olacak peki? Çocuk yapmak da istemiyorsun. Ne olursa aşabileceğiz?"
"Bilmiyorum."
Ellerimi yüzüme kapadım ve bir süre içim çıkarcasına ağladım. Allah kahretsin ki, ondan çocuk sahibi olmayı gerçekten istediğim bir zaman olmuştu. O bebek normal bir şekilde ölmemişti. O bebek onu hiç haketmeyen bir anne baba tarafından acımasız bir şekilde katledilmişti. Böyle hissediyordum işte. İkimiz de sebep olmuştuk buna. Ve benim üstesinden gelemediğim şey bu katledişti. Üstesinden gelebilecek miydim bir gün? Bu da tam anlamıyla muammaydı.
Tekin, bebek sahibi olursak, ilişkimizdeki pürüzlerin giderileceğine inanıyordu. Bebek sahibi olmamızı istediğine inanırsam, içimdeki acının geçeceğine de inanıyordu. Azap çekiyordu, kaybettiğimiz bebeğimiz için o da üzülüyordu ve bebek sahibi olmanın bu üzüntüyü geçirebileceğini sanıyordu. Öyle yanılıyordu ki... dünyadaki en dürüst insan sayılmazdım, hiç değilse bu kez ona karşı tam anlamıyla dürüst olmak istedim.
"Yeniden bebek sahibi olmaya hazır değilim. İstemiyorum bunu. Bir gün yeniden ister miyim? Bunu da bilmiyorum..."
"Peki." dedi en koyusundan bir iç çekerek, devamını getirmemi bekledi.
"Bir daha çocuk sahibi olmayı istemesem bile -ya da düşün ki, sağlık problemimiz oldu, çocuğumuz olmuyor- yine sürdürür müsün bu evliliği? Her şeyin ötesinde diyecek kadar çok seviyor musun beni?"
Gözlerimin içine bakarak bir süre vereceği cevabı düşündü.
"Senden çocuk sahibi olmak istiyorum Işık, baba olmayı da gerçekten istiyorum ama hepsinden öte, her şeyden öte diyebilecek kadar seni seviyorum. Bu evliliği sürdürmekteki ısrarımın sebebi, sana olan sevgim ve senin sevgine olan inancım. Bir gün senin de bana yeniden inanman ve güvenmen tek dileğim."
"Çok yara aldık. Geçici sargılar yaptık hep, iyileştik sandık. Bizim çocuk çoluk fikrini bir kenara bırakarak yeniden bir çift olmayı keşfetmemiz lazım."
"Haklısın."
"Bu yüzden, hani zamanında sen bana 'Kesip atma bizi, sadece zaman versen bana yeter.' demiştin ya, şimdi ben de senden zaman istiyorum, sen de bana zaman ver Tekin."
Sıkıntıyla içini çekerken üçgen yaptığı ellerini yüzüne yasladı. "Zaman..." diye mırıldandı adeta zehir dercesine.
Haklıydı üstelik. Zaman bizim için zehirdi.
"Zaman olsun Işık." dedi. "Madem öyle... istediğin zaman olsun."
Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top