1.2 Yer Gök Mavi

Cuma günü, yoğun bir tempoyla başladı. Gülçin bir günlük es vermenin ardından masamı yeniden angaryalarıyla doldurmuştu. Neyse ki, perşembenin boşluğundan istifade ederek ben de sunumu küçük detaylar hariç tamamlamıştım.

Aynı gün Hasan çalışmalarıma yardım edemediği için benden özür diledi. Turhan Bey'in sevgili ithamından sonra, dedikoduları iyice körüklememek için benden uzak durduğunu biliyordum. Benim için sakıncası yoktu. İki gece önce Tekin'in yanımda oluşu, beni evime bırakması, kendimden bile saklamaya çalışsam da beni öylesine mutlu etmişti ki, Hasan'ın kaçması ya da bütün hafta boyunca büyük bir işin altında tek başına kalmam umrumda değildi. Zaten ben istemiştim bu sorumluluğu ve işin zorluk derecesi arttıkça benim de motivasyonum artıyordu. Akşam altı buçuğa kadar dilim dışarıda çalıştım.

Akşam yemeğinde Seda ve Sinan'la buluşacaktım. Ofistekiler yavaş yavaş çıkarlarken aradığımda, Seda henüz işten çıkamadığını söyledi. Ben de o beni almaya gelinceye kadar, sunumumu bir kez daha gözden geçirmeyi planladım. Dakikalar içerisinde ofiste kimse kalmamıştı. Tekin'in bilgisayarı hala çalışıyordu ama o da ortalarda yoktu. Biraz kendi işimle oyalandıktan sonra hala gelen giden olmayınca, belki de açık unutmuştur diye düşünerek göz atmak üzere masasına doğru ilerledim. Bu esnada telefonum çaldı. Arayan Seda'ydı.

"Geliyoruz minik kuş. Yalnız biri daha geliyor, onu haber vermek için aradım."

"Kim?"

"Sinan'ın bir arkadaşı. Hemen bana parlama. Vallahi de benim haberim yoktu."

"Ama ya, Sinan bunu niye yapıyor ki? Kaç kere dedim! Bir daha emrivaki tanıştırılmalar istemiyorum."

Kısa zaman önce sadece üçümüzün olacağını sanarak katıldığım bir yemeğe, benim için uygun gördükleri bir arkadaşlarını çağırmışlardı. Seda'yı, tuvalet molasında sıkıştırıp, adamın potansiyel bir flört umuduyla geldiğini öğrendiğimde gerçekten öfkelenmiştim. Birincisi, ben emrivakilerden hoşlanmazdım. İkincisi, birbirimizi hiç tanımazken, bir deneyelim ya tutarsa mantığıyla bir ilişkiye başlama ihtimali bile bana kendimi kötü hissettirirdi. Bence her şeyin varsa bile aşkın bir matematiği olmamalıydı. O gece, yemeğin geri kalanı boyunca sus pus oturmuştum. Adama ayıp olmuştu belki ama Seda gerekli mesajı almış, bu işlere girmekten vazgeçmişti. Belli ki Sinan hala vazgeçmemişti.

"Sen istemiyorum dediğinden beri ben üstüne geliyor muyum hiç? Bu kez sahiden arkadaşça bir yemek. Çocuğun senin varlığından haberi bile yok."

"Ya tamam öyleyse ama bak, biliyorsun."

"Biliyorum, biliyorum." dedi Seda bezgin bir tavırla. Daha çok kendine sabırlar diler gibiydi.

"Ben de aşırı tepki veriyorum bazen ama çok yorucu bir hafta geçirdim. İnan kimse için çabalayacak halim kalmadı."

"Tamam huysuzum tamam. Yola çıktım ben, on - on beş dakikaya sendeyim."

"Tamam, ben de hazırlanıyorum." deyip kapatmamla, ensemin dibinde tanıdık bir ses duydum,

"İyi bir şey bence bu."

Tekin'in sesiyle suç üstünde yakalanmışçasına sıçramıştım. Arkamı döndüm. Beklemediğim kadar yakınımdaydı ve mavi gözlerinde muzip bakışlar parıldıyordu. Kıpkırmızı kesilmem tahminen bir saniye aldı.

"Anlamadım?" dedim, yine de süngüyü dik tutarak. "Ne zamandır konuşmamı dinliyorsunuz?"

Yüzünde rahat, eğlenir bir ifade vardı.

"Şu sizi bizi bırakabilir miyiz artık?" derken aynı rahat tavırla kollarını göğsünde bağladı, fazla uzaklaşmayıp hemen karşımdaki masaya doğru yaslandı. "Nedense sunumu yetiştirememenden endişe ediyorum."

"Sunumu dün bitirdim." dedim. Sizli bizli lafının üstünde durmamıştım. Ta ilk günkü tavrından ileri gelen bu mesafeyi kolaylıkla kaldıramazdım.

"Çok sevindim. Beni yanıltmadın." deyip, kocaman gülümsedi. Bir kez daha minimal bir kalp krizi geçirdiğimi düşündüm. Böyle gülümsediğinde ne kadar çekici olduğunu biliyor muydu? Elbette biliyor olmalıydı. Yirmi sekiz yaşına kadar mağarada yaşamış birine benzemiyordu. Belki şu an bile biri vardı. Ben nereden bilecektim? Ayrıca bana neydi? Yüzüme böyle bakmayı derhal kesmeliydi.

Sunumu bitiremememden endişe etmişti. Ben de etmiştim ama benim endişe etmem normaldi. O niye endişe etmişti ki? Bana fırsat verilmesini kendisi önerdiği için mi?

Hala karşımda oturuyor, yerinden kıpırdamıyordu.

"Telefon konuşmanın bir kısmına şahit oldum, evet. İstemeden de olsa." dedi.

Ağzımdan çıkan hiçbir kelimeyi unutmaması da ayrı bir unsurdu. Sormamış olmasına rağmen,

"Kuzenim ve nişanlısıyla böyle ara ara yemeğe çıkarız." diye açıkladım. "Hani bahsettiğim birlikte yaşadığım..." dedim ve durakladım. Arabasında konuştuğumuz gece ona Seda'dan bahsetmeyi düşünürken uyuyakalmıştım. Bahsedip bahsetmediğimi tam hatırlayamıyordum. Aklımdan geçenleri okumuşçasına güldü.

"Evet kuzeninden bahsetmiştin." dedi.

Pekala. Hala ne diye karşımda dikiliyordu? Böyle kollarını kavuşturmuş haliyle kolları güçlü ve yapılı, bütünüyle o, bu rahat haliyle gözüme çok çekici görünüyordu.

Kesinlikle aklımı okuyordu ve şu an hala okuyorsa aklımdan geçirdiklerim... Yeniden kızardım.

Yüzündeki gülümseyen ifade bir an olsun değişmeksizin,

"Masamdaki işini halledebildiysen, ben de artık yerime geçip eşyalarımı toparlamayı..." Kafasını tatlı bir ifadeyle yana eğdi. "Sonra da evime gitmeyi planlıyordum." dedi.

"Çok pardon." diyerek hızlıca masasının önünden çekildim. Ne biçim bir aptaldım ben? Adam dakikalardır yolundan çekilmemi bekliyordu! Kendi masama dönüp ona hiç bakmadan toparlanmaya başladım.

"İstersen seni gideceğin yere bırakabilirim?" diye seslendi.

"Teşekkürler." dedim sesimi ifadesiz tutmaya çalışarak. "Beni almaya geliyorlar."

Bilgisayar çantasını toparlamış, yeniden yüz yüze bakacağımız şekilde tam önümde durmuştu.

"İyi hafta sonları Işık."

Bir çift mavi gözü görmeden geçecek bir hafta sonu iyi bir hafta sonu olabilir miydi?

"Size de Tekin Bey."


Cumartesi gecesi iş yerinden kalabalık bir grupla toplaştık. Her zamanki ekürilerim Hasan, Senem, Buket, Dilek ve Eliz'in yanı sıra laboratuardan jeolog arkadaşlarımız Deniz ve Mert, Turhan Bey'in asistanı Miray, Tekin'in ekibinden Ayhan ve bir de şirketin yakışıklılarından satışçı Emre vardı. Buket'in epey zamandır Emre'den hoşlandığını biliyordum. Kalabalık bir grup olarak toplanıp, bahaneyle Emre'yi çağırmak bir süredir planlanan bir olaydı. Aranan bahane Dilek'in doğum günü olarak bulunmuştu.

