10. İlahi Adalet
Yeniden merhaba!
6 Ocak bugün ve bugün benim doğum günüm.
İkinci kitaba başlamak için enerjisi bundan daha yüksek bir gün düşünemedim. (Her ne kadar kutlamayı sevmesem de) (Siz bana bakmayın böyle desem de illa ki kutluyorum ) Sonuç olarak gün bitmeden bu bölümü yetiştirmek istedim ve özellikle de bugün canla başla yazdım. Aslında ilk kitap gibi bunun da iskeleti yazılı ama üstünden geçerek yeniden yazıyorum, bu yüzden de önceden yazılmış olmasının bana konu taslağı sunmaktan öte bir faydası olmuyor. Hatta yer yer işimi daha da zorlaştırıyor çünkü bazı mantık hatalarına imkan veriyor. Sizi sıkmak istemiyorum ama demek istediğim bu bölüm beni çok uğraştırdı. Çok yoruldum, umarım değmiştir. Küçük tefek hatalarım kaldıysa da, illa ki kalmıştır, onları pastamı kestikten sonra düzelteceğim. Yani inşallah :) Doğum günü mesajlarınız için de çok teşekkür ederim, henüz dönemediğim mesajlarınıza mutlaka döneceğim.
Duygusal anlamda ilk kitaptan daha sert bir yolculuğa çıkıyoruz. Hazır mısınız?
İKİNCİ KİTAP 1. BÖLÜM
Sabaha karşı şiddetli bir rüyanın etkisiyle uyandım. Kalbim yerinden çıkacakmış gibi çarpıyordu. Hemen oturma pozisyonuna geçip, pijamamın içine, bacak arama baktım. Derin bir nefes aldım. Rahatlamanın etkisi gergin vücuduma yayılırken yavaş yavaş kendime geliyordum. Gözlerimi açtığım karanlık yatak odasının açık camındaki tül içeri doğru uçuyordu. Dışarıda fırtına başlamıştı. Toprağa düşmeye başlayan yağmur damlalarını ve savrulan ağaçların sesini duyabiliyordum. Aşağı katta bir kapının cereyandan çarptığını duydum. Yatağın Tekin'e ait kısmı boştu. Gördüğüm rüyayı düşünüyordum. Zihnimde hala çok canlıydı. Öte yandan düşündükçe deli saçması geliyordu. Ellerimle yüzümü ovuşturup, öne dökülen saçlarımı geriye attım. Tekin neredeydi?
Yavaşça yataktan kalktım. Camı kapattıktan sonra Tekin'e bakmak üzere aşağı inmeye karar verdim. Koridora çıktığımda merdivenlerde yanan ışığı gördüm. Tekin basamakların orta yerinde oturuyordu. Bir elinde buzlu içki kadehi vardı, diğer elini yüzüne kapatmış gibi görünüyordu. Ağladığını duyar gibi oldum. Yanlış duymuş olmayı umdum. Yüreğime bir ağırlık çöktü. Sabaha karşı evimizin merdivenlerinde oturmuş gizlice ağlayan kocama yaklaşırken tereddüt içindeydim.
"Tekin?" diye seslendim, onu rahatsız etmekten çekinerek. Apar topar yüzünü silmeye çalıştı. "İyi misin?"
"İyiyim, iyiyim. Seni uyandırdım mı?" diye sordu, yüzünde neredeyse çocuksu mahzun bir ifadeyle.
"Hayır, rüya gördüm."
"Gel yanıma otur." dedi yanında yer açarak. Yakınlaştıkça içki kokusunu alabiliyordum. Yine de açtığı yere oturdum. Gözlerinde üzgün bakışlarla,
"Anlatmak ister misin?" diye sordu.
"Saçmalık cidden." dedim gülerek. "Ben bir sirkte cambazmışım..." diye anlatmaya başladım. İlk önce onun da yüzünde gülümseyen bir ifade belirdi sonra yeniden hüzünlü bakışlarına geri büründü. Sonuna kadar sessizce dinledi. Ona rüyanın sonunda uyanmama sebep olan bebek ağlaması sesinden bahsetmemiştim çünkü bunu kendime bile itiraf etmek istemiyordum.
"Uykunu bölen rüyalar görmene sebep olduğum için özür dilerim." dedi, içini çekerek.
"Seninle ilgisi yoktu." dedim. Konuşmasını istemiyordum. Ne kendimi ne de onu daha fazla üzmek istemiyordum. Değil konuşmak artık düşünmek bile istemiyordum. Yine de onun yanında oturuyordum. Çünkü gecenin bir yarısı uykusundan uyanıp, pişmanlık gözyaşları döküyordu.
"Çok üzgünüm. Sana yaptığım, yaşattığım her şey için. Özür dilerim, özür dilerim..." dedi, ardından kendini tutamayarak ellerini yüzüne kapattı. Bir yutkunmayla boğazımdaki yumruyu atabilirim sandım ama yapamadım. Karşısında ben de gözyaşlarına boğuldum. İçimdeki acıyı kontrol edemiyordum. Çok fazla ağlamadığım düşünülürse ağladıkça düğümlerim çözülüyordu. Açılıyordum sanki, daha çok ağlayasım geliyordu. Bunun sonu yoktu. Düğümlerimi sıkı tutmak zorundayım.
"Özür dilerim." diye mırıldanmaya devam ediyordu gözyaşları arasında.
"Tekin konuşmayalım." dedim yüzümü pijamamın koluna silerek. Nihayet gözyaşlarımı bastırmış, kontrolü ele almıştım.
"Bir gün beni affedebilecek misin? Elbette edemeyeceksin. Edemeyeceksin." diye sayıkladı.
"Sus nolur." dedim buz keserek. Ellerini pişmanlıkla yüzüne kapattı.
(Altı ay önce)
Kısa süre önce Tekin, çalıştığı şirkete ufak bir hisseyle ortak olmuştu. Bunun için arabalarımızı satmış, ne kadar birikimimiz varsa yatırmış, üstüne de yüklü meblağda kredi çekerek borca girmiştik. Çok şükür ödeniyordu. Gelirimiz iyi durumdaydı, uzun vadede çok daha iyi olacaktı. Fakat kısa vadede, artık bir arabam olmadığından işe rahat gidip gelebilmem için Çekmeköy'de site içinde bir eve taşınmıştık. Tekin ise şirketin arabasını kullanıyordu. Hafta içi her gün köprü trafiği yüzünden evden çok erken saatte çıkıyor, akşamları geç saatte dönüyor, bazense iş yoğunluğuna bağlı olarak şirketteki odasında kalıyordu. Birbirimizle geçirdiğimiz vakit haftasonları ile sınırlıydı ve bu bana doğal geliyordu.
Evliliğimizin ikinci yılını doldurmaya yaklaşırken düzenimizden memnundum, fazla bir beklentim yoktu. Bir bebek, belki.
Ünlü İtalyan bir piyanist, tek gecelik bir konser için İstanbul'a gelmişti. Tekin konserin organizatörünü Kulüp'ten tanıyordu ve bizim için bulunması imkansız iki bilet bulmayı başarmıştı. Birlikte dışarı çıkmak, hele ki hafta ortasında dışarı çıkmak oldukça nadir yaptığımız bir etkinlikti. Antrede şarap içip yine Kulüp'ten tanıdığımız orta yaşlı bir çiftle sohbet ederken kendimi keyifli hissediyordum. Bakışlarım bir ara, antreyi bir uçtan bir uca çevreleyen aynalardaki yansımamıza takıldı. Kocam ve ben, hemen hemen aynı boylardaydık. Gözlerimizde uzak mesafe gözlüklerimizle, elimizde ince saplı kadehlerimizle, aynı tonlarda giyimimizle yan yana duran silüetlerimiz birbiriyle uyumlu görünüyordu. Sohbet ettiğimiz çift de birbirimize ne kadar yakıştığımızı ifade eden cümleler kuruyorlardı. Toplum içerisinde onaylanan, saygı duyulan bir çifttik.
Konuştuğu konunun hararetine kapılmış bir şeyler anlatan kocama hayranlıkla bakıyordum. Mavi gözlerinin güzelliği gözlerimi almayalı uzun zaman oluyordu. Bunca zamandır birlikteydik, bir aradaydık, belki de bu yüzdendir bakıyordum ama görmüyordum. Tekin yorgunluktan dökülürken bile gözlerinin mavisi canlılığını korurdu, insana huzur veren bir çift deniz mavisi. Şimdi ise karşısındaki yaşlı adamla konuşurken ciddi yüzünde çocuksu bir ifade vardı. Aynı onun suratına sahip bir ufaklığın evin içinde koşturduğunu hayal ettim. Bir süredir küçük haplarımı kullanmayı bırakmıştım. Tekin'in henüz haberi yoktu bundan. Sürpriz olmasını istiyordum. Aklımdan geçenlerden habersizdi, bakışlarımı farketti, o da bana tatlı bir edayla gülümsedi.
Bir aksilik olmadıkça biz haftasonları sevişirdik. Neredeyse iş programlarımız kadar belirli bir düzenimiz vardı bu konuda. Fakat o gece rutinin dışına çıkmak istiyordum. Kollarının arasına sokulduğumda yorgun olduğu için uyumak istediğini söylediyse de biraz teşvikle o da istekli hale geldi. Hareketlerimle onu rahatlatmaya, olaya biraz doğaçlama katmaya çalışıyordum. Fakat gerçekten yorgun gibiydi. Her zamanki pozisyonda istemediğimi farkettiğinde, itiraz etmeden üzerimden çekilip kontrolü bana bıraktı. Kucağına oturup, yüzünü, saçlarını, boynunu öpmeye başladım. Kollarımı boynuna dolayıp, ani bir hareketle sırtımı geriye attığımda yüzünde şaşkın bir gülümseme belirdi. Hareketlerimi hızlandırdım. Fazla uzun sürmedi. Kendini kaybettiği anlarda bilinçsizce titremesi ilk günkü kadar hoşuma gidiyordu. Bir süre kucağında ona sarılmış halde oturmaya devam ettim. Banyoya gidip geldikten sonra yatakta yan yana uzandık. Tekin, Japonya'da bıraktığından beri sigara içmiyordu. Benim o an canım deli gibi çekse de kendimi tutuyordum. Çocuk için içmemem gerekiyordu. Aramızdaki sessizliğe ve aldığı derin nefeslere bakılırsa kocam uyuyakalmıştı. Sabah erkenden işe gidecektik. Ben de uyusam iyi olacaktı. Ona arkamı dönerek klasik uyku pozisyonumu aldım. Kendi tarafındaki gece lambasını yakıp yarı oturur pozisyona geçtiğinde şaşırdım.
