55. Bölüm | Çürüme Aşamaları| Kısım 3 | +18





Ege'yi öldürmüştü.

Ege ölmüştü.

Ege ölmüştü.

Ege ölmüştü.

Ege ölmüştü.

Hayır.


"Hayır," dedim kendi kendime. Ege şu an rol yapıyor. Nefesini ne kadar süre tutabileceğini biliyor, bunun alıştırmasını yaptı; sanki bu anın geleceğini biliyormuş gibi buna hazırlık yaptı. O şu an ölü değil. Sadece rol yapıyor.

Dizlerim üzerinde yükseldim ve emeklemeye başladım. Amacım, kapının oradan sızan turuncu ışığa ulaşabilmekti. Odadan kaçmak, bu gölgelerle dolu alandan uzaklaşmak istedim.

Emekledim, emekledim. Kapıdan çıktıktan sonra pervaza yaslanıp ayağa kalktım. Ayaklarım altındaki parkeler dönüyordu. Tırabzanlar yerinden çıkmış alayla dans ediyordu. Elimin altındaki duvarda içeriye doğru çöküverdi. Bedenim yana doğru yattı, düşüyormuş gibi değil de uçuyormuş gibiydim.


Sendeledim, öne doğru atıldım ve son anda tırabzanlara tutundum. Öğürdüğümde dudaklarımdan tatsız bir sıvı aşağıya boşalıverdi. Kusuyordum ve kokusu en nefret ettiğim şeylerin birleşimi gibi geliyordu.

Kulaklarımda Ege'nin adımı seslenişini duyuyordum.

"Mercan, Mercan, Mercan, Mercan..."

"Ege, Ege, Ege... Rol yapma ve ayağa kalk Ege." Dudaklarımı sildim ve arkama dönüp son defa baktım. Ege hala kalkmamış, yerde öylece yatıyordu. Ayaklarının ucunda dikilen Zebani'de benim gibi kalkmasını mı bekliyordu yoksa amacı başka bir şey mi seçemiyordum ama Ege hiç kimseye yanıt vermedi.

"Hadi kalk, neden hala yatıyorsun? Hadi kalk..."


Sırtımı tırabzanlara verdim ama daha önce çarptığım noktalar kendini hatırlatıverdi. Canım yanıyordu ama buna bile cevap veremiyordum.

Ayak bileğim burkuluverdi, tekrar tekrar yere düşmek üzereydim.

"Ayakta kal," dedim kendi kendime. "Ayakta kalmak zorundasın çünkü henüz bitmedi."

Zebani bana doğru döndü. Kahkaha seslerini duydum ama dudakları kıpırdamıyordu bile. Ne kadar mutluydu, ne kadar mutluydu öyle. Bir çocuğun hayatını aldığı halde ne kadar da huzurluydu.


"Bir çocuğu öldürdün baba!" diye haykırdığımı sandım. "Sen bir çocuğu öldürdün. Sevdiğim çocuğu öldürdün. O henüz on altı yaşındaydı. Sadece on altı... Yolun çok başı... Sevgimizin çok başı..."

Kahkaha ile cevap verdi.

Kahkahasından nefret ediyordum.


Onun kahkahasından nefret ediyordum çünkü hiçbir zaman hayra alamet olmamıştı.

Kahkahaları Azrail'e selamdı belki de. Odadaki gölgelerden biri o idi belki de...

Sağıma doğru ilerledim. Tırabzanlardan tutuna tutuna merdivenlere doğru yöneldim. Gidecek bir yerim varmış gibi ısrarla süzülmeye devam ettim. Basamaklar ben çıkarken de bu kadar karmaşık mıydı bilmiyordum. Kimisi ben adım atacağım sırada siliniveriyor, kimisi dönüp yuvarlaklaşıyordu.


Duvarlara tutundum, bir tabloyu merdivenlerden aşağıya düşürdüm. Ardımdaki sesler hiç hoşuma gitmedi; orada sadece babamın yankıları vardı. Ege bir daha hiç kalkamayacak mıydı?

