53. Bölüm | "O burada!" | Kısım 2 | +18



Çok beklediğimiz baba-kız karşılaşmamız geliyor ve bölümde çok şaşıracağınız bir gizem açığa çıkıyor. Keyifli okumalar... 

Öncesinde okurlardan Kalika görselleri koyalım. 


*

*

*

Sadece dakikalar içinde verdiğimiz kararla birlikte ormana doğru koşuyorduk. Ağaçlar gittikçe sıklaştığı için yönümüzü kaybetmemiz daha da kolaylaşıyordu bu yüzden Ege'yi gözden kaybetmemek için büyük bir çaba harcıyordum. Sıska, grimsi ağaç gövdeleri dışında görüşümüzü kısıtlayan diğer etken sisti ve ormanın derinliklerine inince bu, önüme beyaz bir tül perde indirilmiş hissi uyandırıyordu.


Üşüyor, korkuyor ve yorgunlukla kendimizi zorluyorduk ama Ege'nin rehberliğinde ilerlemeye devam ettik.

Ege ayı kapanını almaya karar verdiğinde bunun işe yarayıp yaramayacağı konusunda oldukça endişeliydim ama yanına aldığı koca mutfak bıçağı, sırtımdaki kapandan daha da çok korkutuyordu beni.


Kapanı benim yerleştirmem gerekiyordu ama Ege, gerekirse elindeki bıçağı Zebani'nin kalbine saplayacağını söylemişti. Bunun olmamasını diliyordum çünkü oraya yeni bir şeytan uyandırmak için gitmiyorduk. Kanım bunu haykıracak olsa bile katil olmak istemiyordum.

Biraz sonra ormandan gelen ıslık seslerinin arasına çığlık sesleri karıştı. Selman abinin "Nevra!" diye haykırdığını duyduğumuzda Ege ile gözlerimiz kesişti. Anında sese doğru koşmaya başladık. Sırtımdaki yükten dolayı dengemi sağlamakta zorlanıyordum ancak sesler o kadar endişeliydi ki Nevra ablanın şu an ölmüş olabileceği düşüncesi beynimde dolanıp duruyordu.


"Geç mi kaldık?" diye haykırmak istedim Kalika'ya karşı. "Yetişemedim mi?"

Biraz sonra sisin arasında iri yarı bir varlık gördük. O kadar büyük görünüyordu ki, hırıldamaları kulaklarımıza iliştiğinde onun gerçekten devasa bir kurt ya da ayı olabileceğini düşündüm.


"Kanımı akıtmaya cüret edenlere ne b*k yaptığımı biliyor musun lan sen?" diye kükrediğinde onun Zebani olduğunu hemen anladık. Saklanmak gibi tuhaf bir çabaya giriştiğimizde Ege ile aynı anda yanımızdaki ağaçların ardına sığındık. Ege sağında kalan ikinci ağacın arkasına geçtiğinde, bende solumdaki ağacın ardına sığınmıştım ancak ağaç beni saklayabilecek kadar geniş değildi. Aramızdaki birkaç metrelik mesafeye rağmen Ege'yi seçemez oldum.


Ağacın pürüzlü yüzeyine tutunup sisin arasındaki hareketliliği seçmeye çalıştım, bu sırada da sessiz ve uysal adımlarla merkezde bıraktığımız Zebani'nin çevresini dolaşıyordum. Zebani, ayaklarının önünde yatan kişiye karşı haykırıyor ve kollarını hışımla savurup duruyordu. İlk darbesinde acı bir feryat, ikincisinde de yarılan damarların hışırtısı duyuldu.

Üçüncü ve dördüncü darbede Zebani'nin uzun paltosu havalanıp sisi dağıtınca neler olduğunu görebildim. Zebani'nin önünde boylu boyunca yatan ve çaresizce karşı koymaya çalışan kişi Selman abiydi ve Nevra abla dizleri üzerine çökmüş, katilin savurduğu bıçak darbelerinin Selman abiye isabet etmesini engellemeye çalışıyordu.


Zebani'nin havaya kaldırdığı elindeki bıçak her defasında Selman abiye saplanıyor ve onu kanatıyordu.

Nevra abla, "Ne olur yapma!" diye hayırdı ancak Zebani elinin tersini onun suratına geçiriverdi. Aldığı darbe ile sağına doğru savrulan Nevra abla yere düştüğünde dudaklarımdan istemsizce bir 'hih!' sesi kaçtı çünkü onun kana bulanmamış tek bir noktası dahi yoktu. Tek omzuna doladığı hırkasının asıl rengi neydi bilmiyorum ancak bu noktadan kıpkırmızı görünüyordu. Burnu kanamış ve kaşı patlamıştı. Darbe çok kuvvetli olmalıydı ki, ellerini yere yaslayıp ne kadar doğrulmaya çalışırsa çalışsın biraz sonra yeniden yere kapaklandı. Yere tükürdüğünde dudaklarından yine tek bir renk fışkırıyordu.


Zebani sesimle aniden duruverdi. Eli havada kaldığında ve kulakları, bir hayvan misali sesleri dinlemek için dikeldiğinde, duymasından korktuğum kişi kendim değil, Ege idi.

Ellerim dudaklarıma yaslı, ağacın ardında saklanadururken Selman abinin iniltileri alanı dolduruyordu.


"Tatlı bir koku alıyorum," diye mırıldanan Zebani durup, gerçek anlamda havayı kokladı. Aldığı tek şey korkumuzun harmanlanmış hali olacağından onun bu hareketinin eğlencesine olduğunu anlayabilmiştim.

O, bizimle sadece eğleniyordu.


Başını hafifçe sağına doğru çevirdi ve burnunu kırıştırdı. Havada tuttuğu bıçağı yanına indirirken gözleri hafiften kısılıyor ve sıska ağaçları tarıyordu.

"Artık eğlenceli olduğuna mı karar verdin sarı velet?" diye seslendiğinde tüylerim diken diken oldu. Ege'nin burada olduğunu şimdiden hissetmişse, bizi bulana dek kaç tane daha şeytan kazanmış olabileceği oldukça tedirgin edici bir rakamla açığa çıkıyordu.


