9.2 Yer Mavi Gök Siyah
Yazlıktan içeri yıkık dökük bir halde girdim. Geleceğimi haber vermemiştim. Annem beni karşısında gördüğü an sevinmekle şaşırmak arasında kalakaldı.
"Hoşgeldin annecim. İyi misin sen? Çok yorgun görünüyorsun."
Görünen o ki, dokunsalar ağlayacak ruh halimin yaz tatili yapmaya gelmiş bir insanın görüntüsüyle alakası yoktu. Hemen Tekin'i sordu, geçiştirdim. Sağlıkla ilgili bir şey mi olduğunu sordu, yok dedim. Annelik içgüdüsüyle tetiklenmiş kasvetli düşüncelerini geçiştirmeye devam edip ısrarla ona iyi olduğum yalanını söyledim. Bir yerden sonra babam nihayet beni rahat bırakması gerektiğini söylediğinde vazgeçti. Bense usul usul yanaştığım koltukta, babamın dizinin dibine kıvrıldım.
Bir hafta, anneme, babama ve teyzemlere her şey yolundaymış gibi yalan söylemeye, onlarınsa yalanım gözle görülür boyutlarda olmasına rağmen anlayış görmelerine dayanabildiğim maksimum süreydi ve benden halihazırda kopmuş olandan daha büyük parçalar kopardı. Hiçbir şey yolunda gitmiyordu ve ben artık kimseye rol yapmak istemiyordum. Yaşadığımın anlatılabilir veya onaylanabilir bir yanı yoktu. Eğer bilseler, ailemin yüzüne bir daha bakamazdım. Bu benim sorunumdu, ben kendim çözmek zorundaydım. Onlara bu yüzden anlatamadım. Fakat anlatamamanın ağırlığıyla içim hepten taş kesildi, hepten düğümlendi. Tıpkı kulaklığımdan yükselen şarkıdaki gibi öyle bir kördüğümdü ki içim çözdükçe dolaşıyordu.
Bir nefes aralığı bulabilmek için kendimi evden dışarı atmıştım. Ellerim cebimde, kulağımda kulaklıkla başıboş şekilde yürüyordum. Ara sokaklarda futbol oynayan küçük çocuklar vardı. Çarşıdan geçerken eski bir sınıf arkadaşıma rastladım. Yıllardır görüşmüyor olmamıza rağmen yitirilmemiş bir samimiyetle bana ayaküstü evlenip boşandığını anlattı. Birbirimizi bulduğumuza çok sevinmişti, bir kahve içip dertleşmek istiyordu. Onu nasıl başımdan attığımı hatırlamıyordum bile. Çok uzun yürümüş olmalıydım, kendimi bir şekilde sahilde bulmuştum. Kıyı şeridi boyunca yürümeye devam ederken batan günün şerefine bir sigara yaktım.
Düşün ki, dedim kendi kendime, bugün Tekin'den ayrılacak olsan ailen bile sana karşı çıkar çünkü onu herkes seviyor... yalan söylemeyi sürdürerek, ortalığa dökülüp saçılmadan, aramıza zaman girdi gibi bir sebeple ondan ayrılacak olursan, Tekin önce üzülür fakat sonra seni geri kazanmak için var gücüyle çabalar. Başta Elif olmak üzere bütün arkadaşlarınız sizi barıştırmak için ellerinden geleni yaparlar. Tekin çok üzülür ama üzüldüğü kadar kendini de suçlar ve ne olursa olsun geri dönebilmen için sana açık kapı bırakır. Ondan öylece çekip gidemezsin çünkü ikiniz de bu ilişkiye çok emek verdiniz, seni öylece bırakmaz.
Düşün ki, dedim yeniden, bugün dürüst olmayı seçer ve ona en yakın arkadaşına aşık olduğumu itiraf edersem; söyleyeceği ilk şey ne olur? "Bana bunu nasıl yaparsın?" mı, hayır... o sadece işi söz konusu olunca bencil, bana karşı değil. Muhtemelen "O da seni seviyor mu?" diyecektir çünkü bana değer veriyor. Çünkü beni seviyor. Bize öyle bir güveniyor ki yıkılacaktır, hem de nasıl, nasıl bir yıkım... belki bir ömür iyileşmeyecek, belki bir daha kimseye güvenemeyecek kadar derinden yaralanacaktır. Bunu hak etmiyor. Benim ne dürüstlüğümü ne de yalanlarımı hak etmiyor. Ben onu tümüyle hak etmiyorum. Bunun yaranın üzerindeki bantı bir kerede söküp almakla ilgisi yok. Bu bir insanı gözlerinin içine baka baka hançerlemek demek ve ben hançeri elinde tutan kişi olarak kendimden bütünüyle nefret ediyorum. İşte tam olarak bundan dolayı ona aylardır neyi nasıl anlatacağımı bilemiyorum.
Diyelim ki, daha az hasar bırakan yöntemi, yalanı seçtin ve sadece olmuyor yürümüyor soğudum gibi bir sebeple ayrıldın Tekin'den, Rüzgar'a gidebilecek misin koşa koşa? Nereye kadar sürecek bu kaçak yaşantı? Rüzgar daha ne kadar sabredecek ve nereye kadar katlanacak? Hala aynı şehirde, ortak bir çevreyi paylaşırken onun elinden gururla tutabilmen mümkün mü? Ne biçim bir yüzsüzlük ne biçim bir bencillik bu? O her şeyi göze alabileceğini söylüyor peki ya sen Işık? Sen alabilecek misin?
Gerçeği gizlesem de gizlemesem de eninde sonunda herkesin öğrendiği bir an gelecek... utancın en büyüğü tam o noktada bizi bekliyor olacak. Zaten bir büyük utancın içinde filizlenen bu aşkın toprağı daha ne kadar gözyaşı kaldıracak? Ona her baktığımda, gözlerinde en yakın arkadaşına ihanet etmiş bir adamı göreceğim ve aynaya baktığımda -şayet bakabilirsem eğer... ne göreceğim?
Telefonum çaldığında hala yürüyordum. Seda arıyordu.
"Seni annemlere karşı zor durumda bıraktığım için özür dilerim." diyerek açtım telefonu. "Buraya gelmem doğru bir fikir değildi. Ben ne yaptığımı da ne yaşadığımı da bilmiyorum ki."
Telefonu tutan elime dökülen damla damla gözyaşlarına baktım. Bunlar benden mi geliyordu? Telefonu uzaklaştırdım. Elime baktım. Diğer elimle yüzümü sildim. Sırılsıklamdı. Bir yerinin kesildiğini kan görünce anlamaya benziyordu.
"Ağlıyorum mesela şu an ama hiçbir şey hissetmiyorum. Elim ıslanınca farkettim. Buna ne dersin? Ağladığımı bile farketmiyorum. Berbat haldeyim." Yüzüm gözüm akıyordu an itibariyle, son hızla çalışan araba silecekleri misali ellerimle hızlı hızlı sildim. Yerini yeni yaşlar aldı.
"Hay sıçayım. Önümü bile göremiyorum." Ayağım yerdeki bir çıkıntıya takılınca, plastik parmak arası terliğim koptu. Küfürler etmeyi sürdürerek bir banka oturdum. Terliği elime aldım, tamir edilemez şekilde kopmuştu. Bu kez kopan terliğim için gürül gürül ağlamaya başladım. Hiç değilse bu sefer ağlamamın makul bir sebebi var, diye düşünüyordum. Kopan terliğim için tarifi güç derecede yoğun bir üzüntü duyuyordum.
Seda'nın telefonun ucundaki sesi endişeliydi.
"Otursana bir yere güzelim."
"Oturdum."
"Basit bir terlik."
"Bu terliğimi çok seviyordum."
"Yapıştırırız, olmaz mı?"
"Olmaz. Koptu gitti artık."
"Yenisini alırız."
"Alamayız. Aynısı olmaz."
"Işık, alırız. Hangi terlikten bahsettiğini biliyorum. Alırız, daha güzeli olur. Beni dinle. Saatler olmuş evden çıkalı, annenler beş bin kere aramış açmamışsın. Neredesin?"
"Sahildeyim."
"Yaşlı insanlar, endişeleniyorlar. Eve dön gözünü seveyim."
"Yürüyemem böyle."
"Çıplak ayakla yürü. Babamı ara gelip alsın. Olmadı bir taksiye bin. Güzel bir duş al bu gece. Güzel de bir uyku uyu. Yarın sabah sekiz uçağıyla geliyorum."
"Sahi mi?"
"Evet, evde daha fazla kaos yaratmadan seni almaya geliyorum."
"Ben iyi değilim Seda. Ben hiç iyi değilim."
"Biliyorum bebeğim. Biliyorum."
Seda'nın evinde benim bir odam vardı. Bir süre için düzenimiz neredeyse İstanbul'a ilk geldiğim zamanlardaki gibiydi. Seda çalışıyordu, ben evdeydim. Akşamları Seda, Sinan, ben birlikte vakit geçiriyorduk. En azından kötü ruh halimi annemlerden daha iyi tolere edebiliyorlardı. Tekin ve Rüzgar'ın ise İstanbul'da olduğumdan haberleri yoktu.
Günlerim fazla bir şey yapmadan geçiyordu. Geç uyanıyor, kahve sigara eşliğinde beş bin parçalık puzzle'ın başına oturuyordum. O kadar büyüktü ki kaldığım odanın zeminini tamamen kaplıyordu. Bazı günler hızlı ilerliyor, bazı günler tek tük parçayı yerleştirebiliyordum. Puzzle yapmanın ruhani dünyaya kapı açan bir yanı vardı. Düşünce dünyama gömülü haldeyken saatler ve günler normal akış hızından farklı bir tempoda ilerliyordu.
