1.1 Yer Gök Mavi
Taksiden dışarı ilk adımı attım. Başımı kaldırıp göğe, enlemesine uzun, kırmızı kiremit yapıya gururla baktım. Önünde durduğum bina, İtalyan bir mimar tarafından tasarlanmış, bir çok ödül almış bir yapıydı. Vizyon ve nüfuz sahibi bir patron tarafından yönetilen bir inşaat şirketinin merkez binasıydı.
Görüşmeye geldiğim ilk günden beri yüreğimde filizlenen tatlı telaş çalışmak istediğim yerin burası olduğunu fısıldamıştı bana. Şirketin genel politikası gereği işe aldıkları okullardan birinden mezun değildim. Bu durum şansımı normalde sıfıra çekiyordu fakat araya giren tanıdık hiç değilse CV'min değerlendirilmeye alınmasını sağlamıştı. Peş peşe gerçekleştirdiğim görüşmelerin birinden negatif birinden pozitif hislerle ayrılmıştım ve sonrasında cevap beklerken tırnaklarımı kemirdiğim endişe dolu günler geçirmiştim. Her yeni mezun kadar hayallerle doluydum, sorulduğunda susmak bilmeksizin anlatmak istediğim ideallerim vardı, çalışkanlığım ve azmim konusunda ise kendime çok güveniyordum. Nihayet dualarımın kabul olduğu yerde, ilk iş yerimin önünde dururken içimde, gökte yükselen güneş kadar parlak bir geleceğin ışıl ışıl enerjisini hissedebiliyordum.
Yüreğimi dolduran güçlü hislerle birlikte siyah granit zemine doğru ilk adımımı attım. Girişteki danışma bankosu sabahın erken saatinde boştu. Vaktinden oldukça erken gelmiştim. Lobide acemice dikilmek yerine en üst kata çıkmaya karar verdim. Çalışacağım bölümün burada olduğu söylenmişti bana.
Asansörün hemen yanında, sarmal örgü yapıda, her katın ortasında yer alan kat boşluğunu takip ederek binayı içeriden saran merdivenler vardı. Bina üç katlı olmasına rağmen oldukça yüksekti. Bu da topuklu ayakkabı giyen ayaklar için çok fazla merdiven demekti. Bu yüzden yukarı asansörle çıkmayı tercih ettim.
Gri çelik kapılar kayarak iki yana açıldığında, tıpkı lobi gibi siyah granit zeminle kaplı üçüncü kata ulaştım. Görüşmelerimi ikinci kattaki toplantı odasında gerçekleştirmiştim. Üst katı ilk kez görüyordum. Açık ofis olarak düzenlenmiş büyük ve ferah bir çalışma alanıydı burası. Birkaç ufak toplantı odasının yanı sıra patron Turhan Bey'in ofisi de bu katta yer alıyordu.
Açık ofis birbirini yüz yüze görecek şekilde yerleştirilmiş renkli masalar ve son teknoloji ofis makinalarıyla doluydu. Masaların üzerindeki bilgisayarlar, proje ruloları, renkli kalemler, yapışkanlı notlar ve kişisel eşyalar oldukça kalabalık bir ortam oluşturuyordu. Henüz benim dışımda tek bir insanın bulunmadığı sabahın erken saatinde bile, önceki günün telaşını yansıtan bu masalar, yeni günün telaşına da hazır şekilde bekliyorlardı. Hangisinin benim masam olacağını bilmiyordum. Üzeri diğerlerine göre daha az kalabalık görünen krem rengi bir masaya doğru yöneldim. Konforlu ofis koltuğuna kuruldum, oturduğum yerde döne döne etrafı incelemeyi sürdürdüm.
Henüz beş dakika bile geçmemişti ki, tiz bir çınlama eşliğinde kata gelen asansör sesiyle yerimden sıçradım. Asansörden elinde dumanı tüten, I Love Nice yazılı fincanıyla genç bir adam indi. Beni farketti, bakışları üzerime sabitlendi.
Erkekler konusunda, birlikte yaşadığım kuzenim ve aynı zamanda en yakın arkadaşım olan Seda'nın da dürüstçe belirttiği üzere, göze hitap eden bir zevkin sahibi olduğum söylenemezdi. Etkilendiğim birine duygularımı kolaylıkla belli etmek yerine gizleyebildiğim kadar gizlemeyi tercih ettiğim için, o güne kadarki flörtlerim beni beğendiğini söyleyebilen kişiler içerisinden olmuştu. Karşıma çıkanlar birbirinden tamamen farklı tiplerdi. İnsanların nasıl sabit bir tipten etkilendiğini ise anlayamıyordum. Güzel bir gülümseme, anlamlı bakan bir çift göz, sabit çizgilerle belirlenmiş insan güzelliğinden daha anlamlı geliyordu bana. Eğer bir zaafım varsa, beyni olduğunu düşündüğüm erkeklerden etkilenmek olduğunu söyleyebilirdim. Tabi bu da yanılgıya açık bir konu olduğundan her zaman düşüncelerimde haklı çıkmıyordum. Zaten en son ne zaman biriyle çıktığımı bile hatırlamıyordum. Üniversite yıllarımın geneli ideallerime uzanan bir rotada çabalamakla geçmişti.
Fakat o an, asansörden indiği gibi bana doğru yürüyen adam, kimsenin -özellikle de beğeni çıtası yüksek kuzenim Seda'nın bile kolaylıkla reddedemeyeceği bir yakışıklılıktaydı. Adım adım bana doğru yaklaşırken, "Günaydın." diye seslendi.
Kendisi gibi genç fakat tok bir ses tonu vardı. Fincanını oturmakta olduğum masaya bıraktı. Bakışları yeniden bakışlarımı buldu. Deniz mavisi bir çift göze çok yakından maruz kaldım ve beynim düşünme yetisini kaybetti. Daha önce hiç kimsenin karşısında heyecandan tutulduğunu hatırlamıyordum. Koyu renk pantolonunun üzerine slim fit kesim, yazlık bir gömlek giymişti. İnce telli kumral saçları düzgün kesimliydi. Sakalsız yüzü tertemiz, oval biçimli ve yüzündeki tüm hatları yerli yerindeydi. Fazla uzun boylu sayılmazdı ama yapılı fiziği ile gösterişli bir havası vardı. Tanrım bu adamı ancak sevilsin diye yaratmış olmalıydı.
"Günaydın." diye yanıtladım nihayet sesimi bularak. Uyku mahmuru sesim pürüzlenince boğazımı temizlemek zorunda kaldım.
"Yeni birinin başlayacağını haber vermişlerdi." dedi kibar bir gülümsemenin eşliğinde.
