52. Bölüm | Canlı Mezar | Kısım 1
Güzel mesajın için teşekkür ediyorum RaziyeCan102 Gerçekten kurgum ve kalemim ile okurlara ulaşabildiğime, kalplerde yer edinebileceğime ve bu kitabı bitirdiğinde beni gerçekten hatırlayabilecek kişiler olduğuna beni inandırdın. Teşekkür ederim. ^^
İkinci partı hemen ardından yayınlıyorum ama yorumlarınızı da oylarınızı da eksik etmeyesiniz.
Bölüm 52: "Canlı Mezar"
Bu sırada
Bedenimin iradesini yitirdiğimi anlamam, 21 numaranın küflü basamaklarını ağlayarak çıkmaya başlamamla gerçekleşiyor. Yürüyor, nefes alıyor, görüyor ve gözlüyorum ancak bunları isteyerek yapmadığımı dile getiremeyecek kadar dilim bağlanmış bir halde ilerliyorum.
Evin ahşap kapısı kendiliğinden açılıyor ve karşımdaki karanlık, davetli bir misafir gibi beni içeriye çağırıyor. Adımlarım titrekçe devam ediyor, kapının eşiğinden geçip hole girdiğimde, sadece birkaç saat önce gördüğüm her şeyin yok olduğunu fark ediyorum.
Örümcek ağları, yırtık duvar kâğıtları, yerdeki onlarca kir ve toz... Hepsi birkaç saat içinde silinip gitmiş ve şimdi, kendi başına harabeye dönmüş bir evden çok taptaze bir yuvaya giriş yapmışım gibi görünüyor.
Kapı ardımdan ağırca kapanırken dönüp, onu neyin kapattığına bakamıyorum bile. Kulaklarıma evdeki yabancıların sesleri ilişiyor, güzelleşmiş ve büyüyle donatılmış bu mekândakilerin kim olabileceğini tahmin dahi edemeyen yanım korkuyla bekliyor.
Adım seslerinin arasına konuşma sesleri karışıyor. Bir kadının ve bir adamın seslerini net bir şekilde duyana dek, onların evin fısıltısı olduğuna inanmaya devam ediyorum. Başımı sese doğru çeviriyorum, salon olduğunu düşündüğüm sağ taraftaki girişe bakarken biranda evin içinde ışıklar yanmaya başlıyor. Gözlerim adeta kamaşıyor ve geceye bomba misali düşen parıltıların arasında bir beden bana çarpıyor.
Geriye doğru sendelerken nefesim adeta boğazıma takılmış bir halde şaşkınla bana çarpan kişiye bakıyorum. Upuzun, dalgalı saçlarının savrulduğu, zayıf ve narin bir beden yanımdan sıyrılıp geçiyor. Tanıdık gelen kokunun yanı sıra hissettiğim o taze esinti benim nerede olduğumu anlamamı sağlıyor.
Değişen şey harabeye dönüşmüş bu lanetli ev değil; değişen kişi benim. Değişen benim düşüncelerim; ben şimdi kendi zamanımda değil, on beş yıl önceki sıcak yuvamdayım.
Duvar kâğıtları, tavandaki turuncu ışığın etkisiyle altın misali parıldıyor, ahşaplar eskisi kadar gıcırdamıyor ve ev, leşlerin mekânı gibi kokmuyor. Vanilya kokusu etrafı sarmalamış, tüm ışıklar odaları aydınlatmış ve tertemiz çerçevelerdeki manzara fotoğrafları hayattan keyif alır bir halde gülümser hale gelmiş. Petrol yeşili halımız merdivenlerde serili, sağımdaki anahtarlığın yanında büyük, yemyeşil bir bitki yetiştirilmiş, genç kadının elinde mavi renkli bir battaniye sallanıyor.
Kadın salondan çıkıp merdivenlere doğru ilerliyor, bir hışımla ilerlediği için battaniyeyi yere düşürüyor ama umursamadan basamaklara ilerliyor. Biranda kolundan tutulup çekilmesiyle birlikte saçları savruluyor ve yüzü, benden tarafa doğru çevriliyor.
"Bırak beni!" diye haykırdığında sesi kalbimin en derinlerine bir hançer misali saplanıyor. Bembeyaz yüzü, tatlı elmacık kemikleri ve yaşlı gözleri ile onun kim olduğunu biliyorum.