Caddebostan'da Hasan'ın seçtiği bir kafede buluştuk. Mekanın keyifli bir atmosferi vardı. Müzik, konuşulanların duyulabildiği bir yükseklikteydi. Kızlarla şişe şarap açtırdık. Siyah, omzu açık, dökümlü bir bluz ve koyu renk dar bir kot giymiştim. Bir süre çenem düşüp konuşmaktan yorulduktan sonra susup etrafı incelemeye başladım. Deniz ve Mert'in ne kadar komik insanlar olduklarını daha önce farketmemiştim. İkisi de Ankaralı, içten, ne anlatsalar güldüren çocuklardı. Eliz'le dedikodu batağına saplanmış, hararetli bir konuşmanın içerisindeki Miray hariç hepimizi tempolarına katmış anlattıkça anlatıyor, gülmekten karnımıza ağrılar sokuyorlardı. Hasan da başıboş gevezelikte onlar kadar başarılıydı. Bir de kolunu omzumdan çekse daha rahat edecektim. İş yerindeki kabus hafta biter bitmez eski samimiyetine dönmüştü ama bu samimiyeti beni biraz tedirgin ediyordu. Güzel arkadaşım Buket ise ilgisine karşılık şimdilik renksiz görünen Emre'yle sohbeti koyulaştırmaya çalışıyordu. O an o ortamda Tekin'in de bulunmasını çok istediğimi farkettim. Eminim herkes onun da gelmesini ister ama samimiyetleri olmadığı için çekinirlerdi. İçimizde bir tek Emre'nin Tekin'le diyaloğu iyiydi. Sigara molalarında genellikle birlikte takılırlardı. Alkolün verdiği cesaretle ortamı yoklamaya karar verdim.

"Ayhan, " dedim, "Tekin sizi nasıl dağıttı bu hafta?" Hafta içinde Tekin, Ayhan ve ekibini dar zamanlı bir işe zorlayıp, epeyce yüklenmişti.

"Ağzımıza sıçtı." dedi Ayhan, "Gerçi bir Gülçin değil şimdi."

Doğruya doğruydu. Gülçin de bütün hafta aynısını bana yaptığı için bu sözüne herkes güldü. Top çabuk çevrilmiş, konu yine Tekin değil Gülçin olmuştu. Bir süre Gülçin'in gömüldüğü, eskimek bilmez sitemlerin hararetinin dinmesini bekledim.

"Gülçin'in nasıl müdür olduğunu biliyoruz da, Tekin'i hiç bilmiyoruz." diye ortaya zarf attım.

"Yapma şimdi. Tekin'le Gülçin'i bir mi tutuyorsun?" dedi Ayhan. Tekin'e olan ilgisini hiç saklamayan Eliz'in bakışlarının üzerime kilitlendiğini hissedebiliyordum.

"Yok canım. Yeniyim ben. Kim kimdir bilmiyorum ki." İstediğimde lafı istediğim yöne çekmekte fena sayılmazdım.

Miray dünden hevesli anlatmaya başladı.

"Lisans, yüksek, doktora hepsini İtü'de yapmış. Ama bence mesele ne okuduğu değil. Turhan Bey insanların gözündeki ışığa takıktır. Sabahtan akşama dek odasına girip çıkıyorsunuz. Kiminizin arkasından bu herif ölü balık gibi bakıyor, der. Kiminize -" Bunu söylerken bakışları beni buldu. "-bu kızın enerjisini seviyorum, der. Herkesi inceliyor. Velhasıl Turhan Bey -bildiğiniz üzere- Tekin'e apaçık hayran. Bir tek onu, oğlu gibi seviyor. Kendi ahmak oğlundan daha çok bile seviyor olabilir." Turhan Bey'in, okuduğu o çok pahalı kolejlerden atılmayı başaran, ipe sapa gelmez ergen oğlu herkesin bildiği bir konuydu. "Koskoca patron, Tekin ne derse onu yapıyor. Böyle bir etkisi var üzerinde. Necip Buldanlı'yla tanışıyorlarmış, birkaç kere konuşmalarına şahit oldum. Yeni dedikodu, Buldanlı onu Ceo olarak istiyor ama Turhan Bey Tekin'i bırakmıyor."

"Buldanlı'da iyi firma şimdi. Ama o adamın da iki tane yetişkin oğlu var. Onlar mı tanıyormuş Tekin'i?" diye soran Emre'ydi.

"Oğullarını ben bilmiyorum. Ama Necip Buldanlı'nın bizzat Turhan Bey'le konuştuğunu biliyorum." Necip Buldanlı'nın sahibi olduğu inşaat firması bizim en büyük rakiplerimizden biriydi.

"Gitmesin zaten ya." derken Eliz'in gözleri hala üzerimdeydi. Alkolü biraz fazla kaçırmış olabilirdi. Buna rağmen kendi kadehiyle beraber benimkini yeniden doldurdu. Ben de biraz fazla kaçırmış olabilirdim.

"Onu bunu bilemem ama yanında çalışan biri olarak söyleyebilirim, adam zeki." dedi Ayhan. "Kafasından bir şeyler geçiyor onun, o kısmı anlayamıyorsun zaten onu geç... işin matematiğini senden önce planlamış oluyor o, sonra sana diyor al bunu yap, üç gün süre. İlk zamanlar manyak bu diyordum, üç günde nasıl bitecek bu iş? Sonra onun nasıl çalıştığını gördükçe anladım. Onun o garip kafasının içinde saat gibi işleyen bir mekanizma var. Tepki göstermek yerine sorarsan düzgün bir şekilde açıklıyor. Kendisi sık sık mesaiye kalıyor ama kimseden böyle bir beklentisi yok. İşini vaktinde yap, hatasız yap. Bu kadar. Ben muhtemelen bugüne kadar işi en çok ondan öğrenmişimdir."

"Şey gibi bir şey bence bu ya, bir zaman sonra işkenceden zevk almaya başlıyormuşsun ya." Hasan dalgasındaydı.

"He amk, çok biliyorsun sen." Ayhan biraz bozulmuştu.

"Yoo ben saygı duyuyorum Tekin'e. Gülçin'den çekeceğime ondan çekmeyi tercih ederim. Biz de tecavüze uğruyoruz ama işin içinde zevk yok."

"Üff Hasan ya."

"Allah kahretmesin seni."

"Yağmur Adam gibi biri herhalde?" dedim ben de gülerek.

"Sosyal bozukluğu yok bence ya. Öyle bir anlattınız ki yani." Müdahale eden Emre'ydi.

"Abi biz halı saha maçı yapmıyoruz onunla senin gibi. Sosyal yönünü bilemeyiz." diyen Hasan'dı.

Emre bana bakarak yan yan sırıttı. "İyidir Tekin ya."

İçimden geçeni ne kadar istesem de söylemeyecektim. Benim yerime Eliz döküldü.

"Çağırsak bu gece gelir mi?"

"Çağırın." Emre umursamayarak omuz silkti. Hayallerim suya düşüyordu resmen.

"Emre ya." Eliz, alkolle gelen rahatlığın etkisiyle Emre'nin omzuna vurdu. "Nazlanma hadi."

"Ne ısmarlayacaksın bana?"

"Çağır hadi çağır." dedi Eliz gülerek. "Bir kere de menfaatini düşünme."

Emre de gülüyordu. "Siz kızlar çok fenasınız." derken telefonunu tuşlamaya başlamıştı.

Şahsen ben hiç gülmüyordum.

"Ya adamın sevgilisi varsa?" dedim doğrudan Eliz'e bakarak. "Ya Gülçin'le beraberse?"

"Hala Gülçin diyor ya." Eliz gülerek kadehini kadehime tokuşturdu. "Başkası varsa da ayırırız kardeşim."

"Gülçin olayı yalan çıktı. Sen hala orada mısın?" dedi Miray. "Gülçin'in çok zengin bir sevgilisi var. Turhan Bey'le yaşıtmış adam. Üstüne üstlük evliymiş." Ben hala orada kalmıştım sahi.

"Nereden biliyorsunuz böyle şeyleri ya?" En az benim kadar şaşkın olan biri daha Mert'ti.

"Geçen gün Turhan Bey, odasına çağırıp azarladı bunu. Babanın kulağına gitmeden bitir bu işi filan dedi. Duydum." dedi Miray.

Bir şirkette kulağı en kesik kişiler, genel müdürün asistanı ve insan kaynakları çalışanıydı. Seda her zaman böyle söylerdi. Miray ve Eliz, iki kafadar, ikiyle ikinin dört ettiği kadar net olarak bu konuya örnek teşkil ediyorlardı.

"Ooo neler dönmüş neler ya!" Deniz de Mert gibi olayların çok dışındaydı. Ben de öyleydim. Masadaki yüzlere şöyle bir baktım. Telefonda konuştuğu Tekin'e ortamda kimlerin olduğunu saymakla meşgul olan Emre hariç herkes biraz şaşırmış görünüyordu. Hasan, Ayhan'ın sırtına pat pat vurdu.