"Uyumuyor muydun?"
"Az önce uykum vardı ama açıldı artık."
Gülümseyerek ona döndüm. Yüzündeki sıkıntılı ifadeyi görünce gülümsemem soldu.
"Bir sorun mu var?"
Gece lambasının loş ışığıyla aydınlanan silüetine baktım. Kafasını geriye yaslamış, düşünceli görünüyordu.
"Tekin?"
"Beni hala seviyor musun Işık?" diye döküldü birdenbire "Yoksa çoktan bir alışkanlığa mı dönüştü ilişkimiz?"
Şaşkınlığım sorduğu soruyla birlikte hayrete dönüşürken ben de doğruldum ve onun yaptığı gibi yatakta yarı oturur pozisyon aldım. Sorusu gayet açık olsa da nereden çıktığını anlayamamıştım.
"Neden soruyorsun bunu?"
Gözleri gözlerimi bulduğunda çocuksu bir hüzün gördüm orada. Yan yana duruyordu ellerimiz.
"Keyifli bir gece geçirdik." dedi elimi şefkatli bir tavırla eline alarak. "En son ne zaman böyle bir gece geçirdiğimizi ya da en son ne zaman... az önceki gibi seviştiğimizi hatırlamıyorum Işık."
"İkimiz de çok çalışıyoruz." dedim gözlerindeki hüznü yok etmek isteyerek. "Birlikte geçirebildiğimiz kısıtlı vakitlerde yorgun oluyoruz. Ben de -son dönemde özellikle, birbirimize fazla vakit ayıramadığımızın farkındayım ama bunun neden olduğunu biliyorum, anlıyorum."
"Sorun birbirimize vakit ayıramamamız değil. Sanki o eski tutkudan geriye canlandırmaya çalıştığımız cılız alevler kaldı."
Ne demek istediğini şimdi daha iyi anlamıştım ve bunun bugünümüze haksızlık olduğunu düşünüyordum. Mutlu olmadığım halde mutluymuş gibi rol yaptığım zamanlar olmuştu. Onun hiçbir suçu yoktu, olan bitenden ben sorumluydum bu yüzden çaresizliğimi, kederimi içime atmış, gözyaşlarımı içime akıtmış, ona layık bir eş olmaya çabalamıştım. Fırtınaya karşı kürek çektiğim bunca zamandan sonra şimdi mi, diye düşündüm yüreğimi hüzün kaplarken. Onun da söylediği üzere keyifli bir gece geçirmişken, az önce birbirimizin kollarında tatmin olmuşken, her şey olabildiğince yolundayken... şimdi mi geliyordu aklına bu soruyu sormak?
"Böyle mi düşünüyorsun sahiden?"
"Ben değil." dedi hemen itiraz ederek. "Senin böyle düşünüp düşünmediğini merak ediyorum."
Sorumluluklarımız artmıştı. Hayatımızın merkezinde çalışmak, kariyer yapmak, daha çok para kazanmak vardı. Bence her anlamda ama en çok da bu anlamda uyumlu bir çifttik. Kelimelere fazla gereksinim duymadan birbirimizi anlıyorduk. Çok konuşmuyorduk fakat kavga da etmiyorduk.
"Hayır düşünmüyorum." dedim kararlı bir ifadeyle. "Hayatımızda her şeyin yolunda gittiği bir evredeyiz, neden böyle düşüneyim? Benim aklıma senin beni eskisi gibi sevmediğini düşünmek hiç gelmedi. Sen de aklına böyle saçmalıkları getirme."
Derin bir iç çekti. Sıkıntılıydı.
"Bilemiyorum Işık... haklısın galiba. Saçmalıyorum."
Geçmişte ne yaşandığı, benim hangi yollardan geçip de ona geldiğim bu gecenin konusu değildi. Hiçbir gecenin konusu değildi hatta. Bir seçim yapmıştım. Tekin'i seçmiştim ve gerisinin bir önemi yoktu. Çünkü geçmiş, değiştirilemediğinde uğruna pişman olmanın bir faydası olmadığını insana zor yoldan öğretiyordu. Geçmiş değiştirilemiyordu. Tekin'i seçmiştim ve onu sevmek bu seçimle birlikte geliyordu.
Elimi tutan elini güç verircesine sıktım. "Seni seviyorum Tekin, bir bebeğimiz olsun istiyorum." dedim.
Gecenin karanlığında, oda lambasının loş ışığında mavi gözlerinden belli belirsiz bir iz gibi geçen endişeyi gördüm. O kadar anlıktı ki, belirdiği hızla kaybolmuştu. Gülümsediğinde bu ifade ortadan kayboldu.
"Bir bebek." diye tekrarladı, doğru mu duydum dercesine.
"Senin gözlerine sahip bir bebek." dedim.
"Kulağa güzel geliyor ama nasıl olacakmış o?"
"Korunmayı bıraktım." diye itiraf ettim yaramazlık yapmış bir çocuk edasında. Gözlerini açarken kafasını hafifçe öne eğdi.
"Ne zamandan beri?"
"Bir süredir... birkaç hafta belki."
"Ve bana şimdi söylüyorsun."
"Daha da söylemeyecektim aslında. Sürpriz olmasını istedim."
Oldu, dercesine kafasını salladı ağır ağır, düşünceli görünüyordu, başka da bir şey söylemeden yatağın içine doğru kaydı. Konuşmamız sona ermişti.
"İyi uykular sevgilim." dedim, üstünden uzanıp gece lambasını söndürürken.
"İyi uykular." dedi gözleri kapalı.
Bu geceyi takip eden haftalar içerisinde beklediğim tarihte regl olmadım. Hamileliğin ihtimali bile içimi heyecanla dolduruyordu. Üç gün daha zor bekledim, değişen bir şey olmadı. İş yerinde zaman geçmek bilmiyordu. Kısa zaman önce doğum yapmış olan kuzenimi aradım.
"Seda ben galiba hamileyim." diye döküldü ağzımdan pata küte. Karşı taraftan,
"Ay inanmıyorum!" diye bir çığlık koptu. "İdrar testi mi yaptın?"
"Yoo." Ben de kendime inanamıyordum an itibariyle. Nasıl olur da test yapmak aklıma bile gelmemişti?
"Nereden anladın peki?"
"Regl olmadım."
"Allah canını almasın Işık. Beni de heyecanlandırdın. Ben şüphe ettiğim dönemlerde testi çantamda taşıyordum. Anaokulu zihniyetin beni benden aldı."
"Kafa yok ki bende. Çok istediğimden herhalde, aklım başımdan gitti."
"Eczaneden bir test al da yap bari hemen, yarın da adam gibi bir doktora görün. Beni anında haberdar etmezsen seni öldürürüm."
"Tamam tamam."
Akşam eve giderken eczaneye uğrayıp testi aldım. İçeri girip çantamı ve montumu girişe astığım gibi tuvalete koştum. Zaten trafik yüzünden iyice sıkışmıştım. Bu işin nasıl yapıldığını biliyordum. Daha önce bir kez yapmıştım. O zaman sonuç negatif çıktığı için sevinmiştim. Şimdi ise farklıydı. Çubuğu plastik bardağın içine batırıp, çıkardım. Sonucun hızla belireceğini bildiğimden korkuyla gözlerimi kapattım. Negatif çıkmasına katlanamazdım. Bu bebeği tarifi güç bir şekilde çok istiyordum ve eğer tek çizgi görürsem büyük hayalkırıklığı yaşayacaktım.
Derin bir nefes aldım, bir cesaret gözlerimi açtım: Yan yana duran iki çizgiye bakıyordum.
Sırtımdan aşağı peş peşe birkaç kez ürpertiler geçti. Az önceki gerginliğimin yerini taptaze coşkun bir heyecan aldı ve önceki hissi beşe katladı. Çubuğu elimden bıraktım ve ellerimi yüzüme kapattım.
Bir bebek. İçimde bir bebek var! İçimde Tekin ve bana ait bir canlı var!
Coşup giden heyecanımı zaptedemeyerek bir an önce Tekin'i aramak istedim. Neyse ki telefonu kapalıydı. Ben de hemen vazgeçtim. Ne yapıyordum? Bu haber telefonda verilemeyecek kadar değerliydi. Hızımı kessin diye Seda'yı aradım. Onunla çığlık çığlığa konuştuktan sonra sevinç sarhoşluğuyla kendimi salona, koltuğa bıraktım. Ertesi gün doktordan randevu almıştım. Yüzde yüz teyit etmeden Tekin'e söylememeliydim ama eve geldiğinde söylemeden nasıl dayanacağımı bilemiyordum. Ne yediğim yemekten bir şey anladım, ne izlediğim televizyondan. Saatler saatleri kovaladı. Tekin o gece eve gelmedi.
Ertesi sabah uyandığımda gece işinin uzadığını, telefonunun kapandığını bile çok geç farkettiğini söyleyen bir mesaj atmıştı. Arada bir böyle yaptığı oluyordu. O kadar mutluydum ki, ona sitem etmek aklıma bile gelmedi.
Doktor muayenesine gitmeden önce Buket'le öğle yemeği yedik. Son üç yılda ofis hiyerarşisinde değişiklikler olmuştu. Hasan ve Gülçin işten ayrılmışlardı. Onların yerine Buket ve ben müdür olmuştuk. Yeni çalışma koşullarımızda eskisinden çok görüşüyorduk ve arkadaşlığından keyif alıyordum. Buket ve eski satış müdürümüz Emre, Tekin ve benden kısa zaman sonra evlenmişlerdi. Benim Buket'i sevdiğim gibi Tekin'de Emre'yi severdi. Evlenmelerinin ardından ailece görüşür olmuştuk. Bir yol ayrımına gelip de Emre iş değiştirmek istediğinde, Tekin ona yardımcı olarak Buldanlı Holding'te işe alınmasını sağlamıştı. Tekin'in şirketine işe alımlarında ise Emre'den cv aldığını biliyordum. Kısacası Buket ve Emre hayatımızın içinde yer alıyorlardı.