"O yeni biri ben oluyorum, sanırım."
Şirkete tam iki kez görüşmeye gelmiş ve onu hiç görmemiştim.
"Tekin." derken uzattığı elini sıktım.
"Işık."
"Bildiğim kadarıyla dizayn departmanında çalışacaksın."
"Evet."
"Ben komşu departmanınız planlamanın yöneticisiyim. Dizayn ve planlama koordineli çalışır ama birbirinden farklıdır. Müdürün Gülçin Hanım'la çoktan tanışmışsınızdır."
"Evet, tanıştık."
Koskoca şirketin patronu Turhan Bey'le yaptığım şakalı, gülmeli görüşmenin aksine Gülçin Hanım'ın torpile yönelik laf sokmalı, huzur kaçırmalı görüşmesini aklımdan çıkaramıyordum. Benden en fazla beş - altı yaş büyüktü. Genç yaşında yönetici konumuna getirilmenin etkisiyle olsa gerek küçük dünyaları kendisinin yarattığından herkesin emin olmasını sağlamaya kararlı görünüyordu ve tavrı beni ona bağlı çalışacağım için derin düşüncelere sevkediyordu. Fakat bunları sonra düşünecektim.
Şimdilik Tekin gibi bir dünya harikasıyla aynı havayı soluyarak çalışacak olmanın keyfini çıkarabilirdim. Şöyle bir bakınca o da Gülçin kadar genç görünüyordu. Henüz otuzu devirmediğine bahse girebilirdim. Ben onu gözeneklerine kadar incelemekle meşgul olurken, o bana,
"Daha önce nerede çalışıyordun?" diye sorunca yeniden konuya döndüm.
"Okuldan geçtiğimiz haziranda mezun oldum."
"İtü mü? Yıldız mı?"
"Ege Üniversitesi." cevabını verdiğimde tamamen ifadesiz kaldı. Firmanın genellikle İtü ve Yıldız mezunlarını işe aldığı herkesçe bilinen bir gerçekti. Bir şans daha verircesine,
"Stajlarını iyi yerlerde yaptığına eminim." dedi. Bu kurşunu yiyeceksem hiç çaresiz yiyecektim.
"Geçen sene Hasan Bey'in çalıştığı İzmir şantiyesinde yaptım. Hasan Artut." diye açıkladım.
Hasan, Seda'nın İtü'den arkadaşıydı. Farklı bölümlerde okumuşlardı ama aynı arkadaş grubunun içerisinde yer alıyorlardı. Beni de Seda sayesinde tanırdı. Önceki sene staj yapacak yer aradığım sıralarda Hasan, İzmir'de bir şantiyede çalışıyordu ve bana staj imkanı sağlamıştı. Bir sene sonra mezun olup iş aradığımı öğrendiğinde ise hayallerimin şehri İstanbul'da hayallerimi süsleyen şirkete CV'mi verip bana referans olmuştu. Hasan'la kaderlerimizin kesişimi birkaç kadeh içtikçe açılan ve onun tarafından şaka yollu olarak ortaya atılan bir konuydu. Bana karşı arkadaşlıkla etkilenme arası bir ilgisinin olduğunun farkındaydım. Şimdilik terazinin kefesinde arkadaşlık ağır basıyordu ve ben tercihen orada kalması taraftarıydım.
Tekin, Hasan'ın referansıyla işe girdiğimi anlamış olmalıydı. Çünkü ne okuduğum okulun ne de yaptığım stajın herhangi bir etkileyiciliği yoktu. Buna rağmen kibarlık gösterip stajdaki çalışma alanım ve ilgimi çeken branş konusunda birkaç soru sordu. Onunla konuşmak kolaydı. Cevaplamayı sevdiğim tarzda sorular soruyordu. Bununla beraber, konuşmamı dinlerken masmavi bakışları dikkatimi dağıtacak kadar güzel ışıltılar saçıyordu. Diyalog anında empatiye açık insanların düşünceleri genellikle yüzlerine, mimiklerine yansırdı. Tekin'i okumak ise imkansızdı ve anlamadığım her şey kadar beni heyecanlandırıyordu.
"Yüksek lisans düşünüyorsundur mutlaka?"
"Evet tabi. İstanbul'a yeni taşındım. Düzenimi oturtur oturtmaz planlarım arasında."
"Çok şanslısın. Burası yüksek eğitimi destekleyen bir firma. Derslere gitmen için yardımcı olurlar. Ayrıca başlangıç için de, ilk iş yerin olması açısından da oldukça iyi bir yerdesin."
"Başvurduklarım arasında en çok istediğim burasıydı."
"Ayanoğlu varken, diğerleri kimmiş zaten?" diyerek göz kırptı. Bu ufak hareketiyle kalbimde ne çeşit sarsıntılar yarattığından habersizdi. "Aramıza hoşgeldin."
Biz konuşurken aşağı katlardan insan sesleri yükselmeye başlamıştı. Henüz bulunduğumuz kata gelen giden yoktu.
"Teşekkürler Tekin... Bey." dedim, tereddütümü sezmesine rağmen herhangi bir düzeltmede bulunmadı ve bu beni birdenbire çok utandırdı. "Herkes nerede biliyor musunuz?" diye sordum hızlıca. Böylelikle konuşmanın sonunu getiren ben oldum.
"Çay ocağındadırlar. Giriş katta." dedikten sonra kendi masasına yürüyüp bilgisayarını çalıştıran da o oldu. Bana arkasını dönmüş, az önce masasının üstünde duran dosyaları memnuniyetsiz bir ifadeyle karıştırıp bırakıyordu. Kısa bir süreliğine kazandığım dikkatini yitirdiğimi ve onun gibi bir adamı etkilemekten çok uzak olduğumu düşünerek yerimden kalktım. Asansöre doğru yürüyordum, tam da o anda,
"Tanıştığımıza memnun oldum Işık." dedi mavi bakışlarını yeniden bana çevirerek. "Umarım bizimle çalışmayı seversin."
İnsanların kulağına en güzel gelen kelime kendi adıdır derler. Herhangi bir firmanın müşteri hizmetlerini aradığınızda telefonun ucundaki görevli size ilk olarak adını söyler, işiniz bitip de telefonu kapatırken bir sosyal deney ya da sadece kibarlık olarak "Teşekkürler Ayşe Hanım/Ali Bey." demeyi deneyin. Ses tonlarındaki değişimi farkedeceksiniz. Ve bu doğru bir tespittir. Kendimden biliyordum çünkü Tekin'in dudaklarından dökülen adım o güne dek hiç bu kadar güzel gelmemişti kulağıma.
