don't be so pretentious
13.04.2019
onu üçüncü kez fark edişimin bu kadar aptalca hissettireceğini kim bilebilirdi ki?
bu tam da şöyle bir şeydi; sanki ben ona onu sonsuza dek seveceğimi söylerken, bir anda kansere yakalanmam ve aniden sonsuza dek ayrılmamız gibiydi.
hiç kimsenin tahmin edemeyeceği kadar karmaşık ama bir o kadar da basitti bizim ilişkimiz.
ortak arkadaş sendromu.
ve o.
bu hikayedeki ben, bütün bunları eskiden şarkı sözlerini not aldığı kahverengi kaplamalı defteri şimdilerde günlük olarak kullanan bir arkadaştan farksızdım.
arkadaş A.
işte bu birçok hikayede var olduğu gibi, bizim hikayemizde de sadece var olan bir arkadaştı.
ama ne tesadüfse, sadece arkadaş A olması gereken arkadaş A, arkadaş A değil, bendim.
arkadaş T.
onu üçüncü fark edişimde matematik dersindeydik ve ani bir kararla hoca, "kendinizi ders çalışmak için nasıl motive ediyorsunuz?" diye sormuştu.
ben her zamanki gibi alttan alttan bana bakanları umursamadan defterime bir şeyler karalıyordum ve o esnada onun sesini duymuştum.
tam olarak şöyle demişti sanırım;
"bu gerizekalılar yaptıysa, ben de yaparım."
ve daha sonra sınıfımızdaki ilkokul süt bebesi, fakat çüküne sahip çıkamadığı için sürekli olay konusu olan Yuujin, "sen kime gerizekalı diyorsun ulan yarrak!" diyerek kükremiş ve onun üzerine atlamıştı.
böylece sakin geçen matematik derslerimiz bir Nicki Minaj konserine dönmüştü.
o karmaşada herkesin fırsattan istifade birbiriyle yiyiştiği ya da birbirini ölümüne dövdüğü kalabalığın arasından sıyrılarak sınıfın çıkış kapısına doğru ilerliyordum.
her şey yolundaydı.
ben her zamanki gibi hiçbir şeye karışmayacak ve defterimi aldığım gibi aradan sıyrılarak, okulun arka bahçesindeki çınar ağacının altına gidecektim. orada billie'ni dinlerken şarkı sözleri yazacak ve yarım bir şarkını tamamlayamayarak tekrardan sınıfa dönecektim. bütün bunları yaptığım zaman dilimindeyse kavga dinecek ve benden başka herkes müdürün odasına şutlanacaktı.
ama kim bilebilirdi ki, ben burada fasulye kızın rüyasının hayallerini kurarken, o fasulyeni bir tavuğun yiyeceğini?
her şey düşündüğüm gibi ilerleyebilirdi.
her şey yolunda olabilirdi.
ama olmamıştı.
tam sınıftan çıkacağım sırada elimi birisinin tutmasıyla duraksadım. elimi tutan kişiye bakmama kalmadan sınıfın kapısını gürültüyle açmış ve beni de peşinde sürükleyerek boş koridor boyu koşmaya başlamıştı.
ve böylelikle her şey yolunda olmaktan çıkmıştı.
arkamızdan Yuujin ve tayfası koşarken, rastgele merdivenlerden inip, rasgele koridorlara dalıyorduk.
elimi tutan eli her adımımızda mümkünmüş gibi daha da sıkılaşıyordu. korkuyor gibi bir enerjisi vardı ama bunu belli etmeden kocaman gülümsüyordu.
az önce sadece onun dövüleceği bu karmaşaya bir anda beni de dahil ettiği için ona küfretmek istedim. ve yaptım da.
"siktir."
koşarken kafasını benden tarafa çevirdi ve koşmayı durdurmadan daha genişçe gülümsedi.
sonunda okulun eski blokundaki koridora vardığımızda elimi bıraktı ve basketbol takımının dolaplarına yaslanarak koştuğu için kesilen nefeslerini düzene sokmaya çalıştı.
ben de ondan farklı değildim. ellerimi dizlerime yaslayarak soluklanmaya başlamıştım ki, aniden arkamdan gelen gürültüyle kafamı kaldırıp ona baktım.
yaslandığı dolaptan endişeli bir şekilde bana bakıyordu.
yakalanmıştık.
ve o an, ona bakarken, içimde bir şeylerin var olduğunu hissettim. bunu sadece sen anlayabilirdin jungkook, ama ben bir tek sana söyleyemezdim.
sonra ne mi oldu?
şu an huzurlu bir şekilde çınar ağacının altında oturarak şarkı dinlemem gerekirken, insanların uğramadığı eski koridorda jungkook'la birlikte eşşekler gibi dövüldük.
saçmalamayın lütfen. ne de olsa sadece on yedi yaşındaydık ve biz kas yığını değildik. sekiz kişiye karşı şansımız sıfırdı. bu yüzden bir hafta onu göremedim. çünkü hastanede kırıklarımı tedavi ettiriyordum.
işte onunla üçüncü karşılaşmamızda bana attığı kazık, benden bir sürü kemiğimi almıştı.
hatırlıyorum da kırk beş dakikalık bir dayak yeme serüveninden sonra ikimizde yerde uzanmış acıyla sızlanıyorduk. ayağa kalkmak için gücümüz yoktu ve tam on bir saat sonra buraya gelecek olan o temizlikçi kadını bekliyorduk.
"hayatımda bir sürü aptal gördüm ama," diye fısıldadım acıyla. "tacı sana veriyorum."
bunu duyduğunda gülmüştü. güldüğü gibi ağzındaki kanları yere kusmuştu tabii.
"bu benim için bir onurdur." demişti alayla.
sonra birbirimize bakmıştık ve ne olduysa aniden gülmeye başlamıştık.
o gün, aptallık tacını ona devrettiğim o çocuk bana hayatımı değiştirecek bir şeyi fark ettirmişti, dövülerek.
eğer elimi tutmasaydı ve beni de koşarken peşinden sürüklemeseydi, bunu günlüğüme yazamayacak ve ileride bu anıları okuyarak gülümseyemeyecektim.
anıları korumak önemliydi.
yaşadığın her şeyi son kez yaşıyormuşsun gibi, yaşamalıydın.
çünkü gerçekten bu sonuncu kez yaşayışın olabilirdi.
işte bu, jeon jungkook'un bana öğrettiği ilk tecrübeydi. öğretme tarzını pek sevmesem de, onu sevmiştim.
Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top