⚘ Lilium Kokusu | 2/2
-2- / 2
Şalına sarınarak dalgınca telefondaki arkadaşını dinlerken aklı da kalbi de karmakarışıktı. Dizginleyemediği düşünceleriyle başı dertteydi. Kocasının bir sorunu olduğunu düşünmeksizin direkt hayatında başka bir kadının varlığından şüphelenmesi ilişkilerinin ne kadar vahim bir boyuta taşındığını yeterince gösteriyordu. Arkadaşı Sevil'in yeni cemiyet dedikodularını nefes almaksızın anlatması genç kadını yeterince boğmuştu. Derin bir nefes aldı ve kadının sözünü kesti. "Sevil, ben seni sonra arayayım mı?"
"Olur, tabi de... Ne oldu?"
"Ben çok önemli bir şeyi yapmayı unutmuşum. Kusura bakma, sonra arayacağım ben seni." Telefonu kapattığı büyük bir dertten kurtulmuş gibi Allah'a şükretti. Birdenbire "Acaba ona haksızlık mı ediyorum?" sorusu belirdi aklında. Belki de Çağrı ilk günkü gibiydi, hiç değişmemişti. Sadece bunalmıştı. Sıkılmıştı bu durumdan ve nefes almak istemiş, kendisinden biraz olsun uzaklaşmıştı. Ama asla aldatmamıştı. Kim bilir... Fakat bu ya çok iyimser bir ihtimalse? Ya aldatılan diğer kadınlar gibi farkında olmadan işi deliliğe vurmayı öğrenmişse? İlişkileri saygısız bir boyuta ulaşsın istemese de bu yönde gidiyordu işte. Simge çok düşündü. bir çözüm, bir çıkış yolu bulmaya çalışıyordu ama bulamıyordu. Kocasının ondan uzaklaşması ve eskisi gibi olamamaları... Bunlar çok ciddi sorunlardı ve nedenini bilmediği için bu sorunun çözümünü de bulamıyordu. Belki de uzaklarda aramasına gerek yoktu, sorunun sebebi çok basitti; çocukları olmuyordu! Bundan daha büyük bir sebep arayışına girmesi bile saçmaydı. Her erkek baba olmak isterdi, bu onun en doğal hakkıydı. Onu baba, kendisini de anne yapamadığı için hep suçluluk duyuyordu kadın. Belki bu yüzden sürekli mantıksız şeyler yapıyordu.
Son aramalarda Çağrı'nın adını bulup arama tuşuna bastığında saniyeler içinde yine aynı ses ulaşmıştı kulaklarına. Meşgul... İsyankâr bir öfkeyle "O zaten hep meşgul." diye geçirdi içinden. Sisli bir gece gibiydi evlilikleri. Önlerini göremiyordu. Gelecekleri yok gibiydi. Ne umutlar, ne beklentilerle birleştirmişlerdi hayatlarını. Şimdiyse ellerine geçen koca bir hiçti. Belki kaybettikleri kazandıklarından bile çoktu. Kaybetmedikleri bir saygıları kalmıştı, onu da kaybetmeleri yakındı. Bir şeyler yapmalıydı. Göz göre göre her şeyin bitmesine seyirci kalamazdı. Elleri kolları bağlı bir şekilde evliliklerinin bitişini seyredemezdi.
●●●
Günlerdir sessizliğini koruyan dalgın ablasının neyi olduğunu çözemiyordu. Yeterince zor bir dönemden geçtiklerinin farkındaydı, ama ablası her zaman soğukkanlı ve çözüm odaklı olurdu. Hayata hep umutlu bakardı. Zor günler hep vardı, bu yeni bir şey değildi. Ama şu son zamanlarda onu tükenmiş, çaresiz ve üzgün görmekten mustaripti. Keşke onun yükünü alabilecek bir şeyler yapabilsem, diye geçirdi içinden. Onun yaptığı fedakârlıklar altında eziliyordu. Kendini bildi bileli o her zaman kendinden önce kardeşlerini düşünürdü. Artık onun da kendini düşünmeye, hayatını kurup düzene sokmaya hakkı yok muydu? Bu konuyu ne zaman ortaya serip konuşmaya kalkışsa ablası hep susturur, "Benim sizden başka hayatım yok ki." der konuyu kapatırdı. Bir an kendisine omuz atan arkadaşı Damla'ya dönüp onun "Pişt, ne düşünüyorsun?" sorusuna maruz kaldı.