"Ben de Tekin Bey." dedim muhteşem gülümsemesine gülümsemeyle karşılık vererek. O gülümsemenin sahibinin canımı fena halde yakabileceğine daha o anda karar vermiştim.
Sesleri takip edip kaynağına ulaştığımda, çay ocağı içeri girilemeyecek kadar kalabalıktı. Gür ses tonu sayesinde Hasan'ı seçmem hiç zor olmadı. Daha ben seslenmeden ona baktığımı farketmiş gibi bulunduğum yere döndü ve beni gördü.
"Işık! Hoşgeldin. Gel, gel. Seni bizimkilerle tanıştırayım." dedi kocaman sesiyle yeri göğü inleterek.
Çaycı kadın sanki ezeceklermiş gibi bir kenara çekilmiş, içeceğini almakla uğraşan insanları onaylamaz gözlerle izliyordu. Kimsenin onu umursar gibi bir hali yoktu. Herkes bir ağızdan konuşuyordu. Uğul uğul odanın kapısında durup, utanç içinde, Hasan'ın benimle ilgilenilmesi için seslendiği kişilerle tanışmaya başladım. Birçoğu güler yüzlü ama ilgisiz görünüyordu. Bazıları ise açıkça suratsız ve ilgisizdi. Sabahın erken saatinde kimseyi huysuz oldukları için suçlayamazdım.
Herkes çayını kahvesini alıp çıkarken, içeride kendi aralarında hararetli şekilde konuşan üç kız kaldı. Sabahın erken saatine rağmen oldukça enerjik görünüyorlardı. Hasan'ın 'bizimkiler'den kastı bu kızlardı. İçlerinden beni ilk farkeden lafını kesip yarım saniye yüzüme bakakaldı.
"Seni tanıyor muyum? Hayır tanımıyorum."
Diğerleri onun bu şaşkın tepkisine kahkahalarla güldüler. Üçünden de hiç hoşlanmadığı bakışlarından belli olan çaycı abla bile çaktırmadan sırıtıyordu. Hasan müdahale edip, beni tanıttı.
"Böyle deyince bir anda ayıp oldu kusura bakma. Adım Dilek."
Dilek'in dümdüz, gür kahverengi saçları, iri kahverengi gözleri vardı. Minyon yapılıydı.
"Sorun değil." diyerek uzattığı elini sıktım.
Dilek'le dalga geçen kız, diğer ikisinden yaşça büyük görünüyordu. "Merhaba, Senem." diyerek o da elini uzattı. Senem biraz balık etli, orta boylu ve yeşil gözlüydü. Son olarak arkada durup kontrolsüzce gülmeye devam ettiği için Dilek'ten azar yiyen uzun boylu, ince yapılı esmer kız da elini uzattı.
"Buket. Memnun oldum." İçlerinde güzelliğiyle en dikkat çekici olan Buket'ti. Yüzüne oranla büyük bir ağzı ve mükemmel dişleri vardı. Konuşurken, insan hipnotize olmuş gibi ister istemez ağzına bakıyordu. Onu Julia Roberts'a benzetmiştim. Bu üç kız beni nasıl olduğunu anlayamadan birden ortalarına alıp, üç yandan soru yağmuruna tutmaya başladılar. Beş dakikada kendimi bol gülüşmeli bir sohbetin ortasında buldum. Hasan da yanımızda dikiliyor, sıklıkla lafa giriyordu.
Ofise döndüğümüzde Gülçin Hanım masasındaydı. Okuma gözlüklerini takmış, kasıntı bir şekilde dimdik oturuyordu. Orta boylu, bakımlı bir sarışındı. Gerçek sarışın değildi tabi ama günümüzde kim gerçek sarışındı ki zaten? Merhabalaşmak için yanına gittiğimde gözlüklerini indirip, buz gibi bir gülümsemeyle beni süzdü. İkinci kez maruz kaldığım için bu kez şaşırtmayan üstten üstten tavırlarla,
"Hayırlı olsun Işık. Hoşgeldin." dedi. "Hasan sana etrafı gezdirsin, masanı göstersin. Bugün yerleşmeyle geçer. Yarından sonra ufak işler üstlenmeye başlarsın."
Gözlerim çaktırmadan Tekin'e kaydığında, bilgisayarına yoğunlaşmış çalışıyordu. Birisi yanına gidip soru sorduğunda dikkatini zorlukla ekranından ayırıp soruyu sorana yöneltti. Ciddi ifadesiyle adeta kısa kes der gibiydi. Hesap makinesini eline alıp gerekli cevabı verdikten sonra yeniden önündeki işe döndü. Ciddiydi ama yanına yaklaşılmaz biri değildi. Odaklanmış yazarken biçimli parmakları klavyenin üzerinde hızla hareket ediyor ve bu esnada klavyeye neredeyse hiç bakmıyordu. Onu sabahtan akşama dek izleyebilmek için yakınlarında bir masam olmasına itiraz etmezdim.
Ben kendisiyle ilgili uygunsuz düşünceler içerisindeyken, birdenbire durdu ve sanki izlendiğini hissetmiş gibi bana doğru döndü. Bir an için göz göze geldik. Yüzünde, gardını almamış, çok masum bir ifade vardı ve benim yüzümü bütünüyle bir ateş bastı. Ciddiyetsiz düşüncelerim yüzünden kendime kızdım.
Hasan yanıma gelmişti.
"Oryantasyona hazır mısın?"
"Ne?" Gülçin Hanım'ın ondan bana şirketi gezdirmesini istediğini hatırladım. "Tamam."
Asansörle inip en aşağı kattan başladık. Eksi birinci katta jeologların çalıştığı bir laboratuvar vardı. Giriş katta Melis adında çok sevimli bir kızın çalıştığı danışma ve lobi alanı bulunuyordu. Çay ocağı ve yemekhane giriş katının arka taraflarında göze hemen çarpmayan bir kapıyla ayrılan bir bölümdeydi ve buradan arka bahçeye çıkılıyordu. İkinci ve üçüncü katlar ofislerden oluşuyordu. Yeni günün telaşıyla birlikte tüm masalar dolmuş, tüm bilgisayarlar çalıştırılmış, yazıcı ve tarayıcı sesleri, çalan telefon ve insan seslerine karışmaya başlamıştı.
