55. Bölüm | Çürüme Aşamaları| Kısım 2 | +18
Açıklama 3: Zebani'nin görünüşü hakkında aklınızda soru işareti kalmış olabilir. Ona benzeyen bir adam buldum, aşağıdaki şekilde. Yüzü bundan çok daha fazla çirkin çünkü yaraları daha beter bir halde, dikişlerini kendi kendine beceriksizce attığını hayal edin.
Bakınız bu da sandalyeye bağlıyken ki haline benziyor.
Bu da bir okurdan geldi.
Zebani'nin hırsla nefes alış verişleri ve kemiğin her seferinde dağılışı.
Tonk, tonk, tonk...
Selman abinin beyni parçalanıyordu.
Tonk, tonk, tonk...
Selman abi ölüyordu.
"Mercan kaç!" diye bir feryat duydum ve gözlerimi açtığım anda Ege'yi bana doğru koşarken gördüm. Birkaç adımla yanıma geldi ve adımlarını bir nebze olsun yavaşlatmadan beni dirseğimden yakaladığı gibi koşmaya devam etti. Ona ayak uydurmak zorunda kaldım zira bedenim üzerindeki hâkimiyeti kuvvetliydi. Başta ayaklarım birbirine dolandı ama sonra, gıcırtılar çıkaran ahşap zeminde süratle koşmaya başladık.
Nereye gideceğimizi bile kestiremeyeceğim bir dağınıklıkla başımı çevirim Nevra ablaya bakmak istedim. Orada, ölen babasının başında yas tutarken sıranın ona geleceğini biliyordum. Bir abla kazanmıştım ama dakikalar geçmeden onu kaybedecektim.
Ege beni dış kapıya doğru sürükledi. Evden çıkıp, bu lanetli dört duvarı geri dönmemek üzere geride bırakmayı hedefliyorduk ama hayat bize küsmüşte, devamını göstermek istemiyormuş gibi aniden önümüze taş koydu.
Dış kapının hemen önünde gördüğüm şeffaf, kırılmayı andıran gölge parçaları ile orada bir şeytanın bizi beklediğini anladım.
Şeytan diz çökmüş, kollarını duvarlara yaslamış ve yerden göğe dek uzanan koca ağzına doğru süratle koşuyorduk. Bizi yutmasına sadece birkaç adım kalmıştı ve göremesem bile onun, ne kadar açlıkla sınandığını hissedebiliyordum.
Masumiyetimizi arzuluyor ve geçmişin kirli izleri ile dolu bedenlerimize dişlerini geçirmek istiyordu. Bileğimdeki yaralar bile sızladı, ayaklarım bizi durdurmak için aniden ahşap zemine gömüldü. Ege, kaçmamız için bağırırken ben tam aksini haykırdım.
"Ege dur!"
Ancak Ege durmadı, dirseğimden asıldığı gibi beni dışarıya çıkmam için kapıya doğru iteledi. Benden güçlüydü ve hayatta kalma niyeti benden belki de çok daha fazlaydı.
Durmamı istemedi ama gittiğim yerin bir kurtuluşa değil de, şeytanın kirli midesine olduğunu bilseydi bana hak verirdi.
Koca ağız tarafından yutulmama ve dişlerin bedenimi bir kılıç misali kesip atmasına sadece birkaç saniye kalmıştı ki sırtımdan büyük bir güçle tutulduğumu hissettim. Aynı saniyede ayaklarım yerden kesildi ve havada süzülerek geriye doğru sıçradım.
O kadar büyük bir kuvvetle geriye çekilmiştim ki, holdeki o birkaç metrelik mesafeyi adeta uçarak geçtim ve ahşap merdivenin ilk basamağına çarptım. Sırtım, ağacı delip geçtiğim andakinden daha keskin bir sızıyla karşılaşırken dönen başım beni hüsrana uğratıyordu.
Dudaklarımdan acım dışında bir şey çıkamazken beni tutup fırlatan şeyin ne olduğuna bakmak istedim. İşte o anda, şaşkınla bana bakakalan Ege'nin yanında dikilen Kalika'yı gördüm.
Arkası bana dönük, dumanları hala duvarlara dokunmaktan çekinir bir halde dolanırken karşısındaki şeytana kafa tutuyordu.
İblisim, babamın şeytanları ile benim için çarpışırken kulaklarımda yine o tatsız tını dolandı.
"Kaç!"
Herkes bana kaçmamı söylüyordu ancak hiçbiri Kalika'nınki kadar etkili olmadı.