Kaç basamak atladım, kaç basamak düştüm bilmiyordum. Neden sonra ayağa kalktığımda ilk kata ulaşmıştım. Başımı geriye atıp baktığımda, bana fırlatılmış bir çerçeve yüzümü teğet geçti. Titredim, savrulan saçlarım yüzüme düştü.


Direkt olarak dönüp, dış kapıya doğru yöneldim ama hedeflerim beni hüsrana uğrattı. Dış kapının önüne koca bir dolap çekilmiş, açılmaması için bariyer oluşturulmuştu.

Kambur bir halde etrafımda döndüm. Nereye kaçacağımı bilemez bir halde telaşla sola dönüp bir koridoru geçtim. Mutfağa doğru döndüğümde nefes nefese kalmıştım. Yürümek artık çok zordu, takılıp yere düşmem kaçınılmazdı.


Emeklemek daha kolayıma gittiği için yere attım kendimi. Sanki ahşap parkeler beni kucaklamak istiyormuş gibi hemen izinsiz davetimi kabul etti. Emekledim, emekledim ve orta sehpanın etrafını dolandım. Amacımı ben bile çıkaramıyordum ama elim, Zebani'nin silahlarını sakladığımız dolabın kapağına gidiverdi. Kapağı açtığım anda bir 'tak' sesi konuverdi başımın üstüne.

Başımı hafifçe kaldırdım ve tezgâhın üstüne fırlatılmış bıçağa bakakaldım. Başım az daha yukarıda olsa alnıma saplanıp kalmış olacak olan bıçakta korkuyla aralanmış gözlerimin yansımasını gördüm. Hemen ardından Zebani'nin yüzü beliriverdi.


Tezgâhın üstüne çıkıp elini bana doğru attı ve saçlarımdan yakaladığı gibi beni yukarıya çekti. Saç diplerimdeki acı yüzünden bağırıp elimi dolabın içine attım ve poşetin hışırtılarının arasından elime ilk gelen şeyi kavrayıverdim. Zebani beni tezgâhın üstüne doğru çekti. Bedenim zorlukla ayağa kaldırılırken elimde tuttuğum şeyi hışımla savurdum. Ağır silah elim arasından kaydı ve Zebani'nin kolunu sürtüp geçti. Hakim olmayı beceremediğim için savrulup bir köşeye yuvarlanmıştı. Saçlarımı bıraktığı anda geri dizlerim üzerine kapaklandım. Tezgâhın arkasını dolanıp kapıya doğru ilerleyeceğim sırada biranda bileğimden yakalandım. Sırt üstü düştükten hemen sonra ve ayak bileğim havada, geriye doğru süratle sürüklendim. Sırtım yere sürtündüğü için acım ikiye katlanırken dudaklarım asla susmuyordu.


"Bırak beni!" diye haykırdım sanki sözlerimin burada bir geçerliliği varmış gibi. Beni mutfağın ortasına sürükledikten sonra öfkeyle ayağımı bıraktı. Yuvarlanıp kaçmaya çalıştığımda ayağını kaldırdığı gibi tekmesini belime geçirdi. Nefesim o anda kesiliverdi. 'hık' deyip kalakaldım. Öksürmeye başladım ama sanki her bir öksürüşümde belimdeki kırılmış parçalarım dudaklarımdan dökülecekmiş gibiydi.

Başımı geriye atıp soluklanmaya çalıştım. Gözlerim, biraz önce tezgâhın altından kapmayı başardığım silahı aradı ansızın. Açık renkli parkelerin üzerinde gezinen gözlerim siyah bir nesne yakaladı. Pencerenin önündeki iki kişilik küçük masanın ayaklarının altında, kırmızı kareli örtünün hemen ucunda duran silahımı gördüm.


Bu bir satırdı, onunla Zebani'nin kanını biraz olsun akıtmayı başarmıştım ama o, şimdi benden dört adım uzaklıktaydı.

Bir kez etrafımda dönüp satıra doğru yuvarlandım. Zebani'nin adım seslerini etrafımda duyabiliyordum ama nerede olduğunu seçemiyordum. Kulağıma çatal bıçak seslerini andıran bir kıpırtı doluştu. Bir kez daha yuvarlandım. Şimdi sadece iki adım uzaklığımda kalan satır, benim kurtuluş yolum, aynı zamanda cehenneme açılan yolum olarak orada parıldıyordu.