Bir saatlik şirket gezisinin ardından başladığımız yere döndük. Hasan'ın benim için bulduğu boş masa, kendi masasına çok yakın, ne yazık ki Tekin'in masasına olabildiğince uzaktı. Bana yardımcı olabilmek için dostça davrandığını biliyordum. Yine de benim için bulduğu masanın yerine sinir olmuştum. Oturduğum yerden Tekin'in sadece ensesini görebiliyordum. Dahası o tarafa her baktığımda, Tekin'le yüz yüze masalarda çalışan Gülçin Hanım'la göz göze geliyordum. Sanki kadını dikizliyormuşum gibi saçma bir intiba yaratmamak için, bu bakmalara bir son vermem gerekiyordu. Hayat dolu ofis bir anda sıkıcı devlet dairesine dönüşmüştü. Bir kez daha alıcı gözle bakınca en kuytu köşede, fotokopi makinası ve yazıcıların dibinde oturduğumu farkettim. Henüz bilgisayarım bile kurulu değildi ve IT'ci arkadaşın söylediğine göre kurulması biraz sürecekti. Bu 'biraz' ne kadar süreye tekabül ediyordu? O 'biraz' muallaktı. Harika.
İlk iş günümün geri kalanı, herkes işine odaklanmış çalışırken sıkıldığımı bozuntuya vermemeye çalışarak ama sıkılarak hem de çok sıkılarak geçti. Çıkış saati gelince çılgın kalabalık sanki zincirlerinden sıyrılmış gibi güle konuşa servislerin yolunu tutarken, Tekin'in ofiste kalıp çalışmaya devam etmesi dikkatimden kaçmamıştı. Sanırım kendisi bir miktar işkolikti.
IK müdürü Orhan Bey ve bugün şirkete uğramayan Turhan Bey'in işsizlikten benim kadar sıkıldığını umduğum asistanı Miray gibi işe arabayla gelen birkaç kişi vardı. Servis camından dışarıyı izlerken, Gülçin'in yanımızdan salına salına geçip park yerindeki beyaz Mercedes'ine doğru ilerlediğini gördüm. O da arabasına binip gittiğinde park yerinde yalnızca mavi bir BMW kalmıştı. Ofisten çıkmayan tek kişinin kim olduğu düşünülünce arabanın sahibini tahmin etmek zor değildi. Mavi, ne güzel bir renkti. Mavi en sevdiğim renkti.
Eve girdiğimde Seda benden önce gelmiş, çoktan mutfağa girmişti. Her zamanki gibi girişteki portmantonun üzerine attığı kol çantasının yanına kendiminkini bıraktım. Artık çalışan ve aynı evi paylaşan iki genç kadındık. Genel olarak "Her kaosta bir düzen vardır." sözünü yaşam felsefesi olarak benimsemiş, rahat insanlardık ve biliyordum ki çantalarımızı bir daha ihtiyacımız olana kadar oradan kaldırmayacaktık. Ailemle yaşadığım ve dolayısıyla annemin otoritesine uyum sağlamak zorunda olduğum yıllardan sonra nihayet hayalini kurduğumuz şekilde Seda'yla aynı evi paylaşabilmemize çok seviniyordum.
Annelerimiz iki kardeşti. Seda'da ben de tek çocuktuk. İzmir'de altlı üstlü oturulan bir aile apartmanında birlikte büyümüştük. Baba tarafından başka kuzenlerim de vardı ama onlarla sık görüşmezdik. Benim için var olan tek kuzenim, ablam, kız kardeşim, en yakın arkadaşım kısacası her şeyimdi Seda. Büyüdüğümüzde aynı evi paylaşma hayalimiz ilk olarak ondan çıkmıştı. Zamanla bu hayal İstanbul'da birlikte yaşamaya evrilmişti. Benden üç yaş büyük olduğu için, üniversiteyi kazanıp hayalimize giden yolda ilk adımı atan da o olmuştu. Ne yazık ki ben İstanbul yerine Ege Üniversitesi'ni kazandığımda ikimiz de büyük hayal kırıklığına uğramıştık. Beni o kadar hevesle bekliyordu ki, ona İzmir'i kazandığım haberini günlerce verememiştim. Nihayet söyleyebildiğimde ise aylar süren bir küslüğe uzanan kırıcı bir kavga etmiştik.
Kapıları çarpa çarpa odama kapandığım ve ara bulmaya çalışan teyzeme "Onunla bir daha asla konuşmayacağım." diye ağladığım günleri bugün gülümseyerek anıyordum.
Benim mecburen İzmir'de kalmam, onunsa İstanbul'da olması nedeniyle uzun tatillerde ve ben kaçıp kaçıp Seda'ya sığındığımda görüşebildiğimiz yıllar için hala biraz üzüntü duysam da bugün, ailemin -anne ve babamdan sonra- en sevdiğim bireyiyle aynı çatıyı paylaşmanın huzurunu yüreğim dolusu hissediyordum. İyi bir işe girmiştim ve Seda'yla en sonunda hayallerimizdeki gibi ev arkadaşı olabilmiştik. Her günümüz ayrı keyifli geçiyordu. Kendi adıma hayatımın zirve noktalarından birine ulaştığımı düşünüyordum. Tek sorun Seda'nın nişanlısı Sinan'la önümüzdeki yıl içerisinde evlenmeyi planlamasıydı. Gerçi buna sorun demek bile bencillik oluyordu ama ne yapayım...
Eve girdiğimi farkettiği an sarı kafası mutfaktan dışarı uzandı. Aşırı prezantabl iş kadını görüntüsü mutfaktaki haliyle birleşince adeta genç bir Martha Stewart ya da onun Türkiye şubesi genç bir Derya Baykal'a dönüşüyordu.
"Hoş geldin minik kuş. Ben de seni bekliyordum."
Üzerimdeki hırkayı çıkarıp çantamla beraber portmantoya astım. Ocağın başından ayrılamayan Seda'nın yanına doğru ilerledim. Yanağına bir öpücük kondurdum. Ocağın üstündekini gördüm ve,
"Yaa kızartma yapıyorsun!" diye yükseldim.
Seda'nın eli mutfak işlerine çok yatkındı. Birçok yemeği annelerimizden bile güzel yapardı. Yeteneği konusunda annelerimizi pas geçmiş bence direkt anneannemden el almıştı.
"Anlat bakalım. Nasıl geçti ilk günün?" Seda'ya gönül rahatlığıyla öfleyebilirdim.
"Hiçbir şey yapmadan kös kös oturdum valla. Daha bilgisayarım hazır değil."
"İlk günler olur öyle. Ortam nasıl? Asıl sen ondan haber ver."
"Ortam? Eee... iyi."
"Bu ee'leme pek normal gelmedi bana."
"Normal ya, normal insanlar var. Gülçin'den görüşmeye gittiğim gün bahsetmiştim sana. O benim müdürüm."