Ayağa fırladım ama tüm kemiklerim isyan ede ede toparlandım. Merdiven tırabzanlarından tutunup dikeldiğimde Ege'de şaşkınlıkla bana bakıyordu. Ne olduğunu anlamamıştı bile, duvara yaslanıp soluklandı ve gözlerini kırpıştırdı. Her şeye rağmen uzanıp kapıyı açmaya çalıştı ama başarılı olamadı.
Şeytanı fark etmedi ama ben önümdeki soyut savaşı apaçık görebiliyordum. Oradan çıkmamız imkânsızdı.
Başımı merdivenin altında kalan karanlık alana çevirdim ama başım o kadar çok dönüyordu ki, oranın ne kadar güvenli olup olmadığını çözemedim. Kulaklarımızda yankılanan 'tonk' sesi çoktan durmuş, yerine Nevra ablanın çırpınışları kalmıştı.
Salonu bulunduğum açıdan göremiyordum ama Zebani'nin üçüncü kurbanına doğru ilerlediğini, yürürken yere sürten metal kapanın sesinden anlayabiliyordum. Topallıyor, sık sık duraksıyor ve büyük ihtimalle kırılmış kemiği ile her adımında damarlarını kesiyordu ama hala ayakta durabiliyordu.
Salondan gelen kırılma sesiyle birlikte Nevra ablanın sesi dağılınca onun, sesini kesen etkenin ne olduğunu anlayıverdim.
Sadece birkaç saniye sürmüştü ama üçüncü kurbanda elenmişti.
Gözyaşlarımın ardından hıçkırığım kendini salıverdi. Ölüm bize doğru geliyordu...
"Yukarı," diye soluklandım bir hızda. Sanki konuşmak için sadece bir salisem varmışta onu tek çırpıda harcamışım gibi alelacele çıkan nefesimin ardından soluğum kesildi. Kürek kemiklerimin altındaki sızıdan dolayı ciğerlerime adam akıllı bir nefes dolduramadım.
Ege komutumu yakaladı. Merdivenlere doğru döndüğümde hızla yanıma geldi ve kolumun altına girdi. Ne olduğunu sormak istediğini biliyordum ama durup açıklayacak vaktimiz yoktu.
Merdivenleri çıkarken adım seslerimin tahtaları gümbürdetiyordu ama ardımızdaki katil daha çok ses çıkarıyordu. Merdivenlerin sonuna ulaştığımızda L şeklindeki koridora çıktık. Tırabzanların arasındaki boşluktan aşağıya baktığımda, en alttaki tahtalara yara bere içinde, kan dolu bir küvete batmış el tutunuverdi.
Kolumdan tutup çekildim ve koridorun sonuna doğru ilerledik. Buradan çıkış olmadığını 21 numaradan deneyimlemiştim. Kaçabileceğimiz tek bir nokta dahi yoktu ve camdan atlamayı seçtiğimizde, bu defa canlı çıkabileceğime inanamayacağım kadar çok fazla bedenim sızlıyordu.
Dönen başım yüzünden önümü net göremedim. Yaşadığım her an, 21 numaradaki karanlık koridorda Zebani'den kaçtığım anı hatırlatıyordu ve ben, oradaki cesetlerin umutsuzca bana geleceği ön göstermeye çalıştığını ancak şimdi anlayabiliyordum.
Zebani'nin kurbanları, şeytanların bastırdığı güçsüz ruhlar bana ulaşmaya ve kulağıma kaçış yolunu aşılamaya çalışmıştı ama artık çok geçti; makûs geleceğimizden kaçamamıştık.
Her an, gökyüzünün aydınlığını gölgelemek üzere kara kanatlarını açmış Azrail'in gölgesinde gerçekleşiyordu.
Omzumdaki baskı biranda beni koridorun sonuna doğru iteledi. Toparlanamadım ve yere düştüm. Ellerime ahşap parkenin kenarındaki çivi battı. "Ne yapıyor-" dememe kalmadan işaret parmağını dudaklarına yasladı ve bana basit, anlaşılır bir işaret verdi.
"Git ve saklan."
Ege benden tersi yöne atılıp boş bir odaya girerken kapıyı da ardından sessizce kapattı. Ayrılmamız ne kadar doğru, ne kadar yanlıştı seçemedim ama onun, bir planı olduğunu umarak doğruldum. Emekleyerek en yakınımdaki odaya doğru ilerledim. Kapısı açık odada en ufak bir ışık kaynağı dahi yoktu ve bulanık görüşüm odada neler olduğunu seçebilecek kadar yerinde değildi. Sessiz olduğumu umarak odaya emekler halde girdim ve kapıyı ardımdan kavuştururken saklanabilecek bir köşe aradım.