"Buraya gel ve gösterime renk kat..." dedi. "...Çünkü onlar taze bir beden istiyor."

Selman abinin durumunu göremiyordum ama az önce 10'dan fazla bıçak darbesine maruz kaldığı için ne halde olduğunu az çok tahmin edebiliyordum. Nevra ablanın kayan gözleri Selman abi üzerinde dolanıyordu ve ağır hareketlerle ona doğru uzanmaya çalışarak kendi canını yakıyordu.


Buraya onları kurtarmaya gelmiştik ancak onların nefes almak için dahi güçleri kalmamışken Zebani'ye karşı bir başıma pekte yeterli bir silah olamazdım.

Zebani'nin bıçağı tutan parmakları kıpraştı, gözleri ormanı taramaya devam ederken başı da duyduğu her bir hışırtıda yön değiştiriyordu. Bir dalın kırılma sesi aniden tüm başları aynı yöne çevirdiğinde Ege'nin yanlış bir hamle yaptığını anladım.

Zebani tek ayağını geriye attı, bıçağı sıkıca kavradı ve yüzündeki çirkin gülüşle birlikte Ege'ye doğru fısıldadı. "Fazla kolay olmadı mı sence de velet?"


Elini kaldırdığı anda bıçağın Ege'yi hedef alacağını ve büyük ihtimalle ıskalamayacağını bilen yanım sanrılarımı gözlerim önüne getirdi. Kan kusan genç çocuğun görüntülerini bir hışımla silkeledim. Ege'nin öldüğünü izlemeye meraklı olmayan gözlerim kırpıştı; sadece saliseler içinde beynim harekete geçti ve ayağımı kaldırıp yere çarptım.

Ege'nin yakalanmasına izin veremezdim.


Ayaklarım altında ezilen her bir doğa unsuru güçsüz ama dikkat çeken bir ses çıkardı. Bununla birlikte parlak bir nesnenin aniden suratıma doğru fırladığını gördüm. Zebani kıvrak bir hareketle Ege'ye doğru fırlatmaya karar verdiği bıçağı, bir atakla dönüp arkasında olan bana doğru fırlatmıştı. Gözlerim korkuyla aralandı ve ben daha yutkunamadan bıçak boğazıma saplandı.

Korkudan titreyen bacaklarım o anda iflas etti ve sırtımdaki ağırlığında etkisiyle yere kapaklandım. Dizlerim yine gürültünün baş sebebi olurken elim boynuma sarıldı ve sıcakkanımın tadına vardı.


Korkuyla aralanmış gözlerim direkt olarak az önce başımın durduğu hizaya kaydı. Bıçak, yarısı dışarıda kalacak bir halde ağaca saplanmıştı ve o dışarıda kalan kısmı boğazımı kesip geçmiş ve derimin bir kısmını kendine taç edinmişti. Birkaç milimle hayatta kalmış lakin ilk andan kana bulanmıştım.

"Bak sen!" diye hırıldadı Zebani. "Sarı velet yanında kimleri getirmiş? Beklenilmedik olmaktan zevk duyan küçük bir kız..."


Gözlerim beni kesen bıçaktan ayrıldı ve Zebani'ye doğru çevrildi. Onunla ikinci defa bu kadar yakından göz göze geliyordum. Bana doğru döndü, bıçağı fırlattığı sağ omzunu tutup yüzünü buruşturdu ve dişlerini sıkıp görebileceğim en günahkâr bakışları bana sundu.

O gözlerin anneme sevgiyle bakabildiğine hala inanamıyordum.


Düşürdüğüm kapan, gölgemde süzülüyordu ve aklımı kullanıp Zebani fark etmeden onu hazır hale getirmezsem buradan bir çıkış yolumuz kalmayacaktı. Ve ben, tek çıkış yolumuzu şimdiden işe yaramaz bir halde getirmiştim.

Zebani omzundaki elini çektiğinde avuçları kendi kanına bulandı. Yaralanmıştı ve büyük ihtimalle bunun sebebi, az önce misliyle cezasını çekmiş olan Selman abiydi. Zebani bana doğru adımlamaya başladığında ne yapacağımı bilemedim.

Sis, onunla birlikte hareket ediyor, paltosunun salınımı ile daireler çiziyordu. Sadece kısacık bir saniye beyaz dumanları kıvrılıp, birer şeytani boynuza dönüşerek Zebani'nin kirli başının üstünde şekillendi. Ölümlerinin sembolünün zihnini nasıl işgal ettiğine şahit oldum.


"Sen, benim düşüncelerini duymayı arzuladığım ilk kurbanım olacaksın," derken gözleri kısıldı. Görebileceğim en çirkin gülüş, çarpık dişleri arasında yerini korurken onun bu pek değerli saydığı makamdan nasıl düşeceğimi tartıyordum. Onun karşısına sürekli çıkacak cesareti göstermem ilgisini çekmiş olmalıydı.

"İ-ilk defa..." diye fısıldadığımda sesim resmen ormanın çığlıkları arasında yok oldu. Zebani ile aramızdaki birkaç adımlık mesafeye rağmen onun beni duymadığını anladığımda boğazımı temizledim ve tekrar ettim. İşte, babamla ilk konuşmalarımı gerçekleştiriyordum ve ona söylediğim ilk sözler bunlar oldu.


"İlk defa bir arzun gerçekleşmeyecek." Çirkin gülüşü ağırca solarken burnu kırıştı. Yüzündeki yaralar her bir mimiğinde çatlıyormuş gibi bir izlenim veriyordu. Neredeyse kapkara tenindeki dikiş izleri onu iyice yamalı bir çehreye dönüştürmüşken derin bir soluk saldı. Bu bile o kadar zehirliydi ki gözlerimi döndürdü.

"Ve sen böylece hiçbir şeye hükmedemediğini anlayacaksın."