Seda, Gülçin gibi tiplerin bolca bulunduğu iş hayatının bulanık sularında uzun zamandır yüzüyordu ve bana onun gibilerle ilgili birçok deneyimini anlatmıştı. Bu yüzden Gülçin dediğim an göz devirdi. "Açık ofis, ferah bir ortam, kalabalık, daha herkesi tanımıyorum. Birçoğu işinde gücünde kıytırık tipler. Kafa dengi birkaç kız var. Bir de..." dedim ve pişman olarak hemen sustum. Başından beri dilimin ucunda olan o ismi söylemek istemiyordum aslında, çünkü daha ilk günden Seda'nın diline düşmek istemiyordum ama tutamamıştım içimde. Ortada bahsedecek ne vardı ki platonik ergenler gibi ondan bahsedecektim? Fakat yarıda kestiğim cümlem yüzünden Seda'nın tek kaşı havaya dikilmiş, yüzüne muzur bir sırıtış yerleşmişti.
"Ee?" diye üsteledi.
Kaçamayacağım noktadaydık.
"Bir de Tekin var işte öfff." diye döküldüm. Seda neşe dolu bir kahkaha attı.
"Biliyordum! İlk günden yeğenlerimin babasıyla tanışacağını biliyordum."
Ben de onun hemen herşeyi böyle alaya alacağını biliyordum. Ona dil çıkarıp, odama gitmek üzere arkamı döndüm.
"Nereye gidiyorsun? Gel buraya."
"Gidiyorum."
"Ya küsme gel Tekin'i anlat."
"Dalga geçiyorsun benimle."
"Geçmiyorum. Ya gelsene."
"Konu kapanmıştır."
"Işık!" Mutfaktaki işini bırakıp kahkahalar atarak peşime düşmüştü ama benim için konu gerçekten de kapanmıştı.
"Hasan'ın çok selamı var sana." deyip odamın kapısını sertçe yüzüne kapattım.
"Bok."
Bilgisayarımın kurulması üç gün sürdü. Üç gün boyunca gelene gidene fotokopi çektim. Yazıcıdan çıkanları sahipleri gelene dek inceledim. Özgüvenim yerlere düştü, sıkıntıdan kalemler kemirdim. Hiç ilgi duymadığım halde sıkıntıdan sigaraya başlayacaktım neredeyse ki, IT görevlisi arkadaş sonunda kurulumu bitirdi. Üstüne bir de,
"Senin bilgisayar tamam da, bu masanın prizlerinde bir sorun var herhalde. Benim odada çalışıyor, burada çalışmıyor." deyiverdi.
"Deme ya. Üç gün de elektrikçiyi bekleyeceksin dersen, artık valla prizlere parmağımı sokar, kendimde test ederim. Bu fedakarlığı yapacak haldeyim." diye dert yandım.
Standart-teknolojiyle-haşır neşir-insan anti-sosyalliğinde olan arkadaş, söylediklerimi gereksiz derecede komik bulmuştu. Fakat ben hiç gülmüyordum.
"Yok ya. Başka masa buluruz."
Tesadüf o an, Tekin de yazıcının önüne gelmiş, prize parmak sokmalı kalitesiz esprime kadar duymuştu.
"Benim çaprazımda boş bir masa var. Üstüne yığmadığımız şey kalmadı ama toparlarız. Orayı bir denesene." deyiverdi.
Günüm birdenbire aydınlanmıştı.
Yanındaki masaya taşındığımı gören Gülçin "Hayrola?" diye sordu. Neden geldiğimi anlatınca uzatmadan,
"İyi, iyi. Zaten artık başlaman gerek. Günlerdir oturuyorsun." dedi, sanki boş oturmayı ben istemişim gibi. Görüşme gününde tanıştığım kibirli kadın profili, antipatik kişiliğinin çerçevesinde günden güne taçlanıyordu. Yine de ofisin orta yerinde, her yönden ışık alan ve öncekinden daha büyük bir masaya kavuşmuş olmam o an beni, kafamı Gülçin'e takamayacak kadar mutlu etmişti. Bonus olarak Tekin adlı dünya harikasına kimselere çaktırmadan gün boyu bakabilecektim.
Özel hayatında nasıl biriydi bilmiyordum ama iş yerinde Tekin, çok konuşkan biri değildi. İlk gün gördüğümde nasılsa aynı o şekilde çevresine karşı mesafeli bir tavrı vardı. Çalışma saatlerinde gereksiz sohbetlere girmiyor, işine odaklı davranıyordu. Sanırım özünde ondan çekinilmesine sebep olan da buydu. Aslında dikkatli bakıldığında çekinilecek kadar katı biri değildi. Diyalog kurmayı tercih ettiği kısıtlı sayıda kişilerle, güvenli alanının içindeyken gayet rahat davranıyordu. Sigara aralarında mesela, her zaman yanında belirli üç beş kişi bulunuyor, sadece o aralardaki sohbetlerde ciddi yüzü gülüyordu. Kızlardan onun yirmi sekiz yaşında olduğunu öğrenmiştim. Daha bile genç görünüyordu fakat tavrı ona yaşından büyük bir hava katıyordu.
**********
Bir ay içerisinde işe iyice ısınmış, şirketteki herkesle az çok tanışır hale gelmiştim. Öncelikli arkadaş grubum kendi departmanımdan Dilek, Senem, Buket ve Hasan'dan oluşuyordu. Bu grup çok neşeli, bol dedikoduluydu. İnsan kaynaklarındaki Eliz, bizimkilerle sık takılan, konuşkan bir kızdı. Ortak nokta çoğunlukla dedikodu olduğundan Eliz'deki bilgi akışı bu sohbetlere sağlam malzeme taşıyordu.
Zaman zaman iş çıkışlarında birlikte bir yerlere gidiyorduk. Benden önce geliştirmiş oldukları birer bir şey içip, evlere ondan sonra dağılmak gibi bir alışkanlıkları vardı. Bol gülüşmeli, kafa dağıtmalı iş çıkışı sohbetlerimizi seviyordum. Senem dışındakilerin sevgilisi yoktu. Bu yüzden haftasonları da birlikte planlar yapılıyordu. Seda'yla önceden yapılmış bir planım olmadıkça ben de onlara katılıyordum.
Sosyal olarak kendimi kabul ettirmiş olmam, işime daha bir hevesle sarılmamı sağlamıştı. Bölümün asistanı ünvanıyla birden fazla projede ekiplere yardım ediyordum. Bu şekilde çalışmak, tecrübesiz olduğum için farklı projeleri aynı anda öğrenmemi sağlıyordu. Fakat günün sonunda denklemden çıkacak olsam hiçbir eksikliğimin duyulmayacağını bilmek moralimi biraz bozuyordu. Açıklarımı elimden geldiğince hızlı kapatmak istiyordum bu yüzden.