"Hiç..."
"Var bir şeyler, var. Sen söyle bakalım."
Birkaç saniye düşünüp Damla'nın ona yardımcı olabileceği kanaatine varınca heveslendi kız. "Aslında... Belki bana yardım edebilirsin."
"Sorunun ne olduğunu söylersen elbet yardımcı oluruz kızım."
"Part time iş arıyorum, eğer duyarsan ya da görürsen bana haber verirsin değil mi?"
"Veririm de..." Daha önce böyle bir sorunu olduğundan bahsetmeyen arkadaşının şimdi neden birdenbire iş aradığına anlam verememişti. "Nereden çıktı bu? Hem de dersler bu kadar yoğunken..."
"Eve destek olmak istiyorum. Sen eğer öyle bir iş görürsen bana söyle olur mu? Hani şu İrem'le çok sıkı fıkısın. Babasının restoranında garson, komi ihtiyacı varsa haberim olsun."
"Tamam, söylerim merak etme."
Sipariş ettikleri iki kahve masaya geldiğinde garsonu sıkıştırarak iki masanın arasından alelacele geçen adam yüzünden üzerine dökülen kahveyle dudaklarından acı dolu bir çığlık koptu. Garsonun "Çok özür dilerim." demesine rağmen Gonca'nın öfkeli bakışları aceleyle geçip giden adamda takılı kalmıştı. "Boş versene, asıl özür dilemesi gereken kişi kaçıyor baksana!"
Kendisinden bahsedildiğini fark eden adam başını çevirip kendisine öfkeli olmaktan çok öldürücü bakışlar fırlatan kıza baktı. Koyu kızıl saçları öfkesinden elektriklenip havaya dikilmiş gibiydi. Yeşil gözlerinden öfke dolup taşıyordu. "Affedersin, acelem vardı."
Hışımla çantasını alıp "Eminim öyledir." cevabını verdi dişlerinin arasından. Kahve ücretini bıraktıktan sonra masadan kalkıp arkadaşına "Yürü Damla." dedi ve hiçbir şey söylemeden kafeden çıkıp gitti. Arkasından hızlı adımlarla kendisine yetişmeye çalışan Damla'nın nefes nefese kalışı pek de umurunda olmamıştı açıkçası. Üstü başı mahvolmuştu, kendisi de yanmıştı. Ama adam dönüp bir özür bile dilemeye tenezzül etmemişti. Kendisi seslenmeseydi o kuru ve ukala "Affedersin," i bile söylemeyecekti. Affedersin... Kime çarptığı umurunda bile olmamıştı. Çarptığı kişiye bir şey olmuş muydu? Bunu da umursamamıştı. O çok önemli işine koşmak için yolunda olan herkesi ezip geçmişti. Hele yarım ağız özür dilerken bakışlarındaki o umursamaz, herkese yukarıdan bakan bakışları yok muydu? Ne uyuz adamdı o öyle!
"Ay Gonca dur! Dur, vallahi geberdim!"
Arkadaşını duymuyordu bile. "Ukalâ herif! Garsonu ezip geçerken arkasına bile bakmadı. Kaba şey!"
"Kafenin sahibiydi belli ki."
"Neyse ne! Bu, yoluna geçen herkesi ezmesini haklı mı gösteriyor yani?"
"Yok, öyle değil de... Garson da mazur gördü yani, çok şey yapmadı senin gibi."
Hızlı adımları bir anda durunca arkasından gelen arkadaşı cama yapışan sinek gibi sırtına yapıştı. "Haksız mıydım Damla, onu mu demeye çalışıyorsun?"
"Yok, haklıydın da... Yine de biraz abarttın gibi geldi yani. Sonuçta bir kazaydı."
"Ya kaza olabilir, insanlık hali. Ama hem insanları ezip geçiyor, hem de dönüp özür dilemiyor. Ne kaba bir davranış! Sen de kalkmış onu müdafaa ediyorsun bana."
"Ne müdafaa etmesi ya, babamın oğlu değil bir şey değil. Sadece fazla sert çıktın yani. Aman neyse," Kol saatine bakarken konuyu değiştirmek için aradığı bahaneyi buldu. "Hem bak derse geç kalıyoruz, bırak şimdi şu fütursuz adamı."