Eski arkadaşlarımız Tarık, Semih ve Eren'lerle ise bir süredir eski samimiyetimiz yoktu. Davet edilmeyen buluşmalar, geç paylaşılan haberler derken aramıza mesafe girmişti. Sebebi belki ortak paylaşımların azalması, belki de gerçekten görüşmeye zaman bulamamaktı. Onlarla görüşmemek beni sandığım kadar rahatsız etmiyordu. Aksine artık hatırlamak istemediğim bir geçmişi daha az düşünmeme faydası olmuştu. Elif'in bendeki yokluğunu Buket dolduruyordu.
O öğlen, ofise yakın şık bir kafede yemeğimizi yerken Buket'e hamile olma ihtimalimi söyledim. Sevinmişti ama aynı zamanda arkadaşımın içini kemiren bir şey vardı. Huzursuz bir şekilde elindeki yüzüğüyle oynuyordu. Emre'yle ilgili bir sıkıntısı olduğunu düşündüm. Ben onunla sevincimi paylaşırken belki de arkadaşımın bir üzüntüsünü körüklüyordum. Ne kadar ısrar etsem de anlatmak istemedi. Ben de doktor randevuma geç kalmamak için daha fazla ısrar edemeden oradan ayrılmak zorunda kaldım.
Doktorun yaptığı kan tahlili sonucu değiştirmemişti. Beş haftalık hamileydim. Kesin sonucu öğrenmemle birlikte içimin ipleri bir çekilir gibi oldu. Doktora teşekkür ederken, gözlerimde yaşlar titriyordu. İç çekişime hıçkırık sesleri karıştığında doktoru güldürmüştüm. Bir sonraki muayene tarihini netleştirdikten sonra içim içime sığmayarak oradan ayrıldım. Tekin'e akşam gelip gelmeyeceğini soran, mümkünse erken gelmesini isteyen bir mesaj attım. Bu arada erkenden eve döndüğüm için yemek hazırlamaya karar verdim. İki yıllık evlilik hayatı mutfak becerilerime fazla bir katkı sağlamamıştı. Güzel yemek yapmayı beceremiyordum, Tekin'in de benden böyle bir beklentisi yoktu. Akşam yemeklerini geçiştirmek formumuzu korumak açısından işimize geliyordu. Hafta içi ikimiz de geçiştiriyorduk, haftasonları ise dışarıda yiyorduk. Fakat o gece özeldi. Annemin hediyesi şahsi tarif defterinden nadir yapabildiğim tarifleri seçtim ve özenle işe giriştim. Saatler geçmişti, Tekin'den bir cevap yoktu. Aradığımda yine ulaşılamıyor mesajını aldım. Bu böyle olmayacaktı.
Asistanı Aslı'yı aradım.
"Aslı'cım, Tekin Bey'i bağlar mısın? Cep telefonuna ulaşamıyorum." Aslı, bilmememin getirdiği şaşkınlıktan olsa gerek, biraz da tereddütlü bir tonlamayla,
"Tekin Bey, Bursa'ya gitti Işık Hanım." dedi.
Dondum kaldım. Çünkü günlerden cumaydı.
"Kaç günlüğüne gitti?" diye sordum.
Şirketin Bursa'da malzeme tedarik ettiği bir fabrika vardı. Tekin sıklıkla Bursa'ya siparişlerini yerinde görmeye giderdi. Fakat genellikle hafta içi günübirlik gider, kalsa bile bir günü geçirmezdi. O güne dek bana haber vermeden gittiği hiç olmamıştı.
"Hafta sonu kalacak diye biliyorum Işık Hanım." dedi Aslı.
"Peki Aslı'cım." dedim içimdeki kötü hissi bastırmaya çalışarak. Fakat o his kolay bastırılacağa benzemiyor, dalga dalga büyüyordu. "Tekin Bey'e rezervasyon yaptırdığın otelin adını söyler misin?"
Aslı birkaç saniye boyunca sustu. Ben anlamıştım. O anlamıştı. İki kadın arasındaki bir kavrayış anıydı.
"Tekin Bey, bu kez rezervasyonunu kendisi yaptı Işık Hanım."
Biliyordum. Tekin'in Bursa'ya gidişlerinde hangi otelde kaldığını biliyordum fakat ararsam ona o otelde ulaşamayacağımı da çok iyi biliyordum. Bursa'da olduğundan bile şüpheliydim. Telefonu kapattım. Art arda gelen bu bilgi yoğunluğu çok fazlaydı. Ocaktaki yemeklerin altını kapattım. Mutfak masasına çöktüm. Elim çenemde boşluğa daldım gittim.
Tekin'in hayatında biri var.
Tekin'in hayatında biri var.
Hadi çık bakalım işin içinden Işık. Çık çıkabilirsen.
Kimse beni günün birinde bunun olabileceğine dair uyarmamıştı. Tekin'e güvenmek kolaydı. Bunca yıldır tanıdığım adamdı. Eski iş arkadaşımız Eliz'le yaşadığı olay dışında ondan şüphe etmemi gerektirecek bir hatası olmamıştı. O olaydaki sorun da aldatması değil bana yalan söylemiş olmasıydı. Yalanı ortaya çıktığı andan itibaren yaşadığı kaybetme korkusu ve hatasını telafi etme çabaları ona olan güvenimin fazla sarsılmadan toparlanmasını sağlamıştı. O gün bugündür de ona hep güvenmiştim.
İçimde bir yangındır, başladı. Aldatılma ihtimalim aklıma sığmayacak kadar kötüydü. Hormonal dalgalanmalarım yüzünden bire bin katıp, yanlış yorumluyor olmayı diledim. Çünkü bu yangın nefesimi kesecek kadar yoğundu.
Bir bebeğimiz olacaktı. Tekin, bir başka kadını severken, ona ait bir canlıyı içimde taşımayı yüreğim kaldırmazdı. Böyle bir hayal kırıklığıyla bebek sahibi olunur muydu ki? Olunmazdı. Tekin'in bir başka kadınla yakınlığını düşünmeye dayanamıyordum. Yerimden kalktım. Yok yere düşünüp kendimi kurmayacaktım. Sinirlerimi yatıştırsın diye kendime bitki çayı yaptım. Masanın üstünde duran telefonumun sessiz sessiz çaldığını geç farkettim. Tekin arıyor sanarak yüreğim ağzımda uzandım. Fakat arayan Seda'ydı. Açar açmaz neşeli bir ses tonuyla,
"Çifte kumrular nasıllar? Büyük haberi verdiysen bize gelin, kutlayalım." dedi.
"Vermedim." dedim. İçimdeki yangın biraz daha harlandı. "Tekin eve gelmedi Seda."
"Nasıl gelmedi? Hala iş yerinde mi?"
"Asistanı Bursa'ya gittiğini söyledi."
Seda'nın kafası karışmıştı, anlamaya çalışıyordu.
"Asistanı söyledi? Senin haberin yok muydu?"
Sıralı, düzenli cümle kurmak birdenbire çok zor bir hal almıştı. İçimde kelimeler birbirini ezerken kuramadığım cümlelerimde boğuluyormuş gibi hissediyordum.
"Yok... Bana söylemedi. Telefonu kapalı." dedim.
Bir sessizlik oldu. Ardından Seda benim zaten aklımdan geçen iyi ihtimalleri sıraladı. Ben bir şey söylemedim.
"Susma böyle." dedi.
"Asistanına kaldığı otelin adını sordum. Bu sefer rezervasyonunu kendi yaptırdı, dedi. O, Bursa'da filan değil Seda." dedim acı acı. Bu kez Seda susup, kalmıştı. Ne diyebilir ki? Ne şekilde teselli edebilirdi beni?
"Bekleyelim biraz, olmaz mı? Bu adam illa ki ortaya çıkacak. O zaman yüzüne karşı sorarsın."
"Öyle."
"Yanına gelmemi ister misin?"
"Yok. İyiyim ben. Asya uyudu mu?"
Seda'nın kızı iyi huylu bir bebekti.
"Yeni uyuttum."
"Öpersin benim için. Haberleşiriz yine."
Her an mesaj gelir umuduyla uzun bir geceyi sabah ettim. Yeni günün ilk saatlerinde Tekin'in telefonunu açtığına dair bildirim mesajı geldi. Arar ya da yazar diye bekledim, ne aradı ne de mesaj attı. Bunun üzerine ben aradım. Açmadı. Midem uğursuz bir kasılmayla birlikte bulanıyordu. Telefonu atarcasına elimden bırakıp banyoya koştum. İçim dışıma çıkana kadar kustum. Aynada yüzüme baktım. Tenim sapsarıydı. Saçlarımı ensemde topladım. Kocaman gözlerime, geniş alnıma baktım. Çirkinlikten ölüyordum. Odaya döndüğümde telefonumda Tekin'den gelen mesajı gördüm.
"Hayatım ben Bursa'ya geldim. Toplantıdayım. Çıkınca arayacağım."
Umut, hevesli minik bir çiçek gibi açıyordu içimde. Arayacağım demişti. Öyleyse arardı. Gerçekten Bursa'da toplantıda olmalıydı. Ben yanılmıştım. Tekin beni aldatmazdı. Tekin beni değil, herhangi bir insanı aldatacak son kişi bile olamazdı. Kişiliğine tersti bir kere, yapamazdı. Hem asıl ben, geçmişi hatalarla dolu bir insandım, kişi kendinden bilir işi misali hemen onu suçlamaya yer aramıştım. Geçmiş geçip gitmişti. Bir seçim yapıp, seçimimi Tekin'den yana yaptığım günden beri ona sadakatsizlik etmemiştim. Elimden geldiğince iyi bir eş olmaya çabalamıştım. Gözümün yaşını silmiş, şeytanlarımla yüzleşmiş ve nihayet galip gelmiştim. Kendimi toplamaya çalıştım. Bu kötümser tavrımı bir kenara bırakmalıydım. Adam toplantıdaydı işte.
Bütün gün aramasını bekledim. Aramadı. Gün geceye dönerken ben de evin içinde dört dönüyordum. Gerek olmadığı halde bütün evi temizlemiştim. Markete gidip alışveriş yapmıştım. Yorgunluktan ölsem bile, buzluktaki buzları çözdürmeye, buzdolabını yeniden yerleştirmeye çalışıyordum. Ve Tekin aramıyordu. Gece olunca dayanamayıp ben aradım. Yine açmadı. Stres başıma vurmuştu. Başım deli gibi ağrıyordu ve ağrı kesici içemiyordum. Kendimi uyumaya zorladım. Yorgunluğuma rağmen çok zor uykuya daldım.