Beni ailemin yanında sanan Rüzgar'la telefonda konuşuyordum. Eskiden olduğu kadar uzun değildi konuşmalarımız ve fazla detay içermiyordu. Onun günleri babasıyla kıran kırana bir güç savaşı içerisinde geçiyordu. Bitmek bilmez toplantılara katılması, zor kararlar alması gerekiyordu. O da savaşıyor, o da boğuluyordu. İstanbul'da yaşadığı hayat onu mutlu etmiyordu. Kısa bir zaman önce beni kollarının arasına aldığında ona iyi gelen tek şey olduğumu söylüyordu. Sımsıkı sarılıp birlikte sustuğumuz saatler. Gözleri gözlerimde, parmaklarımız birbirine kenetli bir halde uzanıp saatlerce ve saatlerce konuştuğumuz hayaller. Şimdilerde bunlardan fazla bahsetmiyorduk. Oysa ben hala, geceleri uykuya yattığımda, rüyalarımda, bana anlattığı o şehri görüyordum...
Güneşin ısıttığı arnavut kaldırımlı caddeleri, rengarenk yaz çiçekleriyle bezeli, beyaz badanalı Fransız balkonlu evleri, turkuaz renkli bir denizi, marinada sıra sıra yelkenlileri... el ele tutuşarak eski bir şehrin arka sokaklarında yürüyorduk, lavanta aromalı dondurma yiyorduk. Rüzgar kulağımın dibinde kısık sesle gülüyor, ses tonu tüylerimi keyifle ürpertiyordu. Kısacık bir şort, çiçek desenli beli açık bir gömlek giydiğimi hayal ettiği bir hayalimiz vardı. Ayağımda deri sandaletler, kulağımın arkasında ise özenle sıkıştırılmış bir küçük lavanta dalı. Mor renkli lavanta bahçelerinde koşarken uçuşuyordu saçlarım. O da salaş bir tişört ve şort giyiyordu bu hayalin benim tamamladığım kısımlarında, elinde bir fotoğraf makinesi, rüzgardan dağılmış koyu renk saçları, ciddiyetiyle nefes kesen bakışları, kalp krizi yaratan gülümsemesiyle, bir prens kadar yakışıklı olduğu halde, bana değen her bir bakışı kıskanıyordu.
"Seni daha önce tanımak isterdim."
"Neyden daha önce?"
"Büyümeden."
"Sanki büyümek kötü bir şeymiş gibi söyledin."
"Bazen kötü."
"Ne zaman kötü mesela?"
"Bir şeyler için geç kaldığını anladığında."
"Geçmiş geçmiştir."
"Geçmiş sadece geçmiş değildir, geleceği şekillendirir."
"Bu düşünce yapısıyla mutlu olabilen tek bir insan tanımadım. Bu bile bile zincire vurmak ruhunu. Oysa ki bizim zincirlerimizden başka kaybedecek neyimiz var?"
"Bizim zincirlerimiz çok ağır Rüzgar."
"William Ernest Henley'in bir şiiri vardır, bilir misin?'Kapı ne kadar dar olsa da, cezalarım ne kadar ağır olsa da, kaderimin efendisi benim, ruhumun kaptanı benim.'"
Şimdilerde böyle konuşmalar yapmıyorduk.
"Napıyorsun?" diye sordu telefonun ucundaki sesi, her gün gibi bir günde.
"Düşünüyorum." dedim, detaya girmeden.
"Yanına gelmek istiyorum."
"Ben de senin yanına gelmek istiyorum."
"Öyleyse gel."
Gel...
Üç harften oluşan tek bir kelimenin altı nasıl bu kadar dolu dolu olabiliyordu? İstek ve ihtiyaç harflerden sızıyor, sayfalardan taşan siyah bir mürekkep gibi yüreğimi dağlıyordu.
"Gelemem."
Yolumu seçmem lazım. Vazgeçmem lazım. Gelemem.
Telefonun diğer ucunda onun tarafından yönetilen bir sessizlik oldu. Ardından buram buram çaresizlik hissi veren iç çekişini duydum.
"Seni özlüyorum. Her an, her saniye." dedi.
"Ben de seni özlüyorum." dedim. Tüm kalbimle.
Başka bir şey söylemedik.
"Bugün nasılsın?" diye sordu Tekin, telefonun diğer ucunda, hastanın günlük gelişimiyle ilgilenen bir doktor tınısında. Ne de olsa ben, onun gözünde, iş ve şehir hayatının stresi yüzünden hasta olmuş birisiydim.
"Daha iyiyim." dedim. Çünkü o, bunu duymak istiyordu ve ben de ona duymak istediğini söylüyordum. "Sen nasılsın?"
"Kafamı kaşıyacak vakti zor buluyorum." dedi. Ve sonra bir süre işten, güçten, günlük olaylardan bahsetti. Sanki onu ve her şeyi ardımda bırakıp inime çekilmemişim gibi. Bu kendini iyi hisset oyununu oynamanın benim üzerimde olumlu bir etkisi olduğunu düşünüyor olmalıydı. Geliyordu da bir şekilde. İş hayatında doyumsuz bir hırsa sahip olduğundan özel hayatında sadece düzen isteyen biriydi. Ben kendimi iyi hissettiğimde beni yanında istiyordu ama özellikle böyle bir arzusu ya da acelesi yoktu çünkü halihazırda yeterince meşgul bir insandı. Bir yere gittiği de yoktu, her zaman ulaşabildiğim bir noktadaydı. Her şeyden önce işiyle evliydi, her zaman da öyle olacaktı. Dibi görünen, pırıl pırıl, berrak bir göl gibiydi Tekin. Sınırları belirli. Risksiz. Güvenli.
"Seni özledim." dedim.
"Ben de seni özledim." dedi derinden gelen bir ses tonuyla. "Önümüzdeki hafta kulüpte bir etkinlik olacak. Benim için... yeni görevimi tebrik etmek amacıyla... gelirsen, yani bana eşlik etmek üzere gelirsen mutlu olurum."
Ne sıfatla diye sormalıydım belki de ama bunu sormak o an aklımdan bile geçmedi. Derin bir nefes aldım. Saniyeler birbirini kovaladı. Bir şey söylemeliyim, diye düşündüm, ona bir şey söylemem lazımdı. Fakat tutuk kaldım. Ben konuşamayınca, gergin sessizliği yeniden onun huzurlu sesi doldurdu.
"Kendini zorunlu hissetme aslında o kadar da önemli d-"
"Gelirim." dedim ansızın sözünü keserek.
Derin bir nefes aldı. Mutluluğu ses tonuna anında yansımıştı.
"Teşekkür ederim sevgilim. Gerçekten."
"Bak yine ağlıyorsun. Ağlamana dayanamadığımı biliyorsun."
"Neden peki?"
"Ne demek neden?"
"Bir insan bir insanın ağlamasına neden dayanamaz?"
"Bir insan bir insanın değil, Rüzgar Işık'ın ağlamasına dayanamıyor."
"Neden?"
"Canının yandığını hissediyorum, benim de canım yanıyor. İçim acıyor sen ağladığında."
"Film çok dokunaklıydı ama."
"Kabul, öyleydi ama sen yine de ağlama."
"Bazen tutamıyorsun içinde. Taşıp gidiyor. Sende hiç olmuyor bu. Neden olmuyor? Senin gözlerin bile dolmuyor."
"Duygusuz biriyimdir belki de."
"Değilsin."
"Ağladığımı hiç hatırlamıyorum."
"Film izlerken mi hiç? Genel olarak mı?"
"Genel olarak hiç."
"Küçükken... ağlamış olmalısın... yani, olanları düşününce."
"Bilmiyorum. Hatırlamıyorum."
"Beni bırakıp nereye gidiyorsun bakalım?"
Arkamdan gelen Seda'nın sesiyle irkildim. Cumartesi gününün öğleden sonrasıydı, en son bıraktığımda mutfakta kek çırpıyordu, bahçeye çıktığını farketmemiştim. Tekin'le konuştuğumu duymuş olmalıydı.
"Ne zaman geldin?"
"Bahçıvana fıskiyeleri kapattırmaya çıkmıştım, seni gördüm, yanına geleyim dedim."
Fıskiyeler kapanalı bir dakika bile olmamıştı. Seda tembel adımlarla bahçe takımına doğru ilerledi, koltuğa boylu boyunca yayıldı. İçinden bir avuç aldığı koca bir kase çileği masanın üzerine bıraktı.
"Keki fırına verdin mi?
"Evet. Bir gün sana yaptıracağım. Kaçamayacaksın."
"Vazgeç artık. Ben öyle şeyleri beceremiyorum."
"Bırak, sen sadece tembelsin."
Buna itiraz edecek değildim. Herhangi bir sebeple yemek yapmayı sevmiyordum. Sevmediğim için de üşeniyordum. Sırıtarak yanındaki koltuğa oturdum. Kasedeki çileklere uzandım.
"Tekin'le konuşuyordum." dediğimde tamamen ifadesiz kaldı. "Önümüzdeki hafta kulüpte yeni görevini tebrik etmek için bir organizasyon düzenleniyormuş."
"Başladı demek yeni görevine."
"Evet. Ayanoğlu'ndan istifa edeli bir ay oluyor. Artık her şey resmi."
"Ne düşünüyorum biliyor musun? Bence bir gün, ileride yani, Gökçe Holding olacak çalıştığı yerin adı. Bu potansiyeli onda görebiliyorum."
Tekin Gökçe. Gökçe Holding. Bir puzzle'ı tamamlar gibi zihnimde tamamlanan bu düşünce içimi garip bir heyecanla doldurdu.
"Ben de." diye onayladım mırıldanarak. "Çok çalışıyor."
"Garb cephesinde yeni bir şey yok, diyebiliriz öyleyse."
"Evet."
"Peki ya bizim cephede?"
"Davete çağırdı. Gelirim dedim."