Biraz uzağımda bir poşetin sürüklendiğini duydum. Korka korka başımı çevirip baktım. Zebani, orta tezgâhın altındaki silahlarını koyduğumuz poşeti çıkarıp mutfağın köşesine sürükledi. Yanına diz çöküp arasından cinayet silahını belirlerken, ailesi oyuncak almasına izin vermiş bir çocuk kadar neşeliydi. Dudaklarından o tok, çirkin kıkırtıları dökülüyordu. Hepsini özenle bilediği keskin bıçakların ve baltaların arasından bir silah beğendikten sonra keyifle ıslık çaldı.

Ayağa kalkarken paltosunun yırtılmış kolları ile elindeki silahın tozunu alıyordu. Başımı yeniden satıra doğru çevirdim. Kolumu uzattığımda ona ulaşmama sadece yarım adım kalmıştı ama parmaklarım yeterince uzun değildi belli ki.


Zebani bana yaklaştığında hıçkıra hıçkıra ağlıyordum. Biranda tepemde belirdi ve kendini yere attı. Dizi kuvvetle karnıma çarptı. Üzerime oturmaktan bir farkı kalmaz bir halde beni yere yapıştırdı. Karnımdaki dizinin hemen altındaki kırık kemikleri bel oyuntuma battı. Ona ait olan her şey beni yaralamayı arzuluyormuş gibi kırık kemiklerinin gıcırtısı derimi delip geçti.

Bir elim satıra doğru uzanmışken diğer elimi onu itebilmek umuduyla dizine koydum. Ama o elim anında tutsak bedenimin yanına atılıverdi. Elimi tutup gövdeme bastırdığı dizinin altına koydu, kendi karnıma gülle misali oturtulan elim onun dizi altında ezildi. Tek elinin avcunu alnıma yasladığında başım yere adeta çivilendi. Ne sağa sola oynatabildim ne de kaldırabildim.


"Durdurulamayacağımı söylemiştim," dedi acımasızca. "Beni hiçbir zaman durduramazlar. Ne kadar denersen dene ölümleri engelleyemezsin aptal çocuk."

Engelleyebilmiştik ama sadece birisini... Sadece Selen'i kurtarabilmiştik ama şimdi buna bile sevinemeyeceğim kayıplar vermiştim.

"Öldürdün," diye fısıldadım çaresizce. Ege'yi, Nevra ablayı, Selman abiyi ve Ceyhan amcayı... Bugün burada çok fazla kişi ölmüştü. Bugün bu evde çok fazla ceset vardı.


"Ben durdurulmaz olanım. Ben kaçınılmaz olanım. Neden biliyor musun? Çünkü herkes ölümü hak ediyor."

Herkesin bir hayat çizgisi ve o çizginin son bulduğu bir nokta vardı. Her canlı ölümü tadacaktı ama o keskin tadı, Zebani'nin parmaklarından tadacağımızı kimse söylememişti. Böyle bir kural yoktu; o öyle sansa bile bununla görevlendirilmemişti.


"Senin tarafından değil," dedim. Sesimi anlayabiliyor muydu bilmiyordum ama kendi sesim bana oldukça boğuk geliyordu. Dizini karnıma daha çok bastırdı. Altında eziliyordum ve birazdan midemin yeniden ağzıma gelmesi takdir olacaktı.

"Sen her engellemeye çalıştığında sesler katlanılmaz oldu. Delireceğimi sandım, kulaklarım patlayacak sandım. O aptal çocuğun kafasında dönüp duran düşünceler benim beynimin içinde çalkalanıp duruyordu. Başımı duvarlara vurma isteğimi körüklüyordu."


Elinde tuttuğu yassı, tuhaf bıçağı şakaklarına bastırdı. "Bağırıp duruyordu, biliyor musun? Yaşamak istiyorum diye bağırıp duruyordu. O aptal kadın gibi, önden önceki aptal ihtiyar gibi... Ama ölümü yaşamaktan daha çok hak ettiklerini bilmiyorlardı."