"Beni dinleyeceksin Fahriye!" diye haykırıyor adam. Annemi ağlatan, onu üzen ve koca eli ile annemin narin kollarını inciten adama karşı büyük bir öfke duyuyorum o sıra.
"A-anne?" diye korkakça seslendiğimde gözleri birkaç saniye bana doğru kayıyor. Neden burada olduğunu sormak istiyorum ama aslında buraya ait olmayan kişinin ben olduğumu biliyorum.
Adam annemin gözlerini kaçırdığını fark edince bu defa iki eliyle birlikte dirseklerinden kavrıyor ve onu kendine doğru çekiyor. Annemin narin bedeni adama çarptığında uzanıp onu kurtarmak istiyorum. Bir dev gibi karşımda dikilen adama doğru uzanıp annemle arasına geçmek için hareket ediyorum.
Lakin gözlerim, gördüğü detayla birlikte adeta yerinden fışkırıyor. Korkuyla, dudaklarımdan acı dolu bir feryatla birlikte geriye doğru kaçıyorum ve takılıp sendelemem bir oluyor. Kollarım sağımda kalan anahtarlığa doğru tutunuyor, sırtım şiddetle masanın köşesine çarpıyor. Canım yanıyor elbet ama kalp acımın yanında bir hiç sayıyorum. Masaya çarptığım anda üzerinde bulunan anahtarlık yere düşüyor, gözlerim birkaç saniye parkede tiz bir ses oluşturan anahtarlığa kayıyor. Ters dönmüş kaplumbağanın hüzünlü gülüşünün ardından yaşlı gözlerim karşımdaki adama doğru kayıyor yeniden.
"Dinleyecek neyin kaldı ki!" diye bağırıyor annem. "Anlamadığımı mı sanıyorsun ha?" diye haykırıyor. Sesi o kadar acı dolu çıkmış ki, bu adamın yıllar önce annemi üzmüş olduğuna adım kadar emin oluyorum o sıra.
"Bırak annemi!" diyorum titrekçe. Annemin gözleri yeniden bana doğru kaydığında, dudaklarında buruk bir tebessüm canlandı sanıyorum.
"Eğer benden gitmeye çalışırsan," diye hırlıyor adam. Sesindeki tehlikeyi hisseden evin ışıkları bile titriyor. Kalbimin korku dolu çırpınışlarına eşlik eden ışıkların silinişine karşı çıkmak istiyorum.
"...Bunu arzulayan düşüncelerini tek tek yerinden sökerim." Dişlerinin arasından tısladığı sözlerin ardından annem ellerini yumruk yapıyor ve adamın suratına geçiriyor. Başı bir milim bile oynamayan adamın çene kasları gerildiğinde korkuyla bağırıyorum. "Bırak annemi!" diye sesleniyorum ama bu defa annem bile beni dikkate almıyor.
"Bu kadar mı yani?" diyor alayla. "Senden gitmeye çalıştığımda, bunu neden yaptığımı düşünmeyecek misin? Sence ölesiye sevdiğim bu adamdan neden kaçmaya çalışacağım önemli değil mi?"
"Sebebi ne olursa olsun," derken adam öfkeden kuduruyor. "Benden gitmene izin vereceğimi mi sanıyorsun? Seni bulmam çok mu zor olur sence?"
Annemin yaşlı gözleri adamın irislerinde dolanıyor bir umutla. O kadar çaresiz ve yorgun bakıyor ki, yıllarca benden sakladığı isimlerin neden bu kadar değerli olduğunu o vakitlerde anlıyorum. Burada var olması gerekenin o adam olmaması gerektiğini biliyorum. Babam nerede?" diyorum. "Neden annemin kollarında olduğu kişi bu adam da babam değil?"
"Beni sevdiğini sanıyordum." Sesi çatlıyor, gözyaşları artık oluklarından dışarıya fışkırmaya başlıyor. O adam annemi ağlatıyor... Yanakları bir bir ıslanırken yumruk halindeki elleri de öylesine savruluyor. Adama vuruyor ama vurmaya kıyamıyormuş gibi kendi canını yakıyor. Bacakları dayanamayınca düşecek gibi oluyor lakin adam kollarındaki ellerini beline dolayarak onu kendine çekiyor. Şimdi, tenleri birbirine temas ederken adamın elleri de annemin gözyaşlarını kurulamak için görev yerine ulaşıyor.