Sağ eliyle saçını omzuna attı. "Aynen öyle. Sabah sabah sinirlerimizi bozmayalım." Biraz abartmış olabilirdi. Hatta dışarıdan asıl ukalanın kendisi olduğu izlenimini vermiş de olabilirdi. Ama serzenişinde haklı olduğunu düşünüyordu. Birincisi, olanlar kaza değildi. Adam yanından geçip gittiği insanları görüyordu ama umursamıyordu bile. Umursamazlığının sebep olduğu bir hadiseydi. Hadi bu bir kazaydı dese, insan zarara uğrattığı kişilere dönüp de bir özrü çok görür müydü? Kafenin sahibi diye ortalıkta at koşturması ne düşüncesizce bir davranıştı! Gerçi, kafenin sahibi olduğuna dair tahmin de Damla'dan gelmişti ama... Neyse ne! Kafenin sahibi olmasa da giyiminden kuşamından belliydi, kendini bilmez şımarık bir zengin züppesiydi işte. Kimseyi umursamayan şımarığın teki. Bu durumu neden bu kadar takıp kızdığını da anlayamıyordu şuan. Belki de ablasının fedakârlıkları gözünün önüne gelmişti. O fedakârlıkları yapabilmek için böyle zengin züppelere katlanmak zorunda kalıyor olması canlanmıştı gözünde ve kızmıştı işte. Mutlaka destek olmalıydı ona. Bu böyle gitmezdi. Artık büyümüştü, ablasının üzerinden alabilirdi yükü. Buna gücü vardı artık. Üzerine geçen hakların hepsini ödemeliydi artık.
●●●
Anahtarıyla kapıyı açarken omuzlarındaki tonlarca yükün ağırlığını hissedebiliyordu. Yorgundu. Telefonu çalınca arayanın yine Kerem Bey olduğunu sanıp kapatacakken Kasım denen o adamın aradığını görüp gerildi. Tek tuşla yanıtladığı aramada ne söyleyeceğini bilmediğinden suskunluğunu korudu. İlk konuşan adam oldu.
"Ne yaptın, hallettin mi işi?"
"Evet, şirkete CV bıraktım. Bunu neden yaptım? Sen zaten beni oraya sokmayacak mıydın?"
"Karışma sen, böyle olması gerekiyor. Yine ben sokacağım seni, asistanı işe alacak görevli kişi benim adamım diyelim. İşe alması için CV bırakman gerekiyordu, böyle dikkat çekmeyecek."
"Sıradan bir iş başvurusu gibi yani..." Bezgin bir biçimde gözlerini devirdi kadın. Bu adamın her şeyi kılıfına uydurması sinirine dokunuyordu. Her yerde bir tanıdığı, bir adamı vardı. Her işte bir parmağı, her olaya mantıklı bir açıklaması ve her soruna bir planı vardı. Eee ne demişler, "Minareyi çalan kılıfını hazırlar." değil mi?
"Ne o, pek işine gelmemiş gibi."
"İşim var, fazla uzatamayacağım."
İç geçirerek "İyi, kapat bakalım." deyiverdi adam. Gayet rahattı. Çünkü planı hazırdı. Her şeyi yapabilecek güçteydi artık. Üstelik ateşi tutabileceği bir maşası da vardı. Daha ne isteyebilirdi ki?
Telefonu kapattığı an biraz rahatladığını hissetti. O adamın kendinden emin, plan kokan sesini her duyduğunda tüyleri diken diken oluyordu. Galiba zehirleniyordu. Günden güne kötülükle zehirleniyordu. Ve bu anlaşma bittiğinde ondan geriye hiçbir şey kalmayacaktı. Tekrar telefonunun sesini duyduğunda artık dayanacak gücü kalmamıştı. Yine o adamsa? Öcü gibi korkuyordu resmen. Kendini tonlarca ağırlık taşımış gibi yorgun ve bitkin hissetmesi normal miydi? Belki bedensel olarak bir iş yapmamıştı ama aklı, beyni, düşünceleri çok karışıktı. Aynı anda bir sürü şeyi düşünmekten yorgun düşmüştü. Telefon ekranına baktığında neyse ki arayan Kasım değildi. Hesap vermesi gereken biri daha; Cemre. En yakın arkadaşına bile anlatamamıştı bu meseleyi. Ve hâlâ daha nasıl anlatacağını bilemiyordu. Öyle akıl almaz, kural tanımaz bir şeydi ki bu içinde bulunduğu durum... Biraz daha yanıtlamazsa Cemre bu işte bir bit yeniği olduğundan şüphelenecekti. "Alo..."