Burası, portakal kokusunun en yoğun olduğu odalardan birisiydi ve yerde halı yoktu. Emeklediğim süre boyunca soğuk parkeleri iliğime dek hissettim ve odanın merkezindeki yatağa doğru ilerledim. İki kişilik bir yataktı ve üzerinde yumuşacık örtüler vardı. Altı, girebileceğimden çok daha geniş ve yüksekti bu yüzden ilk fırsatta yakalanabilirmişim gibi hissettim. Ayaklarım üzerine yükselirken diz kapaklarımdaki yangıdan dolayı dişlerimi sıkıyordum. Odada saklanabileceğim köşeleri arıyordum ama eşyalar, düşündüğümden çok daha azdı. Odada bin bir türlü manzaranın olduğu tablolar dışında neredeyse eşya yoktu. Sol taraftaki duvarda, kapıya yakın bir köşede tuvalet masası, pencere tarafındaki alanda ise çift kapaklı küçük bir dolap vardı.
Nefes nefese kalmış bir halde pencereye doğru ilerledim. Önce perdeleri aralayıp dışarıya baktım. Bu açıdan hem ormanı, hem de gölün ormanla bitişiğindeki küçük bir kısmı görebiliyordum. Dışarıda önceden gördüklerim dışında hiçbir farklılık yoktu ama son çare olarak pencereden atlamayı göze alacağıma dair kendime olan tesellilerim gördüğüm detayla son buldu. Pencerelerde parmaklıklar vardı.
Pencereyi açıp soğuk parmaklıklara yaslandım ama onları aşıp geçemeyeceğim kadar sağlam olduklarını gördüm. Bu, bu odada kapana kısıldığım anlamına geliyor ve tüm ümitlerimi yerle yeksan ediyordu.
Ormanın ıslık seslerine başka bir ses karıştı. Nasıl olduğunu anlayamadığım bir karmaşa içinde, bir kadının "O eve yaklaşma," dediğini duydum. Dışarıda insanlar vardı ama evden gelen çığlıklar yüzünden bize yaklaşamıyor olmalılardı.
Bağırıp yardım dilemek istedim ama çığlıklara rağmen gelmeyen insanların yardım dileyen sesime de bir yanıt vermeyeceğini biliyordum. Tıpkı 15 yıl önceki gibi... İnsanlar değişse de gölün çevresindeki duyguların hiçbiri değişmiyordu. On beş yıl önce 6 yaşındaki bir kız çocuğu yalnız savaşmaya mecbur bırakılmıştı, on beş yıl sonrada iki çocuk, her biri farklı odada kendi benlikleriyle savaşmaya maruz bırakılmıştı.
Pencereden içeriye sızan ay ışığı ile birlikte arkama dönüp odanın kapısına baktım. Alt kattan gelen turuncu ev ışıklarının yansımaları tırabzanlara kadar yükseliyordu ve orada, koyu renkli duvar kâğıtlarının üzerine vuran topal bir gölge yukarıya doğru çıkıyordu.
Yetişmişti bile.
Zebani'nin hırıltıları ve ayağındaki metaliğin sürtünüşü artık çok daha yakından geliyordu. Aşağı katta en ufak bir ses dahi kalmamıştı ve şimdi, Nevra ablanın ne halde olduğu benim için merak konusuydu.
Duyduğum kırılma sesinden sonra bir daha ona dair bir işaret alamamıştım ve ölmüş olabileceği gerçeği oldukça can yakıcıydı.
Odada dönüp durmaktan başka hiçbir şey yapamadım. Bir atakla sağımdaki çift kapaklı dolabın içine girip, eski, dokusu bozulmuş kıyafetlerin arasına karıştım. Dolap kapaklarını, arada yalnızca bir santim kalacak şekilde açık bıraktığımda gözyaşları ile dolu mavi irislerim kapıyı gözlüyordu.
Aklımda dönüp duran tek şey, Ege'nin diğer odada saklanıp saklanamadığıydı. Düşüncelerini bir kez durdurabilmişti ama ya bu sefer Zebani onun nerede olduğunu bilecek kadar duyabilirse ne yapacaktık?
O Ege'yi duysa da, duymasa da bu küçücük odada ona karşı bizi görünmez kılacak hiçbir şey yoktu.
Zebani'den kaçsak onun şeytanlarına tutulacaktık ve ben burada Kalika'ya da güvenemiyordum.
"... Çünkü Zebani'nin şeytanları benden çok daha güçlü..."