"Nereden biliyorsun?" diye sordum. Ölmesi gerektiklerini nereden biliyorsun baba? Benim şu an ölmem gerektiğini nereden biliyorsun?


"Onları susturamadım," dedi. "Onları susturamadım. Onlar bağırdıkça şeytanlar azdı. Azgın birer köpek gibi başımın etini yediler. Fısıldıyorlardı. Öldür, öldür, öldür diye haykırıyorlardı. Devam etmem gerekiyordu, onları dinlemem gerekiyordu."

"Gerekmiyor!" Ağıtlarımın bir önemi yoktu. Alnımdaki avucundan yayılan sıcaklıktan başım dönüyordu. Cehennem ateşi gibi beni cayır cayır yakıyordu.


"Gerekiyor!" diye yükseldi biranda. Sözlerim ilk defa ona ulaşmış gibi şeytanları savundu bana. "Onları dinlemem gerekiyor çünkü benden başka dinleyen kimse yok."

Şakağına yasladığı bıçağı biranda başımın hemen yanına saplayıverdi. Yere dağılmış saçımın bir kısmı kesilirken kulağımın ucunda da bir sızı hissettim.


"Düşünmedin Mercan!" diye haykırdı yüzüme. Çok çirkindi, şeytani yüzü göz atamayacağım bir çirkinliğe bürünmüştü. Yaralı teninden ayrı yüzünde gördüğüm o öldürme arzusu umudumu adeta çiğnetip yutturuyordu. Yüzü Ege'nin kanına bulanmışken onun yakutlarına bakamayacağım kadar nefret doluydum ona.

"Onu öldürdün!" diye bağırdım, gözlerimi sımsıkı kapatıp. "Öldürdün onu sen öldürdün!"


"Düşünmeliydin, onları diriltmeliydin. Bana kızgınlar, görmüyor musun? Senin yüzünden bana kızgınlar. Hata ettin! Hata ettin!"

O da bana öfkeliydi belli ki. "Düşünseydin belki bana eşlik edebilirdin," dedi. Ama ben, onun gibi olmayı istemiyordum. Onun kendine yaptığı şeyleri ben, bu yıpranmış bedenime uygulamak istemiyordum.


"Onları dinleme!" Onların kölesi olmak zorunda değilsin. Onların dediklerini yapmak zorunda değilsin. Şeytanlar seni cehennemin katlarında daha da diplere çekerken onları durduracak gücü bulabilirsin.

"Dinlemeyeyim mi?" dedi şaşkınlıkla. "Onları konuşturan zaten benim."

Donakaldım. Köle olduğunu haykırdığım adamın sözleri karşısında aslında onun şeytanlardan da daha beter olduğunu fark edememiş bir halde öylece kalakaldım.


Zebani... Kendine Zebani demesinin bir nedeni vardı. On beş yıl önce Zebani'yi çağırdıklarını ve artık durdurulamaz olduğunu söylemesinin bir nedeni vardı. Onun, öldürdüğü insanların ruhundan türeyen şeytanların vesveseleri arasında çürüdüğünü sanmıştım ama yanılmıştım.


Şeytanların onu, cehennemin diplerine doğru çektiğini söylüyordum ama yanılıyordum.

Çünkü o şeytanların söylediklerini yapmıyordu. Şeytanları zaten o konuşturuyordu.

Şeytanlar kendiliğinden türemiyordu, Zebani onları üretiyordu.

Zebani şeytanların kölesi değildi, asıl hizmet edenler şeytanlardı.

Çünkü Zebani, onları cehennemden dünyaya yollayan bir öncüydü.

Baştaki kişi o idi. Baştaki kişi babamdı.

Onun sadece aklını yitirmiş biri olduğunu sanmam en büyük hatamdı.