"Baba sen hala üç gün beş gün, çalış, çalış dur." deyince hepimizi bir gülme aldı.

Gözlerim Emre'nin üzerindeydi. Umarım Tekin'in başka bir planı vardı da gelemezdi. Çünkü an itibariyle bu ortama gelmesini hiç istemediğime karar vermiştim.

Fakat o, yarım saat sonra kapıdan içeri girdiğinde hayretlerden hayret beğendim. Yanında bir arkadaşıyla beraber gelmişti.

Takım elbiseden arınmış haliyle çok farklı görünüyordu: Kot pantolonunun üzerine spor bir kazak ve siyah deri ceket giymişti. Bu haliyle yaşı gibi genç ve çok yakışıklı görünüyordu. Az önce övmelere doyulamayan o adam değildi de, eğlenmeye gelmiş bizden biri gibiydi. Işıl ışıl gülümsemesini görmez olsaydım ama tabi ki o da onunla birlikte gelmişti.

Masamıza doğru yaklaştı. Gözleri gözlerimle eşleşti. İçim masmavi bir deniz oldu, yükseldi. Korktum hislerimin büyüklüğünden, gözlerini kaçıran her zamanki gibi ben oldum. Kalbimin gürültüsünü an itibariyle kulaklarımda duyabiliyordum.

"Oo epey kalabalıksınız. Selamlar herkese."

"Hoşgeldin. Bu kadar çabuk gelebileceğini ummuyorduk." dedi Hasan. İş ortamından çıkınca sizli bizli hitaplaşma yok olmuştu. Ben yine de Tekin'e adıyla hitap edebileceğimi hiç sanmıyordum. Yanındaki Eren adlı arkadaşını bizlerle tanıştırdı.

"Tesadüf, Emre aradığında biz de arkadaşlarla bu civardaydık. Bir uğrayayım dedim. Biraz oturup kalkacağız."

Az önce keşke gelmese diye düşünürken, bu kez gitmesin çığlıkları atıyordum içimden. Ruh halim bir hayli gel-gitliydi, Tekin söz konusu olunca dengesizdim. Bir miktar şarap bir miktar Tekin etkisinde olduğumdan mümkün olduğunca ağzımı açmamaya karar verdim. Mümkün olduğunca güzel yüzünü izlemek istiyordum.

O ise, hemen sohbete katılmıştı. Rahattı. Anlatıyor, dinliyor, gülüyordu. Eliz de ona karşı rahat ve girişkendi. Çabası anlaşılmayacak gibi değildi. Gördüğüm kadarıyla Tekin ona da herkese davrandığı gibi davranıyordu. Fakat ben ne biliyordum ki? Bu şirkette gizli saklı çok işler dönüyordu. Az önce Eliz Tekin'e, masada çekilen fotoğrafları whatsapp'tan atacağını söylemişti. Gözlerimin önünde birbirlerinin telefonlarını kaydetmelerini izledim. Bazen de bu işler gizli saklı değil gözler önünde dönüyordu. İşte aynen böyle Işık, dedim kendi kendime. Atı alan Üsküdar'ı aynen böyle geçiyordu.

Gözlerim önümde duran içki kadehime odaklandı.

Hiçbir zaman ilgisini Eliz gibi açıkça belli eden biri olmamıştım. Olamayacağımı da biliyordum. Bende sakil dururdu. Tekin'in deniz mavisi gözleri ne zaman gözlerime değse, bütün dengemi altüst ediyor, gülüşü elimi ayağıma dolaştırıyordu. Herkesle arkadaş olabilirdim. Herkesle istediğim rahatlıkta iletişim kurabilirdim ama onunla yapamazdım. Çünkü aklım ve kalbim sakin düşünemeyecek kadar onunla doluydu. Ansızın,

"Işık, sunumu ne yaptın?" diye seslendi. Şaşırmıştım. Biraz da irkilmiştim. Bitirdiğimi biliyordu.

"Perş-" Daha kelimemi bitirmeme müsade etmeden ışıldayan bakışlarıyla,

"Hiç sesin çıkmıyor?" diye sordu.

"Ben biraz içtim de, saçmalamak istemiyorum." deyiverdim.

Oysa hiç de böyle bir şey söylemeye niyetim yoktu! Bu boş boğazlığımla ne yapacaktım ben? Masadakiler gülme modunda olduklarından, söylediğimi espri olarak algılayıp buna da güldüler. Tekin ise bir anda delici bir keskinliğe bürünen mavi gözlerini ısrarla gözlerime sabitlemişti. Sanki masada yalnızca ikimiz vardık.

"Ne kadar içtin?" diye sordu.

"Benim üç kadeh oldu herhalde." dedim yoğunluğu dağıtmaya çalışarak: "Bu kaçıncı şişemiz?" diye sordum Buket'e dönerek.

"İkinciyi bitirdik."

"İyi değilsen seni evine bırakalım." Bakışları hala üstümdeydi. Yoğunluğu dağıtmaya hiç niyeti yoktu.

"İyiyim ben. Saçmalıyorum sadece." dedim.

Ne konuştuğumuzu geç farkeden Hasan atıldı. "İyi değilsen söyle bak. Ben bırakırım seni."

"Yok ya. İyiyim." diye sitem ettim. Tavrım, artık beni rahat bırakın dercesine alarm veriyordu.

Tekin, Hasan'ın müdahil olması üzerine nihayet bakışlarını üstümden çekti. Yanında oturan Ayhan'la konuşmaya döndüğünde bu kez arkadaşı Eren'in gözleri üstümde kaldı. Rahatsız edici değildi, daha çok merak ettiği birine bakar gibiydi fakat her ne olursa olsun, birinin dikkatini üzerime çektiğimde nedensiz yere huzursuz oluyordum. Çok şükür Dilek'in doğum günü pastası masaya geldiğinde tüm ilgiler o yöne odaklandı da rahatladım.

Saat çoktan ilerlemiş, evlere dağılma vakti gelmişti. Biraz oturup ayrılacağım diyen Tekin gecenin sonuna kadar bizimle kalmıştı. Bir centilmen olarak öncelikli davranarak,

"Kimlerde araba var? Ben Maltepe tarafına geçeceğim, yolumun üstündekileri bırakabilirim." diye sordu.

Bunu söylerken bana kaçamak bir bakış atmıştı. Yolunun üstünde oturduğumu gayet iyi biliyordum. Fakat kabanımı giyerken hiç oralı olmadım. Onun çekim alanına ne kadar uzak durursam benim için o kadar iyiydi. Ben onun gibi biriyle baş edemezdim. Tekin dışında Hasan'da ve Emre'de araba vardı. Herkes kendine uygun birinin arabasını seçti. Beni şaşırtmayan bir şekilde Eliz'in Tekin'in arabasına yönelmesini izledim.

"Kartal'da oturuyorum. Beni de atarsın, değil mi?"

Caddebostan - Maltepe güzergahı düşünülünce, Kartal ne alakaydı?

"Olur, gel." Kız resmen kendini Tekin'e yamamıştı. İçimi yakan bu hissin bir adı var mıydı? Tarifi güç bir öfkeyi soluyordum. Herkes bir an önce evine gitsindi artık. O ikisini daha fazla yan yana görmeye dayanamayacaktım. "Ya sen Işık?" diye sordu bana. Konunun kapanmış olması gerekiyordu. Anlam veremeyerek cevapsız bıraktım.

Tam o anda Hasan atıldı.

"Işık'ı ben bırakırım abi. Işık bana emanet." dedi. O da saçmalıyordu doğrusu ama müdahale etmeyecektim.

"Ne emaneti?" diye sordu Tekin. Bütün gece bir silah gibi saçtığı ışıltılı gülüşünden eser yoktu şimdi yüzünde.

"Işık'ın kuzeni yakın arkadaşım." dedi Hasan. Kazık kadar insanlardık, saçmalıyor bir de çerçeveletiyordu. Hasan'a göz devirdim. Yine de uzatmamak için ondan tarafa yürüdüm.

"Öyle olsun." dedi Tekin. O da uzatmadı. Fakat tadı kaçmıştı. Salına salına ön koltuğa binen Eliz'le birlikte kim bilir hangi evin yolunu tuttu.

Pazartesi günü sunumum çok başarılı geçti. Bitirdiğimde Turhan Bey her zamanki seri cümleleriyle, lafı da uzatmadan,

"Güzel olmuş Işık." dedi. "Eline sağlık. Arkadaşlar ben de sizden bu yapıda işler bekliyorum. Işık'ın çalışmasını şablon olarak alabilirsiniz."