Kalika, uçurumun sonuna çıkan hayat yoluma yeni taşlar ekleyemezdi. Sürünerek gelen ve beni kıvrak bedenine dolayarak çürütmek isteyen bir cehennem varlığına karşı yapabileceğim tek şey ellerimi dudaklarım üstüne kapayarak sessiz olmaya çalışmaktan başka bir şey değildi.
Topal cüsse ilerledi. Merdivenleri o metalik gülle ile ağırca çıktı. Basamakların son bulduğu, durup alaylı bir tınıda ıslık çalmaya başladığında anlaşıldı.
Elinde tuttuğu bıçağı ahşap tırabzanlara çarptığını neredeyse görebiliyordum, her bir hareketi o kadar yankılıydı ki, yanı başımda soluk alıyormuş gibi nefeslerini dahi duyabiliyordum. Koridordaki tüm ses, bu küçücük dolapta sıkışıp kalmış bana dahi ulaşırken benim korku dolu hıçkırıklarımın onun tarafından duyulabiliyor oluşu kanadı kırık bir kuşun uçuruma yuvarlanışı kadar tehlikeliydi.
Zebani koridorda ilerlemeye başladı. Koridorda hatırlayabildiğim kadarıyla 6 kapı vardı. Kapıların nereye açıldığını bilmiyordum ancak Ege'nin girdiği üçüncü kapı ile benim girdiğim beşinci kapının yatak odalarına açıldığı belliyken, Zebani'nin bunlar arasında seçim yapmasının çokta zor olmadığı açıktı.
İlerledi, ilerledi ve her adımında ıslığının tonu değişti. Sanki koridorda turlarken hangi kapının ardında saklandığımızı tahmin etmeye çalışıyor gibiydi. Durdu, ilerledi, ayağı yere sürtündü ve tahtalar gıcırdadı.
Ne endişesi vardı ne de telaşı... Ahşap yapıyı kırıp geçemeyeceğimizden oldukça emin, ağır hareketlerle ilerliyordu.
Tırabzanların bir kısmını hafif aralık bıraktığım kapıdan görebiliyordum. Oradaki turuncu ışığı dikkatle izlerken kapının aralığında ışığı gölgeleyen bir beden beliriverdi. Önce upuzun bir cübbe, ardından da Zebani'nin tuttuğu bıçağın parıltısını gördüm.
Bıçağın ucu ile kapıyı hafifçe iteledi. Kapının yağlanmamış menteşelerinin gıcırtısı, ruhların alınacağı günkü surdan farksız, tiz bir sesle yükselirken açıyla birlikte katilin bedeninin iriliği de kapının aralığını doldurdu.
Kolları iki yanda, upuzun, artık çarpık bacakları ile sinsice sırıtıyordu şimdi. Islığı o kadar neşeliydi ki, bayram şarkılarını o kirli dudaklarında duyabiliyordum adeta.
"Mer-ca-nı bul-dum!"
"Mer-ca-nı bul-dum!"
"Mer-ca-nı bul-dum!"
Bu bir oyunsa, sobelenmiş bir yemden farkım kalmamıştı.
Başımı geriye doğru, kıyafetlerin gölgesine doğru çektim. Ellerim dudaklarıma yaslı olmasına rağmen bedenimin titreyişi ne kadar çaresiz, sızıntı dolu olduğumu açık ediyordu.
Gözlerimin önü artık o kadar bulanıktı ki, gözyaşlarımdan dolayı mı yoksa beyin sarsıntımdan dolayı mı olduğunu seçemiyor ve Zebani'nin bedenini gittikçe çarpıklaştırıyordum.
Çarpık, şekilsiz bir gölge karanlığıma, sığındığım köşelere doğru ilerliyordu. Bir adım attı ve metalin sürünüşü duyuldu. İkinci adımında o korkunç, tok kıkırtıları doluştu. Genizden gelen gülüşü sanki oraya sıkışıp kalmış bir kurban varda kaçmak için çırpınıyormuş gibi çıkıyordu.
Bıçağı kaldırıp havada dolandırdı. Bir adım daha attı, kırık kemiklerinin birbirine sürtünüşü duyuldu.
İlk hedefi yatak oldu. Hiçbir köşeye dokunmak istemiyor gibi bıçağının ucu ile yumuşak örtüleri kaldırıp yere attı. Gözleri karanlıkta dolandı. Şimdi, kırmızı birer mücevher gibi parıldayan irislerinin onun şeytani içgüdülerinin birer yansıması olduğunu ve bunun, kanın kızıllığından geldiğini anlayabiliyordum.