"Öldürmenin tadını almadın," dedi sanki büyük bir zevkten mahrum kalmışım gibi. "İnsanların can çekişirken yaydığı o enfes duygunun tadına varmadın. Bıçağın teni keser verdiği hazzı henüz duymadın, kanın bedenden ayrıldığı andaki o melodileri henüz oluşturmadın. Duysan hayran kalacaksın, ne kadar güzel bir şey olduğunu anlaman sadece birkaç dakikanı alacak. Gücün sende olduğu anı, bir canın avuçlarında olduğu anı anladığındaki o büyük kudreti henüz anlamadın. Ama anlasan..."


Dişlerinin arasından sızan kandamlaları yüzüme döküldü. Başım oynatmaya çalışmam da, satıra ulaşmaya çalışmam da yersiz oldu.

Yanı başıma sapladığı bıçağa hayran hayran bakarken devam etti.


"Durmak istemeyeceksin. Onlar söylediği için değil, kendin istediğin için devam edeceksin. Bunun sana güç verdiğini anladığın anda daha fazlasını arayacaksın. Geçtiğin her noktada, vardığın her köşede zihnini duyabileceğin insanlara ulaşmak isteyeceksin. O düşüncelerde senin ne kadar ulaşılmaz olduğunu, senin o son anı taçlandıracak emri veren bir tanrı olduğunu söylediklerinde, bunu yeniden yeniden duymak için çırpınacaksın. Ölmeden önce gördükleri son yüz olmayı arzulayacaksın."

Yanı başımda duran muşamba bıçağını andıran upuzun, hilal şeklinde bir kenarı vardı. Bıçağın sapını kavradığında sonumun yakın olduğunu biliyordum.


"Ve ölümden sonra bile onların peşini bırakmadığında, sana boyun eğmeği kabul ettikleri anda onları birer şeytana dönüştüreceksin. İşte o zaman sana Zebani diye seslenecekler."

Zebani'nin öldürdükten sonra bile kurbanlarının peşini bırakmayacağını söylediği anı hatırladım. Bunun mümkün olmadığını savunan yanım adeta okkalı bir tokat yemişti. Etrafımızdaki şeytanlar her şeyi açık ediyordu şimdi. Zebani yalanlarla uğraşmazdı, o gerçekçiydi.


Bıçağı hava kaldırdığında son duamı etmem gerektiği anın tamda bu an olduğunu biliyordum. O yüzden bende... Ölmemeyi diledim.

Ama Zebani beni yine yanıltmıştı. Beni sona koymasının bir nedeni vardı; şovunu dilediği hale getirmesi için en ağır ve acılı şekilde ölen kişinin benim olmamı istiyordu.

"İşte öldürmek böyle bir şey küçüğüm ama sen, bu fırsatı çoktan kaçırdın."

Son sözleri bu oldu.


Bıçağı kaldırdı ve sol şakağımın üstündeki saç diplerime yasladı. Mimiklerim kontrol edemeyeceğim kadar hızlı değişiyordu. Nefret korkuya, üzüntü telaşa ve gözyaşlarım pıhtıya dönüştü.

Bıçağı tenime bastırdı ve ağırca aşağıya doğru kaydırmaya başladı. Dudaklarım sonuna dek aralanıp, çığlığım geceyi parçalayıp ölüler diyarına kapı açarken çehrem, bir çerçeve misali kesilip alındı.


Bıçağın değdiği noktalardan lavlar fışkırdı. Bıçak derimi her kestiğinde üst derim, yırtılan bir kumaş misali geriye doğru katlandı. Ayrılan etlerimin ardındaki o tatsız, yakıcı acı ile boğuşmak sandığımdan daha zordu. Kulağımın önünden geçip, çene hattımda son bulan bıçağın izi biraz sonra yüzümün diğer yanına dadandı. Sağ yanımda şakaklarımdan çeneme kadar kesildi. Şimdi kızıl bir çerçeveye oturtulmuş gibiydim. Tutup çekse, yüzümü kaplayan tüm derimin bir maske misali yerinden ayrılacağını sandım.


Gözlerimin önü tamamen kararmamış olsa, yüzümü kesmeye devam eden bıçağın çarpık görüntüsünü görebilirdim ama sadece hissettim. Bıçak bu defa sol kaşımın üstünden başlayıp burun deliklerimin altına dek çekildi. Sonra burnumdan kulağımın altına, sonra da takip edemeyeceğim ve bir yerden sonra hissedemeyeceğim kadar çok bir şekilde yüzüm kesilmeye devam etti.