Ne ölmeleri gerektiğine inanıp katlettiğin onca insana, ne 21 numaraya, ne şeytanlarına ne Azrail'e... Sen hiçbir şeye hükmetmiyordun çünkü asıl köle sendin.

Kurbanlarının şeytanları ile kavrulan bir günahkâr... İlk defa bir Zebani kendi silahı ile vuruluyordu.


"Dilinde pek uzunmuş," dediği sırada daha önceki darbesi aklıma düşüverdi. Melike'nin dilini kestikten sonra son dileğini soramadığı için buruk bir tebessümle söylenmişti. Şimdi bana doğru gelirken aklıma düşen ilk soruda bu oldu. Acaba öldürmeden önce son dileğimi soracak mıydı? Kızıyla geçirdiği son anda onun dudaklarından dökülecek sözleri dinleyecek miydi?

Son dileğim neydi?


Ardımdaki kapanı kurmaya çalıştığımda bir gürültü oluşacağını biliyordum. Ege ile kapanı nasıl kuracağıma dair bir deneme yapmıştık ve metalin çarpışı daha ilk andan ne olduğunu açık edecek kadar kuvvetliydi. Düşerken çıkan zincirlerin şakırtısı zaten şüpheli gelmişken şimdi onun gözleri üzerimde gezindiği sürece bu, başarısız bir plan olmaya devam edecekti.

Başka bir sese ihtiyacım vardı. Beni perdeleyecek bir yeme ihtiyacım vardı.


"Birazcık kısaltsak mı ha? O zaman ölmeden önceki birkaç saniyende sinir bozucu yalanların için ne kadar pişman olduğunu anlayıverirsin."

Yalan söylemiyordum ama onun köle olduğunu kabul etmeye niyeti yoktu. O annemin ona olan sevgisini kaybettiğinde, bir daha nasıl sevileceğini öğrenememişti. En büyük prangası buydu.


Zebani elini iç cebine attıktan sonra küçük, yuvarlak bir keski çıkardı. Bunu dilimi kesmek için kullanacağını ilk andan anladım. Ayağa kalkmak ile sonuma razı gelmek arasında kalakalmışken imdadıma fevri bir atak yetişiverdi. Bana doğru yaklaşan Zebani'nin başı, aniden koca bir taşın çarpması ile yana doğru savruldu. Koca cüssesi yön değiştiren kafası ile birlikte dengesini sağlayamadı ve toparlanmak için benden aksi yöne doğru sendelemeye başladı.


Koca taşı kimin attığına dahi bakmadan ellerim arkamdaki soğuk metali buldu ve kendi parmaklarımı kaptırmak uğruna Ege'nin bin bir uğraşla anlattığı düzeneği kuruverdim. Önce bir şakırtı, sonra klik sesi yankılandı. Zebani'nin ettiği küfürler arasına saklanmasını umduğum tuzağın sesinin ardından aniden ayaklandım. Tuzağın yeterince iyi olup olmadığını umursamadan topuğumla vurup onu ittirdim. Toprak zeminde ilerleyip sisin arasına karıştığını hissettiğim anda, ağacın gövdesine saplanıp kalmış olan bıçağı kavradım.


Boynumdan süzülen kanlar beni korkutuyor ve ellerime bulaşmış aynı kandan dolayı bıçağın sapını tutamıyordum bile. Kudretli bir çekicin kayaya saplanıp kaldığı gibi- ağaç gövdesinde asılı kalan bıçağı tutup çekemeden Zebani toparlandı. Sağ şakağından şakır şakır akıp, dudaklarına bulaşan, oradan da iğrendirici bir şekilde dişlerinin arasına sızıp onları daha da sivrilten kanını görünce sözleri kulaklarımda yankılandı.

"Kanımı akıtmaya cüret edenlere ne b*k yaptığımı biliyor musun lan sen?"


Önce alnındaki kanı silkeledi, sonra da burnundan soluyarak ardına doğru baktı. Onunla aynı yöne baktığımda Nevra ablanın başka bir taşı almış fırlatmak üzere olduğunu gördüm.

İkinci taşı kaldırıp fırlattı lakin bu defa Zebani'nin refleksleri ile taş, toprak zeminde bomboş yuvarlandı.


Nevra abla kalçalarının üzerine düştü ama pes etmedi. Geriye doğru sürünerek en yakınındaki bir diğer taş parçasına doğru ilerledi. Zebani'nin gözleri onun üzerindeyken başımı eğip en yakınımdaki taşı kavradım. Bıçağın sap kısmına vurduğum darbe ile ağaca saplanmış silah olduğu yerde kaydı. İkinci darbemde bıçak fırlayıp yere düştüğünde bir telaşla eğilip onu aramaya başladım.


"Kadınlar..." diye hırıldadı Zebani. "Sürekli yaralayan ve sonra kaçmak için köpek gibi sürünen iğrenç insanlar..."


Titreyen ellerim buz gibi zemini avuçlasa da fırlayan bıçağı aramaya başladım ama bir türlü bulamadım.

"Dudaklarınız günaha davet olduğu gibi, bedenlerinizde kurşungeçirmez bir tapınağın duvarları gibi... Ne susmayı biliyorsunuz ne de savunmayı becerebiliyorsunuz."


Omzumun üzerinden solumda kalan ağaçlık alanı tarayarak Ege'nin hala aynı yerinde olup olmadığını kontrol ettim ama gerçek anlamda sis, tüm imkânları sadece Zebani için kullanıyor gibiydi. Ege hala daha açığa çıkmamıştı ve görünen o ki, başka bir dostumda burada olamayacaktı.

Başımı iyice yere eğerek görüşümü netleştirmeye çalıştım ve sulanmış gözlerimin arasından tüm zemini taradım. Ellerim onlarca taşa çarptı ama bıçağı bir türlü kavrayamadım. Sadece bir adım öteme düştüğünü biliyordum ama biraz sonra ittirdiğim kapana bile ulaşıp parmaklarımı kaybedebilecekken bıçak, tuzla buz olmuş gibi ulaşılmaz hale gelmişti.


"Allah'ım, nerede bu?"