İlerledi, kırık kemiği baskıdan dolayı yerinden ayrılınca tökezledi. Durmadı, devam etti.
Nefesim tekledi. Kalbim gümbürdüyor ve nabzım, mümkün olsa benden ayrılıp saldıracakmış gibi kuvvetleniyordu.
Bir adım attı, kapanın ucunda kalan zincir ahşap parkeye çarptı. Emeklerken fark ettiğim, yatağın kenarında kalan parkeye basınca orayı oynattı ve kırdı.
Gözyaşlarım ellerimin üstünden akıp bileklerime, oradan kıyafetlerimin içine sızıyordu. Gözyaşlarım sıcaktı, kanlıydı, azim doluydu. Geçtiği yerlerdeki her hücremi de kendiyle birlikte akıtıyordu.
İlerledi, adım adım bana doğru yaklaştı. O dolaba yaklaştıkça üzerime düşen gölge fazlalaşıyor ve onun çirkin gülümsemesini taşıyan suratını karaya boyuyordu.
Yaklaştı, yaklaştı ve yaklaştı. Hıçkırığım, benden bağımsız dışarıya salındığı anda bıçağını da havaya kaldırmıştı. Küçük dünyamın dolunayı, beni kesip biçmek üzere gökyüzüne yükselmiş gibiydi. Sesim duyulabilecek kadar güçlüydü, o beni duymuştu. Havadaki eli titredi ve korkuyla gözlerimi sımsıkı kapattıktan hemen sonra darbenin ineceğini anladım. Ama darbe gerçekleşmedi.
Çünkü hıçkırık sesimi bastıracak ikinci bir ses duyulmuştu.
Zebani bir hışımla arkasını dönüp, kırık kemiklerini kütür kütür parçalayarak odadan dışarıya fırladı ve başka bir odaya daldı.
Üçüncü odaya girdiğini biliyordum.
Kapıyı tekmeler misali açıp içeriye daldığında sadece birkaç saniye geçti. Bir şeylerin devrildiğini, bazı dolapların kapaklarının açıldığını ve sonunda, Ege'nin yakalandığını duydum.
Artık hıçkırıklarımı engellemek gibi bir uğraşım olmadı. Ellerim dolabın kapaklarını hızlıca araladı ve sersem bir halde dolabın dışına çıktım. Ege'nin çığlıkları ve Zebani'nin elinden kaçmaya çalışırken ki boğuşma sesleri rahatlıkla duyuluyordu.
Gözü dönmüş aç bir sıçandan farksız odadan bir hışımla çıktım ve az önce yana yakıla saklanan bedenimi aniden ortaya attım. Koridora çıkıp soluma döndüğümde üçüncü odaya ulaşmam oldukça basit oldu. Gördüklerim ise tüyler ürperticiydi.
Kapı menteşelerinden sökülüp duvara yapışmıştı. Yere düşmüş bir dolap, kırık bir ayna ve dağınık bir yatak vardı. Sarı tonlarındaki odanın artık ölü olduğuna inandığım Nevra ablaya ait olduğu belliydi ama şimdi odanın yeni bir amacı vardı.
Ege'ye mezar olmak istiyordu.
Ege cama çıkmaya çalışmış lakin yaşanan arbedede Zebani onun bileğine yapışmayı başarmıştı. Duyduğum son feryatta bıçağını savurmuştu. Keskin cismin Ege'nin baldırına saplandığını son anda gördüm. Ege canhıraş bir halde ayak bileklerine sarılmış Zebani'yi tekmelemeye başladı.
Dengesini sağlayamıyor, Zebani onu içeriye çekmeye çalışırken o soğuk havaya ulaşmaya çalışıyordu. Pervazda sıkışıp kalmıştı, saçları savruluyor ve yüzündeki o çaresiz görüntüyü açığa çıkarıyordu ve asıl sorun; hangi güç üstün gelirse gelsin ağır yaralanmaktan kurtulamayacağıydı. Pencereden düşerse de kırılacaktı, Zebani'ye yem olsa da paramparça olacaktı...
Sonunda bir tekme daha savurdu ve Zebani'nin üzerindeki ellerinden kurtuldu. Açık pencereden aşağıya atlamak üzereyken onun baldırına saplanmış, pantolonunu kızıla boyayan koca bıçağı gördüm. Ege birdenbire pencereden aşağıya atladı lakin Zebani dizleri üzerinde ayaklandıktan hemen sonra Ege'yi yakasından tuttuğu gibi geri içeriye soktu. Onun yakasını iki eli ile kavradı ve Ege'nin, yanında küçücük kalan bedenini alıp cama yapıştırdı.