Sırayla gidiyordu. Yüzümün sol yanı bitmeden sağına geçmedi ama ben o anda ne yaptığını anladım. Beni, olmayı reddettiğim kişiye çeviriyordu. Beni kendine benzetiyordu. Yüzümü yamalı, kesiklerde dolu bir yaratığın yüzüne çeviriyordu.


Sanki bunca zaman yüzüne ettiğim hakaretlerimi duymuşta benden intikam alıyormuş gibiydi.

O an çirkin olmayı ya da ona benzemeyi umursamadım çünkü bıçağın ucu düşündüğümden çok daha keskindi. Bir yağ gibi derim üstünde kayıyordu ve geçtiği her noktada kıvılcımlar çakıyordu. Kan tükürdüm, başımın durduğu hizadan dolayı yutkunamayıp boğulma tehlikesi ile karşı karşıya kalıyordum.

Ayaklarımı çırpıp tekme atmaya çalıştım ama gücüm tükenip gitmişti. "Yardım edin!" diye haykırdım. "Lütfen biri yardım etsin! İmdat!"


Sol yüzümden geriye bir şey kalmayana dek bağırıp durdum ama o, benim ağzımın açık kalışını fırsat bilip muşamba bıçağını ağzımdan içeriye sokuverdi. Dudağımın sol yanına yasladığı bıçağı çektiği anda dudak sınırım parçalandı.

Artık Alara'nın çektiği eziyetin ne denli berbat olduğunu ve onu kurtarmaya çalıştığımı gördüğü halde neden başını çevirip, artık yaşamak istemiyormuş gibi umudunu kaybettiğini anlayabiliyordum. Buradan gerçekten bir çıkış yokmuş gibi görünüyordu.


"Ölüyorum anne," diye fısıldadım. Geriye kalan tek dostumla, onun için geldiğim bu cehennemde yanıp kül olmadan önce onunla konuşmak istedim. "Bana anlatmadığın için kızgın değilim anne. Gerçekleri söyleyemediğin için sana üzgün de değilim, beni bu adamın elinden kurtarmak için her yolu denediğin ve bir başına başka bir şehre göçmeyi göze aldığın için sana karşı doğacak tüm öfkem suya karışıyor. Sen beni sevdin, beni korudun ve bana tüm çabalarınla baktın. Babamdan izler taşıdığımı bile bile beni tedavi etmek istedin. Onun gibi olmayayım diye kendi gençliğini bana harcadın. Seni seviyorum anne ve bu, ne olursa olsun değişmeyecek."


Kulaklarımda annemin bana seslenişi yankılanıyor, son anımda ona veda etmem için beni çağırıyordu.

"Gitme kızım," dese kalabilirdim belki, bu yüzden annemin sesini dikkatle dinledim. Bir ninni mırıldanıyordu, küçüklüğümden beri her kâbus gördüğümde bana ezberletmek için uyanık kaldığı gecelerde söylediği ninniyi tekrar ediyordu dudakları.


Sanki yeniden altı yaşına dönmüşüm gibi... Ve sanki altı yaşımın ilk defa ölümcül varlıklarla tanıştığı an gibi.

Kalika'nın varlığına şahit olduğum an gibi...

Kalika buradaydı.

Zebani'nin ardında, tavanda belirmişti. Yukarıda, göz kapaklarımın çaresizce pes etmeden önceki son anlarında onu yakalayabilmiştim.


Terk edilmemiş olmamın vereceği huzuru bana verebilir miydim bilmiyorum ama o, daha önce hiç görmediğim kadar yıpranmış görünüyordu. Her zaman çatlayıp duran teni şimdi tamamen dökülmüş, kabukları kırılmış, olmayan bacaklarının arasına kolları da karışmış gibiydi. Bedeni gittikçe tükeniyordu; o, kendi dumanları tarafından resmen yutuluyordu. Saçları artık salınmıyordu, çıplak kalan bedenine dolanmıştı, gözleri korkakça bakıyordu. Dudaklarını göremiyordum; soyulup atılmış teninden geriye kalan soluk teninde kara çukurları, çatılmış kaşları ve acıyan bakışlarından başka bir şey yoktu.