Ardımdaki hareketlilik beni ürpertiyordu, Zebani'nin Nevra ablaya olan öfkeli sözlerini duyuyordum ve karşılığında gelen cevaplar sadece acı dolu iniltiler oluyordu.

"Şimdi o tapınağın nasıl dağıldığını görelim," dedikten sonra Nevra ablayı kıstırdığını anladım.


Biraz sonra elim soğuk bir şeye çarptı, heyecanla ona uzanmadan önce titiz hareketlerle onu taradım. Parmak uçlarımdaki sinirlerim, bana tuttuğum şeyin ne bıçak, ne de kapan olamayacağını söylediğinde gözlerim korkuyla aralandı.

Elimi geri çekmeme vakit kalmadan o şey bileğimi kavrayıverdi. Dizlerim üzerine doğru eğildim, bedenim istemsizce öne doğru çekildi. Bileğimdeki yabancı parmakları hissettiğim anda 21 numaradaki yerin altından çıkan görünmez elleri hatırlayıverdim.


Onlar yeniden buradaydı ama bu, 21 numaradaki el değildi. Başka bir görünmez el bileğimi tutuyordu. Etrafımı çevreleyen sis ani bir rüzgârla savrulunca kirpiklerim kıpraştı. Bileğimi yakalayan varlık o anda seçilir hale geldi. Görünmeyen teninin çevresini bir kumaş misali sarmalayan beyaz dumanlar arasında belli belirsiz bir sima ve hemen üstünden yükselen boynuzları gördüm.

"O adamın etrafında şeytanlar mı var?"


"Evden türediler," dedi. "Öldürdüğü her bir canın ardından bir şeytan türüyor. Ruhlar acı içinde can çekişirken şeytanlar onları bastırıyor."

Karşımda bir şeytan vardı.

İşte şimdi çevremiz Zebani'nin şeytanları tarafından sarılmıştı. 21 numarada beni nefessiz bırakanlarda şeytanlardı, şimdi beni kıstırmaya çalışanlarda...

Bu, hangi cinayetten türemiş şeytandı?


Şeytan, bileğimi bırakmamakta kararlı bir halde beni öne doğru çekmeye çalıştığında amacının kurduğum tuzağa yakalanmamı sağlamak olduğunu anlayıverdim. Koca ağzını araladığını, sis onun upuzun dişlerinden içeriye sızınca fark ettim. Ayaklarımı yere yasladım ve kendimi geriye doğru çekmeye çalıştım. Boşta kalan elimi hemen yanımdaki ağaca doladım ama ne hikmetse teni olmayan bu yaratık benden kat be kat güçlüydü.

Ters yöne uygulanan kuvvetlerden dolayı bileğimden rahatsız edici hisler uyanınca dudaklarımdan bir feryat kopuverdi.


Sanki tüm bakışlar üzerime dönmüş ya da orman aniden bana dikkat kesilmiş gibi hissettim. Ayağımın tekini kaldırdığım anda kalçamın üzerine düşmem ve sürüklenmeye başlamam bir oldu. Pes etmedim ve canım yana yana kaldırdığım ayağımı şeytana doğru savurdum. Darbemin çarptığını hissetmedim, aksine havayla dövüşüyormuşum gibi gereksiz bir güç salınımı uyguluyordum ama el bileğimdeki baskı çekilince işe yarar bir hamle olduğunu düşündüm. Ayağa kalkmak için hızla hareketlendiğimde elime keskin bir cisim batıverdi. İkinci defa kendimi kanattığımı fark etmeme rağmen elimi kesen şeyi kavradım.


Hemen karşımda, yalnızca birkaç santim ötemde duran koca yaratığı gördüğüm anda gözlerimi kapattığım gibi bıçağı savurdum.

Karşımdaki şeytanın kesilmesini ummuyordum ama ardımdaki arbededen gür bir çığlık sesi duyduğumda tüm dengem sarsıldı.


Çığlığı atan kişi Zebani idi.

Karşımdaki sis, hiçbir engele takılmadan yol aldığında şeytanın görünürde kaybolduğunu anladım ve ardıma dönüp baktım.


Başını geriye atan Zebani, ellerini şakaklarına bastırarak ağaçların tekdüze, kaknem dalları arasında kaybolan koyu gökyüzüne haykırıyordu.

Ayakları önünde yatan Nevra ablanın bakışları bana döndüğünde bende istemsizce ona baktım. Gözleri korkuyla aralanmış, gözyaşları sağanak gibi kanına karışırken neler olup bittiğinde bihaber bana işaret veriyordu. Kaçmam için...


Elini kaldırıp 'git' dercesine salladığında onun iki parmağının yerinde olmadığını fark ettim. Zebani, az önce benim dilimi kesmek niyetiyle çıkardığı yuvarlak keski ile onun kendisine taş atan parmaklarını koparmıştı.


Sallana sallana ayağa kalktım, elimde tuttuğum bıçak, sanki zemin üzerinde bir mıknatıs varmışçasına yere çekiliyordu. Tutmakta zorlanıyor, ondan daha riskli bir şekilde ise kaçma düşüncesini bedenime ulaştıramıyordum.

Zebani'nin haykırışları dindiğinde üçümüzün de gözleri onun üzerinde korkuyla gezindi. Zebani başını çevirip benden tarafa baktığında kalbim duracak sandım. Şakaklarımdan koca bir şiş sokulsa ancak bu kadar canımın yanacağı bir nefretle üzerime doğru yürümeye başladı.


İşte şimdi gerçek anlamda babama yem olacaktım.

"Sen!" diye haykırdığında arkamı dönüp kaçmak üzereydim ki aramızda birkaç metre olmasına rağmen biranda arkamda bitiverdi. Koca adımlarının gümbürtüsü adeta kökleri inletecek cinsten vahimken bir anda kendi topuklarım ardında hissedince elimde tuttuğum bıçağı geriye doğru savurdum.