'tonk' sesi yeniden duyulduğunda Ege'nin beyninin ezileceğini sandım. Zebani ikinci defa yakalarından kaldırdı ve cama yeniden, daha yüksek bir kuvvetle çarptı. Bu defa başını çarpmasıyla birlikte paramparça olan cam parçalarından birisi Ege'nin başına saplanıp kaldı.
Ege'nin gözleri aniden beyazlaştı. Gözleri yukarıya doğru kaydı, kolları iki yanına düşerken bilincini anlık olarak yitirdi. Ölü bir balık misali Zebani'nin kolları arasında sallanıyordu, Zebani onu tutup yere attı.
Yerde birkaç tur yuvarlanıp öylece sırt üstü düşüverdi. Hareket edemiyordu ama göz kapaklarının açılmak için fırsat kolladığını biliyordum. Zebani başını kaldırdığı anda göz göze geldik. Yamalı yüzündeki ifadeden hiç hoşlanmadım.
Kaçmak istedim ama ayaklarım beni geri geri götürmekten aciz, olduğu yere çakılıp kaldı. Bedenim zangır zangır titriyordu.
Zebani koca adımlarla Ege'nin yanına gelip, botları ile bir tekme savurduğunda Ege karnına inen darbe ile iki büklüm oldu. Öğürmeye çalıştı ama ikinci darbede bedeni diğer tarafa doğru savruldu.
"Yapma!" diye fısıldadım, sesimi net bir şekilde duymasına rağmen başını çevirip bana bakmadı.
"Yapma, lütfen yapma!"
Kızını dinle ve dur baba...
Ama sanki "Sıra sende değil, kapa çeneni," der gibi burun kıvırdıktan sonra Ege'nin üstüne çullandı. Ege bir hızla ellerini yüzüne siper edip kurtulmaya çalışsa da, Zebani'nin tek eli onun sıska kollarını yakalamak için yeterliydi.
Ege'nin kollarını tutup çevirdiğinde ise duyduğum 'Kütürt' sesi ise ellerimi kulaklarıma yaslayıp çığlık attım. Sanki o an benim kemiklerim çatırdamışta, ufakları damarlarıma karışmış gibi hissettim. Ege'nin feryatları feryatlarıma karıştı, kırılan kemiklerinin sesini duymaya devam ettim. Zebani, sanki eline bir dal parçası almışta ortadan ikiye ayırıyormuş gibi Ege'nin kollarındaki kemikleri paramparça etti.
"O kollar bana sarıldı!" diye bağırmak istedim. "O eller beni suyun altından çıkardı! O çocuk benim hayatımı kurtardı. O çocuk bana söz verdi. Hayatta kalacağımıza, bugünleri atlatacağımıza, bir daha ağlamayacağımıza, Selenle birlikte bir tatile çıkacağıma söz verdi. Onu incitme, onu incitme, onu kırma!"
Söylemek istediğim sözler, lanetli bir ipin düğümleri gibi dilimin altına toparlanıp kaldı. Ege'nin her çığırışında içimden bir parça, kızgın şişlerle deşilip dışarıya çıkarıldı. Ege'nin Zebaniye vurmaya çalıştığını ve kanının onun yüzüne sıçradığını gördüm.
"Yüzünde Ege'nin kanı var baba! Yüzünde bir çocuğun kanı var! Bunu nasıl yapabilirsin! O çocuğun bir gelecek hayali var, ona nasıl öldürme düşüncesi ile dokunabilirsin? O yaşama tutunmak istiyor, o yaşamdan zevk almak istiyor, o tek gözle yaşamanın acılarını ceplerine doluşturmuş, gittiği yolun sonundaki diyarda onları boşaltmak ve yüksüz yaşamayı öğrenmek istiyor."
Soluk almak gittikçe zorlaşıyordu. Sanki hala daha gölün altındaymışım gibi, sanki hala daha gölde boğuluyormuşum gibi ya da bir kez boğulduğunda bir daha nefes almak sadece sancılı bir süreçmiş gibi geliyordu. Artık doğru düzgün nefes alamıyordum. Sanki Zebani'nin elleri hala boğazımdaymış gibiydi. Ağlamam daha önce hiç bu kadar şiddetli olmamıştı.
"Ege'yi öldürme! Ege'yi öldürme. O yaşamayı en çok hak edenlerden. Onun hayalleri en çok gerçekleşmesi gerekenlerden... Onu öldürme! Lütfen onu öldürme!"