Şeytanlar onu yiyip bitirmişti. Güç kaybetmiş, bedeninin yarısını feda etmişti ve hala daha soluyordu. Kalika, hiçliğe karışmaya başlıyordu.

Sanki kollarını kaybetmese bana uzanıp sarılacakmış gibi hissettim. İkimizde ölüyorduk ama ikimizde diğeri için üzülüyorduk.

"Sorun yok," dedi. Sesi annemin sesini bastırdığında acılarıma biran için geri dönüverdim. "Sorun yok, devam edebilirsin. Devam edebiliriz."


Bu sancılı yaşanmışlığı atlatabiliriz.

"Hayır," dedim çaresizce. "Yapamam."

Sen dayanabilirsin ama ben dayanamam.

"İstiyor musun?" dedi sadece. Yapıp yapamamam önemli değil, hayatta kalmayı isteyip istememem önemliydi. "Yaşamayı istiyor musun?"


Cevabımı çoktan biliyormuş gibiydi. Son dileğimi dilediğimde beni duyup imdadıma yetişmiş gibiydi. Zaten kabul edeceğim sualleri toparlayıp sırtına yük edinmiş gibiydi.

Başımı salladım sadece. Bıçağın tenimi hala süpürüyor olduğunu unutup çığlık atarken yaşamak istediğimi ama bunu başaramayacağımı haykırdım.

"Öyleyse bana bırak," dedi. "Seni hayatta tutacağım."


Ona inanmak istedim. Oyuncaklarımı havaya kaldırabilirken; salıncakları sallayabilirken; beni en kritik anlarda durdurabilirken ve hatta beni görünmez kılabilirken yine bana yardım edeceğine, kendi yitip giderken beni kurtarabileceğine inanmak istedim. Kendi için değil, benim için savaşmasını istedim.

Bencil olmak istedim.

Beni kurtarsın istedim.


Buna gücü yeterdi değil mi?

O şeytanlarla baş etmişti, onların kralını da indirebilirdi değil mi?

"Yap o zaman!" dedim. Kaşları çatıldı ve tavanda asılı duran bedeni ağırca üzerimize doğru süzüldü.

"Neyi?"

"Beni Zebani'den kurtar."


Bedeni sarmal bir duman yığınına dönüşüp yok olurken, ardında bıraktığı kara dumanlar aniden üzerime çöreklenip, vücut boşluklarımdan içeriye akıverdi. Sanki sonu yokmuş gibi görünen onca kara duman, incecik kıvrılıp içime doluştu. Bir şişle deşiliyormuşum gibi derimin altında kızgın alevler hissettim. İçine patlayana dek hava doldurulmuş bir balon gibi şiştim. Bir bedene iki ruhu sığdırdım. Gözlerim o anda karardı, iradem yok oldu ve geriye sadece yaşanacak filmi izleyebilecek kadar küçücük bir bilinçle kalakaldım. Tüm vücudumdan sinirlerim çekilmiş, dokunduğum her yerden ruhum toparlanmış ve katlanıp kenara koyulmuş gibiydi. Artık ne yaptığımı hissetmiyordum ve bundan sonra yapacaklarımı da kontrol edemiyordum.

Artık sadece izleyiciydim, bedenimi Kalika ele geçirmişti.


Zebani bıçağı hışımla kaldırdı. Sağ yüzümü de delik deşik etmek üzere bıçağı yeniden indirdiği anda, daha önce satıra uzanmış olan elim aniden yüzümün önüne siper oldu. Bıçak avuç içimi delip geçti ve sağ gözüme saplanmadan önce oraya takılıp kaldı. Ben olsam bağırırdım ama sesim çıkmadı. Zebani'nin gözlerinde şaşkınlık kırıntıları gördüm. Hemen sonra ise kaşlarını çatıp bıçağı bana doğru ittirmeye devam etti ama elimi bir milim dahi kıpırdatamadı.