Annemin gözyaşlarını silen kişinin ben olmasını istiyorum... Onun olacağını hiçbir zaman düşünmemiştim, diyorum. Onun olmasını hiçbir zaman istemedim.
Gözlerimi önü bulanıp, zaman sanki geri çekiliyormuş gibi gözlerimin önünden akıp giderken başımda omzuma doğru düşüyor. Sırtımı yasladığım masadan tutunarak yönümü bu zehirli sahneden uzaklaştırmaya çalışıyorum. Kanım artık damarlarımda raks etmek yerine silah kuşanmışta savaşa çıkıyormuş gibi tepiniyor. Gözlerimin çevresinde ve şakaklarımda atan nabzım düşüncelerimi sıkıştırıyor. Kaldıramadığım anıların altında eziliyorum ama içten içe de fısıltıların haklı olduğunu mırıldanıyorum.
Gözlerim kamaşıyor ve evin ışıkları birkaç saniye tekliyor. Bulanık görüşüme rağmen karşıya doğru bakıyorum. Şimdi görüş açımda duvara monte edilmiş küçük masanın aynası var. Bir aynaya karşı bakıyorum, birkaç saat önce örümcek ağlarından yansımamı seçemediğim bir sahneyi tekrarlıyorum ama bu defa sandığımdan daha beteri karşılıyor beni.
Aynada yansımam yok ve ben bu açıdan annemin ve Zebani'nin sarmaş dolaş bedenini görebiliyorum. Elimi aynaya karşı kaldırıyorum ve pürüzsüz yüzeye korkakça dokunuyorum ancak yansımam bana yanıt vermiyor. Bir yansımam yok...
Çünkü ben burada değilim. Evin tahtaları arasına gizlenmiş o görünmez ellerin baskını daha ilk andan, kapı eşiğinden geçtiğim andan beri hissetmem gerekirdi, diye düşünüyorum. Çünkü onlar bana bu evde on beş yıl önceki annemin hatıralarını gösteriyor. Bakıyorum ama gördüklerim kendi irademle görmek istediğim sahneler değil.
"Gözyaşlarından nefret edecek kadar seni seviyorum, bu yetmez mi?" diyor.
"Yetmez!" diye haykırmak istiyorum. "Ne kadar arzularsan arzula senin sevgin anneme yetmez. Çünkü sen sevebilen biri değilsin, ellerin annemin gözyaşlarına dokunacak kadar temiz değil. Kana susamış bir adamın annemi arzulayacak hakkı yok. Sen burada olması gereken son kişi bile değilsin."
Sesim çıksaydı Zebani'ye karşı söyleyebileceğim sözler bunlar olurdu lakin o, annemin gözyaşlarını silmeye devam ediyor. Anneme sarılırken ve kirli elleri annemin belini okşarken kamburlaşan sırtıyla afallıyorum. O çok savunmasız, gardını indirmiş gibi duruyor. Şimdi ne kadar da sakin, ne kadar da sevgi dolu görünüyordu. Gerçekten birini sevebilirmiş ve gerçekten zarar vermek dışında bir işe yarayabilirmiş gibi... Sanki onlarca cinayeti o işlememiş gibi... Sanki yıllardır bu dört duvar arasından, annemin göğüs kafesinden ayrılmamış gibi... Sanki zihni kurbanlarının acı çığlıkları ile değil de Fahriye'nin sevgisiyle dolu gibi...
Hiçbirinin olmadığını biliyorum o sıra.
Kudretinden vazgeçmiş bir halde anneme boyun bükmüş bir halde duruyor. Sanki yeterli gelmiyormuş gibi kollarını sıklaştırıyor ve annemi daha sıkı sarmalıyor. Uzun saçlarına dolanan parmaklarını görünce mideme saplanan acı ile kaskatı kesiliyorum. Sanki koca bir yumruk ağzımdan içeriye sokulmuş gibi hissediyorum.
Görüşüm yenide bulanıyor, sanki şeffaf bir oyun hamurunun içinden onlara bakıyormuşum gibi zaman etrafımda esip bedenime baskı yapıyor. Aynadaki yansımalarına bakmaya gücüm yetmediğinde gözlerimi sımsıkı kapıyorum ama seslerini yanı başımdan duymaya devam ediyorum.