Sesli olarak dile getirdiğimi bile fark etmediğim bağırışlarımın arasında Ege iki defa acıdan bayıldı lakin Zebani buna bile izin vermeden onu uyandırdı. Yediği ilk darbede yüzü paramparça olan Ege'nin özendiğim beyaz teni de, bakımlı sarı saçları da, yakışıklı çehresi de artık geri dönmemek üzere bozuldu.
Ne yaptığımdan habersizdim. Kulaklarımı kapamış, odanın dışında öylece çığlık atıyorken biranda kendimi Ege'nin hemen yanında diz çökmüş, Zebani'ye kafa tutarken buldum. Yüzüme okkalı bir tokat yemem o anda gerçekleşti ve yüzümün sağ yanını hissedemez oldum.
Yere düştüm, başımı kaldıramayacağım bir zonklama ile öylece kalakaldım. Burnum yeniden kanıyordu, yere yasladığım ellerimin üzerine nokta nokta kızıllıklar düşüyordu. Başımı hafifçe oynattım, yanımdaki tek kişilik yatağın altında mavi bir parıltı yakaladım. Masaların üstünden düşmüş, uzun boylu bir mavi kuş biblosu, kendi halinde dönüp duruyordu.
Ona doğru uzandım, nemli parmaklarımın arasından kayıp geriye yuvarlandı ama ısrarla onu yakalamaya çalıştım. Şimdi avuçlarım arasında bir silah vardı ama nasıl kullanacaktım ki?
Başımı çevirdim ve Ege'nin ne halde olduğuna bakındım. Yüzüstü dönmeyi başarmış ve sürünerek kaçmaya çalışmıştı ama Zebani hemen üstündeydi. Onun saçlarından tutup geriye doğru çekmiş, boynunu tehlikeli bir raddede eğmişti. Ege hıçkıra hıçkıra kendini bırakmasını söyledi.
Ben toparlanasıya kadar ikinci bir felaket gerçekleşti. Ege bir umutla baldırına saplanmış bıçağı tuttu. Onu yerinden söktüğü anda baldırındaki bir damarı kopardı. Bıçağı geriye doğru savurdu ama Zebani eline vurunca bıçak fırlayıp kapının eşiğine dek sürüklendi.
Ege dönerek kurtulmaya çalışırken tek dizim üzerinde yükseldim. Kıvrımlı bibloyu kaldırıp Zebani'ye doğru savurdum. Mavi kuş, babamın başında paramparça oldu. Ufalanan mavi tozlar gözlerimizin önünde dönüp durdu. Hareketimi görmediği için darbemi başarıyla ona çarpabilmiştim ama bu, onu yalnızca öfkelendirdi.
Şu an dokunulmazlığın tadını çıkarıyor olmalıydı. Biblo şakaklarında kesik oluşturacak kadar kuvvetle inmesine rağmen Ege'ye hiçbir yardımım dokunmadı.
Kendi başıma ayakta dahi duramadığımdan öne doğru sendeledim. Zebani'nin Ege'yi tutan ellerine doğru atıldım. Bileklerini yakalamayı başardım ama onları Ege'nin üzerinden çekmek için kendimi bile aşan bir güç uygulamam gerekiyordu. Ne yazık ki sağ elim zaten sahte bir alçı ile tutturulduğundan işe yaramaz bir konumdaydı. Ege'nin de aynı şekilde tek kolu işlevini yitirdiğinden gücümüz bu devasa kurda denk gelmedi. Zebani biranda ilgisini bana yöneltince sandalım adeta alabora oldu.
Zayıf yönlerimi kullanmak gibi alçakça bir yol seçerek, alçılı bileğimi tutup beni kendine çekti. Oldukça kolay bir halde ona doğru çekildim. Çenemden yakaladığı gibi parmaklarını etime geçirdi. Yanaklarım içe çökerken, çiğneme kaslarım üzerindeki baskıdan dolayı dişlerim sıkılıyor ve geriliyordu. Boyunluğun kilidi açılıp omuzlarımdan aşağıya düştü.
Ellerimi yüzüne yaslayıp onu kendimden uzaklaştırmaya çalıştım. Kol uzunluğum onun kol uzunluğundan çok daha kısaydı. Onun burnuna doğru uyguladığım baskı başını geriye doğru çevirebileceğim kadar istikrarlıydı ama sonunda, beni biranda kendine çekip başını burnuma çarptığında asıl baskının nasıl olması gerektiğini en acı şekilde öğretti bana.