Derin bir nefes aldım. Yaptığım işle gurur duyuyordum. Turhan Bey'in gözünde puanları toplamıştım. Gülçin'den, bundan sonra bana daha fazla sorumluluk verilmesini istedi. Ona ise gönülsüz bir şekilde Turhan Bey'i onaylamak düştü.

Eliz, eve Tekin'le döndüğü geceden sonra bir daha Tekin'in adını anmamıştı. Kızların şakayla karışık yoklamalarını geçiştiriyordu. Bu da ben de dahil herkeste ikilinin bir şeyler yaşamış olabileceği intibası bırakıyordu. Belki de manipüle ediliyorduk ve bundan hiç hoşlanmıyordum. Bir şey vardı ya da yoktu, bunun üstüne kafa yormak, daha da fenası kalp yormak beni incitiyordu. O ikisini bir kez daha yan yana görmek istemiyordum. Bu yüzdendir, tesadüfen bile olsa Tekin'le yan yana geldiğim ortamlardan hızla uzaklaşıyordum.

Yılbaşı gecesi için Turhan Bey şirketin idari kadrosunu davet ettiği bir yemek düzenliyordu. Her yıl yapılan ve eskilerin ne kadar eğlendiklerini anlatmaya doyamadıkları bir organizasyondu bu. Başka planı olanlar katılmamakta serbestlerdi ama genel atmosfer çoğunluğun katılacağı yönündeydi. Haber duyulur duyulmaz kızlar o gece ne giyeceklerini konuşmaya başlamışlardı bile. Ben çekimserdim. Genel müdürün yanında ne kadar rahat eğlenilebilirdi ki? Katılanlar ortamın çok rahat olduğunu söylüyorlardı.

Sonra Tekin'in de iş dışındaki arkadaşlarıyla planı olduğu duyuldu. İçimde bu yemeğe katılmaya dair en ufak bir heves kalmamıştı. Yemeğe katılacakların Eliz'e ismini yazdırabilecekleri son tarihe birkaç gün daha vardı. Hasan gel diye çok baskı yapıyordu, okul arkadaşlarını değil, iş yeri grubunu seçmişti. Seda ise artık bu dedikoducu tayfadan sıyrılmamı ve geceyi onun arkadaş grubuyla geçirmemi istiyordu. Üniversite okurken sıklıkla İstanbul'a gelip gittiğim için, Seda'nın arkadaşlarını yakınen tanıyordum ve onlarla daha kaliteli eğlenebileceğimi biliyordum ama içimde heves yoktu işte. Tek istediğim o gece pijamalarımı giyip, çatlayana kadar abur cubur yiyerek, yorgan altında dinlenmekti. Seda'nın buna asla izin vermeyeceğini bildiğim için kararımı açıklamayı erteliyordum.

Dileğim basit bir tarih sapmasıyla yılbaşından on gün kadar önce gerçekleşti.

Yılın ilk karı Aralık sonunda yağdı. Bir İstanbul klasiği olarak ara yollar kapanmış, kazalar, ihmaller derken herkes yollarda perişan olmuştu. Tipinin trafiği felç ettiği ilk sabah, servis arızalandığı için iş yerine kendi imkanlarımla ulaşmam saatlerimi aldı. Yolda ayaklarım sırılsıklam olmuş, aşırı derecede üşümüştüm. Tüm günü kalorifer peteklerinin dibinde bir türlü ısınamayarak geçirdim. Aksi gibi ofiste o ara işler delicesine yoğundu. Herkes kendini parçalıyordu. Özellikle Tekin yetişmeyen bir proje yüzünden çok gergindi. Günün vehametiyle öğle yemeğinden sonra işe dönmeyi geciktirip, bahçede akşam eve nasıl döneceklerini konuşan ekibini çok sağlam haşladı.

"Eve nasıl döneceğinizi düşünmenize gerek yok arkadaşlar. Teklifi bitiremezsek zaten dönmeyeceksiniz!"

Haksız değildi ama doğrusu biraz insafsızdı. Yarattığı gergin havayla ben de kendimi elimdeki işlere vermeye çalıştım. Fakat fiziksel koşullarım engel oluyordu, sürekli aksırıp tıksırıyordum. Bilgisayar ekranına bakarken kırmızı yeşil baloncuklar görmeye başlamıştım. Masamın üstüne dumanı tüten bir fincan ıhlamur bırakıldı. Daldığım derinlikten çıkıp ıhlamuru getiren çaycı ablaya teşekkür ettim.

"Ne zahmet ettin Hayriye abla? Ellerine sağlık." Tepsisinde iki fincan vardı. Birini bana vermişti. Diğerinin üzerinde I Love Nice yazıyordu.

"Tekin Bey'e yapmıştım. Bir fincan da sana getireyim dedim. Hiç iyi görünmüyorsun."

Hayriye ablanın durduk yerde bana ıhlamur yapacağını düşünmek de benim saflığımdı zaten. Az önce ofiste terör estiren Tekin'e doğru döndüm. O zaten bana bakıyordu. Fincanı hafifçe kaldırıp sessiz bir şekilde teşekkür ettim. İçtiğimden emin olurcasına bekledikten sonra göz kırpıp aynı ciddiyetle işine döndü.

Bense aynı günün gecesi otuz dokuz derece ateşle yatağa yapıştım.

Seda gecenin bir yarısı beni hastaneye taşımak zorunda kaldı. Ofisi arayıp haber verme, ilaçlarımı, çorbamı içirme, raporumu şirkete ulaştırma işlerini de binbir işinin arasında hep o halletti. Sonraki üç gün boyunca beynim burnumdan akar gider bir halde yattım. Hafta sonu gelmişti. Seda'nın ünlü bir dikim evinden almak için yoğun çaba harcadığı gelinlik randevusu cumartesi günüydü. Bu provayı ne kadar hevesle beklediğini bildiğimden yanında olmak istiyordum. O her ne kadar evde dinlenmeye devam etmem konusunda ısrar etse de ben, en kalın ve iğrenç kazağımı, eski bol bir kotumu ve kar botlarımı ayağıma geçirip onunla birlikte evden çıktım.

Dikim evi Suadiye'deydi. Yakın mesafeyi arabayla gitmemize rağmen, uzak bir ara sokakta park yeri bulabildik. Bu yüzden cadde üzerinde bir miktar yürümek zorunda kaldık. Havanın soğuğu yanaklarımı ısırıyor, gözlerimi acıtıyordu. Tipi yağışı da hala sürüyordu. Bu soğukta insanların zorunlu olmadığı herhangi bir şey için sokağa çıkmasına anlam veremiyordum. Gelinlik provası yaklaşık iki saat sürdü. Plana göre çıkışta Sinan da bize katılacaktı ve birlikte yemek yiyecektik. Ancak bir süre sonra arayıp bize trafikte rehin kaldığını haber verdi. Eve dönmeye kalksak biz de dönemeyecektik çünkü aynı trafik bizim yolumuzun üzerinde de vardı. Sinan'ı yemek yiyeceğimiz mekanda beklemeye karar verdik. Yağışın yoğunluğu biraz azalmıştı neyse ki. Caddebostan'daki restorana doğru yürürken, görüş açımın bir metreden üç metreye çıkmasına seviniyor, hiç değilse yürürken önümü görebildiğimi düşünüyordum. Fakat tam karşımda beliren tanıdık silüeti görebileceğimi hiç ama hiç düşünmüyordum. İnsanın aşırı soğukta da serap görmesi mümkün müydü? Sanırım mümkündü. Özlemekten de olabilirdi. Bilemiyordum.

Keşke o beni tanımasaydı. Tanımasaydı da arkamı dönüp kaçabilseydim. Oysa benim burnum kadar tıkanmış algılarımın yavaşlığına tezat şekilde onunkiler gayet hızlıydı ve beni çoktan tanımıştı.

"Işık!" dedi hayretle kafasını eğerek.

"Tekin Bey! Merhaba." derken sesim en fazla bu kadar isteksiz çıkabilirdi. Ve bu kadar çirkin. Ne yazık ki ses tellerim hala iltihap kaplıydı.

"Bey demeyi bırak mısın artık? Günler oldu görüşmeyeli. Ben de seni merak ediyordum. Nasıl oldun?"

Karşında keyifsizce dikilirken tüm kılıksızlığıma ve eskimo gibi sarınmışlığıma karşılık o, çok şık füme rengi, kaşe bir kaban giymiş, boynunda atkısı, kar düşmüş açık renk saçları ve sulu boncuk gözleriyle her zamanki gibi çok yakışıklı görünüyordu.

"Hala hastayım." dedim. İki kelime yetmişti köhür köhür öksürmeme. Islanmaktan buruş buruş olmuş sümüklü mendilimi ağzıma kapadım. Yüzündeki ifade endişeliydi.

"Gerçekten berbat görünüyorsun. Bu halde neden çıktın ki evden?"