Ne olduysa orada oldu. Zebani bileğimi yakaladığı gibi büküverdi ve şiddetli bir çatırtı sesi yükseldi. İşte az önce şeytanını öldürdüğüm elim onun tarafından kırılmıştı. Dudaklarımdan ıstırap dolu bir vaveyla koptu. Bıçak, avuçlarım arasından kayıp yere saplandı. İsmimi seslenen kişiler duydum ama kırılmış bileğimden tutulup Zebani'nin küf kokulu bedenine çekilince duyduğum tüm sesler o anda silindi ve kulaklarım, babamın sesine olan açlığımla doydu.


"Onları görüyorsun?" diye fısıldadığı sırada uzun, açık kahverengi saçlarım arasında kana bulanmış ellerini hissettim. Omzum onun göğsüne yaslanmış bir halde, dip dibe dururken saçlarımdan kavrayıp aşağıya doğru çekti. O kadar kuvvetli çekmişti ki biran kafamın kopup elinde kalacağını sandım. Boştaki elim onun saçlarımdaki eline dolandı ama kuvvetine karşı gelebilecek halim yoktu. Bedenim bir yay gibi gerilmiş halde, onun yanında cüce kalabileceğim bir vaziyetteyken üzerime doğru eğildi. Şimdi yüzü, gerçek anlamda yüzümün önündeydi ve sanki harabe bir hastanede tedavi edilmiş gibi duran son yaralarındaki dikişler, bir örümcek misali koca ipliklerle yanaklarından salınıyordu. Berbat bir dikişti ama onun yüzüne bir duvak örtülse dahi bakılacak hale gelemezdi. Gözlerinin beyazı kıpkırmızı, gözbebekleri irin doluydu. Uçları hafiften sivrilmiş dişlerine çarpan dili çatlamış dudaklarını ıslattı. Kalın kaşları şimdi sonuna dek çatılmış, alnı kırışıklarla dolmuştu.


Korku dolu gözlerime yaklaştığında, katil bir babadan olan çaresiz kızın yansımasını gördüm, boşlukta.

"Onları görüyorsun?" diye yeniden fısıldadığında başımı şiddetle iki yana salladım. Şu anda iki elinin arasında, bedenim bedenine değecek bir haldeyken şuracıkta bir ceviz misali kemiklerimi kırmaması için hiçbir neden yoktu. Sanki iki parmağı ile sıkıştırsa tüm bedenimdeki kan, akıp gidecekmiş gibiydi.


"Benim gibi..." diye mırıldandığında bu defa tüm bedenimle inkâr etmeye başladım. Onun, "Benim gibi," diye başlayan hiçbir sözünü kabul edemezdim.

"Onları görebiliyorsun... Mercan."


Adım dudaklarından döküldüğünde, akan kanımın tüm lanetini kustuğunu düşündüm. Sanki kırılan bileğimdeki her bir kemik parçası ufalanıp kanıma karışmışta, kılcal damarlarıma dek tüm yolları tıkayarak kaçacak yer bırakmıyormuş gibi hissediyordum. Kan kanı tanırdı ve ben, babamın kollarında adımı sayıklamasından utanıyordum.

"Lütfen," diye mırıldandım ama beni kale bile almadı. Bir karga gelip şu an gözlerimi oysaydı, bundan farklı hissetmezdim.


"Bu isimden hiç hoşlanmadım," dedikten sonra saçlarımı yeniden çekiştirdi. Birkaç tutamımın elinde kaldığına emin olduğum anlarda kalbimde adeta yerinden çıkıp buradan koşarak uzaklaşmak üzereydi. Kanlarımız birbirine karışırken tir tir titriyor ve ağlıyordum.

Adımdan hoşlanmamıştı... Belki şimdi, onun için ölüp biteceği annemin adından da artık hoşlanmayacaktı.


"Düşüncelerini neden arzuladığımı anlayabiliyor musun?" diye sordu. Tok sesi, sanki dudaklarından değil de boğazındaki şeytanların korosundan geliyor gibiydi. "Çünkü sen benim gibi düşünüyorsun."

"Hayır!" diye çığlık attım. Onun sesinin yanında 'si' notasına basılmış gibi duran yankılarım sadece ağaçları titretti. "Değilim, senin gibi değilim."


Bir katil değilim, düşüncelerim kirli değil. Ben sadece kırgınım. Yorgun, kırgın ve pes etmeye çok yakınım; ebeveynlerimden aldığım güven duygusunun sarsıntıları ile yaşıyorum; bir depremzede misali düşmek üzere gibi hissediyorum; tufanda sürükleniyor gibi ya da o tuhafın baş sebebi gibi... Ama katil gibi değil. Katil gibi hissetmek istemiyorum. Çocuklarımı ağlatmak, onları tırpanlarla kovalamak ya da sevdiklerini ağlatan kişi olmak istemiyorum.

Öyle hissetmiyorum.


"Yeterince var olmaları için," dedi ve derin bir nefes aldı. "Çok fazla kan akması gerekiyor. Ne kadar kan akarsa o kadar açlık başlıyor."

O şeytanlar seni tüketiyor, diye düşündüm ama dile getirmeme gerek kalmadı.

"Ve o kanın içinde kayıp bir ruh var olmazsa beni tüketiyor."


Başımı sallamaya ve çırpınmaya devam ettim. "Tükeniyorsun, küçük kız," dedi. "Sende benim gibi tükeniyorsun bu yüzden düşünmelisin... Şeytanların suretlerini düşünmelisin. Ne kadar düşünürsen o kadar görünür olurlar, ne kadar hissedersen o kadar hissedilir olurlar ve ne kadar haykırırsan o kadar haykırırlar. Düşün." Kulağıma doğru üfledi. "Düşün ve hükmet. O zaman gerçek kölenin kim olduğunu anlarsın."

"He-hepimiz," diye fısıldadım. "Hepimiz bizi ha-hatalarımıza iten düşüncelerimizin k-kölesiyiz."

"Ben değilim," dedi ısrarla.


"En çokta... Sen," dedim. "Hatalarla dolusun."