Seda bir kez daha yorum yapmayıp sessiz kalmayı seçti, bir çilek daha yedi. Bense elim çenemde, dalgın gözlerle önümdeki manzarayı izlemeyi. Çok ilerilerde küçük bir silüet halinde Boğaz'daki balıkçı tekneleri üzerinde döne döne uçan martıları görebiliyordum. Güneşin yavaş yavaş güçten düştüğü saatlerdi. İçimdeki savaşın da güçten düşen güneş gibi git gide yatıştığını hissedebiliyordum. Fakat bu his tarifi güç derecede yoğun bir acıyı da beraberinde getiriyordu. Kararımı ve sonuçlarını düşündükçe kalbim ağrıyordu. Her seçim bir vazgeçiştir derler. Benim seçimim kendiminkiyle beraber en az bir kalbi daha tuzla buz etmeyi gerektiriyordu.
"Bazen yürüdüğün yol dışarıdan engebesiz görünür. Bense seni o kadar iyi tanıyorum ki, yürüdüğün o yolu ve düştüğün açmazları haritada kesin çizgilerle çizilmiş bir otoyol misali görebiliyorum. Duygularına müdahale etmek istemedim. Yüreğindeki karmaşayı ancak kendi kendine kalarak çözeceğini biliyorum. Aslına bakarsan en başından beri yapacağın seçimi bile biliyorum." dedi, bir durakladı. "Ve bunun doğru seçim olacağını da." diyerek tamamladı.
Açık açık söylediklerinden ürktüm çünkü yalın gerçek insanı ürkütüyordu. Düşünmek, o düşünceyi gerçek kılmıyordu, fakat dile getirmek aklından geçenleri bile geri dönülmez bir yola sokuyordu. Susuyordum çünkü hala susmama olanak tanıyan anlayışlılığına sığınmaya ihtiyacım vardı. Ona dolu dolu gözlerle baktım, boğazımdaki düğümü yutkundum ve bakışlarımı başka yöne çevirdim. Zaten anladı. Birkaç kısa cümlede saatlerce konuşarak anlatabileceğinden fazlasını söylemişti. Çünkü o Seda'ydı. Bildiğini biliyordum elbette. Bazen insan o haritada kesin çizgilerle çizilmiş otoyolda son hızla yol alırken yolun manzarasına ve heyecanına kapılıp gidebiliyor, bir sonu olup olmadığını veya yanlış olup olmadığını hesaba katmıyordu. O yolu birlikte yürümeyip uzaktan bakan istisnai insanlar durumu tüm açıklığıyla görebiliyorlardı. Ama gerçekten görmek üzere bakanlar... Belki de ben de, ta en başından beri, yolun bir sonu olup olmadığını veya yanlış olup olmadığını görebiliyordum ama kalbimin bu muhakameyi kabul etmeyeceğini bildiğimden muhakeme etmeyi tümüyle bırakmıştım. Her seçim mutlak bir vazgeçişti ve benim seçimimin sonucu kendi kalbimi kendi ellerimle söküp atmamı gerektiriyordu.
Tekin'in davetine katılmadan önceki hafta eski ortamıma yavaş yavaş geri dönmeye, ardımda bıraktığım sosyal hayata yeniden ısınma turlarına başladım. Bir akşam Gülçin'le buluşup yemek yedik. Gülçin değişmişti, eskinin geçimsiz, kompleksli tavırlarını geride bırakmıştı. Şimdilerde sohbet etmekten keyif aldığım bir insandı. Bana yokluğumda ofisteki gelişmeleri anlattı. Tekin ayrıldıktan sonra yerine yeni bir müdür alınmıştı. Tepeden inme getirilen bu müdürle Gülçin'in bir problemi yoktu da, adamın Hasan'la yıldızı bir türlü barışmamıştı. Gülçin, Hasan'ın yeni bir iş bulduğu anda istifa edeceğini düşünüyordu. Açıkçası buna hiç şaşırmazdım.
Bir akşam Buket ve Emre'yle yemek yedik. İş yerindeki ilk arkadaşlarımdan biri olan Buket, zaman içerisinde tıpkı benim gibi, Hasan ve dedikoducu tayfayla arasına mesafe koymuştu. Şimdilerde satış departmanının başına geçen Emre'yle güzel giden bir ilişkisi vardı. Tekin'le benim ilişkimizin başladığı dönemlerde başlamışlardı onlar da. Birçok açıdan ortak yön bulabildiğim, görüşmekten keyif aldığım bir çifttiler. Tekin de Emre'yle eski arkadaştı. İş yoğunlukları yüzünden artık eskisi gibi halı saha maçı yapamıyorlardı ama hala iyi anlaşıyorlardı.
Tekin ve ben, bu ilişkiyi aldatma gibi yüz kızartıcı bir sebeple bitirecek olsak, bugünlerde severek görüştüğüm kaç insanın hayatımdan çıkacağı düşüncesi incecik bir kağıt kesiği gibi yüreğimde sızladı.
Tekin'e, İzmir'den cuma öğleden sonra döneceğimi, havalimanından beni Seda'nın alacağı yalanını söyledim. Onun için uygundu,
"Sevindim buna. Ben biraz geç çıkacağım. Yemekte görüşürüz." dedi.
İki aydır uğramadığım evime girdiğimde kendimi bir garip hissettim. Sanki artık benim evim değilmiş gibi... Teknik olarak zaten artık sadece bana ait bir ev değildi. Ben yokken Tekin, Maltepe'deki evini kapatıp temelli olarak buraya yerleşmişti. Her yerde ona dair eşyaları görebiliyordum. Girişte terlikleri vardı. Mutfaktaki bulaşıklıkta üstünde I love Nice yazan en sevdiği kupası. Kişisel bilgisayarı salonda televizyonun yanındaki ünitede duruyordu. Kendi evinden getirdiği birkaç obje; gök kubbeyi omuzlarında taşıyan Atlas biblosu, üniversitelerde verdiği seminerlerden dolayı aldığı plaketler, klasik erkek ıvır zıvırları; kablolar, kulaklıklar vb. birkaç şey daha televizyon ünitesinin etrafına sıralanmıştı. Yine de klasik bir erkek evi gibi değildi, her şey yerli yerinde ve temizdi.
Seda'dan sonra boş kalan odayı giysi odası yapmasını şaşkınlıkla karşıladım. Telefonda konuştuğumuzda anlatmamıştı. Odaya girdiğimde daha da şaşırdım. Eskisinden daha çok takım elbisesi vardı ve hepsi koyudan açığa doğru bir renk skalasına uygun şekilde sıralanmıştı. Elimi kıyafetler arasında dolaştırdım. Yeni aldığı takımların üzerindeki marka etiketleri dikkatimi çekti. Oldukça pahalı kıyafetlerdi. Odanın bir kısmında benim kışlıklarım için de yer ayrılmıştı. Mont ve kabanlarımı tıpkı kendi kıyafetleri gibi özenle asmıştı. Ayakkabılar için de raflar yaptırmış, benimkiler ve onunkiler olarak ayırmıştı. Artık Tekin'e de ait olan bu evde, -bize ait bir giysi odamız vardı ve tıpkı bir müze kadar düzenliydi. Benim kendi başıma asla olamayacağım kadar düzenli. Evliymişiz gibi, diye düşündüm. Çoktan evlenmişiz de benim haberim yokmuş gibi.
Karışık duygular içerisinde olduğumdan yatak odasına girmemle çıkmam bir oldu. Tekin iki aydır burada uyuyordu ve bu gece ben de burada onunla uyuyacağım fikrine adapte olamıyordum. Hızlıca üstümü değiştirip eşofmanlarımı giydim. Kirlilerimi makineye atıp çalıştırdım. Evin ihtiyacı yoktu yine de camı pencereyi açıp havalandırmak istedim. Mutfağa geçtim. Yemek yapmak gerekiyordu. Fakat hiç içimden gelmiyordu. Dolabı karıştırdım yapılacak bir şey de yoktu zaten. Hem geldiğimi haber vermek hem de yemek için bir fikir almak amacıyla Tekin'i aradım.
"Hoşgeldin aşkım." diyerek açtı telefonu, ses tonu keyifliydi. "Evimizi nasıl buldun?" Evimizi.
"Giysi odasına çok şaşırdım. Hiç söylemedin."
"Sana sürpriz olmasını istedim."
"Oldu gerçekten."
"Beğendin mi?"
"Beğendim."
"Bir toplantıya girmek üzereyim. Acil bir şey yoksa akşam devam edelim?"
"Akşam yemek işini ne yapalım diye soracaktım."
"Sen onu dert etme. Dışarıda rezervasyon yaptırdım. Seni ne zamandır götürmek istediğim bir yer var."
"Tamam." dedim, canıma minnet edasında. "Kaç gibi gelirsin?"
"En geç sekizde gelirim seni almaya, yukarı çıkmam, direkt geçeriz. Olur mu?"
"Olur."
Tekin dediği saatte kapıdaydı. Açıklaması güç bir gerginlikle mavi BMW'nin kapısını açtım. Görüş açımı bir çift masmavi göz kapladı. İçim bir burkuldu önce, sonra heyecana büründü. Yüzümdeki sersem ifadeyi sevgiyle karşıladı. Kollarını açtı. Ebeveynine sığınan bir çocuk gibi kollarına sığındım. "Hoşgeldin." dedi, hiç sitemsiz sevgi dolu bir tınıyla, saçlarımın arasına doğru.
"Hoşbulduk." dedim, geri çekilirken. Ne kadar değiştiğimi görmek istercesine yüzüme, gözlerime, incelercesine baktığında nefesimi tutmuştum sanki. Sonra birden, zamanın akışını değiştirircesine, sıcacık güldü. Hala film yıldızları gibi gülüyor, gülerken adeta ışıldıyordu. O gülünce sen de onunla birlikte gülüyordun, bu kaçınılmazdı. Arabanın içinde yol aldığımız dakikalar süresince, buz buz hallerim çözüldü, açılan çeneme, tanıştığımız ilk günlerdeki gibi birbirimize karşı heyecanlı ve hevesli oluşumuza hayret ettim. Yanındayken her şey bambaşka oluyordu. En öncelikle ben bambaşka biri oluyordum. Sanki onu hiç aldatmamışçasına, hayatımda o varken bir başkasına aşık olmamışçasına, huzurlu... Başlangıç noktası, diye düşündüm. Yeniden başlangıç noktasındayız ve gelecek buradan başlayabilir.