O kusursuz görünürken benim döküntü halde olmam haksızlıktı.

Bir soru sormuştu, değil mi? Deniz mavisi gözlerin hapsindeydim, konuşamıyordum, yerimden bile kıpırdayamıyordum. O da bu yoğun teması sonlandırmak için hiçbir şey yapmıyordu. Şimdi şuracıkta kalp krizinden ölüp gidecektim. Bir şey söylesin de bizi kurtarsın diye Seda'ya döndüm. Bakışlarını görerek irkildim. Bunca zaman beni hakkında konuşturabilmek için uğraştığı fakat benim gittikçe daha da suskunlaştığım konuyu -Tekin'i- bizzat kendi gözleriyle görüyordu ve resmen ikimize bakakalmıştı. Seda, birbirine kenetlenmiş bakışlarımıza adeta Dünya'nın Sekizinci Harikası'ymış gibi bakıyordu. Ona döndüğüm anda yüzümün renginin attığını gördü ve hemen kendini toparlayarak elini Tekin'e doğru uzattı,

"Merhaba! Seda ben. Işık'ın kuzeniyim." dedi neşeyle. Tekin, Seda'nın varlığını yeni keşfetmiş gibi mahcup olmuştu.

"Merhaba. Tekin. Biz de Işık'la iş arkadaşıyız."

Arkadaş değildik biz. O müdürdü.

"Işık bahsetmişti." dedi Seda. Dirseğimi böğrüne geçirmemek için kendimi zor tuttuğumdan habersizdi. Ne demek Işık bahsetmişti? Ne demek bahsetmişti? Işık neyden bahsetmişti?

Tekin'in sol kaşı belli belirsiz havaya kalkarken yüzünde tatlı bir gülümseme belirdi. Deniz mavisi gözleri yeniden gözlerime kenetlendi. Ah o gözleri görmeden geçen üç gün ne kadar da uzun sürmüştü.

"Bu arada hasta hasta dışarı çıkmasının sebebi benim." dedi Seda yüzünü düşürerek. "Gelinlik provam vardı, Işık beni yalnız bırakmak istemedi."

Biz konuşmayı beceremeyince, sorulan sorunun cevabını kendisi vermeyi uygun bulmuştu. Tekin kibarca gülümsedi,

"Şimdiden hayırlı olsun. Aynı telaşı kısa zaman önce yakın arkadaşlarım da yaşadılar. Ben de onlarla oturuyordum içeride. Telefonla konuşmaya çıkmıştım."

Kime neyi açıklıyordu bilmiyordum. Ne konuşuyorduk burada, onu da anladığım söylenemezdi.

"Biz sizi engellemeyelim o zaman." dedim alışılageldiği üzere kaçmayı seçerek.

"Peki." dedi Tekin, sanki belli belirsiz bir sitem bulaşmıştı sesine. "Görüşürüz Işık."

Kapıdan içeri girdiğimiz an Seda koluma girdi ve fısıldarcasına,

"Ondan bahsetmekten neden kaçındığını anladım Işık." dedi.

Kalbim ağzımın içinde atıyordu.

"Onunla ilgili hiçbir şey basit değil. O çok... o benim müdürüm." dedim. Duygularımı başka nasıl ifade edeceğimi bilememiş, saçmalamamıştım.

Seda bu kez dalga geçemeyecek kadar ciddi görünüyordu. "Anlıyorum güzelim."

Birer kahve söyleyip, Sinan'ı tekrar aradık. Trafik açılmıştı, gelmek üzereydi. Bense artık Tekin'i içime atmaktan dolup taşmıştım, Seda'ya anlatmak istiyordum. Baş başa fazla vaktimizin olmaması yararımaydı. Onu ilk gördüğüm andan başlayarak, iş yerindeki otoritesinden, insanların ondan nasıl hayranlıkla bahsettiğinden, Gülçin'den ve Eliz'den bahsettim. Bana olan tavrı ne kadar yakın gelse de, içimde kurduğum mesafe engelini neden aşamadığımı da anlattım.

"Hassassındır seni bilirim. Onun açısından bakarsak, ilk tanıştığınızda resmi hitap biçimini benimsemesi gayet normal. Üstünden dört ay geçmiş Işık. Adam artık bana bey deme diyor. Artık dediğine göre, kim bilir kaçıncı kez diyor bunu. Sen hala sizli bizli konuşuyorsun. Biraz tepkili gibi buna."

"Öyle mi?"

"Bana öyle geldi."

"İşte sana öyle geldi, bana öyle geldi... Bunlar beni yıpratıyor Seda. Kesin olmayan şeyler üzerine konuşmayı sevmiyorum. Bunca zaman sana da bu yüzden anlatamadım. Hem bu yüzden hem de..." İçimi çektim. "Anlatamadım işte. Kendi kendime gelin güvey olmaktan nefret ediyorum."

Seda'nın derinlikli bakışları farklı bir şey söylüyordu.

"Kendi kendine gelin güvey olmuyorsun güzelim. Birbirinize öyle bir bakıyorsunuz ki..." Aniden sözünü yarıda kesti, kaşlarını havaya kaldırarak benim de cevap vermemi engelledi. Bakışları üstümden geçerek arkamdaki bir noktaya sabitlenmişti. Omzumun üstünden bakınca Tekin'in bize doğru geldiğini gördüm. Yeniden dut yemiş bülbüle döndüm.

"Çok kalabalık oldu burası. Arkadaşlarım kalkmaya karar verdiler. Gitmeden sana hoşçakal diyeyim dedim."

Galiba gözlerinin mavisine düşmüş, can havliyle kulaç atmaya çabalıyordum. Seda manidar bir şekilde boğazını temizleyince kaybettiğim sesimi buldum.

"Tamam. Pazartesi ofiste görüşürüz." dedim. Bunun üzerine gitmesini bekliyordum fakat o gitmek yerine ellerini Seda'yla aramızda duran boş sandalyenin sırtına dayayarak bana doğru hafifçe eğildi,

"Bir şey soracağım sana." dedi. "Yılbaşı yemeğine neden gelmiyorsun?"

İş yerinde arkadaşlarla konuşurken gelmeyi pek düşünmediğimden bahsetmiştim. Fakat kimseye açıkça gelmiyorum dememiştim. Tekin'den böyle bir soru beklemiyordum.

"Seda'lar dışarıda olacaklar o gece. Onlarla çıkmayı düşünüyordum."

Yalana bak.

Beni kendi yalanımdan daha çok şaşırtan o geceyi kendisiyle geçirmemi isteyen Seda'nın hızlı manevra kabiliyeti oldu.

"Biz de öyle matah bir plan yapmadık aslında. Evde oturup içeceğiz filan, sıkıcı. Önce şirket yemeğine gidip, gecenin ilerleyen saatlerinde bize katılabilirsin."

Tekin onu onaylarcasına kafasını salladı.

"Makul görünüyor."

"Siz... de... Sen de gelmiyorsun diye duymuştum." dedim, sen dediğim için hala biraz rahatsız hissediyordum.

"Herkes bir şey söylüyor. Oysa ki ben beş senedir hep katılırım bu yemeğe. Gecenin devamında ben de arkadaşlarımla buluşacağım. İstersen birlikte gidip uygun bir zamanda kaçabiliriz."

"Olabilir... olur." dedim afallayarak. Beraber gidecektik. Beraber kaçacaktık. Kaçacak mıydık? Ne saçmalıyordum? Bir dakika ben az önce neyi kabul etmiştim?

Tekin ölümümün elinden olacağını kanıtlarcasına kocaman güldü.

"Güzel. Sevindim." dedi. "Telefonunu alabilir miyim? Öncesinde haberleşmemiz gerekecek."

Ölümüm kesinlikle elinden olacaktı.

"Tabi."

Telefon numaramı söyledim. Kaydetti. Çaldırdı. Ekranımdaki numaraya bakıyordum. Başımın üstünden,

"Selam millet. Çok beklettim mi?" diyen sese döndüm. Sinan gelmişti. Seda cıvıldayarak yerinden fırladı.

"Hoşgeldin aşkım. Tanıştırayım. Nişanlım Sinan. Tekin. Işık'ın arkadaşı."

Beyler el sıkıştılar. Ardından Sinan, Seda'ya döndü ve Tekin de bana,

"Ben gideyim artık." dedi.

Mavi ne güzel bir renkti. Mavi en güzel renkti. Yer gök birleşiyor, insanın dünyasını ele geçiriyordu.

"İyice dinlen. Yılbaşı gecesi hala dışarıya çıkamayacak kadar hasta olmanı istemem."

"Tamam." dedim dudağımın kenarında beliren gülümsemenin kırıntısıyla. "Görüşürüz."

"Görüşürüz."