"Kızım, Lilya neredesin sen ya? Vallahi neredeyse çıldıracaktım! Bu aramama da cevap vermesen Gonca'yı arıyordum ha!"
"Yavaş gel Cemre. Evdeyim, nerede olacağım Allah aşkına."
"E niye aramalarımı hep meşgule alıyorsun? Normalde iki günde bir uğrardın bana, artık o da yok. Ne oluyor kızım?"
Sağ elini saçlarının arasından geçirirken nefesini tuttu Lilya. "Başımıza gelenleri bilmiyormuş gibi konuşma Allah aşkına Cemre. Bir yere kımıldadığım mı var sanki? Tolga'nın durumu malûm, onu o cehennemden çıkarmaya çalışıyorum."
"Sende bir haller var Lilya."
İyice tedirgin olmuştu. Arkadaşının durumu anlaması an meselesiydi. Hay Allah! Böyle durumlarda da yalan söyleyemezdi ki hiç. Geri püskürtmek için üzerindeki gerginliği kullanmaya karar verdi. "Ne hali Cemre? Başımdan dert eksilmezken bir de seni mi ikna edeyim, gerçekten şuan bunu mu istiyorsun?"
"Ben seni bildim bileli başından bela eksik olmaz ki kızım, bu bir bahane değil senin için."
"Allah aşkına Cemre, zaten canım burnumda..." Çalan kapısını bahane ederek "Kapatmam lazım, bir sürü işim var." dedi Lilya. Yeterince falso vermişti zaten, daha fazlasına gerek yoktu. "Daha sonra konuşuruz olur mu?"
"Tamam, bu seferlik elimden kurtuldun."
Sıkılgan bir ses tonuyla "Hoşça kal..." demekle yetindi ve kapıyı açarken telefonu kapattı Lilya. Kapıda duran adam ise gözünün içine içine bakıyordu. Suçlarcasına. Yok, yok daha çok... Sorgularcasına. Ne olup bittiğini anlamaya çalışır gibiydi. Bakışları, gizemli bir olayı çözümlemeye çalışan bir dedektifi andırıyordu.
Dudakları istemsizce adamın adını fısıldadı. "Kerem Bey..." Onu şuan burada görmeyi beklemiyordu. Gün boyunca durmadan aramıştı ama buraya gelecek kadar kararlı bir duruş sergileyeceğini hiç düşünmemişti.
İsmini kadının kışkırtıcı dudaklarından duyduğu an sersemlemişti. Bu ses, bu dudaklar onda hipnoz etkisi yaratıyordu. "Misafir kabul ediyor musun?"
"Aslında ev..." Bir bahane üretmeye çalışsa da bunu başarmasına fırsat kalmadan içeri dalmıştı patronu. Pardon, eski patronu. Artık onunla arasında bir iş ilişkisi de kalmamıştı.
"Çok rahatsız etmeyeceğim zaten. Bir soru soracağım, cevabımı alıp gideceğim."
"Kerem Bey, ne soracağınızı biliyorum ama sorunuzun cevabı bende yok."
Bulduğu ilk koltuğa oturduğunda bu eve ilk defa geldiğini fark etti. Eski, yıkık bir harabeyi andırıyordu. Burayı bulmakta bile çok zorlanmıştı. Lilya'nın kardeşleriyle burada yaşadığına pek ihtimal vermemişti doğrusu. Bir kez olsun nasıl bir yerde yaşadıklarından bahsetmemişti. Zenginim de dememişti, o yüzden genç kızı suçlamıyordu. Ama böyle birinin yaşadığı evi hiç bu şekilde hayal etmemişti. Aşağılayıcı düşünceler içerisinde değildi, ancak hiç böyle bir ev düşlememişti işte. Konudan çok uzaklaşmış düşüncelerini toparladı ve gerekli konuşma gündemine gelmeye karar verdi. Aceleci tavrıyla bakışlarını üzerine dikmiş kızın pek vakti yok gibiydi. "Verdiğin kararın arkasında durabiliyorsan, sebeplerini de açıklayabilirsin diye düşünmüştüm Lilya. En azından bana karşı dürüst olman gerekmez mi?"