Fakat o kadar kolay olmayacaktı.
Tekin'in beni götürdüğü restoran Kalamış'ta üç tarafı marinayı ve Boğaz'ı gören, oldukça bilindik bir yerdi. O beni buraya ilk kez getiriyordu. Onun için yeniydi ama benim için değildi. Ben buraya ilk kez ateşkes anlaşması yapmamızın ardından Rüzgar'la birlikte gelmiştim. Kapıdan içeri girişimi tüm karmaşık duygularıyla beraber hatırlıyordum. Attığım her adımda yaklaştığım o uzun boylu silüetin hayaletini yok saymak zorundaydım. Sanki orta yerimde sönmek bilmez bir yangın vardı ve ben bununla yaşamaya alışmak zorundaydım.
Bize ayrılan masaya otururken Tekin kabanımı çıkarmama yardım etti. Serbest kalan saçlarımı geriye attığımda büyülenmiş gibi tatlı bir edayla gözlerini kırptı. Elleri omuzlarımı okşadı.
"Seni o kadar çok özledim ki." diye sayıkladı.
Beceriksizce güldüm.
"Ben de seni."
Karşıma oturdu.
"Nasılsın?"
Yüzüme odaklanmış masmavi gözlerine bakarken derin bir iç çektim. Gözlerinin güzelliğini takdir etmemek elde değildi. Öyle maviydiler ki bana ne diyeceğimi unutturuyorlardı.
"İyiyim." dedim aşırı saçma bir tonlamayla. Güldü. Güldüm. "Daha iyiyim." dedim.
"Nasıl olabilir bilmiyorum ama son gördüğümden bile daha güzelsin Işık."
"Sen de öyle. Çok yakışıklısın."
Keyifli bir tavırla göz kırptı ve bizi bekleyen garsona içecek siparişlerimizi verdi.
"Benden önce gelmeni beklemiyordum."
"Bugün bu yakada işlerim vardı. Ne içersin?"
"Sen ne içiyorsun?"
"Beyaz şarap söyledim. Chablis sever misin?"
"Olur. Severim."
Tekin bir süredir anlatıyordu. Dalgındım ama dinliyordum. Ben de bir şeyler anlatmıştım, yazı ailemle beraber geçirdiğime dair yalan dolan şeyler.
"İşe geri dönmeyi düşünüyor musun?" diye sordu.
"Henüz net bir karar vermedim. Bir ay daha düşünme hakkım var, değil mi?"
"Teknik olarak var. Ama biliyorsun ki artık işe dönüp dönmemeni onaylabilecek kişi ben değilim."
"Kısa zamanda ne çok şey değişti."
"Ayanoğlu da çok değişti. Duyumlarıma göre yeni genel müdür pek sevilmiyormuş."
"Ben de öyle duydum bizimkilerden."
"Benim fikrimi sorarsan, dönmek istemiyorsan dönmek zorunda değilsin. Ayrılabilirsin."
"Bunu daha önce de söylemiştin. İstifa etmek değil düşüncem. En azından yeni bir iş bulmadan."
Düşünceli bir ifadeyle baktı. Aklından geçeni okur gibi oldum.
"Yeniden benimle çalışmayı düşünür müsün?"
Gözlerim protesto edercesine açıldı.
"Yapma Tekin. Bir defa geçtim ben o süreçten, gizlenmek çok yorucu. Aynı şeyleri bir daha yaşamak istemiyorum." İçimde bir ses, duyan da... diye mırıldandı. O sesi susturdum.
"Haklısın." dedi, tedirgin bir ifadeyle ellerine bakarak. "Benim de aklımda aynı şey vardı ama yine de sormak istedim."
"Sorun değil. Sormak zorunda bile değildin. Bunun için kendini kötü hissetme."
"Hayatımdaki kadın olmasaydın, seni kesinlikle şirketimde isterdim."
Yerimde huzursuz bir edayla kıpırdandım. Böyle şeyleri duymayı hiç ama hiç istemiyordum.
"Bunu söylemek zorunda da değildin." dedim gülerek.
"Doğru. Esas söylemek istediğime gelemiyorum bir türlü."
"Ne?" dedim anlamayarak. Aklını okuduğum anlar sona ermişti çünkü an itibariyle Tekin'in yüzündeki gergin ifadeyi asla okuyamıyordum.
Cesaret toplamak ister gibi derin bir nefes aldı. Sonra boğazını temizledi. Ona bakarken benim boğazım kurumuştu sanki önümdeki kadehe uzandım. O da beni kopyaladı ve kadehindeki şaraptan büyük bir yudum içti.
"Haklısın, her şey çok değişti Işık." diyerek söze girdi. Hayırdır inşallah, diye düşünürken istemdşı şekilde kaşlarımı çattım. "Neredeyse bir yıl kadar kısa zamanda hayatımız tümüyle değişti. Ben hep planlı adımlar attım hayatımda. İş hayatında bir gün bu konuma geleceğimi biliyordum, daha da büyük planlarım var, onları da gerçekleştireceğim, biliyorum. Kendimden emin olduğum bir konu bu. Kendimden emin olduğum bir başka konu daha var ki, o da seni ne kadar çok sevdiğim."
Masmavi bakışlar, kadehinden ayrılıp benimkilerle eşleşti. Derin bir nefes daha aldı.
"Üç buçuk yıldır birlikteyiz. Upuzun bir zaman." dedi. Kendisiyle birlikte beni de sakinleştirmek istercesine gülümsedi. Bense az önce mideme yumruk yemiş gibi kaskatı bir ifadeyle oturuyordum karşısında. Nasıl göründüğümü, ona nasıl baktığımı bile bilmiyordum ve düşünecek halde de değildim.
"Sen çekingen, içine kapanık bir genç kızdın, ben iş yerinden birinden hoşlanmaktan ölümüne kaçan biriyken sana tutulmuştum. Hayat insanı değiştirir. Sınırlarımız oldu, altını kalın çizgilerle çizdik. Hedefler koyduk kendimize, o hedeflere yürüdük. Birbirimizden güç aldık. Zor zamanlardan geçtik, birbirimize destek olduk, sabır gösterdik. İkimiz de değiştik ama birlikte değiştik Işık ve benim için hayatta bundan daha değerli bir şey yok."
Şimdi midemde taş gibi oturmuş bir yumruk vardı, sıkıştırdıkça sıkıştırıyordu. Bir düşünce denizine kapılmış sürükleniyordum. Zorlukla yutkundum.
"İleri doğru bir adım atmak istiyorum seninle, birlikteliğimize, hayatımıza dair." Birbirine kenetlediği elleri ayrıldı. Ellerinin nasıl titrediğini hayretle farkettim. Elini ceketinin cebine attı. Kırmızı kadife bir kutu çıkardı. Kutunun içindeki değerli taşın ışıltısı gözlerimi aldığında bir an için çok utanarak bakışlarımı ellerime eğdim ve o zaman kendi ellerimin de titrediğini farkettim. Kulaklarım uğulduyordu, yine de söylediğini duydum.
"Benimle evlenir misin?"
Ağır çekimde yaşanan bir andı. Yüzümde eğri büğrü olduğuna emin olduğum bir ifadeyle elimi uzattım. Tekin yüzüğü parmağıma takmaya çalışırken öylesine heyecanlıydı ki yüzüme bakmıyordu. Ağlamak istiyordum. Tekin sevindiğimi ve duygusallaştığımı sanacaktı. Oysa ben kahroluyordum. Tam şu anda benimle birlikte hayaller kuran bir başka adamın yıkılan hayallerini düşünmeye ve onu düşünerek ağlamaya hakkım yoktu, biliyordum. Çünkü buradaydım. Seni çok özlüyorum, yanına geleyim, yanıma gel diyen Rüzgar'a şehirde olduğumu bile söylememiştim. Tekin'in yanındaydım. Öyleyse ağlamayacaktım.
Tekin'in taktığı yüzük parmağımda ışıldar ve ışıltısıyla bana gerçeklik algısını tam anlamıyla unuttururken, duyulur duyulmaz bir sesle, "Evet." diye fısıldadım.
**************
Tekin'in henüz taze üye olduğu Kulüp, İstanbul kökenli olmakla birlikte ülkenin siyasi, bürokrat, bilim, sanat ve iş dünyasını sosyal etkinlikler çerçevesinde bir araya getiren, geçmişte hükümetler kurup hükümetler bozduğu iddia edilen yüksek nufüzlu bir yerdi. Üye olabilmek için talep edilen pek çok niteliğe sahip olmanız üye olmanıza yetmiyor, bir de üstüne en az iki asil üyenin referansını almanız gerekiyordu. Tekin'in referanslarından biri on yıldır kulübün başkanlığını yürüten Necip Buldanlı'nın ta kendisiydi ve yeni ünvanını kutlamak üzere verilen bu kokteyl daveti hem Kulübü gençleştirme amacına hizmet ediyor hem de Tekin'i devler ligine tanıtmayı hedefliyordu. Necip Buldanlı'nın Tekin'e verdiği değeri fiziksel olarak kanıtlayan bu etkinlik içerdiği uzun vadeli anlamlarla birlikte beni bile heyecanlandırırken, son birkaç saattir Tekin'in yüzünde sabitlenmiş gibi duran gergin gülümseme onun da ne denli heyecanlı olduğunu ele veriyordu.
Ulus sırtlarındaki yerleşkeden içeri birden çok güvenlik noktasından geçerek girdik. Yeşilliklerle çevrili tek şeritli bir yolu takip ederken sıra sıra tenis kortlarının önünden geçtik.
"Sen tenis oynamayı biliyor musun?" diye sordum şakacı bir tonda, gerginliği biraz kırılsın diye.