"Şimdi ben anlamıyorum. Kim kime bağlı çalışıyor?" diye sordu Seda. Nişanlısı Sinan, o ve ben birlikte, bir klasik haline geldiği üzere serpme kahvaltıya gömüldüğümüz bir pazar sabahında, yılın son güneşli haftasonlarından birinin keyfini çıkarıyorduk.
"Turhan Bey genel müdür. Tekin ve Gülçin, işleri ana koldan yürüten en önemli iki departmanın müdürleri. Onların da alt kadroları var. Hasan şef mesela. Gülçin'e bağlı çalışıyor. Hasan'ın da projeden projeye değişen iki - üç kişilik ekipleri oluyor."
"Peki ya sen bu hiyerarşik düzenin neresindesin?"
Bu soru yüzümü ister istemez düşürdü.
"Dizayn departmanının asistanıyım ben. Şimdilik doğrudan Gülçin'e bağlı çalışıyorum ama uzmanlaştığım bir proje yok. Daha doğrusu beni tek bir projeye kanalize edecek kadar yetkin bulmuyorlar henüz."
"Bir ay az bir zaman değil güzelim. Yetkili mühendis ünvanını hakediyorsun sen. Potansiyelini göstermeye başlamalısın artık."
"Sorumluluk almaya hazır mıyımdır peki sizce?"
Sinan konuşmaya dahil oldu.
"Hazır mıyım ne demek? Zehir gibisin kızım sen ya. Daha lisede okurken Seda'nın ders notlarını okuyordun da bir gün sana şakadan beş soruluk bir sınav yapmıştık, hatırlıyor musun? Hepsini doğru cevaplamıştın. Okumadığın bir bölümün sınavını geçtin. Mimarlık okumuş olsan valla bugün işe alırdım seni." dediğinde gülüştük. Sinan'ın kendi firması vardı ve halihazırda Seda'yla birlikte çalışıyorlardı.
"Bölüm asistanı diye ünvan mı olur ayrıca ya? Saçma saçma ünvanlar uyduruyorlar." diye sitem etti Seda.
Onlardan aldığım gazın etkisi seri oldu. Kısa sürede asistanlık bana gerçekten de yetmemeye başladı. Bir an önce bir projede aktif görev almak istiyordum ve bunu laf aralarında herkesin duyacağı şekilde tatlı tatlı dile getirmeye başladım.
Arkadaşlık ettiğim kişiler başlangıçta çekimser tavırlara bürünürlerken, bu konuda Hasan'ın hakkını ödeyemezdim. Diğerleri kendilerine angarya gördükleri işleri benim üstüme yığmayı bir şeyler öğretmeye çalışmak olarak sunarlarken, Hasan el altından bana gerçekten sorumluluk veriyor, bunca işinin arasında benden istediği işi doğru yapıp yapmadığımı kontrol etmeye vakit ayırıyor ve sabır gösteriyordu.
Gülçin'in çalışma sistemi, her çalışma her adımda onun önüne gelecek şeklinde olduğundan, sorumluluk almak için nasıl tırmaladığımı, ekip arkadaşlarımın üzerinden nasıl yük aldığımı bal gibi de görüyordu. Fakat son zamanlarda açıklaması güç bir şekilde beni yok sayma gibi bir huy edinmişti. İyi bir yönetici değildi. Üzerimde Hasan'ın yarısı kadar liderlik gösteremeyişini önceleri bencilliğinden sanıyordum, zamanla istese de o vasıfa sahip olamamasından kaynaklandığını anladım.
Hasan onun konumunda bulunmayı çok daha fazla hakediyordu ve bu, ofisin olmayan kapalı kapıları ardında dilden dile konuşuluyordu. Fakat Gülçin'in, Turhan Bey'in yakın arkadaşı olan babasının ricasıyla işe alınıp, kariyer basamaklarını hızla tırmandığı da aynı şekilde dilden dile, kulaktan kulağa konuşulan ve popülerliğini hiç yitirmeyen bir konuydu. İlk bakışta CV'si göz alıyordu. En iyi kolejlerde okumuştu. Amerika'da bir üniversiteden mezundu. Üstüne master'ını da Amerika'da yapmış, Türkiye'ye döner dönmez Ayanoğlu'nda işe başlamıştı. Buraya kadar hiçbir sorun yoktu, sadece bir sene içerisinde müdürlük pozisyonuna getirilmesi ve pozisyonunun altında ezilmesi nedeniyle insanlara şaka malzemesi oluyordu.
Bir keresinde autocadde oluşturduğum bir çizimle ilgili soru sormaya gittiğimde, hazır çizimi anlamayarak bozmuştu. Sonra da benden kimin böyle bir şey yapmamı istediğini anlayamadığını, işgüzarlık yaptığımı söyleyerek azarlamıştı. Oysa ki çizimi isteyen kendisiydi, bana verdiği işin niteliğinden haberdar olmayışını herkesin içinde bir kez daha ortaya koymuştu. Maruz kaldığı alayları hak etmiyor diyemiyordum çünkü sadece bana karşı da değil birlikte çalıştığı insanlara karşı genel olarak tavrı bu şekildeydi. Akşam kemik kadroyla dışarı çıktığımızda herkesin arkasından nasıl dalga geçtiğini duysa belki biraz yüzü kızarırdı. Belki de kızarmazdı, sığındığı zırhının ardından bize sinsi gülüşler atar ve "Ben değil siz utanın fakirler." derdi. Bilemiyordum.
Onun acınası halinden daha ziyade kendime üzülmem gerekiyordu. Bir ay daha bomboş geçmişti ve birileri bir şeyler yapmazsa böyle çok aylar gelip geçecek gibi görünüyordu.
Son zamanlarda bahçede Tekin'le Gülçin'i baş başa hararetli şekilde konuşurken görenler olmuştu. Gülçin'e bir özgüven geldiğini, ayaklarının yere basmadığını iddia ediyorlardı. Dedikodular ikisinin ilişkisi üzerinde odaklanırken ben, ne onları baş başa konuşurken görmüş, ne de tavırlarında bir değişiklik farketmiştim. Gülçin hala, her akşam bitiş ziliyle beraber okuldan çıkan çocuklar gibi uça uça arabasına koşarken, Tekin'in vaktinde çıktığı pek görülmemişti. Gizliyorlarsa da gayet iyi gizliyorlardı. Düşünme, dedim kendime çünkü Tekin'i Gülçin'le düşünürken bile içime anlamsız bir sızı çöküyordu. Düşünmek istemiyordum bu yüzden. Kendimi mümkün olduğunca işime odaklıyor, Tekin'le çay ocağında karşılaştığımızda konuşmayı kısa kesiyor, asansöre baş başa bindiğimizde telefonuma gömülüyor, bilgisayarımdan gözlerimi ayırdığım anlarda çarpıştığım güzel gözleriyle heyecanlanmalarımı yok saymaya çalışıyordum.