O gittiğinde Seda tatlı bir gülümsemeyle bana bakıyordu.

"Bir şey söyleme, ne olur." dedim.

"Tamam." dese de, Seda'nın yüz ifadesi manidardı, "Sadece bugün çıkmışken sana da elbise bakalım diyecektim. Sonuçta yılbaşı yemeğine gidiyorsun." Kıkırdıyordu.

Bir ona, bir bana bakarken Sinan'ın kaşları havalanmıştı.

"Benim arkadaşlarımı neden beğenmediğiniz anlaşıldı Işık Hanım."

Son hafta kızların birbirine o gece giyecekleri elbiseleri göstermeleriyle, henüz elbisesini ayarlamamış olanların paylaştıkları stresleriyle, saçımı şöyle mi yapayım, makyajımı böyle mi yapayımlarıyla geçti. Önceleri eşlik etmeyi denesem de, bitmek bilmez basit dertlerinden sıkıldım. Hala tam iyileşmemiştim, işten geri kaldığım sürede yapılanları takip edip açığımı kapamak istiyordum.

Çalışma hayatına atılana kadar, kendi potansiyelimi farketme imkanım olmamıştı. Yeni tanıdığım bir ben olarak, gidebileceğim en üst seviyeye kadar gidebilme azmini içimde hissediyordum. Çalışmayı, başarmayı ve başarılarımın takdir edilmesinin hazzını tatmıştım. Vakti gelince yükselecektim. Bu vakti oluşturacak olan da, öne çekecek olan da bendim. Dilek, Senem cana yakın ve eğlenceli insanlardı ama iş konusunda bir hırsları yoktu. Her günü dedikoduyla ve işten sonra ne yapalımlarla geçirerek mutlu olabilirlerdi. Ben onlar gibi olmak istemiyordum.

Hasan ve Gülçin alanlarında yüksek lisans yapmışlardı. Satıştaki bazı arkadaşların kotalarının üstüne çıkmak gibi hedefleri olduğunu görebiliyordum. Bunun dışında Emre, pazarlama üzerine yüksek lisans yapıyordu. Sürekli işiyle öne çıkan, iyi bir yönetici adayıydı. Tekin'e gelince, iyi bir okuldan mezundu. Okul sonrası Fransa'da bir yerlerde staj yapmıştı. Yüksek lisansını bitirmişti, doktoraya devam ediyordu. İşine olan tutkusunu görebiliyordum. Ben bu insanlar gibi olmak istiyordum.

Yılbaşı gecesi, Seda'nın dolabından bordo rengi bir elbise seçtim. Diz üstü boyda, vücuda oturan tek omuzlu, o tek omuz bağı da önden incelerek gelip sırtta daha ince parçalara bölünerek birleşen çok zarif bir görünümdeydi. Koyu kumral saçlarımı, omzumun açıkta kalan tarafına doğru dağınık örgü yaptırdım. Yüzümün ince, uzun, belirgin hatlarını iyice ortaya çıkaran makyajımı Seda yaptı. Bu konuda yeteneğine gözü kapalı güvenirdim. Nitekim göz makyajım muhteşem olmuştu. Gözlerimiz ailemizden aldığımız genetik bir hediye olarak badem biçimindeydi. Benim gözlerim açık kahve renkliydi. Seda -yine ortak bir miras olarak taşıdığımız- buğday rengi teniyle uyumlu bal rengi gözleriyle benden çok daha güzeldi. O da o gece, koyu yeşil ince askılı bir elbise giymişti. Saçlarını su dalgası yaptırıp, yüzünü açıkta bırakacak şekilde yanlardan hafifçe toplatmıştı. Kuğu gibi zarif boynuna Sinan'ın hediyesi, pırlanta kolyesini taktığında hazırdı ve muhteşem görünüyordu. Bizi almaya gelen Sinan kapıda ıslığı koyverdi.

"Kızlar! Bu ne güzellik böyle? Siz benim başımı belaya sokarsınız." Gülüştük.

Seda ve Sinan, Sinan'ın bir okul arkadaşının Zekeriyaköy'deki villasında verdiği yılbaşı partisine davetlilerdi. Ben de yeni yıla girdikten sonra onların yanına geçecektim. Tekin yediye doğru aradı.

"Hazır mısın?"

"Evet, hazırım."

"Öyleyse ben de yola çıkıyorum. On dakikaya sende olurum."

Heyecandan kalbim patlayacakmış gibi hissediyordum. Beni beklediğini bilmenin heyecanıyla aşağı indim. Gece mavisi arabasının önünde geceye eşlik eden gözleriyle bekliyordu. Bir prens kadar yakışıklıydı. Beyaz gömleğinin yakasında bir düğmesi açıktı. Normalde giydiklerinden daha spor bir pantolon ceket ikilisi tercih etmişti. Ayağında siyah düz tabanlı spor ayakkabılar vardı. Açık kumral saçları havalı bir şekilde taranmış, şekillendirilmişti. Beni gördüğü anda yüzü o ışıltılı gülümsemeyle aydınlandı. Bir erkek bu kadar güzel gülmemeli, bu kadar güzel bakmamalıydı. İnsanın mutluyken bile kalbini kıran bir tezatlığı vardı. Bana doğru uzandı. Eli saten kumaşın üstünden zarifçe sırtıma değdi. Derin bir nefes alıp, yanağına minik bir öpücük kondurdum.

"Hoş geldin."

"Sen de."

Ben onun kokusundan sersemlemişken, onun da benden farkı yoktu. Geri çekildiğimde dudaklarını birbirine bastırmıştı, heyecanı gözlerinden okunabiliyordu ve her nasılsa bu hali benim de heyecanımı körüklüyordu.

Deniz mavisi gözler baştan aşağı üzerimde gezindi. Tüm bedenim onun tarafından beğenilme isteğiyle yanıp tutuşuyordu.

"Bu renk sana çok yakışmış." dedi. Derin bir nefes aldı. "Çok güzel görünüyorsun."

Aklım başımdan çoktan gitmiş olmasına rağmen çaba gösterip,

"Teşekkürler. Sen de öyle." diyebildim.

Gözlerinin en içine dek gülümsedi.

"Gidelim mi?"

"Olur."

Tıpkı bir centilmen gibi kapımı açıp arabasına binmeme yardım ettikten sonra, şoför koltuğunda yerini aldı ve yola çıktık.

Aramızda yoğun bir çekim vardı, buna rağmen normal davranmaya çabalıyorduk. Yol boyu olabildiğince havadan sudan konuşmalarla geçti. Balonun düzenlendiği beş yıldızlı otelin girişinde, arabanın anahtarını valeye teslim edip, bu kez inmeme yardım etmek üzere tekrar yanıma geldi. Elimi tutmasını çok istiyordum ama saçma bir şekilde utandığım için elimi beceriksizce kapının koluna yasladım. Diğer elimle eteğimi düzeltmeye çalışırken kapının üzerindeki parmaklarımı saran parmaklarını hissettim. Kafamı kaldırdım ve gülümseyişiyle can verdim. "Gel."

Ondan yardım alarak arabadan inmek, elini tutarak yürümek içimi kıpır kıpır hissettiriyordu. Ona her an yakın olmak, muhteşem parfümünü koklamak, gözlerini, gülüşünü zihnime hapsetmek, ondan başka insan görmemek istiyordum. Aramızda bir şey vardı bizim. Reddedilemeyecek denli ortadaydı ama bu neydi, bu şeyin bir adı var mıydı? Henüz bilmiyordum.

Otelin lobisi cıvıl cıvıl ve çok kalabalıktı. Her yer yılbaşı ruhuna uygun süslenmişti. Ne yöne baksam farklı bir süs görüyordum; pastadan evler, Ren geyikleri, Noel Baba ve hediyeleri, simler, pullar, kırmızılar, beyazlar... Girişte aralıklı olarak konumlanmış otel çalışanları misafirleri karşılayıp masalarına yönlendiriyorlardı. Yavaş yavaş huzursuzluğu hissettiğim anlardaydık. Hala Tekin'le el ele yürüyorduk ve artık bir nevi iş yeri sınırlarında sayılırdık. Ne kadar kalabalık olursa olsun, her an tanıdık birilerine rastlayabilir, açıklaması güç bir durumun içinde kalabilirdik.

Olabildiğince yavaş şekilde elimi elinden sıyırdım. Gözleri önce elime, sonra yüzüme kenetlendi.

"Ben bir lavaboya uğrayacağım. Sen içeri geç istersen." dedim.

"Beklerim seni." dedi.

"Beklemesen daha iyi olur." dedim. Yüzünde beliren hayal kırıklığı, göründüğü hızla kayboldu. Aslında ben onun da iyiliğini düşünmüştüm ama sanırım o, bundan memnun olmamıştı.