"Hayır ama sanırım öğrenmem gerekecek." dedi tabelaların işaret ettiği yönde merkez binaya doğru direksiyon kırarken. "Tenisi ve bilardoyu."
Anısızın önümüze çıkan şato misali büyük yapıya nutkum tutularak baktım. Arka fonda göz alabildiğine geniş bir Boğaz manzarası ayaklar altına seriliyordu. Girişte arabayı teslim ederken otoparktaki ultra lüks arabalara gözüm takıldı.
"Arabanı da değiştirmen gerekecek. Sanırım."
Normal zamanda olsa ironi yaptığımızı belirtmeye bile gerek duymadan sarfedeceğimiz bu tarz cümleler bulunduğumuz ortamda ağızlarımızdan dökülürken kulağa oldukça gerçekçi geliyordu. Boyu bilek hizasında biten, askılı, gri saten elbisemin herhangi bir yere takılmamasına dikkat ederek arabadan indim. Tekin, önceki gece yüzüğünü taktığı sağ elimi eline aldı. Kayarak açılan kapılardan içeri, yüksek tavanlı beyaz mermer salona el ele girdik. Kapalı salonu ve restoranda misafirlerini ağırlayan cam bahçeyi geçerken Tekin beni yönlendirdi.
"Buraya daha önce gelmişsin sen."
"Yaz başında bir iki kere geldim." diyerek onayladı.
Adımlarına eşlik ederken bilardo salonunun önünden geçtik, böylece tenis ve bilardoyu öğrenmem gerek derken ne demek istediğini anladım. En sonunda rengarenk yaz çiçekleriyle bezenmiş, daha ilk adımı atmamızla burnumuza dolan çiçek kokusuyla insanı büyüleyen yaz bahçesine adım attık. Kokteyl masaları etrafında öbeklenmiş, çoğunlukla erkeklerden oluşan şık misafirler sohbet ederek içkilerini yudumluyorlardı. Köşedeki platformda genç bir adam piyano çalıyor, hemen yanında genç bir kadın ona çellosuyla eşlik ediyordu.
"Hah Tekin de geldi." diyen sese doğru döndüm. Tanıdık kimseyi görmeyeceğimden emin olduğum bu yerde, bana saçma derecede tanıdık gelen yaşlı adamın yüzüne bakıp kaldım. Aynı ilginçlikle onun da bakışları benim üzerimde sabitlenmişti. Kır düşmüş koyu renk saçlar, bilge bir edayla bakan, alevini yitirmiş bakışlar, yaşına meydan okuyan dik bir duruş. Tekin bizi tanıştırmadan önce onun kim olduğunu anlamıştım.
"Necip Buldanlı. Nişanlım, Işık."
Elimin üstüne nazik bir öpücük kondurdu. Fakat inceleyici bakışları başka bir şey söylüyordu. Bu bakışları tanıyordum. Nedenini biliyordum.
"Memnun oldum." dedi insanın içini üşüten bir ifadeyle.
"Ben de." dedim, tavrını kopyalayarak.
Ve sonra başka insanlarla tanıştırıldım, başka başka insanların ellerini sıktım ama düşüncelerim Rüzgar'ın babasının hala sırtımda hissettiğim bakışlarında kaldı. Tekin, Rüzgar'ın Ankara'da bir toplantıya katılmak zorunda olduğu için gelemeyeceğini söylediğinden beri buraya kadar görece rahat gelmiştim. Gerçekten Ankara'da ya da değil, Rüzgar'ın mecbur kalmadıkça buraya adım atmayacağını biliyordum. Babasını görmek ise onu görmek gibiydi. Dakika bir gol bir üstümde soğuk duş etkisi yaratmıştı.
Birkaç masa ötemizde Turhan Bey vardı. Müdavimi olduğu viskisini yudumlarken hafif pembeye dönmüş yüzü gülüyordu. Kalabalıklar içerisinde onu yüksek sesle attığı şen kahkahalarından ayırd edebilirdiniz. Alkolün de etkisiyle beni gülerek, "Gel bakalım buraya kaçak." diyerek karşıladı. Tekin beni Turhan Bey'in masasına emanet edip henüz tanışmadığı kişilerle tanıştırılmak üzere yanımızdan ayrıldı.
Garsonun ikram ettiği tepsiden bir kadeh şampanya aldım ve iş hayatının hem çok dışında hem de bir o kadar içinde hissettiren bu garip ortamda bir süre etrafı gözlemledim. Günlük hayatta son derece ciddi görünümlü olan bu insanların sosyalleşme anlayışı gözle görülür bir sığlıktan ve çoktan çizilmiş sınırlardan ibaretti. Kimileri birbirlerini kabak gibi ortada olan menfaatleri doğrultusunda yağlayıp ballıyor, kimileri müstehzi gülüşler eşliğinde birbirine tatlı tatlı laf sokuyor, kimileri anlatılan orta yaş fıkralarına kahkahalar atıyor, kimileri daha fısıltı düzeyinde konuşmaları tercih ediyordu. Henüz yarım saat geçmeden, herhangi bir magazin habercisinin ağzını sulandıracak dedikodulara kulak misafiri olmuştum. Yarım saatin ardından ise duyduklarım benim için manasız uğultulara dönüşmüştü.
İşte bu yüzden, içlerine herkesi almıyorlar diye düşündüm. Tüm bu hesaplı samimiyete rağmen kendileri gibi olanı sahiplenen ve burada olanın burada kalması gerektiğini hissettiren bir korumacı bir havaları vardı.
İkinci kadeh şampanyamı bitirdiğimde başım hafifçe dönmeye başlamıştı. Kadehi elimden bıraktım. Kalabalık içerisinde dolaşırken üstüme dikilen bakışlardan rahatsız oldum. Dikkat çekmeden Tekin'i bulma çabalarım sonuçsuz kalınca manzarayı izlemek üzere ağaçların seyreldiği yöne doğru yürümeyi seçtim. Önüme arnavut kaldırımlarıyla döşenmiş taşlı bir yol çıktı, biraz daha yürüyünce büyükçe bir açık havuza ulaştım. Havuz, kısıtlı saatlerde kullanılıyor olmalıydı çünkü günün batmakta olduğu saatlerde yüzen veya güneşlenen kimse kalmamıştı. Birkaç görevli etraftaki dağınıklığı toparlıyordu. Mavi beyaz renklerden oluşan amblemli havluların doldurduğu kirli sepetinin yanından geçtim.
"Seni burada görmeyi beklemiyordum." diyen sese doğru arkamı döndüm.
Tufan Buldanlı, altın rengi saçları, buz gibi bakışları ve elinde biri içilmiş biri dolu olan iki pembe kadehle taşlık yoldan bana doğru geliyordu. Yüreğime bir ihtiamlin korkusu düştü.
"Ben de seni." diye mırıldandım. "Babanla tanıştım biraz önce. Orada değildin."
"Yeni geldim ben. Çok eğlenceli kokteylimizden sıkılıp havuza doğru yürüyen gri elbiseli kızın kim olduğunu merak ettim. Şaşırmam şaşırtıcı tabi aslında. Tekin'in kız arkadaşı olduğunu düşününce." Yüzünde ondan bekleyeceğim tarzda ne düşündüğünü asla anlayamayacağınız, ölçülü bir gülümseme vardı. Bir hata yapmışçasına hızla kendini düzeltti. "Pardon, nişanlısı."
Elindeki dolu kadehi bana doğru uzatırken, hiç beklemediğim bir şekilde uzanarak yanağıma belli belirsiz bir öpücük kondurdu.
"Hoş geldin Işık. Nasılsın?"
"Tufan," dedim sebeb-i gerginliğimi daha fazla içimde tutamayarak. "Rüzgar burada mı?"
Buz mavisi gözlerinde bir kıvılcım yanıp söndü.
"Değil." dedi. Ardından elini dostane bir tavırla sırtıma yasladı. "Bizi burada duyarlar. Gel, yürüyelim."
Bana öyle geliyordu ki o an, söylediğini yapmaktan başka şansım yoktu. Havuz kıyısı boyunca yürüdük. Ağaçların yeniden sıklaştığı bir yerde, göze hemen çarpmayan, konforlu bir balkon salıncağına yan yana oturduk.
Kadehi tutan elimi kucağımda diğer elimle birleştirmiştim. Parmağımdaki yüzük inanılmaz derecede parlıyordu. Bakışlarımı kucağımdan çektiğimde Tufan'ın da yüzüğe baktığını farkettim. Ardından bakışları benimkilerle eşleşti.
"Sen buradasın Işık. Rüzgar'ın burada olup olmamasını neden umursuyorsun?"
Abisiyle ilişkimi ne kadar bildiğini bilmiyordum, ona ne kadarını anlatabileceğimi de. Hepsi aynı bütünün parçasıydı ve beni bugün Tekin'in yüzüğünü parmağıma takma noktasına getiren süreç bilmediği takdirde ona da anlatamayacağım anlamna geliyordu.
Fakat onun yorum kabiliyetini de zekasını da küçümsememeliydim.
"Hala kararsızsın, bakışlarında görebiliyorum bunu. Bir savaş var içinde, bitmemiş o hala." derken sesinde şefkatli bir dokunuş vardı, kısa bir an için bana güvenilir biri olduğunu hissettirmişti. Fakat sonra kelime kelime değişen tınısıyla bir ilüzyondan ibaret bu algıyı aynı hızla yerle bir etti.
"Sana söyleyeceklerimi bir dost tavsiyesi olarak kabul et Işık. Onun duyguları, onun düşünceleri veya onun nişanlandığınızı öğrenince ne hissedeceği senin konun değil artık. Düne kadar kararsız olabilirdin ama dün, seçimini yaptığın anda sona erdi. Ve sen seçimini buraya Tekin'le el ele, parmağında bir yüzükle gelerek yaptın. Tekin'i tanıyan herkes abimi de tanıyor ve artık seni Tekin'in nişanlısı olarak tanıyorlar. Bu bilgiyi hafızalardan silemeyiz."