Her pazartesi Gülçin'in yönetiminde, Tekin'in de katıldığı departman toplantılarımız yapılıyordu. Yurtdışında olmadığı zamanlarda genel müdürümüz Turhan Bey de toplantılarımıza eşlik edip gelişmeleri izliyordu. Beklediğim atılımı bir gün bu toplantılarda yapacağımı biliyordum.
Ekip arkadaşlarım da artık benim gibi, bölümümüzün asistana değil de işlerin sorumluluğunu alacak tam yetkili bir mühendise daha ihtiyacı olduğunu dile getirir olmuşlardı. Asistanlık işlerini halledebilecek stajyerler vardı. Tecrübe açığımı hızla kapatıyordum. Hasan hala çok destek oluyordu. Onun adına yaptığım çalışmaları toplantılarda benim adımı vererek anlatıyordu. Bir gün yine haftalık sunumunu yaparken Turhan Bey araya girerek,
"Çalışmanızı beğendim. Bundan sonra Işık yapmaya devam etsin." deyiverdi. Saniyeler içerisinde Gülçin'in irileşen gözbebeklerini gördüm. Müdahalede gecikmedi.
"Işık, yeni başlayan arkadaşımız Turhan Bey. Hasan Bey kendisine yardımcı oluyor, aslında mütevazilik ediyor çünkü kendi çalışmalarını kendisi hazırlıyor."
Sürtük, dedim içimden.
"Hasan'ın ne çıkarı var bundan? Sürekli Işık'ın adını duyuyoruz." dedi Turhan Bey. Bir an durdu. Kimse bir şey diyemeyince sert bir sesle, "Sevgili misiniz siz?" diye sordu. Odada buz gibi bir hava esti.
"Hayır Turhan Bey." dedim hemen. Hasan da çok rahatsız olmuş, yüzünün rengi atmıştı. Utana sıkıla,
"Öyle değil tabi Turhan Bey. Işık Hanım sorumluluk almak isteyen bir arkadaşımız. Hepimize aynı şekilde yardımcı oluyor." diye geveledi.
Turhan Bey'i belirsizlik sinirlendirmişti. Gülçin bir lafıyla çalışmamı küçümsemiş, Hasan'ı benim yaptığım işi kendi yapmış gibi sahiplenmek zorunda bırakmış ve sevgiliymişiz gibi bir algı oluşmasına sebep olarak ikimizi de çok zor duruma sokmuştu. Sessizlik rahatsız edici derecede uzarken, o ana dek ifadesiz kalıp olayları gözlemleyen Tekin'in, gerginliği sonlandıran kararlı sesi yükseldi masanın diğer ucundan,
"Sonuç olarak kaç haftadır Hasan Bey'den ve diğer arkadaşlardan Işık Hanım'ın katkılarını dinliyoruz. Madem sorumluluk almak istiyor, bence bu raporu kendi başına hazırlayabilir. Fırsat verilmesini tavsiye ederim."
Hasan geveleyip kalmışken, yerinde bir müdahaleyle durumu kurtaran Tekin'e minnettar bir bakış attım. Turhan Bey'in Tekin'in tavsiyesine uyacağı herkesçe bilinirdi. Nitekim yanıltmadı,
"Ben de onu dedim ya işte. Haftaya tüm sunumu Işık hazırlasın." deyiverdi.
Tüm sunumu mu?!
Yargıç çekicini masaya vurmuştu. Gülçin'in sesi alaycı ve bozuk, "Öyle olsun." demesiyle bombanın piminin çekildiğini anladım.
Günün devamında, sunumu yetiştiremeyeyim diye Gülçin bana iş üstüne iş yığdı. O kadar angarya ve sıkıcı evrak işleriydi ki bunlar, sayfalar arasında boğuldukça ağlayasım geliyordu. İkide bir yüksek sesle beni yanına çağırıyor, sanki masalarımız iki metre mesafede yan yana değilmiş gibi ayağına getirtiyor, verdiği işi bitirip bitirmediğimi sorarak sıkıştırıyordu. Her defasında elime başka bir pis işini tutuşturuyordu. Bunu yaparken gözlerinde öyle cadı, öyle hain ışıklar yanıp sönüyordu ki, çıldırmamak elde değildi. Fakat yıkılmayacaktım.
O akşam ilk kez mesaiye kaldım. Herkes çıktıktan sonra sessizlikte çalışmak çok daha kolay gelmişti. Bunu ertesi gün de yapmaya karar verdim. Üçüncü gün, herkes iyi akşamlar dileyip çıkarken kafamı bile kaldırmayarak bilgisayarda çalışmaya devam ediyordum. Biri masama dumanı tüten bir fincan kahve bıraktı. Şaşkınlıkla döndüğüm an bir çift deniz mavisi gözle karşılaştım. Yeniden ve yeniden, onun yörüngesine girdiğim her an olduğu üzere nefesim kesilmişti.
"Tekin Bey, çıkmamışsınız."
"Yapacak işlerim var. Ara sıra kalırım ben böyle. Asıl seni görmek şaşırttı."
"Benim de yapacak işlerim var." dedim. Yüzünden belli belirsiz bir gülümseme geçti.
"Nasıl gidiyor?" diye sordu. Yalan söylemek istemedim.
"Açıkçası vakit ayırmakta zorlanıyorum, ekstra işlerim de olunca. Bu yüzden üç akşamdır kalıyorum."
Düşünceli bir şekilde kafasını salladı.
"Yetiştirirsin, sana inanıyorum. Takıldığın bir yer olursa sorabilirsin."
"Teşekkür ederim. Kahve için de."
"Afiyet olsun."
İkimiz de işlerimize döndük. Ofisin sessizliğinde, bir o bir de benim olmamın garip bir huzuru vardı. Önceki iki gün bu kadar istekli çalışamamıştım. Hiçbir şey söylemeden orada durup, kendi işine bakarken bile varlığı bana güç veriyordu. Saatler sonra yorgunluktan gözlerim çift görmeye başlamıştı. Yeter artık deyip, bırakmaya karar verdim. O ise hala çalışıyordu.
"Ben çıkıyorum Tekin Bey. İyi akşamlar." diye seslendim.
"Bitirdin mi? Hazırlandığını bile farketmemişim. Beklesene biraz, ben de çıkacağım." dedi.
"Peki. Siz hazırlanırken ben de taksiyi arayayım."
"Taksiye ne gerek var?" diye sordu önce. Kafasından geçirdiğini benimle paylaşmadığını anlamış olmalı ki, "Ben seni bırakırım. Taksiye gerek yok." diye ekledi.