"Pekala." dedi ciddileşerek. "İçeride görüşürüz."

Ve beni öylece olduğum yerde bırakarak yanımdan ayrıldı.

Lavaboda zaman öldürdüğüm beş dakikanın ardından, balo salonunun girişine gelmiş, Eliz'i aramıştım.

"Eliz'cim salonun girişine geldim ben. Masa numaramız kaçtı?"

"58 numaralı masa canım. İçeri girince dümdüz ilerle 4-5 masa sonra sağa dön."

"Tamam, görüşürüz."

Bize ayrılan masa oldukça kalabalıktı. Yer yer boş sandalyeler olsa da, bütün arkadaşlarım gelmişti. Son ana dek geleceğimin kesin olmadığını söylediğimden beni karşılarında görünce hepsini bir şaşkınlık aldı. Sanki hayatlarında ilk kez görüyormuş gibi bakıyorlardı ve bu, konuşulanları duyduğuna emin olduğum Tekin'e bakmamaya çalışırken beni utançtan yerin dibine sokuyordu.

"Tanıyamadım. Yok vallahi tanıyamadım."

"Peri kızı gibi olmuşsun!"

"Tasarım mı bu elbise? Ay bayıldım! Gözüm kaldı. Tu tu tu. Maşallah diyeyim, nazarım değmesin."

"Değmiştir kesin. Elbise bu gece yırtılırsa sorumlusu Dilek'in kem gözüdür Işık."

Hepsi bir ağızdan konuşuyorlardı.

"Yeter. Abartmayın, ne olur!"

"Abartalım, abartalım. Afet olmuşsun kızım!" Hasan koca sesiyle bağırıyordu.

"Duyan da bugüne kadar Kaptan Mağara Kadınıydım sanacak."

"O kadar değilse de grip filan derken son haftalarda berbat görünüyordun."

"Ay çok sağ ol Hasan ya. Överken gömmekte ustasın."

"Hadi tamam. Otur şöyle, yanıma gel." Beni yanına oturtabilmek için bütün sırayı bir kişi yana kaydırmıştı.

"Ayıp oldu insanlara."

"Ne ayıp olacak ya? Herkes samimi olduğu kişiyle oturmakta özgür." Vakit kaybetmeden kendi rakısını tazelemiş, benim için de bir kadeh doldurmaya başlamıştı.

"Az koy bana. Daha gecenin başındayız."

"Mızmızlanma hemen. O değil de, geleceğini bana neden haber vermedin? Sen onun hesabını ver bakayım."

Hasan'ın sorgusuna girmeden önce, gözlerim masayı dolaştı. Tekin bana uzak bir köşede, masanın en başına yakın yerde ve beni hiç şaşırtmayan şekilde Eliz'le yan yana oturuyordu. İçimde öfkeli sular fokurdadı. Salona ayrı ayrı girmeyi ben istemiş olabilirdim ama bu keyfi bir tercih değildi. Henüz ortada bir şey yokken, dillere pelesenk olmak istemiyordum. Ben ikimizin de iyiliğini düşünüyordum. Bir küçük önlemdi aldığım. Her ne yaptıysam, belli ki sonuna kadar haklıydım çünkü -gerçekten de- aramızda bir şey yoktu ve o şu anda Eliz'le yan yana oturuyordu.

Aramızda bir şey yoktu ve olamazdı.

Çünkü Eliz'le sadece yan yana oturmakla kalmıyor, Eliz artık bu kadar komik ne anlatıyorsa ona kocaman kocaman gülüyordu.

Gülmesini yasaklayamazdım.

Çünkü aramızda bir şey yoktu.

Göz göze geldik. Bakışlarımız aramızdaki metrelerce mesafeye rağmen menziline kilitlenmiş iki füze gibi çakıştı.

Hasan tam bu sırada,

"Bak bu dolmadan mutlaka ye." diyerek çatalı ağzıma doğru ittirince dikkatim dağılarak Hasan'a döndüm.

"Ne yapıyorsun yahu?"

Onu savuşturup tekrar Tekin'e döndüğümde artık bana bakmıyordu.

Kısa süre sonra Turhan Bey de eşiyle beraber gelip en baştaki yerini aldığında masa tamamlanmıştı. Gülçin yoktu. Eliz'i son anda arayıp katılamayacağını söylemişti. Herkes bu durumu, yaşı büyük erkek arkadaşından ötürü Turhan Bey'le yaşadığı tatsızlığa yoruyordu. Ben bilmiyordum ve konuyla da ilgilenmiyordum çünkü artık dedikodu dinlemek canımı çok sıkıyordu.

İstanbul Oda Orkestrası'nın çaldığı modern yemek müzikleri eşliğinde yemeklerimizi yedik. Gece ilerledi, şarkılar hareketlendi, insanlar birer birer dansa kalkmaya başladı. Sosyal bir şirkettik. Hemen herkesin birbiriyle diyaloğu vardı. Dansa kalkanların yerine bir başkası oturuyor, herkes herkesle sohbet ediyordu. Bununla beraber Tekin'in koltuğuna çakılmış gibi oturması ve ağır ağır rakısını içerken Turhan Bey'lerle sohbet etmesi dikkatimi çekiyordu. Eliz de her ne hikmetse yanından ayrılıp ayrılıp bumerang misali geri dönüyordu. Ben ayıp olmasın diye bir kez Hasan'la bir kez de Ayhan'la dansa kalkmıştım. Fakat artık dans etmekten de keyif almıyordum. Şimdi çok daha hareketli bir şarkı çalıyordu ve kızların birlikte oynayalım diye kollarımdan çeke çeke ısrar etmelerine karşı direniyordum.

"Siz gidin. Benim biraz başım dönüyor zaten. Hava almaya çıkacağım."

Hasan onlarla gidiyordu, geri döndü.

"Geleyim ben seninle?"

"Hasan gider misin başımdan lütfen? Bebek bakıcısı gibi tünedin başıma bütün gece."

"Aman ne halin varsa gör. Cadı." Çocuksu atışmamızın ardından gülerek o da diğerleriyle oynamaya gitti.

Buket'le Emre bütün gece birbirlerinin dibinden hiç ayrılmamışlardı. Buket'i diğerlerinden ayrı severdim. O farklıydı, lafa söze karışmayı çok sevmezdi. Benim gibiydi sanırım, diğerlerine biraz da mecburen katlanıyordu. Aylardan beri platonik hisler beslediği Emre'yle sonunda aralarında oluşmaya başlayan uyum farkedilmeyecek gibi değildi. İkisi adına mutlu olmuştum. Dikkatimi yanı başımdaki ikiliden ayırıp, az önce Tekin'in oturduğu yere baktığımda sandalyesini boş gördüm. Sağa sola bakındım, masada değildi, dans edenlerin arasında da değildi.

Bir an sonra, ben nereden geldiğini anlayamadan yanımdaki boş koltuğa oturmuştu. Gece boyunca birbirlerinden uzak oturdukları için konuşamadığı Emre'ye laf attı, şakalaştılar. Emre'nin gözleri muzip bir şekilde ikimize takılmıştı. Yanaklarımın al al olduğunu hissediyordum çünkü Tekin'in bir kolu şu anda oturduğum sandalyenin sırtındaydı ve kokusunu duyabileceğim kadar yakınımda oturuyordu. Sopa yutmuş misali dimdik bir oturuşla Buket'e bakarak konuşuyor, onun olduğu yöne hiç bakmıyordum. Sahnedeki şarkıcı herkesi piste çağırıyordu. Pisttekilerin masaya sırtı dönüktü. Eller havaya dans modundaydı herkes. Kimsenin masayı gördüğü veya geri döndüğü yoktu. Emre Buket'e döndü.

"Kalkalım mı biz de?"

"Olur."

Masada Tekin'le baş başa kalmıştık. Heyecandan ellerimi birbirine kenetlediğimi farkettim. Bir cesaret ona doğru döndüm. Çok yakındık. O kadar yakın ki, açık renk kirpiklerini tek tek sayabiliyordum. Nefesimi tuttum. O ise boncuk gözlerini dikmiş beni inceliyordu.

"Neyin tavrı bu?" diye sordu. Şaşkınlık vericiydi, bana hesap mı soruyordu?

"Tavır mı?"

"Seni kıracak bir şey mi yaptım?" İyice kafam karışmıştı.

"Tekin anlamıyorum." Yoğunluğundan öldüğüm bakışları doğal bir ifadeyle etrafı taradı.

"Burada olmaz. Dışarı çıkalım mı?" diye sordu.

"Tamam."