Yeni bir gerçekliğe açılmıştı gözlerim. Muhtemelen aynı yaşlarda olduğum bir insanın bana akıl öğretircesine yukarıdan bakan tavrının ardında dağlar gibi yükselen gerçeği görmezden gelmem mümkün değildi. Söylediklerinde haklıydı, biliyordum. Yine de hala tutunacak bir parça gururum vardı.
"Sorun şu ki, sen ve ben dost değiliz, Tufan. Kendini beğenmiş tavrını da tavsiyelerini de kendine sakla."
"Dost olup olmamamız söylediklerimin doğruluğunu değiştirmiyor. Bunu sen de biliyorsun."
"Ben sadece Rüzgar'ın üzülmesini istemiyorum."
Kaşları alayla havalandı.
"Ve kendini beğenen ben oluyorum. Rüzgar'ı düşünmek için biraz geç kaldın. Biliyor musun? Ben ikinizin de iyiliğini düşünüyorum. Gerçekten. Bunu kısa süreli bir ilişki, gelgeç bir gönül eğlencesi olarak görüp üstünü kapatmanızda hiçbir sakınca yok. İçine girdiğin insan topluluğu böyle sırlarla dolu. Cemiyet hayatına hoş geldin."
"Basit bir gönül eğlencesi değil bizimkisi."
"Ben öyle görüp üstünü kapatın dedim, yoksa değil tabi canım. Daha da kötüsü; bir zaaf. Rüzgar'ın sana hissettiği şeyi ne sanıyordun ki? Annesine benzettiği için düştüğü bir zaafsın sadece, aşk değil bu. Merak etme, kısa sürede toparlanacaktır. Sen de Tekin'le evleneceksin. Tekin'i ve itibarını önemsediğini biliyorum. Bırakalım öyle kalsın."
Rüzgar'ı ve itibarını da önemsiyordum.
Sözleri Tekin'in adımı seslenmesiyle sonlandı. Şayet Tekin nereye kaybolduğumu merak edip, izimi sürmeseydi ve Tufan'la bizi salıncakta oturur halde bulmasaydı da söyleyecek bir şey bulabileceğimden emin değildim.
Konuşmayı kusursuz şekilde sonlandırmıştı. Sadece konuşmanın değil hayatımda bir devrin de sonlandığının farkındaydım. İkimiz aynı anda ayaklandık.
Bugüne dek beni bir kez olsun Rüzgar'dan kıskanmayan Tekin, Tufan'la oturuyor olmamdan bariz bir şekilde rahatsız olmuştu. Tufan'a gönülsüz bir baş selamı verdi.
"Kaç dakikadır seni arıyorum." dedi bana dönerek.
"Ben de seni aradım, bulamayınca manzaraya karşı biraz yürüyeyim dedim."
"Ve ben de, nişanlına kulübümüzü tanıtarak eşlik etmek istedim." dedi Tufan yüzünü kaplayan o kendinden emin, tasasız gülümsemeyle birlikte. "Tanıştığımıza memnun oldum Işık." dedi kurnazlıkla ve sonra ikimize doğru, "Görüşürüz." dedikten sonra yanımızdan ayrıldı.
****************
Yol boyunca parmağımda bollaşan yüzüğü çevirip durmuş, bir kez çıkarmış ve sonra bunun kaçınılmazı ertelemekten başka bir işe yaramayacağını kabullenerek geri takmıştım.
Arabayı durdurdum. Kafamı eğerek camdan yukarı doğru, önümdeki upuzun binaya doğru baktım. Işıkları yanıyordu. Ve ben bir kez daha haber vermeden kapısındaydım. Çantama sokuşturduğum votka şişesini çıkardım. Votkadan nefret ederdim, sek votkadan daha çok nefret ettiğim şey ise çok azdı. Fakat votka etkisini çabuk gösteren bir içkiydi ve daha önemlisi nefeste koku bırakmıyordu. Gecenin sonunda büyük ihtimalle kusacak oluşumu düşünmüyordum çünkü onu düşünmek aynı zamanda gecenin sonunu düşünmek anlamına geliyordu. Gecenin sonu şu an için çok uzaktı.
Sitenin güvenlik görevlilerine selam vererek içeri girdim. Arayıp haber vermeye bile gerek duymamışlardı. Onlar için tanıdık bir simaydım. Asansöre binerken, göğüs kafesimi şişirip indiren sıkıntı dolu bir soluk koyverdim. Aynadaki görüntüme baktım. Bir çocukmuşum gibi avuçlarının arasına alıp sıkıştırmayı sevdiği yüzüm her zamanki gibi solgun görünmüyordu, hatta yanaklarıma tatlı bir pembelik yayılmıştı ama yine de bitkin görünüyordum. Gözlerimin altında uykusuzluğun en büyük kanıtı torbalar vardı. Şekli bozulmuş saçlarımı ellerimle düzelttim. Şimdiden bedenime belli belirsiz bir sersemlik yayılmaya başlamıştı. Aynadaki suretime dil çıkardım. İki kulak yaptım ve kendi kendime saçma bir tekerleme mırıldandım. Asansör uzay boşluğuna doğru yol alıyor olsa gerekti çünkü hala varamamamın başka bir açıklaması olamazdı.
Nihayet durdu. Kendime çekidüzen vererek aynadaki görüntüme son kez baktım. Seni seviyor, dedim kendi kendime. Nasıl görünürsen görün, sana bakarken gözleri parlıyor. Acaba ne zaman? Beni sevdiğini ilk kez ne zaman farketmişti?
Bir yerlerde ilişkilerin bitiş şekliyle akılda kaldığını okumuştum. Biz birbirimizin aklında nasıl kalacaktık? Kalbim stres, korku ve üzüntüyle harman olmuş güm güm atıyordu. Fakat damarlarımda hızla yayılan alkolün etkisiyle an be an rahatladığımı hissediyordum. Zaten bunu ayık kafayla gerçekleştirebilmemin imkanı yoktu.
Zili çaldım. Rüzgar kapıyı açtığı anda kendimi bile şaşırtan hızlı bir refleksle sağ elimi sol elimin altına gizledim. Bunu yapmamın neyi değiştirdiğini bilmiyordum ama yapıvermiştim işte. Bize birkaç dakika kazandırmıştı belki de. Birdenbire yüzüğü gözüne sokmak görgüsüzlüktü, değil mi?
Ah şu aptal yüzüğü buraya gelmeden önce parmağımdan çıkarıp atsaydım keşke.
"Işık!" dedi gözleri gözlerimde. İçim büyüdü, patlarcasına büyüdü hem de. Bu kadar yakışıklı olması kanunlara aykırıydı, yasa dışıydı.
"Müsait miydin?" dedim yıkık dökük bir gülümseme eşliğinde. "Habersiz geldim."
Tarih 10 Ağustos. Rüzgar'ın kutlamaktan nefret ettiği doğum günü.
Özellikle bugünü seçmiş değildim. Ona bugün gelmemin sebebi, çok kısa zaman sonra öğreneceği gerçeği benden öğrenmesini istememdi.
"Hoş geldin." dedi.
Beni kollarının arasına çekmekte bir an bile kaybetmemişti. Ayların özlemiyle yanıp tutuşmuşken saçlarım yüzüne, tenim tenine karıştı. Herkesin dünyada ait olduğunu hissettiği bir yer olmalıydı, bir şehir, bir ev, bir kalp. Benimki tam olarak burasıydı, Rüzgar'ın kollarının arasıydı. Birbirine aşık insanların kalpleri birbiriyle aynı senkronda atarmış, eriyip birbirimize karıştığımız bu anda kalbinin nasıl attığını duyabiliyordum. Benimkiyle bir atıyordu. Bir zaman sonra benim kalbim mi atan onunki mi karıştırır olmuştum. Ürkerek geri çekildim. Kısa süreliğine ona sarılmak için birbirinden ayırdığım ellerimi yeniden yüzüğü gizler şekilde birleştirdim. O da geri çekildi.
Evin içine doğru birkaç adım attım. Kapıyı arkamdan kapattı. Omzumun üstünden geriye doğru baktığımda, bakışlarını üstümde buldum.
"İyi misin sen?"
"Evet. Yoldan yeni geldim. Biraz sersem gibiyim."
Anladım dercesine kafasını salladı.
"Aç mısın peki?"
Bilmem dercesine omuz silktim.
Daha fazla sabredemiyormuş gibi hızlı adımlarla bana doğru geldi. Arkamdan yaklaştı. Kollarını belime doladı. Güzel başını boynuma gömdü. Öpücüklerinin etkisiyle içim çekilirken dizlerimin üzerinde çok zor duruyordum. Çok özlemiştim, çok özlemiştim, ah. Sol elimi geriye doğru uzatarak saçlarını avcumun arasına aldım. Elinin çevik bir hamlesiyle beni kendine doğru çevirdi. Soluksuz soluklarım bir oksijen kaynağı bulmuşçasına kavuştuğum dudaklarında yatıştı. Sırtımı duvara yaslamıştı. Tüm bedenim alev almış yanıyordu. Ondan olabildiğince uzakta tutmaya çalıştığım sağ elim soğuk duvardaydı. Sanki duvara yapışmamı sağlayan bir vantuzmuşçasına elimi duvara sıkı sıkı bastırıyordum. Rüzgar'ın dudakları tenimde gezinirken bendeki telaşın farkında değildi. Bedenimle temas halindeki bedeni ondaki telaşı da açıkça dışavuruyordu. Her şeyi unut dedim bir an, sadece bir an, heyecandan beynim, bedenim, tüm varlığım uyuşuyordu. Birbirimizi çok özlemiştik, bu bütünleşmeye ihtiyacımız vardı.