"Gerçek sevgi bu değil," diyor annem. Babamın yokluğunda yıllarca nasıl sevgiye aç yaşadığını hatırlayınca vicdan azabı çekiyorum. Bu adam yüzünden hiç sevgi göremediği için suçu üstleniyorum. Annem, ilk aşkını bulduğunu söylerken bile yalnızla savaşıyordu, diye düşünüyorum. "Sadece seninle olmamı istiyorsun, kalbim sana ait olsun istiyorsun ama kendi kalbini bana açmıyorsun."
"Beni görebilen tek kişisin," diyor Zebani. "Bana ulaşabilen tek kişisin, nasıl olurda bunu hissetmezsin."
Zebani'nin annemi sevmesini istemiyorum, bencilce. Neden o olmak zorunda, diye düşünüyorum.
"Hissettiğim tek şey senin düşüncelerin çünkü!" diyor annem, sanki canı yanıyormuşçasına. Saçlarında dolanan eller ona sevgi aşılamaktan çok acı akıtıyormuş gibi kıvranıyor.
"Duygularına ulaşamıyorum. Sadece hissettiğini söylüyorsun ama onları bana hissettiremiyorsun."
Ev etrafımda dönüyormuş gibi hissediyorum, kusma isteğim baş edilemez bir noktaya ulaşıyor. Ani bir kararla adımlarımı soldaki odaya doğru çeviriyorum ve annem ile Zebani'nin bu görüntüsüne göz ucuyla bile bakmıyorum. Adımlarım, sarhoş bir kimseninki kadar dengesizce atılıyor. Birkaç adım sonra holden çıkıyorum lakin aniden üzerime doğru fırlatılan keskin cisimleri görünce kapının kenarına doğru sıçramak zorunda kalıyor. Saklandığım köşede bir başka bağırtı duyuluyor. Zaman kıvrılmış, oyun hamuru beni zorlukla sürüklemiş. Gözlerimi korkuyla aralıyorum ve karşımdaki manzarayı izlemeye başlıyorum.
Yüreğim resmen ağzımda, çığlıklarım dışarıya fırlamak üzere...
Yemek masasının zıt yönlerinde dikilmiş birbirilerine bağıran kişiler yine aynı; annem ve Zebani karşılıklı olarak dikilmiş, birbirlerine bağırıp duruyor.
"Sorumsuzsun!" diye bağırdığını duyuyorum annemin. Başım dönüyor olmasına rağmen duvardan tutunarak sersemce ilerliyorum. Zebani'nin az önce fırlattığı tabak-çatalların üzerinden atlamak zorunda kalıyorum zira burada olmamama rağmen canım, fiziksel olarak da yanıyor.
"Beni zehirliyorsun!" Ses tonunu bir nebze bile alçalmıyor. "Senin yanındayken ölüyormuş gibi hissediyorum!"
Zebani'nin masanın üzerinden atlayıp tek seferde annemin yanına geçtiğini görüyorum. O kadar hızlı hareket ediyor ki, anneme zarar geleceği düşüncesi ile olduğum yerde çakılı kalıyorum. Zebani ellerini annemin yanaklarına yaslıyor ve onu kendine çekiyor. Uzun boyu yüzünden annemin başı geriye doğru düşüyor ve onların dudakları buluşurken benim tek düşünebildiğim annemin boynunun her an kırılabileceği oluyor.
"Ölüm dahi olsa, bu tattan vazgeçmem," diyor. Elleri pis bir arzuyla annemi sarıveriyor, bakmaya utanıyorum ama canımı yakan şeyin apaçık gözümün önünde olduğunu bilerek başımı çeviriyorum.
"Ben ölümün tadını almak istemiyorum," diyen annemin sesinin ardından rahatsız edici öpüş sesleri duyuluyor. Duyduğum gürültü ile bir an için korkup arkama dönüyorum ama gördüğüm sadece tehlikeli arzular. Zebani annemi masanın üzerine yatırmış ve elleri onun bedenini okşarken dudakları dudaklarında.
Odadan kaçıyorum ama seslerini hala duyuyorum.
"Seni istiyorum," diyor katil. Annemse buna izin vermeyeceğini söylüyor.
"Benden kaçamazsın," dediğinde taşlar yerine oturuyor. Zebani, bir saplantı gibi annemi kendine istiyor ancak annem çaresizce sevgi arıyor.