Pazar sabahı erkenden uyandım. Yatağın boş yanına baktım. Kötü düşünmek istemiyordum. Fakat bu öylesine zordu ki artık. Telefonuma uzandım. Hiçbir şey yoktu. Hiç. Ne mesaj ne arama. Bir haber bulurum ihtimaliyle sosyal medya hesaplarıma girdim. Tekin'in sayfasını açtım. Uzun zamandır bir şey paylaşmamıştı. Zaten paylaşmazdı ki, Tekin'in doğru düzgün paylaşım yaptığı nerede görülmüştü? Açmışken orada burada gezindim. Derken Emre'nin son paylaştığı siyasi içerikli bir haberin altında Tekin'den gelen bir yorum gördüm. Haberin de yorumun da bir önemi yoktu. Dikkatimi çeken bambaşka iki şey vardı. Birincisi yorumu yazdığı saat dünün tarihiyle 18:47 olarak görünüyordu. Yani benim onu aradığım saatlerde internette gezinecek kadar serbest vakti vardı. İkincisi ise fazla aktif bir kullanıcı olmadığından telefonunun konum ayarlarının açık olduğunu farketmemişti ve orada küçücük harflerle konum bilgisi yazıyordu: "Ağva, Türkiye."
Telefonu elimden atarak banyoya koştum. Boğazım acıyana kadar öğürdüm çünkü midemde çıkarılacak bir şey yoktu. Gözlerimden eziyet yaşları gelirken klozetin yanına yere oturdum. Tekin için değildi bu gözyaşları. Canım acıyordu çünkü içimde yeni yeni oluşmaya çalışan bir can vardı. Tekin ona baba olacağı haberini vermeme bile imkan tanımamıştı. Beni arayamıyordu çünkü yalan söylemek istemiyordu. Yalandan bir iki cümleyle beni avutabileceği halde yapamıyordu çünkü çok kötü bir yalancıydı ve yalanının açığa çıkmasını istemiyordu. Peki neden? Nedenlerini tahmin edebilirdim ve muhtemelen doğru da tahmin ederdim. Kişi gerçekten kendinden biliyordu işi. Gözlerimi kapattım. Klozet kenarında oturmuş başıma gelenin ne denli ironik olduğunu düşünüyordum. Tekin'in hayatında biri vardı. Bu darbe hiç ummadığım yerden gelmişti ve bu ne korkunç bir yaralanmaydı.
Öğleden sonra Seda, Asya'yı da alarak bana geldi. Kriz masası kurup, karşılıklı oturduk. Hemen o anda Tekin'e mesaj atıp hamile olduğumu söylememi önerdi. Bu Tekin'i uçarcasına döndürmeye yeterdi. Bense kesinlikle bunu yapmayacaktım. Dönmek istemiyorsa dönmezdi. Aramak istemiyorsa aramazdı. Zorla güzellik olmazdı. Bu ikimizin meselesiydi, doğmamış bir canı böyle bir olaya dahil etmek olmazdı.
"Dile getirmek istemiyorum ama..." dedi yanaklarının iç yanlarını kemirerek, daha o söylemeden ne söyleyeceğini hissetmiştim. "Sen Tekin'i seçtin." Hayıflanarak kafasını iki yana salladı. İkimiz de diğer ismi kolaylıkla dile getirmezdik. "Böyle mi olacaktı?"
"Bir zamanlar bana doğru seçimi yaptığımı söylemiştin."
"Çünkü Tekin'e güvenmiştim. Senin de güvendiğin gibi Işık. Ben sadece sen mutlu ol istedim."
"Olamadım..." dedim damla damla akıp giden yaşları yutkunarak. "Ben o gittiğinden beri...hiç mutlu oldum mu? Onu bile bilmiyorum."
Herkes hakettiğini yaşıyordu. Seda zaten her şeyi biliyordu. Daha fazla konuşmadım, sustum.
İki gündür doğru düzgün birşey yemeyip, yediğimi de tuvalete bıraktığımdan içim buruş buruş olmuştu. Seda ikimize tost yaptı. Cuma akşamı Tekin için yaptığım yemekleri görmek istemiyordum.
"Aldattım, aldatıldım. Adaletli olan bu. Bir adamın hayallerini paramparça ettim, şimdi de kendim parçalanıyorum. Yaşattığını yaşamadan ölmezmiş insan. Benim bunu sindirmem gerekiyor. Ben bunu hakettim." Kurduğum her cümle tenimden parçalar koparırcasına canımı acıtıyordu.
Gözyaşlarımı ezerek zaptetmek istercesine gözlerimi kapattım. Hiç varolmamışçasına hayatımdan çekip giden birinin ne yaşadığını ben nereden bilecektim? Yine de ağırlığını tüm yüreğimde hissediyordum. Hem de çok uzun zamandır.
"Neyi sindireceksin Işık? Saçmasapan konuşma. Tekin aldatıldığını hiç öğrenmedi ki. Sen kendi içinde bir savaş verdin."
"Tekin aldatıldığını bilmediği gibi baba olacağını da bilmiyor. İlkini gizlemeyi seçtim, şimdiyse istesem bile ondan gizleyemeyeceğim bir sorumluluğu taşıyorum. Baba olacağını gizleyemem ve beni terketmek isterken buna nasıl tepki göstereceğini bilmiyorum."
"Nasıl tepki gösterirse göstersin. Bu bebeği haketmeyen bir adam olduğunu kanıtladı."
"Sakın bir daha böyle konuşma." diyerek kuzenimi uyardım.
"Özür dilerim ama bana şu an Tekin'i mi savunuyorsun?"
"Hayır..." İçim acıyor. İçime sabunlar batıyor. İçim oyuluyor, buruluyor, sanki matkapla deliniyor. "Tekin'i savunmak ne mümkün." Kafamı iki yana salladım. "Ben de savunulacak biri değilim. Tekin bilse de bilmese de."
"Ama yaşattığımı yaşamam gerek derken..."
"Tekin'den bahsetmiyordum."
Ondan en ufak bir haber almayalı yıllar oluyordu. Babasını görüyordum, kardeşini görüyordum. Kimse benim yanımda ondan bahsetmiyordu. İyi miydi, artık mutlu muydu, yeniden aşık olmuş muydu? Bilmiyordum. Hala gözlerimi yumduğumda gözlerimin önünde beliren yüzünü görebiliyordum. Fakat o da bir hayalin izi gibi gittikçe soluklaşıyordu. Belki de bir hayaldi yaşananlar. Ne kadarı gerçekti ne kadarını hayalimde kurgulamıştım, artık emin olamıyordum.
"Çok eskide kaldı Işık." dedi Seda, açılmaması gereken eski tozlu bir sandığın kapağını kaldırırcasına, hassas. "Çok zaman geçti üstünden. O bile unutmuştur çoktan."
Fakat ben unutmamıştım.
Pazartesi günü işe hayalet gibi gittim. Düz siyah bir elbise giymiştim. Makyaj yapmamıştım. Normalinden de soluk tenimde siyah elbiseyle çok kötü göründüğümü anlayana kadar öğlen olmuştu. Her gören hasta olup olmadığımı soruyordu. Buket'in hamilelik olasılığından dolayı sormadığını biliyordum. Yine de bakışlarındaki endişeyi görebiliyordum. Etrafa duyurmak istemediğimi tahmin ederek test sonucunun ne çıktığını soran bir mesaj yazdı. "Pozitif." yazıp, mesaja gülen surat ekledim. Masadan masaya bakıştık. Burukça gülümsedim. Onun gülümsemesi de benimki kadar buruktu.
"Bana cuma günü anlatmadığın her neyse öğreneceğim." yazdım.
"Emre'yle ilgiliydi kuzum, geçti gitti." yazdı. Ben de öyle tahmin etmiştim. Öte yandan geçip gittiyse yüzü neden hala gülmüyordu?
Kendi işime baksam daha iyi olacaktı. Tekin'e "Akşam eve geliyor musun?" diye mesaj attım.
"Neden gelmeyeyim hayatım?" yazdı.
Çabuk gelen mesajına inanamayan gözlerle baktım. Hayretler olsundu. Demek ki şehre dönüp de yalanın kaynağından uzaklaştığında mesajlara rahatlıkla cevap verebilir hale geliyordu insan. İlk kez aynanın diğer tarafına geçmiş, sırlı yüzüne bakar gibiydim. Gerçek çok çıplaktı, öyle ki insan bakmak istemiyordu. Ne garip, ne garip... ben aylarca bir ihanetin batağında kıvrım kıvrım kıvranırken Tekin anlayamamıştı. Oysa her şey ortadaymış. Hiç mi bakmamıştı? Peki ya ben? Acaba ben de aylardır kör müydüm onun gibi olan bitene? Geçmişi gözden geçirdim. Eve gelmediği tarihler çok eskiye dayanmıyordu. Yine de bilemiyordu insan. Tekin'in hep toplantıları ve iş seyahatleri oluyordu. Paranoya dipsiz bir kuyuydu ve kimseye bir faydası yoktu. Nasılsa bu gece yüzüne karşı sorabilecektim.
Akşam olup da eve girdiğimde gündüz hissettiğim cesaretten eser kalmamıştı. O anlatmak istemezse sorabileceğimi sanmıyordum. Hem belki de gelmezdi, öyle değil mi? Arayacağım deyip aramadıktan sonra eve de gelmeyebilirdi. Öyle gergindim ki gelmese rahatlayacağımı biliyordum. Beni konuşmanın stresinden ancak böyle kurtarabilirdi.
Normalinden bile erken bir saatte, tam olarak yedi kırk beşte kapının zilini çaldı. Adım adım kapıya doğru yürürken midem taşlaşmış gibiydi ve kalbim ağzımın içinde atıyordu. Kapıyı açtım. Karşımdaki yorgun yüzüne baktım. Eskisi kadar genç değildi artık, yüzünde otuzlu yaşların olgunluğu vardı. Sakalları uzamıştı. Gözleri yorgunluktan devrik bakıyordu. Kaşları bile biraz aşağı inmişti sanki. Hiçbir şey söylemeden yanağımdan öperek içeri girdi. Beni tam da o anda bir deli ağlama isteği sardı. Kendimi çok zor tuttum. Evin girişinde öylece dikilip onu izlemeye başladım. Önce yukarı çıktı, takım elbisesini değiştirip eşofmanlarını giydikten sonra atıştırmalık bir şeyler bulma umuduyla mutfağa yöneldi. Tencerelerin açılma sesini duydum. Şaşkınlıkla seslendi,
"Hayatım sen yemek mi yaptın?" Sesini duyunca dalgınlığımdan sıyrılıp irkildim.