Fakat yapamazdım. Kendime bile değil, bunu ona yapamazdım. Bu bir veda yerine geçmeyecekti çünkü, onunla sevişmek onu sevmek demek, ona onun olduğumu itiraf etmek demekti. Sadece bir iki saat sonra hayatından temelli olarak gideceğimi bildiğim halde onunla sevişirsem sadece kendi ilkel dürtülerimi tatmin etmiş olacaktım ve bu ona kendini küçük düşmüş hissettirmekten başka işe yaramayacaktı.
"Rüzgar." diye inledim bünyemde kalan son bir irade kırıntısına tutunarak. "Dur. Dur. Lütfen, dur."
Birbirine karışmış saçları, parıldayan gözleri ve yüzünde kafası karışmış bir ifadeyle yüzüme baktı. Şimdiden şişmiş dudaklarını öpmeye devam etmemek için gözlerimi yumdum sıkı sıkı. Bakma, ona, bakma ona, bakma.
Lanet alkolün insana cesaret verdiği kadar, iradeyi sıfırlayan bir yönü de vardı.
"Yapamayız." diye mırıldandım zor bela. Kaşlarını çattı. "Reglliyim." dedim. Kaşlarını çatmaktan vazgeçti. Güzel yüzüne gülümseyen bir ifade yerleşirken boynuma son bir öpücük kondurdu. Her şeye lanet edip, kendimi kollarına bırakma isteğime bir kez daha direnerek yutkundum.
"Biraz daha oynaşsaydık şurada kapıda, ne olurdu yani?" diye söylendi tatlı tatlı. "Ölüyordum özleminden. Ve sen buradasın, doğum günümde." Dudağımdan öptü minicik. "En güzel hediyem."
Kalbim daha o anda yarıldı.
"Beni çok seviyorsun." diye mırıldandım. Keyif dolu güldü.
"Şüphen mi vardı?"
Başka zaman olsa onun gülüşüyle gülmemek imkansızdı. Oysa şimdi midem yerinden sökülüyormuşçasına ağrıyarak bakıyordum yüzüne.
"Hadi mutfağa geçelim bari. Ben yemek yemek üzereydim."
"İyi, birlikte yeriz."
Mutfaktaki masada oturmuş yemeği tabaklara servis eden Rüzgar'ı izliyordum. Uzun boyuyla, fit vücuduna oturan tişörtüyle, her daim düşük belli giydiği eşofmanıyla, gür saçlarıyla, güzel suratıyla hemcinslerini kıskandıracak kadar kusursuz bir erkekti. Ellerim masanın altında, dizlerimin üstünde duruyordu. Henüz farketmemişti. Kendi kafasındaki düşüncelerle fazlasıyla meşgul görünüyordu. En sonunda birasını alıp karşıma oturdu. Bana da ister miyim diye sordu, yeterince içmiştim, istemedim. Önümdeki tabaktakileri bile yemeyecektim.
"Çok düşündüm Işık. Hep seni düşündüm. Gittiğin günden beri senden başka bir şey düşünemiyorum ki zaten. Sensiz bir hayatım hiç olmamış sanki benim. Her gün geri dönmeni bekledim. Senin kendini rahat hissedebileceğin koşullar yaratmak istedim. Bizim için, özgür olabilmemiz için planlar yaptım, durdum. Burada böyle devam edemeyiz, biliyorum. Ben de seni buna mahkum etmek istemiyorum. Nice'te bir evim var, zaten biliyorsun. Düzenli yürüyen işlerim var. Hem zaten ben, alışamadım bu şehre, sevemedim hiçbir zaman. Siktir olup gidelim buralardan. Yeni bir başlangıç yapmamız mümkün. İnan bana. Yeter ki bana güven. Seni hayal kırıklığına uğrattığım her bir an için köpek gibi pişmanım. Ama benden bir kez daha gitme. Seni onunla tek bir gün daha paylaşmak istemiyorum. Lütfen buradan çıkıp da onun yanına gideceğini söyleme. Özellikle de bu gece. Hiç bir yere bırakmam seni."
Gözlerimi tabağıma eğdim.
"Sorun sana güvenmem değil Rüzgar. En büyük sorun hiçbir zaman bu değildi."
"En büyük sorun O... biliyorum. O'nun hayalkırıklığına uğrayacağını düşünmek beni de kahrediyor ama hiçbir şey seni kaybettiğimi düşünmek kadar kahretmiyor. Bir an bile aklıma getirmek istemiyorum artık bunu."
"Rüzgar..." dedim yalvarırcasına. "Böyle söyleme ne olur. Herkes herkessiz yaşar. Ben o kadar eşsiz biri değilim."
İkna edilmeye mi ihtiyaç duyduğumu yoksa başka bir şey mi söylemeye çalıştığımı anlamaya çalışırken kafasını hafifçe yana eğdi.
"Benim için öylesin." dedi.
"Böyle söyleme." dedim sanki kurabildiğim tek cümle buymuş gibi çünkü konuşamayacak kadar paramparça hissediyordum.
"Ne duymak istiyorsun Işık?"
Bunu kolaylaştırmanın bir yolu yoktu. Konuşmak zorundaydım. Ona anlatmak zorundaydım.
"Bensiz de mutlu olabileceğini, yeniden sevebileceğini. Seni daha çok hak eden ve gözlerinin içine baktığında sana en yakın arkadaşına ettiğin ihaneti, kaybettiklerini hatırlatmayacak birini."
"Neyi kaybediyormuşum? Ben sana baktığımda öyle bir şey görmüyorum."
"Çünkü bugün hala savaşıyoruz, hala kaybetmekten korktuğun yerdeyim. Bir gün bu korku geçtiğinde, kaybedecek bir şey kalmadığında bu aşkın alevleri sönecek ve biz birbirimizin gözlerinde sadece en yakınına ihanet eden o iki kişiyi göreceğiz. Tekin'in kırık kalbi bizi terketmeyecek Rüzgar aksine bir hayalet gibi aramıza yerleşecek, günden güne bizi tüketecek, günden güne bizi birbirimizden uzağa savuracak."
"Yanılıyorsun."
"Yanılmıyorum ve sözlerimin sağlamasını yaşayarak görmek istemiyorum. Sana bunu yapamam, bu iyilik değil bizim birbirimize yapacağımız en büyük kötülük olur. Sana hep kendi açımdan anlattım ama olacakları bir kez de senin açından anlatayım: En başta en yakın arkadaşını kaybedeceksin, sana en kötü gününde kapısını açan insanı. Diğer arkadaşların da sana sırt çevirecekler. İtibarın iki paralık olacak. Ben o çevreye girdim, o insanları gördüm. Neler neler söyleyecekler arkandan? Söyleyeyim mi zaten hepsini biliyorsun."
"Evleneceğiz biz Işık. Sikerim itibarını da söyleyeceklerini de. Hem gideceğiz diyorum, burada ne dedikleri umrumda mı sanıyorsun? Senden başka hiç kimse, hiçbir şey umrumda değil benim. Ben gemileri yaktım anla bunu artık. Aşık olduk biz. Affedilmez günah değil ki bu."
Ah.
Şimdi şurada ölsem ve bu azaptan kurtulsam.
Onun güzel yüzüne mutsuzluk düşürmektense hiç var olmamış olsam.
Hiç yaşamamış olsak.
Biz diye bir şey hiç olmamış olsa.
Mutlu olur muyduk birbirimizi tanımamış olsak? Ne kadar yaşanılır olurdu hayatlarımız? Annesine benzeyen bu kız da onu, tıpkı annesi gibi bırakıp gitmiyor olsaydı keşke. Çok üzgünüm Rüzgar. Ama bir karar verdim, kararımdan dönemem, seninle evlenemem.
"Bir şansımız varsa bir başka ömürde belki. Bunda değil sevgilim." dedim.
Yüzündeki ifade çarpıldı. Sol elimi uzatıp yüzüne dokunmak istedim. Elimin dokunuşundan sıyrıldı.
"Ne diyorsun sen? Ne? Ne demek bütün bunlar?"
Dizimin üstünden kaldırdığım sağ elimi yavaşça, yüzüğü görebileceği şekilde masanın üzerine koydum ve ona doğru uzattım.
Bir an boş bakışlarla baktı. Anlam veremedi. Gördüğü sadece bir parça parlak taştı. Hiçbir şey gözlerinde parlayan elmaslardan daha güzel olamazdı. Özel bir adamdı. Her şeyiyle özel. Ve çok da güzel bir kalbi vardı. Fakat bana ait değildi, benim olamazdı.
Anladı apansız ve kahreden bir ifade yayıldı yüzüne. Gülmeye de dehşete düşmeye de eşit oranda benzeyen o ifadeyle bana baktı. Bir şey söylememi, açıklamamı bekliyordu. Benimse gözlerimden yaşlar süzülmeye başlamıştı.
"Kabul ettin mi?" diye sordu, ağzı düz bir çizgi halini almış, çene kasları seğiriyordu.
"Rüzgar..."
"Ettin, değil mi?"
"Çok üzgünüm." dedim yaşlar çenemden aşağı akıp giderken.
Hayal kırıklığı ve hayret vardı yüzünde.
"Bense burada oturmuş sana neler anlatıyorum. Sen kararını vermişsin çoktan. Teşekkür ederim hayallerimi masal gibi dinlediğin ve ne biçim saçmaladığımı yüzüme vurmadığın için!"
"Özür dilerim."
Hala inanamıyordu, hala şaka yaptığımı söylememi istercesine, sorgulayarak bakıyordu. Bense söylemiyordum. Zihnini kuşatan karmaşayı, fırtına gibi yağan düşünceleri görür gibiydim. Gerçekten Tekin'le evlenmeyi kabul ettiğime kendini inandırmaya çalışıyordu.
İnanamadı belki de ama kabullenmesi gerekenin bu olduğunu sonunda anladı. Ne büyük bir hata bu dercesine, usul usul kafasını iki yana salladı.