Burnumun üst kısmına aldığım darbe dudaklarıma kan doldurdu. Gerçek anlamda dünyam karardı ve bedenim hiçbir noktasını hissedemez hale geldim. Üzerimdeki baskıların çekildiğini, sırtım yere çarpınca anladım.
Aradan ne kadar zaman geçti bilmiyorum. Ben, yarı baygın bir halde, tamamen karanlığa çekilmiş gibi hareketsizce uzanırken yere çarpan ayak sesleri duyuldu.
Başımı oynatma yetimi kazandığımda sağıma doğru döndüm. Ayaklarını yere vuran, ellerini boğazındaki ele dolamış olan ve kıpkırmızı kesilmiş olan Ege'yi gördüm. Zebani'nin koca elleri onun ince boynuna dolanmış, damarları patlayana dek onu sıkıştırıyordu. Ege'yi adeta boğuyordu, soluğu kesilmiş ve yüzüne kan sıçramış olan Ege'nin hareketlerinin ne kadar ağır olduğunu fark ettiğimde yutkunamadım.
Yere çarptığı ve kesilen soluğu ile ileri geri hareket ettirdiği ayaklarının hareketi ağırca soluyordu. İniltileri kısılmaya başladı, gözleri yukarıya kaymıştı. Boğazındaki ellere dolanmış elleri kayıp iki yanına düştü. Bozuk bir kum saatinin ince beline takılıp kalan kumlar, gibi önce birkaç tane döküldü, sonra akış tamamen durdu. Ayakları artık yere çarpmıyordu.
Zebani terlerini etrafa saça saça Ege üzerindeki baskıya devam etti.
Ege hareket etmiyordu.
Hem de hiç.
Artık göz kapaklarının kıpırtısı da gitmiş, titreyen işaret parmağının teklemeleri de son bulmuştu.
Söylediği bir sözü hatırlayıverdim o ara. Bazen kendi kendine nefes egzersizleri yaptığını ve kendi kendini boğmaya çalıştığını söylemişti. Ona deli olup olmadığını sormuştum; kendini niye boğmaya çalıştığını anlayamamış ve intihara meyil ettiğini sanmıştım. Hayata tutunmayı bu kadar çok isteyen bir çocuğun intihar etmeyi denediğini düşünmek benim hatamdı.
Ege bunu ölmek için değil, hayatta kalmak için yapmıştı. Amacı nefesini kesmek değil, nefesini tutma süresini daha çok uzatabilmekti. Belki babasının boynuna yaptığı tehlikeli darbelere karşı koyabilmek, belki de en büyük korkusunu aşabilmek içindi.
En büyük korkusu...
Selen'in kâbuslarında başının koptuğunu gördüğünü ve bu yüzden bunun, en çok korktuğu ölüm şekli olduğunu söylediğini hatırlıyordum. Bu Selen'in en büyük korkusu haline gelmişti çünkü o sıralar tek düşündüğü takip edildiğiydi. Sonra aynı kâbusu ben görmüştüm. Zebani'nin onun en derin korkularına sızarak onu başını koparmak suretiyle öldürmeye çalışışını görmüştüm.
Seçtiği her bir cinayet yolunun bir amacı vardı. Böceklerden korkan adamı böceklere yem etmiş, zehirlerle sarmalanmış bir kadını zehre çevirmiş, köpeklerden iğrenen kadını köpeklere yem etmiş ve kalp kırıklıklarını örtemeyen adamı kalbinden bıçaklamıştı.
Şimdide Ege'yi en çok korktuğu şeyle vurmuştu işte. Tıpkı benim, onu şahdamarına yaptığım baskıyla bayılttığım gibi o da şahdamarını kabaca susturuvermişti. Ege, aynı kandan iki lanetliye kendini kurban etmişti. Ben o sıra Ege'nin ne düşündüğünü bilmiyordum ama Zebani, son anında Ege'nin ne düşündüğünü biliyordu işte. Ege'nin zihnine sızmıştı, onu öldürmüştü.
Ege'yi öldürmüştü.
Ege ölmüştü.
Ege ölmüştü.
Ege ölmüştü.
Ege ölmüştü.
Hayır.
Kalika Mercan'ı şeytanlardan korudu? İblisimiz yetişmeyi başardı ama yeterince güçlü mü?
Ege kendini Mercan için feda etti? Sizce öldü mü? Ne düşünüyorsunuz?
Evde çoktan üç kişi daha öldü, diğer ölümler hakkında ne düşünüyorsunuz?
Mercan şimdi ne yapacak?
Kitap hakkında dışarıya spoiler vermeyelim lütfen.
Yani... Lütfen.
Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top