Saçlarımdaki baskı gittiği anda kısacık bir saniye tüm saçımı yolup attığını düşündüm lakin tatsız bir sızıyla birlikte tüm saçlarım oradaydı ve şimdi, kırık bileğimde artık işlevsiz halde olduğunu belli ettiğinden serbest kalmıştı.


Sadece iki saniye geçti, sonra söylediğim sözlerin bedelini ödedim. Koca elleri incecik boynumu kavradığı beni havaya kaldırdı ve büyük bir kuvvetle ardımdaki ağaca çarptı. Nefesim saniyeler içinde boğazımdaki parmakların boğumları arasında takılıp kalırken gözlerim karardı. Sırtımda, sanki ağaç gövdesi yarılmışta fışkıran tüm parçalar sırtıma saplanmış gibi korkunç bir acı belirdi. Ayaklarım yere değmiyor ve elim katilin eli üzerine kapanarak bir kaçış yolu aramaya çalışıyordu ama bir elin beş parmağı arasında Araf'ta kalmıştım işte. Azıcık sıksa bu ağaç benim mezar taşım olacak, bıraksa dilendiğim soluğa kavuşacaktım.


Durur sandım ama bu adamın bir sınırı yoktu. Beni kendine çekti ve ikinci defa ardımdaki ağaca çarptı. Ağacın gövdesinden bir çatırtı sesi duyuldu ve üzerimize, kalan son kuru yapraklarla birkaç dal parçası yağdı.

Elinde, aptal bir kukladan farkım yok gibi duruyordu.


"Ne b*k biliyorsun da konuşuyorsun?" diye sordu. "Beni hatalarla ölçecek kadar ne b*k biliyorsun da sen!"

Neler yaşadığını ve seni neyin delirttiğini bilmiyorum baba ama bunun yüzünden annemi ve beni kaybettiğini biliyorum.


"Adının bile ne demek olduğunu biliyor musun lan sen?" Kükredi. Yüzüme karşı küf kokulu nefesi dağıldı. "Bu isim sana hiç yakışmıyor," dedi. "Bu isme layık olduğunu hiç sanmıyorum."

Ama aslında en çok bana yakışıyordu, baba.


Gözyaşlarım yanaklarımdan süzülüp kanımla birlikle eline damlayınca tiksintiyle beni yeniden ağaca çarptı. Şimdi kırılmasına ramak kalmış gövdenin yamukluğu belime batıyor ve birkaç dakika içinde düşen koca ağacın altında kalma riskimi arttırıyordu. Öleceğime dair düşünceler çevremizdeki şeytanlardan daha süratle beynime doluşuyor ve hıçkıra hıçkıra ağlıyordum ama her çıkardığım seste Zebani parmaklarını daha da çok sıklaştırarak beni soluksuz bırakıyordu.

Nefessizlikten ölmeden önce boynumun kırılacağına emindim zira o, gerçek bir cehennem sahibi olarak bana hükmetmeye çalışıyordu. Köle olmadığını ispatlamak ve beni alaşağı etmenin zevkine varmak istiyordu.


"Hadi seni paramparça edelim," dediğinde ayaklarımı amaçsızca çırptım. "Dilini ikiye ayıralım, kollarını teker teker bedeninden sökelim, kaburgalarını birer birer kanıralım. Kalbine ulaşıp..." Diğer elinin işaret parmağı sternumumun üzerinde ince bir kat çizdi. Tırnak dipleri kandan ve kirden simsiyah olmuş parmağı dahi kemiğimi kesip atabilecekmiş gibiydi.


Güçlü bir soluk aldığımda hırsla parmaklarını sıklaştırdı ve soluğumu geri veremedim. Ciğerlerim, zehirli nefesle doldu ve geri püskürtme isteği ile yukarıya baskı yapmaya başladı.


"Ve içerideki o tüm kirli kanı son damlasına dek yutalım." Gözlerim yukarıya doğru kaydığında, bunu fırsata çevirecek bir neden yakıştırdım kendime. Onun yüzü dışında her yer, soluk alma umudum için birer alevdi.

"Sonra kafatasını parçalarız. Tüm dikişlerin..." İşaret parmağı önce yanağıma, gözyaşlarımı delmek ister gibi acı bir baskıyla sürttü, sonra şakaklarıma doğru tırmandı. Başımı çevirip kaçırmayı isterdim ama buna izin vermedi.


İşaret parmağı şakağımdan ense köküme kadar eğimli bir yol çizdi. "Ayrılana dek onları kıralım. Kafatasın toza dönüştüğünde beyninin içine bakarız ve o gizemli fikirlerin tekeer tekeer..."


Beni ürkütmek için söylediği açıktı ama şimdi kelimeleri oldukça keyifli çıkıyordu. Parmaklarını çocukları avutmak için yapılan yağmur hareketini yapmak için gözlerim önünde sallandı. "...Akıp mezarına karışır."

Ardımdaki ağaçtan bir tabut yapmak istediği açıktı ama ben, bu izbe ormanda bana dua gönderebilecek kimse olmadığını biliyordum.


Mezarımın üstünde kuruyacak tek bir gül tanesi bile olmayacaktı.

Gözlerimin önünde kızıl benekler uçuşmaya başladı. Göz damarlarımın basınçları göz kapaklarımdan aşağıya süzüldü. Başparmağı artık tüm boyun girintilerimi delip geçmek üzereyken hiç beklemediğim bir şey oldu.


Zebani aniden küfürler yağdırarak beni geriye doğru fırlattı. Öyle bir güçle savurmuştu ki, o sıra boğazımdaki derimin soyulup atıldığını sandım. Ardımdaki ağaç, bedenimle birlikte parçalandı. Ben, birkaç adım ötede sert bir şekilde yere düşmeden önce ağaç ikiye ayrıldı. Uzun, kaknem dallarla çevrili gövdesi hızlı bir eğim kazandı. Bir ağacı yarıp geçmiştim ve o şimdi, eksilen gölgesiyle birlikte yatacak mezar arıyordu. Ne tarafa düşeceğini bilmiyordum, uzandığım yerde, yerine gelmemiş nefeslerimle hışımla öksürürken bulanık görüşümün hiçbir yardımı dokunmuyordu. Boğazımda çok fazla kan vardı ve bunun sebebi, daha önce kesilmiş yaramın Zebani tarafından deşilmiş olmasıydı. Sırt üstü yatıp soluklanırken, tepemde devasa bir örümcek dolanıyormuş, ağaçlara tutuna tutuna indirdiği koca gövdesi, sekizden fazla kırık bacaklarıyla birlikte bana doğru süzülüyormuş gibi hissediyordum.