"Özür dileme Işık." dedi. "Beni hiç seçmedin ki sen. Aylarca onunla konuşamayışından, en sonunda kaçıp gidişinden anlamam gerekirdi. Ağlamayı da kes lütfen. Ağlamana dayanamıyorum, biliyorsun." Sesinin tonu sona doğru döküldü, kırıldı.
"Rüzgar... ben çok üzgünüm." dediğim an masadan kalktı. Bana arkasını döndü, mutfak tezgahına doğru eğilerek dirseklerini tezgaha dayadı. Sanki kusmak istiyormuş gibi. Sanki her şeyi içinden böylelikle atabilirmiş gibi. Sonra bir anda derin bir iç çekiş ile saçlarından geçirdiği ellerini yüzüne kapadı.
Ağlıyor muydu?
Ağlamamalıydı.
Ağlamamalıydı.
Adını seslendim. Tepki vermedi. Bir daha seslendim. Sanırım ses tellerimi titreştiren hava partikülleri boşlukta yayılma özelliğini yitirmişlerdi, daha bir güçle seslendim. Avuç içlerini gözlerine bastırdı. Bana döndüğünde kıpkırmızı olmuş bir çift göz pınarında öbeklenen yaşları gördüm. Eserinle gurur duy Işık, dedim kendi kendime. İşte, ona verebileceğin her şey bir arada; acı, keder, gözyaşı.
Yerimden kalktım. Ona doğru sarsak bir adım attım. Ne amaçlıyordum bilmiyordum, olanı geriye alamazdım. Bu saatten sonra karar değiştirecek halim de yoktu. Tek istediğim ona sarılmak ve ona verdiğim acıyı tümüyle söküp almaktı.
Yaklaştığım anda geriye çekildi ve dur dercesine elini kaldırdı. Ne denli savunmasız ve ne denli yaralı olursa olsun karşımdaydı. Dimdik ayaktaydı.
"Uzatmayalım." dedi zorlukla, boğazına takılan bir düğümü yutkunurcasına. Buruştu yüzü. "Eninde sonunda birimiz seni kaybedecekti. Sadece o kişi olacağımı düşünmüyordum."
Gözlerimden nehirler boşalıyordu adeta ve bana ağlama demiyordu artık çünkü kendisi de ağlıyordu. Ve ben onun, benim gözyaşlarımı gördüğünde canının yandığını söylerken ne hissettiğini tam olarak anlıyordum.
Sarılamazdım belki ama hiç değilse yaşlarını silmeliydim. Bir adım daha attım ve o benden bir adım daha uzaklaştı. Kafasını iki yana salladığında güzel yüzü inatçı bir çocuk gibi katılaşmıştı.
O an onu terkeden bir kadın uğruna ağlayanın yetişkin bir adam değil, içindeki çocuk olduğunu anladığım andı.
"Bunu kolaylaştırmamızın yolu yok Işık. Gitsen iyi olur." dediğinde onun için yapabileceğim en doğru şeyin gitmek olduğunu anlayarak arkamı döndüm, sokak kapısına doğru yürüdüm ve dünyada ait olduğumu hissettiğim o yeri hızlı adımlarla terkettim.
*******************
Tarık'ların kır düğününde hepimiz son kez bir aradaydık. Tarık, Tekin, Semih, Eren ve Rüzgar. Üniversitenin ilk yılından beri birbirinden ayrılmayan beş genç adam bugün artık otuzlarına merdiven dayamışken siyah smokinlerinin içinde, içlerinden birini daha evlendirmenin coşkusuyla bir aradaydılar. Önce Semih, şimdi Tarık. Sırada Tekin ve Eren. Bir de her zaman onlardan farklı olan ama en sevilen, Rüzgar...
Herkes onun gitme kararına sitem ediyordu. Neden, diye konuşuluyordu düğünde ara ara. Tekin en yakın arkadaşının bir kez daha çekip gitme kararına en çok isyan eden kişiyse de kendince bir açıklaması vardı. Anlıyordu.
"Babası çok bunalttı." diyordu, "Bir türlü alışamadı."
Bir gün yeniden döneceğine inananlar vardı. Bense dönmeyeceğini biliyordum. Düğün boyunca yüzüne bakacak cesareti bulamadım. Hiç göz göze gelmedik, nasıl becerebildiysek toplu ortamlarda bile birbirimize yakın durmadık. Fotoğraf çekimlerinde benimle aynı poza girmekten kaçınmasını, özellikle benden uzak durmasını bir türlü yenemediğim fakat bir o kadar da hakkım olmadığını bildiğim bir acıyla takip ettim. Sevdiğim insanların mutluluk dolu düğününde, ufacık bir umut kırıntısı bile olmayan yüreğimle bir bütün halinde ağır bir taş gibi yerimde otururken, biraz bile mutlu değildim ama bütün gece arkadaşlık görevimi yerine getirerek onlara eşlik ettim. Tarık ve Elif birlikte geçirecekleri bir ömüre evet derken, içimdeki acıyı kusarcasına ağladım, ağladım. Tekin duygulandığımı düşünerek yüzünde kocaman bir gülümsemeyle kolunu omzuma attı. "Valla ne yalan söyleyeyim, ben de biraz buruklaştım." dedi. Zorlukla yutkundum gözyaşlarımı.
Rüzgar'ın, geç saatteki uçağına yetişebilmek üzere düğünün sonuna kalmadan ayrılması gerekiyordu.
Başladığımız gibi bitiriyorduk. Birbirimizi ilk gördüğümüz gün, asansörden inerken ona çarptığım için kırılan telefonu yüzünden nasıl da öfkelenmişti. O keskin bakışlara çarptığım ilk anı ve ateşe değmiş gibi kaçışımı daha dün gibi hatırlıyordum. Onun bana o soğuk gelen ve aşağılayan tavrı kalbimi buza çevirmişti. Oldukça uzun zaman devam eden bu halinin, yüzümde gördüğü bir benzerlikten ve çocukluk travmalarından kaynaklandığını anlamam oldukça uzun sürmüştü. Bir ateşti o ve ben uzun zaman kaçtığım o ateşe sonunda bile isteye teslim olmuştum. O ateşte yanmış, o ateşte küllerimden doğmuştum. O ateş artık yoktu. Vedalaşmamızdaki baştansavar, soğuk hali yüzünden yeniden buz kesiyor, titriyordu yüreğim.
Diğerleri birer ikişer düğüne dönerken, Rüzgar bizim de gitmemiz için ısrar ediyordu fakat Tekin ve ben otoparka kadar onunla birlikte yürümeyi sürdürdük. Her zaman böyleydi, Tekin hep vardı. İronik olan tarafı da buydu; Tekin olmasa biz zaten tanışmayacaktık. Tekin hala ortamızda duruyordu ve bu esnada biz birbirimizin gözlerine bile bakamıyorduk. Uzaktan biri "Tekin!" diye seslendi. Eski okul arkadaşlarından fazla tanımadığım biriydi, hızlı adımlarla yanımıza geldi. "Abi, mavi BMW senindi, değil mi? Bizim ufaklık durmuyormuş, acil eve dönmemiz lazım. Senin arabayı çeksene, bizimki senin arabanın arkasında kalmış."
"Tamam, hemen geliyorum." diyen Tekin, Rüzgar'a döndü ve sırt yumruklamalı, kucak dolusu bir vedalaşma oldu. "Güle güle git kardeşim."
"Hoşçakal."
Ve sonra sadece ikimiz kaldık. Otopark sakin bir yerdi, etrafımızdan geçen az sayıda insan vardı ama hiçbiri bizi tanımıyorlardı. Rüzgar'ın ısrarla kaçırdığı gözleri, nihayet gözlerimi buldu. İşte kalbim, dedim gözlerinin içine bakarak, onu da götürüyorsun yanında, lütfen ona iyi bak...
Ve yaşlar bir kez daha dökülmeye başladı. Hızla gözlerimi sildim. Şu an ağlamam o kadar saçmaydı ki, zaten günlerdir ağlamaktan başka bir şey yapmıyordum. Ona güle güle git demem gerekiyordu ama diyemiyordum. Çünkü ne o güle güle gidiyordu ne de ben hoşçakalıyordum. Gözleri gözlerimi okurken, anlayışlı bir ifade belirdi yüzünde. Yapraktan bile kıpırtısız bir Rüzgar duruyordu karşımda. Derin bir sessizlik oldu, işte o anda kalbinin tıpkı benimki gibi, deli gibi attığını duydum. İnsanın içini titreten bir nefes aldı, aramızdaki mesafe usulca kapandı. Elleri yanaklarıma uzandı, gözlerimden akan yaşları sildi. Dokunuşunu ve bana ne hissettirdiğini aklıma kazımak istercesine gözlerimi yumdum. Alnıma minik bir öpücük kondurdu. Dudakları ve elleri uzaklaştığında gözlerimi açtım.
Gitmemesi için ayaklarına kapansa mıydım? Yalvarsa mıydım?
Kalır mıydı?
Sadece daha çok ağladım.
Arkasını döndü. Birkaç adım attı.
"Rüzgar!" diye seslendim, adeta son canımla.
Durdu. Fakat bana dönmedi. Aramızdaki sessizliği benim hıçkırıklarım doldurdu. Yine de arkasını dönmedi.
"Ağlama Işık." dedi. Belki de son kez. "Ağlamana dayanamıyorum, biliyorsun."
Ellerini gözlerine bastırırken yıkılışını gözlerimle görmedim, sadece duydum. Ve sonra yürüyüp gitti.
BİRİNCİ KİTABIN SONU
Selamlar.
Bu gece küçük bir bölüm daha yayınlayacağım, Rüzgar'ın gözünden yazılmış. Kapanış bölümü olacak ve Işık'ın Rüzgar'a sormak yerine kendine sorduğu (?) :) bir sorunun cevabını içerecek.
Sonra da, bakacağız artık ikinci kitaba doğru yelkenler fora...
Yorumlarınızı çok seviyorum.
Biliyorsunuz.
Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top