"Elbette bir sebebi var, bunun gerekli kısmını sizinle paylaştım. Ama gerisi bizim ailemizi ilgilendiriyor. Bunu sizinle gerçekten paylaşmak istemiyorum." Ayağa kalkıp kendisine yaklaşan adama baktı. Karşısında yıkılmaz bir duvar gibi duruyordu. Uzun boyu, sorgulayıcı bakışları sertlikten çok uzak, sırdaşlığa hazır gibi bakıyordu. Hâlbuki bilmiyordu ki, onun sırrı paylaşılabilecek bir düzeyde değildi. Aralarındaki mesafeyi kapatan adamın soru dolu bakışlarına odaklandı. Nefesleri birbirine karışıyordu, o denli yakınlardı. Başını yana çevirip göz kontağını kopardı. "Kerem Bey, kabalık etmek istemem ama gitmenizi isteyeceğim. Sizinle bu konuda konuşmak istemiyorum."
İşaret parmağını kaldırarak "Tek bir soru soracağım." dedi. Öfkesini zor dizginliyordu. Gölgelenmiş kızgın bakışları kızın sır küpü gözlerinde gezindi. "Bu durumun kardeşin Tolga'nın hapiste olmasıyla ilgisi var mı?"
Bakışlarını tek bir noktaya dikti ve oradan ayırmadı Lilya. Nasıl evet diyebilirdi ki? Bunca fedakârlık yapmışken, bunca şeye göğüs germişken bir yabancıya nasıl açabilirdi derdini? Bu adam ne bekliyordu ki? Varlıklı bir adam olduğu doğruydu, ancak bu meseleyi çözebilecek güç onda yoktu. Öyle tuhaftı ki, bu güç yalnızca kendisinde vardı. İçinde bulunduğu bu yıkık evden başka hiçbir şeyi olmayan zavallı kendisinde vardı bu imkân. Hayat böyle de ters köşe yapabiliyordu istediğini. "Hayır, ilgisi yok. Neden işten ayrılmamın altında tuhaf ve gizemli sebepler arıyorsunuz anlamıyorum."
Aslında Lilya'nın o an sarf ettiği "Bu aile arasındaki bir mesele..." sözüyle kendine geldi adam. Doğru söylüyordu. Bu onların arasındaydı, Kerem'in karışması doğru olmazdı. Lilya'ya karşı konulamaz hisler beslemesi bu gerçeği değiştirmezdi. "Haklısın, bu kadar üstüne gelmeye hakkım yoktu. Ama beni de anla Lilya, sana yardımcı olmaya çalışıyorum."
Sorgulayıcı kimliğinden çıkıp bir an yumuşayan adama karşı kalkanlarını indirdi ve aynı naif tavırla karşılık verdi. "Sizi anlıyorum. Eğer yardıma ihtiyacım olursa çalacağım ilk kapı sizinki."
Elini genç kızın omzuna koydu ve "Söz mü?" diye sorarken onunla göz kontağı kurmaya gayret etti. Ona ne kadar yakın olursa olsun aralarında hep bir gizem varmış gibi hissediyordu. Aralarındaki engin denizleri aşamıyordu Kerem. Ne yaparsa yapsın aralarında hep bir mesafe vardı. Lilya'nın ördüğü duvarlar...
Güven veren bir biçimde gözlerini kapadı ve başını salladı. "Söz..." Yaptıkları için girmezse söylediği yalanlar için muhakkak cehenneme gireceğini düşünüyordu.
Kerem Beyi uğurladıktan sonra "Yine de Allah bilir tabi..." diye mırıldandı kız. Sesinde hafif bir alaycılık vardı. Sanki onu bekleyen cehennemin varlığından emindi, öyle bir alaycılık... Sığınabileceği yine Allah'tı. Yalnızca o... Bu sırrı bilip de susan, ona güç veren Allah. Kardeşlerine bile söyleyemediği bu sırrı kime açabilirdi ki? Onları bırakıp gidebilir miydi? Nasıl yapacaktı bunu? Onları daha önce hiç bırakmamıştı ki. Lilya'sız nasıl idare edebilirlerdi? Hiç bilmiyordu. Ama mecburdu. Ve belki de bu ailesi için bir dönüm noktası olacaktı. Her şeye hazırlıklı olmalıydı.
...
Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top