"Zahmet etmeyin. Giderim ben. Saat geç oldu."
"Ben de onu diyorum işte, geç oldu."
"Yoruldunuz siz de, benim için yolunuzu değiştirmeyin."
"Uzatma Işık. Nerede oturuyorsun?"
"Kozyatağı'nda."
"Yolumun üzeri."
Ceketini ve kabanını aldığı gibi beni önüne kattı. Mavi BMW otoparkta bizi bekliyordu. Tekin'in kendisi gibi tertemizdi arabasının içi, mis gibi kavun kokuyordu. Dışarıda keskin bir Kasım soğuğu vardı. Yola çıktık. Çok geçmeden yol çalışması nedeniyle kapatılan bir şeridin neden olduğu trafikte saplanıp kaldık. Başka bir yoldan gidip, kısa sürede kurtulmamız mümkündü ama Tekin'in trafikte beklemekten memnun gibi bir hali vardı. Benim de itirazım yoktu. Bir süre sohbet ettik. Doğma büyüme Edirne'liydi. İstanbul'a ilk kez üniversiteyi kazanınca gelmişti. Şimdilerde konuşmasında esamesi okunmayan Edirne lehçesiyle ilk zamanlar çok dalga geçilmişti. Zamanla ondan tamamen kurtulmuştu ama ailesini ziyarete gittiğinde kendi bile anlamadan fabrika ayarlarına geri dönüyordu. Arkadaşlarının arasındayken hala kızan, piiz gibi kelimeleri kullanmayı seviyordu.
"Piiz bizde de kullanılır." dedim gülerek. Bir an için bakışlarını yoldan ayırıp o da bana sıcacık gülümsedi. İzmir'li olduğumu zaten biliyordu, ben de ona İstanbul'da Seda'yla yaşadığımı ve İzmir'deki ailemi anlattım. Anlatırken üzerime tatlı bir yorgunluk çöktü. Arabanın içi çoktan ısınmıştı. Rahat koltuğa kuruldukça ne kadar yorulduğumu daha iyi anlıyordum. Tek yapmak istediğim gözlerimi kapatıp, bu güvenli ortamda hafifçe kestirmekti. Şimdi bir dakikalık kapasam...
Tekin'in sesiyle kendime geldim,
"Işık... Işık."
Yorgun beynim uyanmaya isyan ediyordu. Ne var sussan da uyusam demek istiyordum. Fakat evimde değildim, Tekin'in arabasındaydım. Bu bilinçle birdenbire ayıldım.
"Efendim?"
"Uyandırmayı istemezdim ama seni bırakabilmem için evini tarif etmen gerekiyor."
Çok utanmıştım. Sersem bir halde elimi yüzümden, saçlarımdan geçirdim.
"Afedersiniz. Neredeyiz?" Onu güldürmüştüm.
"Kozyatağı benzinlikteyiz."
Gecenin karanlığında şaşkın ördek gibi sağıma soluma bakındım.
"Buradan sola döneceğiz..."
Kapımın önünde, adamın arabasında bir patates çuvalı gibi yığılmış kalmışlığımı telafi edecek hiçbir şey bulamayarak utana sıkıla teşekkür ettim ve arabasından indim.
Seda defalarca aramıştı. Telefonum her zamanki gibi sessizde olduğu ve kim bilir kaç dakikadır uyuduğum için farkında değildim. Eve girdiğimde endişeliydi.
"Neredeydin kuzucum ya? İnsan aramalarıma bir döner. Çok merak ettim."
"İş yerindeydim, çalışıyordum dünkü gibi, biliyorsun. Eve Tekin bıraktı. Adamın arabasında uyuyakalmışım. Rezil oldum."
"Hii Tekin! Şu karizmatik müdür Tekin. Ay yok artık! Horlamış mısın yoksa?" Seda ellerini yüzüne kapamış kıs kıs gülüyordu.
"Ya rezil oldum diyorum! Daha ne kadar kendimi kötü hissettirebilirsin? Gülmesene."
Şimdi de karşıma geçmiş horlama taklidi yapıyordu.
"Ben horlamıyorum bir kere!"
"Hıh?! Horr..neredeyiz geldik mi?"
"Seni uykunda boğarım. Kes şunu."
"Ne var kızım bunda rezil olacak? Yorulmuşsun, çok normal."
"O da öyle düşünüyordur inşallah."
"Hadi bana Tekin'i anlat artık. Hadi ama..."
"Hayır."
"Hadi."
"Hayır."
"Hadi lütfen."
"Hayır."
Ertesi sabah bana günaydın derken belli belirsiz bir gülümseme vardı Tekin'in yüzünde, yüzünden de ziyade gözlerinde. Bakışları beni utandırdığı için hemen başka yöne bakmayı tercih ettim. Geceki çalışmam sayesinde işlerimin çoğunu düzene koymuştum. Gülçin gelip, her sabahki ritüeli olan kahvesini içerken internette saçma sapan gezinme ve bu esnada yanına yaklaşanları azarlama sürecini atlattıktan sonra, yine her sabah yaptığı gibi ekrana gömdüğü leylek başını kaldırdı, gerindi ve sağa sola bakmaya başladı. İşte tam bu esnada, yerimden ok gibi fırlayıp elimdeki dosyaları masasına bıraktım.
"İstediklerinizin hepsini tamamladım."
Bunu beklemediği için bir an aptallaştı.
"Öyle mi?" Nasıl becerdin diyemedi. "İyi, iyi." Boş boş sayfaları çeviriyordu. 'Hiçbir halt anlamıyorum ama ben bunları Turhan Beye bir sunarım şimdi, of süper', diye düşündüğüne emindim. "Birazdan detaylı inceleyeceğim. Şimdilik eline sağlık." dedi. Dediğine kendi de inanamadı. "Hadi şimdi git. Gitme dur. Sunum nasıl gidiyor? Hazırlayabiliyor musun?"
"Güzel gidiyor. Her şey yolunda." dedim, onun sinsi gülümsemelerini taklit eden bir gülümsemeyle. Şaşkınlıkla kafasını salladı.
"İyi bakalım. İyi bakalım. Takıldığın bir yer olursa, sor."
"Tamam Gülçin Hanım." dedim ışıldayarak. Arkamı döndüm, Tekin bizi izliyordu. Göz göze gelince göz kırptı ve ben afallayınca apaçık bir gülümseme belirdi güzel yüzünde. O göz kırpma ve ardından gelen o gülümseme... çok fenaydı o gülümseme. Kalbim ağzımdan çıkacakmış gibi attığı için bakışlarını kaçıran ben oldum yine.
Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top