Ben... Onun gücüne karşı koyabilecek kadar güçlüydüm. Hayır, ondan çok daha güçlüydüm.


Avucumun içindeki bıçağı ittirmeye başladım. Zebani'nin yakutları kocaman oluverirken bıçağı kavradım ve büktüm. Sersem çığlıklarımın arasında Zebani'nin bükülen sağ eline, ardından da bıçağı bırakmakta ısrar ettiğinden dolayı çatırdayıp kırılan el bileğine bakakaldım.

Onun bana yaptığı gibi bende onun bileğini kırmıştım.


Dudaklarından dökülen vahşi hırıltıların arasında geriye doğru çekildi. Üzerimdeki ağırlığını tamamen çekmeden bana tepeden, göğsüne yasladığı eliyle birlikte baktığında bende elime saplanıp kalmış bıçağın sapını ağzıma alıp, bıçağı elimden söküp attım.

Sonra takip edemeyeceğim hızda bir darbe gerçekleşti. Bana değil, tepemde yükselen Zebani'ye çarpan darbe onu bir hızla üzerimden savurdu. Yerden bir milim kıpırdayamam sanmıştım ama Zebani'nin ağırlığı gidince olağanüstü bir hızla ayağa sıçrayıverdim. Sanki tüm yorgunluğu sadece ruhum hissediyormuş da, onu kenara ittiklerinde bedenim dinçleşivermiş gibiydi. Ben acıyı hissediyordum ama Kalika hissetmiyor olmalıydı. Önce dizlerim üstünde yükseldim, sonra iki adım uzağımdaki satırı avuçladım.


Alçıya aldığımız sağ elimi de o an gördüm. Kırılmış sağ bileğim artık düzelmiş, üzerinde tek bir morluk dahi kalmamıştı. Yaram aniden, mucizevi bir şekilde yok olmuştu ama bunun mümkün olduğuna inanamadım.


Bakışlarım Zebani'ye kaydı. Ruhum şaşkınlıkla bakıyordu ama kararmış kuyuları ile önde duran Kalika'nın gözleri kararlılıkla kısılmıştı. Nefret duygusunu hissettim o an. Neredeyse kokusunu alabiliyordum. Zebani'ye, daha önce tattığımı sandığımdan çok daha ağır bir nefretle bakıyordum şimdi. Gözlerimden yansıyan her bir duygu Kalika'ya aitti.

Zebani ayaklanıp gözlerini az önce ona vuran kişiye çevirdiğinde, bana yardıma yetişen kişinin kim olduğunu görme arzusu ile doldum. Çünkü bu evde yaşayan herkes ölmüştü.


Ama işte biri sağ kalmayı başarmış olmalıydı. Biri bana yardıma yetişmeyi seçmiş olmalıydı. Kaçmaktan vazgeçip birlikte savaşmaya gelmiş biri olmalıydı.

"Mercan!" diye seslendi ama bedenim ona yanıtvermedi. Onu göremesem de kim olduğunu anladım, sesini tanıdım. 



Zebani neden Mercan'ı istiyordu? Şu an onun kendi kızı olduğunu sizce anlayabildi mi? 

Mercan son kez ona baba diye seslenebilecek mi ve sonucunda ne olacak? 

Kalika yardıma geldi,  o Mercan'ı kurtarabilecek mi?

 Mercan'a yardıma gelen diğer kişi  kim? 


Başrol Formuna çok fazla talep gelmiş. Beklediğimden daha fazla katılım oldu ama ben en başından beri 10-15 kişi seçmeyi düşünüyordum. Kafamda 5 isim net oturdu arkadaşlar, gerisini yavaş yavaş toparlayacağım ve bu bir BAŞROL formu idi. Yani hepinizin bireysel sahnesi mutlaka olacak. Bu yüzden de birbirine benzeyen karakterleri elemek zorunda kalacağım. İsteyenler hala daha formu doldurabilir, isteyenler ikinci defa yeni bir karakter ile doldurabilir.  Detayları sonra görüşürüz. 


Ayrıca profilimde bir form daha paylaştım. Göz atabilirsiniz. Linki satır arası yorumda. 

Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top