Kan dolu ağını bana doğru fırlattığını gördüm ama acı dolu haykırışa rağmen bana doğru süzülmeye devam etti.

Bilincim kayboluyordu.

Düşüncelerim toparlanıyordu.


Hayır.

Kan kusan şey tepemdeki örümcek değildi. Orada bir örümcek yoktu.

Başımda dikilen kişi Nevra abla ve Selman abiden başkası değildi. Kan kusan onlardı. İkisi birlikte ayaklarımın yanında dikiliyor ve haykırarak bir şeyi iteliyorlardı.

Kırılan ağaç...


Bana doğru eğim kazanmasında, orada dikilmeye devam eden Zebani'ye doğru düşsün diye sıska ancak uzun gövdesiyle ağır olduğundan emin olduğum ağacı ittiriyorlardı. Yeterince hızla gelebilmiş olmalılardı.

Dalların kırılma sesi, çatırtılar ve ağır bir küfür duydum. Gür çığlıkların arasına ormanın lanetler okuyan fısıltıları doluştu. Zonklayan kulaklarım nedeniyle Nevra abla ve Selman abinin aralarındaki konuşmayı anlayamıyordum ama Ege'nin adının geçtiğini dudak hareketlerinden çıkarabildim.


Ağaç düşüyordu ve beraberinde başka bir ağacı da kırarak yere iniyordu. Düştüğü yerde bulunan kişinin bir çivi misali yere çakılacağı açıktı.

Ve Zebani hala daha olası rotada dikiliyordu.


Neden kaçmadığını anlayamadım, bu yüzden dirseklerimden destek alarak kendimi kalkmaya zorladım. Biraz sonra ise neler olmuş olabileceği saniyeler içinde beynime üşüşüverdi.

Ege, Zebani'nin ayaklarının yanında uzanıyordu. Ne zaman ve nereden çıkıp gelmişti hiç bilmiyordum. Onu görmemiştim ve yakınlarda olabileceğini hiç düşünmemiştim. Kaçtığına inanacağım bir dakika, Zebani benim boynumu kırmakla meşgulken biranda çıkagelmişti ve görünen o ki, tuzağımız işe yaramıştı.


Ege, yerde yuvarlanıp, uzaklaşarak düşmekte olan ağaçtan kurtulurken gözlerim Zebani'ye kaydı. Çığlık atıyor, haykırıyor ve bizi öldüreceğine dair küfürler ediyordu. Bedeni iki büklüm olmasına rağmen ona neler olduğunu görebildim. Dizinin ardında iki derin kesik vardı ve bu yüzden koca bedeni ayakta durmakta zorlanıyordu ama onu olduğu yere bağlayan asıl şey, Ege'nin ansızın ortaya çıkıp uyguladığı basit ama etkili darbenin ardından sarsılarak tuzağımıza düşmüş ve koca ayı kapanına sıkışmış olmasıydı. Sol ayağı tuzağa kapılmıştı ve o ağır metal, tüm kemiğini keserek dişlerini birbiri üzerine geçirmişti.

Şansa bakıyordum ki, beni yutmak isteyen babam, bir metal parçası tarafından yutulmuştu. Dişlerin arasında tek bir boşluk dahi yoktu. Onun bacağı hiçbir engel teşkil etmeden parçalanmıştı. Sızan kanda, kırık kemiğin görüntüsü de mide bulandırıcıydı. Diz kemiği yerinden çıkmış ve parçalanmış başka bir parça da görünür hale gelmişti.


Ağaç düşüyordu ve biraz sonra Zebani onun altında kalacaktı.

Nevra abla geriye doğru sendeleyince ayaklarıma takıldı ve yanı başıma sert bir şekilde düştü. Düşen ağacın benim tarafımdan parçalanmış alt kısmı kayınca, bedenimize saplanıp kalacak bir darbeyle karşı karşıya kaldık ve çığlık çığlığa birbirimize atıldık. İkimizde refleksle birbirimizi ittirince karşıt yönlere doğru yuvarlanıverdik ve ağacın tırtıklı, ürpertici kısmı toprağa saplandı. Biraz sonra ise iki koca ağaçta gürültüyle yere çakıldı. Zebani'nin bedeninin altında kaldığına emindim ama uzun bir süre hareketlilik olmadığı için tedirgin oldum.


Ağaçların takırtılarından sonra ormanda derin bir sessizlik oluştu. Nefes seslerinin dahi ürkerek çıktığı sisli alanda birbirimizi göremeyeceğimiz mesafelere dağıldığımızdan başta, bu koca çukurda yalnız başıma kalakaldım sandım. Ara sıra esen havayla birlikte önümdeki ağaca doğru tutunarak ayağa kalkmaya çalıştım lakin kırıldığını unuttuğum elime yüklenince iniltim kendimi açık ediverdi. Başım dönüyordu, bedenimin her hareketinde sırtımdaki derin yara sızlıyordu ve yutkunduğumda boğazımdaki derim ayrılıyormuş gibi hissediyordum.


Acıyla tuttuğum bileğimin üstüne kan damladığında, telaşla elim burnuma gitti. Burnum kanamaya başlamıştı ve dudaklarıma bulanan kanımı yutmamak için tükürmek zorunda kaldım.

"Ege?" diye boşluğa doğru seslendim. Onun iyi olup olmadığını bilmiyordum ve Zebani'ye sessizce yaklaşmasının mümkün olmadığını bildiğim o yarı baygın dakikalarımda ağır yaralanmış olabileceği tahmini kulaklarımda yankı yapıyordu.