"Evet ama cuma günü yaptım. Yeme istersen." diye cevap verdim.
"Deli misin? Yerim tabi ki."
Hıçkırığım boğazımda düğümleniyordu ama kendimi koyvermemeye sonuna dek kararlıydım. O mutfakta yemeğini yerken, ben salonda oturdum. Televizyonun sesini açtım. Boş boş ekrana baktım. Tekin yemeğini bitirip yanıma geldi. Üzerinde sarı yazılar olan bu sweatshirtünü çok severdim. Ona çok yakışırdı.
"Ellerine sağlık hayatım. Çok güzel olmuş yemekler."
"Afiyet olsun."
"Sen eve kaçta geldin? Yemiş miydin bir şeyler?"
Daha yeni aklına geliyor olması enteresandı fakat bir o kadar da manidardı. Tekin benden kopmuştu. Söylemek istemese de, kaçsa da anlayabiliyordum. Güzel yüzüne bakarken, Bursa'da mıydın diye sorsam Bursa'da olduğuna yeminler edeceğini biliyordum. Benim sormaya korkmam kadar anlatmaya korkuyordu o da. İlahi adalet diye bir şey vardı. Geçmişte ben nasıl anlatamadıysam öyle anlatamıyordu o da. Kaybetme korkusu da biçim değiştiriyor, farklı bir surete bürünüyordu zamanla.
Ne aptalmışım ben... ve hala aptalmışım meğer. Her seçimimin sonucunun mutlak bir kaybediş olduğunu görememiştim, çoktan kaybetmem gerekenleri bir şekilde yine kaybetmiştim. Kadere zar atılmıyormuş, kaderden kaçılmıyormuş, ne yaşanacaksa yaşanması gerekiyormuş meğer.
Piyano konserine gittiğimiz gece yaptığımız konuşmanın sebebini anlayabiliyordum artık. Yükü sırtlanmadan gitmek isteyen herkes gibi benim onu bırakmamı istemişti. Bense ondan çocuk sahibi olmak istediğimi söylemiştim. Bundan çok utanıyordum ve bu koşullar altında karnımdaki bebekten ona nasıl bahsedeceğimi kestiremiyordum.
Televizyon izler gibi yaparak bir iki saat hiç konuşmadan oturduk. Tekin koltukta uyuklayınca, uyandırıp yatağa yolladım. Benim hiç uykum yoktu. Televizyonun karşısında uyuyakalana kadar uyuyabileceğimden de haberim yoktu.
Sabahın ilk saatlerinde kulağımın dibinde Tekin'in sesiyle uyandım.
"Işık... Işık. Neden burada uyudun?" Gözlerimi açtığımda yüzünde hüzünlü bir ifade gördüm. Hemen ardından normalde çok sevdiğim parfümünün kokusunu aldım ve midemin çarkları dönmeye başladı. Panikle sıçrayarak Tekin'i önümden ittim, banyoya zor yetiştim. Yavaş yavaş arkadaşlık kurmaya başladığım klozete sarılarak yerde otururken, tepemde endişeyle dikildiğini gördüm.
"Hayatım seni doktora götüreyim mi? Mideni fena üşütmüşsün."
Her şeyi bir kenara bırakıp, anın içinde koskocaman gülesim geldi. İlahi Tekin! Midemi üşütmüşüm demek.
"İyiyim ben, iyiyim." diye mırıldandım.
"Yüzün sapsarı. İyi değilsin. Salonda neden yatıyorsun ki? Üşütmüşsün işte."
"Uyuyakalmışım." dedim. "İyiyim gerçekten. Kustum rahatladım. Çok iyiyim şimdi."
Bir an önce işine gitsin istiyordum.
"Emin misin? Hiç değilse ofisi ara, gitme bugün. Evde dinlen."
"Tamam tamam. Ararım şimdi. Sen geç kalma."
"Boşver beni." dedi gönülsüzce. Yerden kalkmama yardım etti. "Işık sen ne zamandır hastasın? Şu haline bak! İki günde zayıflamışsın resmen."
Haydi bakalım, yeni bir gözyaşı dalgasıyla boğuşma zamanı gelmişti. Ağlamayacaktım. Ağlamayacaktım. Sen burada yokken, endişeden, üzüntüden, olanı ve olacakları düşünmekten hiçbir şey yemedim demeyecektim.
"Tekin hasta filan değilim." diye söylendim. "Lütfen işine gider misin?"
"Seni yatağına yatıralım." diye inat etti. Artık ayaklarım yerde sürünürken beni taşımasına müsaade ettim. Yatağa yatmama yardımcı olup üzerimi örttü.
"Bütün gün dinleniyorsun. Akşam geldiğimde daha kötü bulursam hastaneye gideceğiz, itiraz istemem."
Onunla hastaneye gidecek değildim. O gün için iş yerinden izin istedim. Kendime yine tost yaptım. Sallama çay demledim. Televizyonun karşısında otururken gündüz programlarının tahammül edilemeyecek kadar kötü olduğunu farkettim. Her neyse, zaten izlemiyordum ki. Tekin benden boşanmak isterse, nasıl bir hayatım olacağını düşünüyordum. Kendisinden önce nasıl bir hayatım olduğunu unutturacak kadar uzun süredir hayatımdaydı. Üniversiteden hemen sonra işe girmiştim. Peki o ara nerede yaşıyordum? Seda'yla kaldığımız eski evdeydim tabi. Tekin'le ilk kez birlikte olduğumuz o ev. Sonra Tekin'in Maltepe'de bir evi vardı. O evi de severdim. İki sevgili olarak aynı şirkette çalıştığımız zamanlar ne güzeldi. Her gün iş yerinde onu göreceğimi düşünerek uyandığım sabahlar. Kaçamak bakışmalarımız. İş çıkışı onunla eve gidebilmek için iş arkadaşlarımı ektiğim günler. Eskiden daha çok şey konuşurduk. Artık neredeyse hiçbir şey paylaşmıyorduk. Ne olacak iş işte diye düşünüyorduk sanırım. Oysa günlerimizin çoğu iş yerinde geçiyordu. Aramıza resmen mesafe girmişti. Tekin haklıydı. Sönmeye yüz tutmuş bir kıvılcımdan öte değildik biz artık. Ben nasıl kördüm de bunu görememiştim?
Tekin'le sahip olduğumuz borçtan öte bir şeyimiz yoktu. Şirkete ortak olacağı dönemde neyimiz var neyimiz yok satmıştık. Hem olsa bile ben ondan hiçbir şey istemezdim. Şu anda ayrılacak olsak gayet kolay olurdu. Herkes eşyalarını toplardı ve biterdi. Ailesiz bir bebek dünyaya gelecekti. Onu da sonra düşünecektim.
Peki ya çocuğumuz gözlerini ondan alırsa ne yapacaktım? Ömür boyu bakacağım o deniz mavisi gözler... o gözlerin asıl sahibini hiç sevmedim diyebilecek miydim? Tekin'i şu an bile sevmiyorum diyebilir miydim? Nihayet kendimi bıraktım. İçim çıksa da kurtulsam diyerek, içimi çeke çeke ağladım. Ağlamak rahatlatıcıydı. Ne kadar ağlarsa ağlasın bir zaman sonra ağlaması bitiyordu insanın. Bir de susatıyordu ilginç bir şekilde. Kalkıp bardak bardak su içtim. Dolaptan yoğurt çıkardım. Bir kaseye birkaç kaşık doldurup, yedim. Sonra yatağa döndüm ve uyuyakaldım.
Kaç saat geçmişti bilmiyorum. Tekin'in sesiyle uyandım.
"Uykucu hadi uyan. Bütün gün uyudun mu böyle?"
"Saat kaç?"
"Saat akşam dokuz. Hadi kalk, senin için çorba yaptım. İlaç da getirdim."
"İlaç istemiyorum." dedim.
"Çocuklaştın iyice. Aşağı gelir misin lütfen?"
"Tamam tamam. Ama ilaç istemiyorum."
Tarhana çorbası yapmıştı. Evde tarhana olduğunu bile hatırlamıyordum. Çok eskiden onun annesi yollamış olmalıydı. Bir çorbayı bile topaklanmadan yapmayı beceremeyen ben Tekin'den ibret almalıydım. Birlikte birer kase içtik. Kendimi çok mutsuz hissediyordum. Her yaptığımız hareket kaçınılmaz sonu erteliyormuş gibi geliyordu. Çorbamı bitirdiğimde ilaç torbasını getirdi.
"Tekin ilaç içmek istemiyorum dedim sana!" diye terslendim.
"Ne bu tavrın anlamadım. Basit bir ateş düşürücü, bu da ağrı kesici. Reçeteli bile değil. Eczacıdan istedim verdi."
"Ateşim yok benim. Anla artık." dedim. Eliyle alnımı yokladı.
"Yok olabilir. Önlem işte. İçsen ne olur?"
Ateş düşürücü hakkında fikrim yoktu. Fakat ağrı kesici gerçekten etkisi zayıf bir ilaçtı. Örneğin ağrılı geçen regl günlerimde kullanmaya tenezzül etmeyeceğim kadar etkisi azdı. Sırf sussun diye bir tane ağrı kesici içmeyi kabul ettim. Rahatlayarak ilaç ve suyu uzattı. Buradaki görevinin sonuna gelmiş bulunuyordu. Yanımdan uzaklaşması kaç saniye sürecek diye bekliyordum.
"Ben salona geçiyorum." diyerek ayağa kalktı. Gidebilirdi. Kaladabilirdi. Ama ben bu işkenceyi daha fazla sürdürmek istemiyordum.
"Biraz konuşabilir miyiz?" dedim. Sırttan ayağa gerildiğini hem gördüm hem de hissettim. Bana döndüğünde yüzünde kaskatı bir ifade vardı.
"Ne konuşacağız?"
"Geçen hafta sonu hakkında."
"Biliyorsun, Bursa'daydım."