"Beni sevmiyorsun!" diye bir haykırış duyduğumda yemek odasından çıkmış, arka odalardan bir köşedeyim. Merdivenin altındaki karanlık bölgede dolanıyorum. Annem biranda karşıma çıkıyor ve merdivenin altındaki odanın kapısına tekme atıyor. "Beni sevmiyorsun, bu yüzden Mercan'ı da sevmiyorsun!" diyor.
Başımdan aşağı dikenli sarmaşıklar yola çıkıyor, bir gülle yemişim gibi ardımdaki duvara tosluyorum. "Sadece kabulleniyorsun," diyor annem. "Çocuğun olarak sevmiyorsun, sadece benden bir parça olduğu için kabulleniyorsun."
Korkarak geriliyorum, hemen ardından öfkeyle dolanan Zebani'yi görünce yutkunmak zorlaşıyor. Annem kaçtıkça onun günahlara olan yatkınlığı harlanıyor. Şeffaf duvarlar etrafımdan kayıyor, nefes alamıyorum çünkü Zebani yine anneme dokunuyor. "Hayır," diyor ama o kadar nefretle söylüyor ki bunu, bu evde var olan o Mercan'dan gerçekten nefret ettiğini anlıyorum. Burada henüz küçücük bir bebek, biliyorum çünkü annemin tekmelediği kapının ardından bir bebeğin ağlama sesleri duyuluyor. Odam buradaymış, diye düşünüyorum.
Zebani annemi reddediyor ama ona inanmak zor. "Onu bizden bir parça olduğu için kabulleniyorum. O bize ait," diyor. Elleri yumruk olup duvara çarptığında çaresiz tahtalar içeriye doğru çöküyor. "Ondan bahsetme," dediğinde annemin haklı olduğunu ilk andan anlıyorum. O sadece kaybettiği iradesinin peşinde...
"Bizi sevmiyorsun işte!" diye bağırırken annem yine ağlıyor. Bu adam annemi çok ağlatmış, diyorum. O annemi hep ağlatmış çünkü o gerçekten hasta. Bu adam hasta... Bunu biliyorum... Çünkü onunla aynı kanı taşıyorum.
Gözlerim aralanmış, dudaklarımdan sessiz çığlıklar fışkırırken kabullenmem gereken gerçek ile tüm kanımdan tiksiniyorum. Babamı arayan gözlerimin gördüğü tek şey Zebani oluyor, kendi kendime dikiş atıyormuşçasına ilmek ilmek kanıyorum.
Onunla aynı kanı taşıyorum, diyorum defalarca. Zihnimin kılçıklarla dolu köşelerine dek ulaştırıyorum bu sözü. "Kabullen, onunla aynı kanı taşıyorsun. Anneni her gün öpen adam da o, sana hayat veren adam da..."
Başım benden bağımsız iki yana sallanıyor. Kabullenmek istemediğimi sonuna dek belli ediyorum, çöken omuzlarımla duvarlara tutunuyorum. Anne ve babamdan birkaç adım uzaklaşıyorum ama sonra karnıma dolanmış olan o görünmez el biranda beni duvara çekiveriyor. Saplanıp kalıyorum oraya, nefeslerimi kesen bu görüntüyü izlemek zorunda kalıyorum.
"İyi bak!" diyorlar sanki. "Aramaya geldiğin sahne buydu... Aradığın kan burada... Sen kirli bir bebeksin çünkü bir cehennem yaratığının tohumusun. Sen gerçek bir Zebani'nin kölesisin. Kan kokusu kâbuslarından değil, gözlerinin ardındaki o bulanık zihninden değil; ana rahmindeki aciz bedeninden geliyor. İyi bak, o seni öldüren adam değil, o sana hayat veren adam."
Bulanık görüşüme rağmen gözlerim aileme kayıyor. Lanetli kanımın sebebini seyrediyorum öylece.
Annemin üzerindeki saten, mavi bir gecelik var. Tek omzu düşmüş, etek kısımları yukarı doğru toparlanıp orada sıkışmış. Zebani'nin üstünde kıyafetleri yok, pantolonu düşmek üzere gibi ve göğsünde onlarca yara izi var. Bunları kendi kendine yaptığını bir şekilde biliyorum.
Elinde tüttürdüğü sigaranın kokusu beni rahatsız ediyor, sigarayı duvara bastırıp duvar kâğıdı yıprattıktan hemen sonra annemi duvara kıstırıp üzerine yürüyor.