Nasıl olmuştu da gizlice gelebilmiş ve Selman abi ile Nevra ablayı organize ederek Zebani'yi tuzağa çekebilmişlerdi?


Ciğerlerimden hastalıklı bir öksürük daha fışkırdı. Burun kemerime baskı yaparak kanamamı durdurmaya çalıştım. Ne yapacağımı hiç bilmiyordum, ayağa kalkamıyordum, yaralı noktalarım ve kırık bileğim beni telaşlandırıyordu ve diğerlerinden hiçbir ses gelmiyordu.


Etrafta gezinen şeytanların onları yakalamış olabileceği hissi içime doğduğunda ise tamamen yıkıldım. Ağaca omzumu yaslayarak ağlamaya devam ettim. Yanaklarımdan akan her bir tuzlu gözyaşı canımı yaktı. Küçük bir damla dahi canımı yakabiliyorken buradan sağ çıkabileceğimiz olasılığı oldukça uzak geliyordu.


"Mercan?" diye seslenen tiz sesin Nevra abladan geldiğini fark edince bende hemencecik ona doğru seslendim. "Orada kal, yanına geleceğim."

Öyle söylüyordu ama aramızdaki ağacın etrafını dolanması dakikalarını aldı. Yanıma geldiğinde ayakta duramadığından dolayı o da gürültüyle yanıma düştü ve ağaca yaslandı. Görüşüm net değildi lakin her yerinin kanıyor olduğunu görebilmek için bir çift göze ihtiyacım bile yoktu.


"İ-iyi misin?" diye sorduğunda zorlukla başımı salladım. "Canım yanıyor," diye fısıldadığımda aynı sözleri mırıldandı. "Benimde canım yanıyor, hem de çok fazla."

Yaraları oldukça kötü duruyordu. Hırkasını yaralı omzuna dolamıştı ve şimdi, kesilmiş parmaklarının olduğu yuvarlak, kızıl boşluklarını da pijamasından kopardığı parça ile sarmaya çalışıyordu. Dudakları bir saniye bile boş durmuyor, acısını fışkırtıp duruyordu. Düğüm atamadığı sargısını görünce sağlam elimi kullanarak ona yardım ettim.

"Net göremiyorum," dediğimde sisin arasında bir beden gördüğünü söyledi.


"Selman?" diye seslenen sesiyle birlikte korkak nefeslerle bir yanıt gelmesini bekledik. Nefeslerimiz yaşadığımız adrenalinden dolayı düzene girmediğinden olası bir tehlikeye karşı kendimizi açık hedef etmiş oluyorduk.

Sis artmış gibi duruyordu ve biraz sonra, bardağı taşıran son damla gibi ormandan taşarak göle dağılıp orayı boğacakmış gibiydi.


Boğazımdaki acıdan dolayı yeniden öksürdüğümde, "Muhtemelen iz kalacak," diyen Nevra ablaya baktım.

Üzerimizde iz kalmayacak tek bir yara dahi yoktu, o yüzden özellikle hangisinden bahsettiğini bilmiyordum ama "Her zaman iz kalır," diye mırıldandım. Zebani'nin dokunup da iz bırakmadığı kimse yoktu. Selen, tüm bedenindeki kırıklarla orada bizi beklerken de, annem benden gizli köşelerde ağlarken de derin yaralar taşıyarak hayata tutunuyordu.


Şimdi, bu yaraların bizi öldürmemesi için dua etmeliydik.

"Kızlar?" diye bir ses geldiğinde sisin arasından topal bir beden çıkıverdi. Uzun saçlarından dolayı onu biran için ürkütücü bir yaratık sanabileceğim yaralı Selman abi yanımıza geldiği anda yere yıkılıverdi. Kan kustuğunda, artık bizim için yolun sonu olduğunu biliyordum. Zebani şu dakika o ağacın altında ölmüş olsa bile, onun yokluğunda biz yine burada ölüme terk edilmiş olacaktık.


"Ege burada mı?" diye sordum, Selman abiye karşı. Sırt üstü dönmeye çalışarak başını iki yana salladı. "Ağaçtan kaçtı ama..." dedikten sonra dakikalarca kendini toparlayamadı. "Onu göremedim. Belki de yolunu kaybetti."

"Peki, şu katil..." diye soludu Nevra abla. "Hala orada mı? Onu gördün mü?"


Çünkü aramızda tahmini olarak en fazla on adım vardı ve istese ayaklanıp iyi veya kötü her türlü hamlede bulunabilirdi.

"Bilmiyorum."


Selman abinin kanayan karalarından akan kan miktarı korkutucu derecedeydi. Daha önce Zebani'nin cinayetlerinde gördüğüm kanın gerektiğinden fazla olduğunu sanırdım ama daha önce hiç bu kadar kan görmemiştim.

Benimki, Selman abininki, Nevra ablanınki ve Zebani'ninki... Hepsi birbirine karışmıştı ve şimdi, orman bir çöplükten farksız kokuyordu. Nedensiz bir şekilde aldığım yanık kokusunun ardından "Buradayım," diyen bir ses duyduk.


Selman abi ile aynı anda sağımıza doğru dönüp, sesin sahibi olduğunu umduğum Ege'ye doğru bakındım ancak Nevra abla başımı tutup diğer tarafa, tam soluma çevirdi. İşte şimdi hareket halinde olan dumanların arasında dikilen zayıf bedeni görebilmiştim.

Yarasından itibaren yüzü kanamış olan Ege, yerdeki devrilmiş ağacın hemen yanındaydı ve dudaklarından şu söz döküldü;

"O ölmedi, hala yaşıyor."




Zebani-Mercan (baba-kız) karşılaşmasını nasıl buldunuz?

Zebani Mercan'a söylediklerinde neyi kast etti?

Lanetlenerek öldürme diye düşündüğünüz ölümlerin ardında aslında şeytanların oluşturulduğunu öğrendik. Evde hem şeytanlar, hem de cesetler vardı yani. Bu güzel ayrıntımız hakkında ne düşünüyorsunuz? 

Zebani hala ölmedi, sizce neler olacak?

Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top