"Bilmiyordum. Giderken söylemedin."
"Mesaj attım ya."
"Evet. Arayacağını söylediğin ama aramadığın."
"Çok yoğunduk. İşim biter bitmez duş alıp kendimi yatağa atmışım."
Ellerime baktım. Kendim sakindim ama ellerim sinirden titriyordu. Buraya kadar beklediğim şekilde ilerlemişti, yine de yalan söylediğini duymak sinirlerimi yıpratıyordu.
"Sana inanmayı çok istedim." dedim sesim çatallanarak "Sonra internette yaptığın o yorumu gördüm."
"Ne yorumu Işık? Ben yorum filan yapmadım."
Bir kerede kesip atmam gerekiyordu yoksa olmayacaktı.
"Sadece bu kadarını hakettiğimi düşünüyorum. Bana karşı dürüst ol. Hafta sonu Bursa'da mıydın yoksa Ağva'da mı?" diye sordum.
Daha Ağva'yı duyduğu anda yüzünün rengi attı. Görmez olsaydım keşke. O ifadeyi gördüğüm an hiç şüphem kalmamıştı. O da,
"Ağva'daydım." diyerek itiraf etti.
Meğer yanıldığımı umut ediyormuşum. Meğer yanılmak istiyormuşum. İçim baraj seti gibi yıkılırken, karşımdaki yüzüne baka baka bunu nasıl atlatacaktım?
"Ah Tekin, ah." dedim. "Nasıl yapabildin?"
O da çok üzgün görünüyordu. Fakat böyle bir anda üzgün görünmeyip ne yapacaktı? Masaya döndü, karşıma oturdu. Üzüntümün büyüklüğünü tarif edecek bir kelime yoktu.
Bir süredir ağlıyordum. O da ağlamaklı bir ifadeyle karşımda oturuyordu.
"Onu seviyor musun?" diye sordum. Gözlerini kaçırdı.
"Bilmiyorum." dedi tereddüte düşerek. "Çok karmaşık bir dönemden geçiyorum. Kafam karmakarışık."
Onu seviyordu.
Gözlerimi kapattım.
Sarışın mı? Esmer mi? Uzun mu? Kısa mı? Zayıf mı? Çekici mi? Benden küçük mü? Büyük mü? Zeki mi? Seni güldürüyor mu? Sen onu güldürüyor musun? Birbirinize nasıl bakıyorsunuz? Sana nasıl dokunuyor? Sarmaş dolaş mı uyuyor? Konuşkan mı? Suskun mu? Kibar mi? Sana benden daha mı çok zevk veriyor? Ne kadar zamandır birliktesiniz? Seni heyecanlandırıyor mu? Nasıl kokuyor? Elleri güzel mi? Nasıl tanıştınız?
Gözlerimi açtım. Masmavi gözlerine baktım.
"Boşanma davasını sen mi açarsın? Yoksa ben mi açayım?" diye sordum.
"Hayır! Hayır, istemiyorum Işık."
"O zaman ben açarım."
"Ben boşanmak istemiyorum."
Sersem sersem konuşuyordu.
"Ne istiyorsun o zaman?" diye parladım. "Ne diye tatile gidiyorsun o zaman?"
"Her şeyi öğrendin mi?"
"Ne önemi var Allah aşkına? Her şeyi öğrenmedim, öğrenmek de istemiyorum."
"Senden ayrılmak istemiyorum Işık." dedi ısrarla. "Sen benden ayrılmak istiyor musun?"
Bir bebek, diye hatırlattı içimde bir ses. Onun bebeğini taşıyordum. Bu çok zor, çok ama çok zor bir karardı. Ellerimi yüzüme kapattım.
"Emin olamayız." dedim sonunda. Yüzüne bakmıyordum. "Her şey çok yeni. Bir bakalım. Biraz düşünelim."
Gözleri üstümdeydi, ağzımdan çıkan her harfe muhtaçmış gibi bakıyordu, perperişan halde kafasını salladı.
O hala masada otururken kalkıp balkona çıktım. Karnımdakini unutup art arda birkaç sigara yaktım. Kadının kim olduğunu sormak için deli oluyordum. Fakat onu da sorarsam daha çok içine kapanacakmış gibi görünüyordu. Acaba tanıdığım biri miydi? Karnımda bir ağrı hissettiğimde elimdeki son sigarayı bitirmeden söndürdüm. Salona döndüm, Tekin orada yoktu. Onu hala mutfak masasında otururken buldum. Yüzünü ellerinin arasına almış düşünüyordu. Neyi düşünüyordu? Onun yerinde olduğunda insan neyi düşünürdü?
Unutalı çok zaman oluyordu.
Başım ağrıyordu. Yatak odasına gittim, tüm perdeleri örttüm. İçeriyi ışık sızmaz derecede karanlık hale getirdikten sonra yatağa uzandım. Ne zaman uyuduğumu hatırlamıyordum, fazla derin uyutmayan, bol kabuslu bir geceydi.
Sabah uyandığımda Tekin yanımda yoktu. Ben yattığım gibi uyanmıştım, yatağın ona ait tarafı ise hiç bozulmamıştı. Evi şöyle bir dolaştım. Evde yoktu. Gece çorba içtiğimiz kaseler, mutfak masasının üzerinde öylece duruyordu. Onları görmek irkilmeme sebep oldu. Dün gecenin bütünüyle bir kabus değil de gerçek olduğunun birer kanıtı gibiydiler. Tekin'in hayatında biri vardı ve boşanmak istemiyordu. Peki ben ne istiyordum? Her şey tam anlamıyla karman çormandı.
Midem bulanmadan giyinip, evden çıkmayı başardım. İş yerinde öğlene kadar zaman çabuk geçti. Öğle arasında Buket'e yemeğe çıkmayı teklif ettim.
"Sana anlatmam gereken birşey var." diye mesaj attım.
Çok geçmeden cevap yazdı: "Benim de sana."
Buket'e her şeyi anlattım.
"Işık, Tekin ve sen bizden hep bir adım önce yaşadınız. Sen benim Emre'den platonik olarak hoşlandığım zamanları biliyorsun. Siz Tekin'le çıkmaya başladınız, sonra Emre'yle ben sevgili olduk. Siz nişanlandınız, ardından biz nişanlandık, peş peşe evlendik. Bizim için siz hep örnek bir çifttiniz. İlişkinizin her safhasını bilip de bunları yaşadığınızı görmek beni kahrediyor."
Bakışlarım tabağıma sabit yiyemediğim ve muhtemelen yiyemeyeceğim salatama bakarak kafamı salladım.
"Bir süredir Tekin'in bir şeyler yaşadığının farkındaydım. Arkadaşın olarak sana söylemeyi çok istedim ama nasıl söyleyeceğimi bilemedim. İçim içimi yedi dur-"
Hemen sözünü kestim. "Ne? Sen nereden biliyordun?"
Kalbim güp güp atıyordu. Beynim zonkluyordu adeta. Buket'in yüzü iyiden iyiye düştü. Anlatmak istemekle istememek arasındaki tereddütünü yüzünden okuyabiliyordum ama artık anlatmamak gibi bir şansı yoktu, anlatmak zorundaydı.
"İki hafta önce Emre'lerin sınıf yemeğine o ve Tekin birlikte geldiler."
Kalbim hala patlarcasına atarken, kafamın içi yün yumağı gibi karışıktı.
"Tekin'in Emre'lerin yemeğinde ne işi var? Onlar sınıf arkadaşı değil... ki..." dedim ve anladım. Buket'in yüzünde ağladı ağlayacak bir ifade vardı. "Kadın Emre'nin sınıf arkadaşı." dedim. Ve kim olduğunu da o an anladım. Ama olmamalıydı, olamazdı.
"Yok." dedim. Koca koca açılmış gözlerle Buket'e baktım. "Yok. Yok." Buket artık yüzüme bakamıyordu. "Sezin mi?" diye sordum. Buket bakışlarını öne eğip kafasını salladı.
Elim çenemde bakışlarım önüme sabit, aklım ise bir bilgisayar hızında çalışıyor, eldeki verileri tarıyordu.
Sezin, Emre'nin okuldan çok sevdiği bir arkadaşıydı. Tekin'in şirketinde çalışmaya başlayalı bir sene oluyordu. Ben onunla bir şirket yemeğinde tanışmıştım. Tekin'in yanında çalışan insanlar içerisinde en çok sevdiklerimden biri olmuştu. Aklı başında tavrı ve konuşmalarıyla saygı uyandıran, bununla beraber kırılgan bakışlarıyla daha tanışır tanışmaz insanda şefkat uyandıran bir genç kadındı. İlk bakıştaki mesafeli tavrı karşısındakine alıştıkça canayakın bir hal alıyordu. Bana karşı öyle olmuştu ama yine de herkesle samimiyet kuran birine benzemiyordu. Ben de ona hemen ısınmıştım çünkü kendime benzetmiştim. Şimdi bunu düşünmek bile canımı sıkıyordu. Bir gecelik samimiyetimizde başından kısa süreli bir evlilik geçtiğine kadar değinmişti. O geceden sonra bir daha görüşmemiştik ama yine görüşsek yine iyi vakit geçireceğimize dair bir his bırakmıştı bende.
Yeni öğrendiğim bilginin ışığında Sezin'i Tekin'in gözleriyle bakarak yeniden gözden geçiriyordum. İyi kalpli birine benziyordu. Sakindi, ağır ağır konuşuyordu. Çok zarif bir yüzü vardı. Utangaç bir gülümsemesi olduğunu hatırlıyordum. Bembeyaz bir teni, kızıl saçları vardı. Bir görenin kolaylıkla unutamayacağı bir güzellikteydi. Öte yandan kimsenin kocasını baştan çıkarmayacak kadar karakterli birine benziyordu. Belki de ilk olarak Tekin ona ilgi duymuştu. İkisi de kabuğuna kapalı yapıdalardı. Kim başlatmıştı? Tahmin etmesi güçtü. Bilemiyordum. Bilmek de istemiyordum. Ellerim yine titremeye başlamıştı.
"Tekin'in bir buhrandan geçtiğine inanıyorum Işık. Seni çok seviyor. Bugünler geçecek, yaptığına çok pişman olacak. Boşanmak istememesi bile-" Elimi kaldırarak Buket'i susturdum. Ben bu yollardan hiç geçmemiş biri gibi klişe sözlerle avutulmak istemiyordum. Tekin beni seviyordu ama onu da seviyordu. Tablo önüme serilmişti, görebiliyordum.