Kar soğuğu havaya çıkarken üzerimize paltolarımızı aldık. Balo salonunun dışında, sigara içenler için ayrılmış geniş bir teras vardı. Biz çıktığımızda kalabalıktı. Kendimize tırabzan kenarında baş başa olabileceğimiz bir avuç yer bulduk. Manzara otelin açık havuzuna bakıyordu. Işıklandırmaların etkisiyle havuzun turkuaz rengi suları gece karanlığında etkileyici görünüyordu.

Soğuğa rağmen yüzüm alev alev yanıyordu. Tüm bedenim yanıyordu. Sırtımı beton duvara yasladım. Tekin de hemen önümde, bir kolunu tırabzana dayamıştı. Cebinden sigarasını çıkardı.

"Rahatsız olur musun?" diye sordu. Etrafımız sigara içen insanlarla doluydu gerçi benim ondan başkasını gördüğüm yoktu. Sessiz kalıp kafamı iki yana salladım. Hafifçe kafasını eğdi. Saçlarının açık kumral rengi ne güzeldi. Altın saçlı çocuk. Deniz mavisi gözlü, altın saçlı çocuk. Sigarasını yaktı. Bir nefes çekti. Sigarayı tuttuğu elini tırabzana dayadı. Diğer eli yanağıma uzandı.

"Hava çok soğuk ama sen yanıyorsun." dedi. Bu cümlesiyle birlikte yanaklarım mümkünse daha da alev aldı. Gözleri her bir hücremi ezberlemek istercesine yüzümde geziniyordu.

Dokunuşuna direnemedim bir an yanağımı hafifçe eline doğru eğdim. Gözleri sevgiyle kırpıştı. Kendime gelerek elinden çekildim.

Gözleri kısıldı. O da elini geri çekti. Kafasını yeniden önüne eğip, ciddi bir tavırla sigarasının külünü silkeledi.

"Seni rahatsız mı ediyorum?" diye sordu. "Sen aramıza mesafe koymaya çalıştıkça üstüne mi geliyorum? Yanlış mı anlıyorum Işık?"

Sarhoş muydu? Yoksa ne söylediğinin farkında mıydı? Emin olamıyordum.

"Alkollüsün, istersen sonra konuşalım." dedim. Sarhoş olduğunu ima etmemden hoşlanmamıştı.

"Gecenin başından beri aynı kadehe buz atıyorum. Dört bardak su içtim. Arabayla geldim ben buraya. Sarhoş değilim." diyerek açıkladı.

Gözlerim açılmıştı. Pekala. Sarhoş değildi.

"Hayatında başkası mı var? Sana olan hislerimin farkındasın ve nezaket mi gösteriyorsun? Bana karşı hiçbir şey hissetmiyorsun da -bazı kariyer endişelerinden ötürü- durumu idare mi ediyorsun? Eğer öyleyse hiç gerek yok endişe etmene. Karşılıksızsa hislerim bu beni ilgilendirir. Rahatsız etmem seni. Kimseye de söylemem merak etme, aptal mıyım, senden de aynısını beklerim sadece. Ama bileyim gerçeği. Çünkü kafayı yiyeceğim Işık. Seni düşünmekten kafayı yiyeceğim artık."

Beni düşünmekten kafayı mı yiyecekti? Konuşamıyordum. Hayretten dilim içime kaçmıştı sanki.

"Anlamıyorum." diyebildim sadece.

"Anlamıyor musun gerçekten?" diye sordu. Yüz ifadesi ve sesi gerçek bir şaşkınlığı yansıtıyordu. "Senden ne kadar etkilendiğimi görmüyor musun? Bu kadarı bilinçsiz olamaz. Ne zaman bir adım atmaya çalışsam, on adım kaçıyorsun benden. Yaklaşamıyorum sana ama uzaklaşamıyorum da. Öyle orta yerde kaldım. Bırakırdım peşini... bakışlarını görmesem, sana dokunduğumda nasıl irkildiğini, benimle konuşurken nasıl kızardığını farketmesem... "Ellerini yüzünden geçirdi. "Ama yanlış yorumluyorum herhalde. Bu konuşma çok utanç verici bir hal almaya başladı. Bir şey söylemen lazım artık."

Gerginlikten olsa gerek başıboş bir gülüş döküldü dudaklarımdan.

"Bir dakika sersem oldum ben." dedim. O da çok gergindi, benimle beraber güldü.

"Sen mi ben mi?" derken yeniden ciddileşmişti. "Bu akşam beraber geldik. Salondan içeri ayrı ayrı girmek istedin. Hadi onu anladım. Neden bütün gece yüzüme bakmadın? Varlığıma katlanamıyormuşsun gibi. Ne zaman göz göze gelsek, bakışlarını kaçırıyorsun... hep bakışlarını kaçırıyorsun."

"Eliz'le beraber oturuyordun." dedim pat diye. Söylediğim beni bile şaşırmıştı ki o da bir kaldı.

"Eliz mi?"

"Eliz senden hoşlanıyor ve sen de onunla samimi gibisin."

"Eliz'le iş dışında tek bir diyaloğum yok. Turhan Bey'le de yan yana oturuyordum." Kafası karışmış gibi kaşlarını çattı. "Sen benden bu yüzden mi uzak durdun?"

"Hakkında söylentiler vardı her zaman. Çok gizemlisin, çok az insanla arkadaşlık kuruyorsun, hakkında neyin doğru neyin yanlış olduğunu anlamak mümkün değil."

"Gizemli filan değilim ben. İş yerindeki insanlara mesafeli davranıyorum çünkü dedikoduyu ne kadar sevdiklerini biliyorum. Emre ve Gülçin gibi birkaç kişi dışında kimseyle arkadaşlık kurmuyorum, doğru çünkü koca ofiste sohbet edilesi az sayıda insan var. Bugüne kadar sadece bir kere dışarı çağırdıklarında katıldım çünkü orada-"

"Ben vardım." dedim sonunda anlayarak. Kafasını eğerek onayladı.

"Sen vardın. Sen varsın. Ofise geldiğin ilk günden beri aklımda, beynimde, kalbimde... sadece sen varsın. Ama eğer, karşılıksızsa hislerim, bu gece bu konuyu sonsuza dek kapatırım."

"Tekin ben..." dedim, durdum, kelimeleri tane tane seçmeye çalışıyordum. O biriktirmiş biriktirmiş, döküyordu içini. Böyle biriydi çünkü dökebiliyordu içini. Kelimelerle arası belli ki iyiydi. Konu hislerini ifade etmeye gelince benden kat kat iyiydi. Dürüst davranmaya karar verdim. "Ben duygularından bahsetmeyi becerebilen biri değilim. İçimden bile konuşamam, kendime bile anlatamam ki başkasına anlatmak daha da imkansız benim için. Saklanırım, kaçarım. Susarım bu yüzden büyür içimde, yine de susarım. Ben seni hep sustum Tekin. Çok sustum hem de." Derin bir nefes aldım. "Kalbimi kırma benim, çünkü bundan çok korkuyorum. Çünkü çok büyüksün içimde." diyebildim. Ayların birikmişliği vardı içimde. Seda'ya bile anlatmakta çok zorlandığım hislerimi, doğrudan sahibine söylemenin getirdiği duygular çok yoğundu.

Tekin'in şaşkın yüzünde an be an az önce ona dünyaları sunmuşum gibi güzel bir gülüş belirdi.

"Gel buraya." dedi. Beni tereddütsüzce kollarına çekti ve sımsıkı sardı. "Gerçekten hiç beceremiyorsun duygularını ifade etmeyi." dedi. "Ama ben öğreneceğim. Senin her halini, her ifadeni, her duygunu çözmeyi öğreneceğim. Bana zaman ver, imkan ver. Işık." Geri çekildi. Şapşal suratımı ellerinin arasına aldı.

"Dağıldım ben biraz, afedersin." dedim. Güldü. Dudağıma minicik, masum bir öpücük kondurdu.

"Kendinin farkında değilsin. Sen şu an dağılıyorsun ben aylardır. Daha önce kimse beni senin kadar dağıtamadı. En yakınlarım şahit. Mahvediyorsun beni. Ama bu yirmi sekiz yıllık ömrümün en güzel mahvedilişi oluyor, bu yüzden daha fazlasını istiyorum. Seninle, çok daha fazlasını istiyorum." dedi.

Birdenbire başlayan patlama sesleriyle sıçradım. Gece gün kadar aydınlanmış, her yanı rengarenk havai fişekler sarmıştı. Tüm renkler vardı gökyüzünde ama ben sadece onu görüyordum: Mavi. Yerde ve gökte tüm dünyam maviye bulanmıştı.

Yüreğim sahibinin avuçları arasına sığınmış, usul usul ötmeye başlayan yavru bir kuştu.

Yeni yılda kalbim onu, bir tek onu istiyordu.

Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top