Ah, şimdi bir sigara yakmaya ne kadar çok ihtiyacım vardı.
"Belki de olmaz." dedim.
"Ne?"
"Belki de pişman olmaz."
Biz kimdik ki başkalarının aşkları ve pişmanlıkları hakkında yorum yapıyorduk?
Başkası... diye sorguladı iç sesim, Tekin. Kocan mı yoksa artık bir başkası mı senin için?
Tekin, karnımda taşıdığım bebeğin babasıydı ve onun hakkında kesin olarak söyleyebileceğim tek şey de buydu artık.
Akşam eve sürüne sürüne gittim. İlk iş tarhana çorbasını döktüm. Tekin tarhana yapmayı nereden bilecekti? Sezin'den öğrenmiş olmalıydı. Birlikte neler yaptıklarını düşündüm. Genellikle evde mi vakit geçiriyorlardı? Yoksa dışarıda mı? Her iki seçenek de eşit oranda olasıydı. Sınıf yemeği. Ağva tatili. Her gün iş yerinde beraberlerdi. Muhtemelen evde de sık buluşuyorlardı. Tekin'in eve gelmediği gecelerde ofisinde uyumadığını biliyordum artık. Fakat ne zamandan beri?
Tencereyi kurulayıp yerine kaldırdıktan sonra odama çıkıp hemen pijamalarımı giydim. Uyumayı planlayarak yatağa uzandım. Sezin'in sosyal medya hesaplarına baktım. Hepsini gizlemişti. Sadece profil fotoğrafı görünüyordu ve hepsinde aynı fotoğraf vardı: Saçını zarif bir topuzla tutturduğu, üzerinde lacivert bir elbise olan, ekrana bakmadığı bir görüntü. Ve ben o tek fotoğrafa saatlerce baktım. Saatler geçmişti. Hala uyuyamamıştım. Aşağı katta sokak kapısının açıldığını duydum. Tekin odaya gelip beni yatakta bulunca, endişeli soluğunu koyverdi. Tanıdık parfüm kokusunu duymak gözlerimi yine yaşlarla doldurmuştu. Onun geceler boyu Sezin'le uyuduğunu ve bu kokunun artık Sezin'e ait olduğunu hangi kalbime anlatacaktım? Kabul etmek zorundaydım, Sezin çok güzeldi. İkisini yan yana düşünmek hastalıklı bir düşünceydi ama ne kadar yakıştıklarını da kabul etmek zorundaydım.
"Işık." diye seslendi yavaşça. "Uyuyor musun?"
Cevap alamayınca yaklaştı, üzerime eğildi. Gerildim. Anlamasın diye neredeyse nefesimi tutacaktım. Bunun yerine derin nefesler almamın daha ikna edici olacağına karar verdim. Tekin, kıvrılıp yattığım yatakta yanıma oturdu. Gözlerimi açamıyordum ama sanırım bir süre beni izledi. Ardından eli yanağıma değdi. Saçlarımda ve yanağımda gezinen eli, zorlukla zaptettiğim hislerimi çığrından çıkarmıştı. Çıt bile çıkmayan sessizlikte sımsıkı kapalı gözlerimden yanağıma sessiz yaşlar süzülmeye başladı. Tekin'in farketmesi uzun sürmedi. Hiç bir şey söylemedi ama derin bir iç çekişle beraber baş parmağıyla gözümdeki yaşı sildi. Sonra teması kesildi. Yataktan kalktığını farkettim. Kısa süre sonra odadan, ardından evden çıktığını duydum. Tekin gitmişti.
Birkaç gün geçti.
Uyanıyordum. Giyiniyordum. İşe gidiyordum. Rapor yazıyordum. Toplantı yapıyordum. Müşterilerle ve patronumla görüşüyordum. Topluyordum. Çıkarıyordum. Yazıyordum. Bozuyordum. Yeniden yapıyordum. Eve gidiyordum. Soyunuyordum. Yemek yiyordum. Bulaşıkları topluyordum. Televizyonu açıyordum. Televizyonu kapatıyordum. Yatağıma gidiyordum. Uyuyordum. Uyanıyordum. Döngü.
Birkaç gün daha geçti. Ailelerimize ne bebekten ne de boşanma eşiğinde oluşumuzdan bahsetmemiştim. Duyduklarını unutamayacak birilerine dert yanmak, söylenmek, kimseyi kötülemek istemiyordum. Birilerinin bana acımasını da istemiyordum. Sadece Seda'yla konuşuyordum. İçimdekileri ona bile anlatmak çok zor geliyordu. Fakat yalnızlık da bir o kadar zordu. Akşamları evin içindeki sessizlik ve süregiden belirsizlik akıl sağlığımı korumamı zorlaştırıyordu.
Tekin'in ne yaptığını düşünüyordum. Yalnız kalıp geleceğimizi mi düşünüyordu? Yoksa sevgilisiyle benden nasıl boşanacağına dair planlarını mı paylaşıyordu? Her şeyi unutmayı çok istedim, hafızamı sildirmeyi. Sonra kimsenin beni tanımadığı bir yere gidip hayatıma yeni baştan başlamayı. Hatalarımdan böylece arınabilir miydim? Bu çektiğim acı, ne kadar daha sürecek ve tam olarak ne olursa sona erecekti? Ne yazık ki içimde bir can taşırken geçmişimden sıyrılıp herhangi bir yere gitmem mümkün değildi. Çünkü cehennemin dibine bile gitsem Tekin bebeğimin babası olmayı sürdürecekti. Hak iddia edecekti ve haklı da olacaktı. Şayet doğarsa... belki de doğmasını hiç istemeyecek ve aldırmamı isteyecekti. Karnımı sıkı sıkı sardım. Bu bebek hiç bir yere gitmiyordu.
Kuru temizlemeden gelen gömleklerini dolaplara yerleştirirken burnuma dolan temiz çamaşır ve Tekin kokusunu içime çekiyordum. Bu gömlekleri giydiği tenini ise düşünmemeye çalışıyordum. Ellerimi tutan ellerini, sarıldığımda güvende hissettirişini, kokusunu, gözlerini, yumuşacık saçlarını hiç düşünmemeye çalışıyordum. Hangisini ne zaman aldığını çok iyi bildiğim kazaklarını, kotlarını yerlerine yerleştiriyordum. Bensiz de aldığı kıyafetleri vardı. Herhangi birini Sezin hediye etmiş olabilir miydi? Ellerimi gardırobun düzen abidesi raflarında gezdirdim. Bunların hepsi onunla birlikte gidecek, diye düşündüm. Kapının girişinde duran terlikleri, yatağın içindeki giyilmiş pijamaları, banyodaki diş fırçası, parfümleri, kremleri... Tekin giderse gidecekti hepsi. Alıştığım ve sevdiğim her şey bir bir giderken elimden bir şey gelmeden izleyecektim ben de.
Bir akşam yine sessizlik içinde otururken dışarıdan gelen anahtar sesiyle irkildim. Kapıyı içeriden kilitlemiştim. Sese odaklanıp, kulaklarımı diktim. Bir anahtar kilide girdi, iki kez çevrildikten sonra sokak kapısı açıldı ve ben asırlar kadar uzun süren bir haftanın sonunda yeniden Tekin'le göz gözeydim.
"İyi akşamlar." dedi, her şey çok normalmiş gibi, ama kendi söylediğini kendi de garipsedi.
"İyi akşamlar." dedim ben de, başka ne diyeceğimi bilemeyerek. Hoşgeldin mi deseydim?
Elindeki içi dolu spor çantayı yere bıraktı. Kabanını çıkardı, girişe astı. Terliklerini giydi. Kot ve kazak vardı üstünde, yüzünde ise birkaç günlük kirli sakalı. Yorgun görünüyordu. Çantayı bıraktığı yerden alıp yatak odasına doğru geçti. Kalmaya gelmemiş, diye düşündüm, sadece giysilerini değiştirmeye gelmişti. En sevdiği takım elbiselerini dolabına yeni asmıştım. Askıda işine yarayacak, sevdiği birkaç kıyafeti vardı. Söylemeli miydim? Karışmamaya karar verdim. Ne kadar çabuk hallederse o kadar iyiydi. Bunu zorlaştırmadan halletmenin bir yolu olmalıydı ama yoktu. Bazen olmuyordu.
Az sonra eşofmanlarını giymiş olarak aşağı indi. Elinde çanta yoktu.
"Biraz konuşabilir miyiz?" diye sordu.
Temelli gidiyordu ve biz bunu mu konuşacaktık? Konuşmaya gerek yoktu, ben kimseye zorluk çıkarmayacaktım. Umarım o da çıkarmazdı. Çocuğun velayeti gibi konularda mantıklı davranmasını umuyordum. Hala haberi olmadığını düşünerek ürperdim.
"Olur." dedim.
Koltukta dizlerimi kucağıma çekmiş halde oturuyordum. Oturabilsin diye biraz daha yer açtım. Birbirimize dokunmamızı istemiyordum. Bir başkasına ait bir adammış gibi geliyordu bana ve artık onu sevmek istemiyordum. Anlayıp anlamadığını bilmiyorum ama saygı göstererek koltuğun ucuna oturdu. Elini dizinin üstüne koydu, tam olarak o zaman nikah yüzüğün hala parmağında olduğunu farkettim. Birbirimize baktık. Ben onun yüzünde yorgunluğu gördüm. O kim bilir bende neler gördü.
"Düşünmemizi istedin. Ben de düşündüm Işık. Sana da kendime de mesafe tanıyarak birkaç gün her şeyden uzaklaşmak ve ne yaşadığımı anlamak istedim." diyerek konuya girdi.
"İyi yapmışsın."
Gözlerimin içine mavi mavi baktı, sonra derin bir nefes aldı, öne eğildi ellerini birbirine kenetledi. Düşünür gibi tane tane konuşmaya başladı.
"Son zamanlarda birbirimizden uzaklaşmıştık. Hiçbir şey konuşmuyorduk, farkında mıydın, bilmiyorum. Sorduğumda normal bulduğunu söylemiştin, oysa bence normal değildik. Birbirimizi ihmal etmiştik. Aynı evi paylaşan iki yabancıymışız gibi hissediyordum. Senin beni artık sevmediğini düşünüyordum ki bu da esasında yapmak istediğimi yapmak için aradığım bahanem oldu. Bir bahaneydi evet, içten içe biliyordum ve vicdan azabı çekiyordum. Bu yüzden senin beni terketmeni istedim, böylece vicdan azabı çekmeyecektim."
Bir durakladı. Halıya diktiği bakışlarını kaldırdı. Yeniden gözlerimin içine baktı.
"Ama etmedim." dedim.
"Etmedin." dedi. Hüzün dolu bir ifadeyle kafasını iki yana salladı. "Sana karşı dürüst değildim, özür dilerim. Bir faydası yok, bir anlamı da yok belki ama özür dilerim. Bizim yıllarımız var, benim için çok değerli onlar. Çok güzel anılarımız var. Aşıktık birbirimize, biliyorum değişti bu sevgi. Değişmesi de normaldi. Hala seviyorduk birbirimizi, bizim değişmemiz gibi sevgimiz de değişmişti sadece. Ben anlayamadım. Seni suçlamak kolayıma geldi, buna sığındım. Oysa ki bitmeye yüz tutmuş bir ilişki varsa ortada bu sadece sana değil ikimize de aitti. Ben bu ilişkiye çok zarar verdim. Işık, senden özür dilerim. Bize daha fazla zarar vermek istemiyorum."
Sözün özüne vardığımız noktadaydık. Kimin affedileceği ise Allah'a kalmıştı. Bense artık her şeye razıydım, ne olacaksa olsun dercesine onayladım: "Tamam Tekin."
"Geçtiğimiz bir haftada sensiz bir hayatı düşündüm. Olmadı Işık, kalbim kabul etmedi. Sensiz asla dediğim günlerden bugünlere, verdiği sözlerin hiçbirini tutmayan bir adama dönüştüm ben. Çok pişmanım. Japonya'dan döndüğümde sana ömürlük sözler vermiştim ama ben, ne kadar zor olursa olsun beni bekleyen o kızı al-"
Daha fazla dayanamadım. "Tekin sus!" diyerek sözünü kestim.
"Boşanmak istemiyorum." dedi vazgeçmeyerek.
"Yapma Tekin."
"Çok zor bir dönemden geçiyorum..."
"Yapma."
"...ama beni affedebilirsen..."
"Olmaz. Yapma."
"...ben seninle her şeye yeniden başlamak istiyorum."
"Sezin'i hiç sevmiyor musun?" diye sordum.
Onun ismini söylemek içimden bir parça koparmıştı. Kopup gitmişti içim. Acısını hissedebiliyordum. Tekin'in yanakları utançla kızardı.
"Kim olduğunu öğrenmişsin."
"Evet." dedim onunla aynı şekilde kızararak. Benim de konuşmam gerekiyordu. "İkimizin de hataları oldu muhakkak. Hatalarımızı yarıştıracak koşulda bile değiliz. Belki de hiç evlenmemeliydik. Ben de bunu düşünüyorum."
"Şimdi asıl sen yapma Işık."
"Ne kadar zamandır birliktesiniz?"
"Bunun ne önemi var?"
"Onu seviyor musun?"
"Allah aşkına Işık, bunun ne önemi var?"
"Ne önemi mi var? Allah kahretsin Tekin! Hesap sormaya hakkım yok, Allah kahretsin ama ben sana güvendim!" Ellerimi karnıma yasladım, kafamı göğe diktim. Ağlamaya başladım. "Güvendim." diye tekrarladım. "Aşık olmuşsundur. Olabilir. Masal anlatma bana, sorduğum sorunun cevabını dürüstçe ver: Onu seviyor musun?"
Saniyeler boyunca kıpkırmızı olmuş gözlerle yüzüme baktı. Sonra da,
"Sevdiğimi sanıyorum. Ama üstesinden gelebilirim. Gelmek istiyorum." dedi.
İşte şimdi dürüsttü. Fakat dürüstlüğünün bedeli çok ağırdı. Duyması, sindirmesi, kabullenmesi çok ağırdı.
"Neden?" diye sordum.
"Çünkü seni daha çok seviyorum." dedi. Söyleyecek sözüm yoktu, öylece kaldım. "Ona bittiğini söyledim."
Yerimden kalktım. Mutfağa gittim. İçim çok yanıyordu, su içersem belki geçerdi. Koca bir bardağa su doldurdum. Kana kana içtim. Bu esnada o da peşimden gelmişti. Bir bardak da ona uzattım. O da içti. Kolumu mutfak tezgahına yasladım. O da duvara yaslandı.
"O ne dedi?" diye sordum. "Sen bitti deyince."
"Bunu konuşmasak olmaz mı?"
"Bilmek istiyorum." diye üsteledim. Pes ederek içini çekti.
"Çok ağladı ama kabullendi. Bir şekilde bunun olmasını bekliyordu sanırım."
"Tamam." dedim cansızca.
"Tamam?"
"Tamam işte Tekin."
"Neye tamam. Beni affedebilecek misin?"
İyiden iyiye kan oturmuş gözlerine baktım. Onun bir başkasını sevmiş olmasını affedebilecek miydim? Bu hiçbir kalbin hükmünde bir suç kabul edilemezdi.
"Belki ederim. Belki aşarız. Belki de asla aşamayız. Şu aşamada bir şey söylemek o kadar anlamsız ki. Tek bildiğim ya da düşündüğüm diyeyim, kendi kararım ne olursa olsun bebek için çabalamam gerektiği."
Tekin'in ağzı açık kaldı.
"Bebek mi?" dedi daha da şaşırarak.
"Ben hamileyim." dedim şüpheyi kesip atarak.
Hissettiği dehşet, hayret ve pişmanlık belki de, bir karışım haline gelmiş, yüz ifadesini ele geçirmişti. Ellerini yüzünden geçirdi. "Allahım." diye sayıkladı. "Ben ne yaptım?"
Tepkisini izlemekten başka bir şey yapamadım.
"Ne zaman öğrendin Işık?" dedi hala şoktayken. Sözümü sakınmadım.
"Sen Ağva yolundaydın, sanırım."
"Ben ne yaptım?" diye tekrarladı. "Cuma gecesi yemek yapmıştın. Bana sürpriz yapmak istiyordun, değil mi? Bense eve gelmedim. Telefonlarını açmadım. Ben sana ne yaptım Işık?"
Şimdi gerçekten çok pişman görünüyordu.
"Tamam Tekin tamam. Tekrarlamak bana daha iyi hissettirmiyor."
"Keşke zamanı geri alabilsem."
"Keşke hafızamı sildirebilsem."
"Keşke..." dedi hak vererek. "Bir çocuğumuz olacak. Kendimden daha az nefret etmemi sağlamıyor. Yine de... mutlu oldum ben buna."
Kedi yavrusu bakışlarına büründüğünde, bir anda ona sarılmayı ne çok özlediğimi farkettim. Tek ihtiyacım olan ona sarılmak ve bu kabusu sona erdirmekti. Bunu aşıp aşamayacağımızı ise gerçekten bilmiyordum. Hiçbir fikrim yoktu. Onu seviyor muydum, bilmiyordum ama nefret de etmiyordum. Kollarımı uzattım. Tereddüt bile etmeden kollarıma sığındı. Saçlarımı okşuyordu. Kalbim birikmiş duygu yoğunluğuyla deliler gibi çarpıyordu. O da farketmişti.
"İyi misin? Kalbin çok hızlı atıyor." dediğinde gülümsedim.
"İki kişilik çalışıyor ya artık, ondandır."
O da gülümsemek istedi, gülümseyemedi.
"Korkunç şeyler yaptım. Ben affetmem kendimi ama bu saatten sonra, bir bebek belki affettirir, yaptıklarımı unutturur belki sana."
Aynı gece uykumdan sıçrayarak uyandım. Oda buz gibiydi. Tüylerim soğuktan diken diken olmuştu. Yanımda yatan Tekin derin uykudaydı. Onun teni sıcaktı. Neden üşüdüğümü anlamak için hafifçe doğruldum. Odanın camı kapalıydı. Aynı anda karnımda batma şeklinde keskin bir sancı hissettim. Ellerim karnımda anında büzüştüm. Bir sancı daha saplandı. Sanırım Tekin'i uyandırmam lazımdı. Ona doğru baktığımda kocamla aramızda kopkoyu bir leke gördüm. İkimizin de pijamalarına bulaşmış bir lekeydi bu. Elimle dokundum. Islaktı. Panikle Tekin'i uyandırdım.
"Tekin! Tekin! Uyan! Bir şey olmuş. Üzerimize bir şey bulaşmış galiba." Uykulu gözlerle yüzüme bakıyordu.
"Ne olmuş?"
"Kan mı bu?" dedim iyice afallayarak. "Kan mı bu?" diye tekrarladım yüreğim ağzımda.
Yerinden fırladı. Dehşet dolu bir ifadeyle üstümüze bulaşan koyu lekeye, ardından yüzüme bakışını gördüm. Beni hafifçe kenara ittiğinde o koyu lekenin kan olduğundan ve benden geldiğinden emin olmuştum artık. Bacaklarımdan akıp gidişini hissedebiliyordum. Kulaklarım uğuldamaya başlamıştı. Titriyordum. Bir kez daha sancı girdiğinde çığlık atarak karnımın üstüne kapandım.
"Işık, iyi misin? Beni duyuyor musun?"
Cevap veremedim. Kucaklamıştı şimdi beni. Yürüyorduk.
"Sakın korkma aşkım, sakın korkma. Bir şey yok. Seni hastaneye götürüyorum."
Kucağında yataktan uzaklaştığımda, ardımda bıraktığım yerde ne olduğunu daha iyi görme fırsatım oldu.
Çok fazla kan vardı. Bu kadar çok kan benden mi akmıştı? Benim vücudumda bu kadar kan var mıydı?
Tekin beni ayık tutmaya çalışıyordu ama uyusam çok rahatlayacağımı hissediyordum. Serin bir su kaynağının dibinde oturmak kadar dinlendirici bir uyku. Şimdi gözlerimi kapatsam, o kadar kolay olurdu ki o uykunun içine çekilmek. Sadece biraz olsun gözlerimi kapatsam...
"Lütfen," diye mırıldandım. "lütfen birazcık uyuyayım."
"Aşkım benimle kal lütfen."
Hatırladığım son şey Tekin'in bu sözleri oldu. Ardından her yer karardı.
Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top