"Beni hiç dinlemiyorsun!" diye haykırıyor. "Bana yasak arzuları tattırıp öylece kaçamazsın!"
Zebani'nin teninde annemden birer hediye öpücük izleri var ama annemin geceliğinin açıkta bıraktığı narin teni Zebani'nin bıraktığı yara izleri ile dolu. Morarmış boynu yüzünden canı yanıyor, bozulmuş topuzu gözyaşları ile ıslanmış yüzüne yapışmış, onu pejmürde gösteriyor.
"Ben yükselmişken beni öylece terk edemezsin."
Sahneler farklı ama konular birbirini andırıyor; annem sevgiye muhtaç, Zebani ise anneme. Annem kaçmak istiyor, Zebani ise zehirlemek...
Hırıldayan vahşi yaratık anneme yapıştığında korkuyla merdivenlere doğru ilerliyorum. Kusmak üzereyim ama bunu bile başaramıyorum. Takılıp düşmeden önce sadece birkaç saniyem varmış gibi geliyor. Merdivenlere yaslanmış bir aynayı kırıp yere düşürüyorum. Kırıklar dört bir yana saçılıyor, bazıları ayaklarıma batıyor. Yansımamı göremiyorum ama gözyaşlarım parçaların üzerine düşüyor.
Ailem arkamda ama ben oradaki adama 'Baba' demek istemiyorum. Dilim bana karşı çıkıyor, tüm bedenim bunu inkâr ediyor. İmkânım olsa şu dakika bedenimdeki tüm kanı boşaltmak istiyorum.
Annem bağırıyor ve peşimden geliyor. Annemin yanıma gelmesini istiyorum ama hırlayarak onu takip eden Zebani'nin öfkeyle peşimizde geldiğini görünce koşmaya başlıyorum. Nereye kaçacağımı bilemiyorum, tırabzanlardan tutunduğum gibi yönümü değiştiriyorum.
Bedenime sarılmış olan ölü eller beni merdivenleri çıkmaya zorluyor. Korku dolu adımlarım merdiven basamaklarına bir gülle misali düşüyor. Gürültü eşliğinde merdivenleri çıkarken annem kayboluyor. Ağlayarak arkama baktığımda buğulu gözlerim, kan içinde kalmış Zebani'yi yakalıyor.
Gözleri öyle bir nefret ve vahşilikle dolmuş ki, bana işlediği tüm o cinayetlerden önceki yüz ifadesini hatırlatıyor. Artık o savunmasız, sevgi dolu adam gitmiş, sırtının kamburu bir şeytan tarafından düzeltilmiş ve eline bu defa annemin narin saç tutamları değil, bir silah iliştirilmiş.
Tabancayı bana doğru çevirdiğinde bağırıp kaçıyorum, merdiven basamakları bana ihanet etmek için fırsat kolluyor olmalı ki üç adım sonra takılıp düşüyorum. Diz kapaklarım soyuluyor ve kemiğimdeki darbeden dolayı sızlıyorum. Sırt üstü dönmeyi başardığımda açık kahve saçlarım gözlerimin önüne düşüyor. Titreyen parmaklarım ile saçlarımı geriye doğru tarıyorum, merdivenlerde uzanmaktayım, yanı başımda devasa bir yaratık dikiliyor. Ayaklarına sıçramış çamuru görüyorum, botlarının altı kir dolu, bağcıkları çözülmüş ve bataklıktan çıkagelmiş gibi duruyor.
Sonra tehlikeyi görüyorum. Silahı üzerime doğrultulmuş vaziyette, namlusundan dumanlar tütüyor. Başka birini daha vurmuş. Daha bir dakika bile olmamış, canını aldığı birine rağmen hala daha benim canımı arzuluyor. Başından aşağı bir kova kan dökülmüş gibi, şakaklarından itibaren çenesine uzanan bir yol var. Üzerinde yırtık, siyah bir tişört, yırtıklardan görünen taze yaralar var. Az önce yaralanmış ama bu bir nebze olsun onu yavaşlatmamış.
Öfkeyle üzerime tükürüyor, gözlerimi kapatıp bu anın son bulmasını diliyorum. Durmasını bekliyorum ama durmuyor. Çünkü onu tanıyorum, o öldürmek için var olmuş. Tıpkı benim gibi...
"Y-yapma..." diye fısıldıyorum. "Lütfen yapma... Böyle olacağını bilemezdim, lütfen dur. Buraya bunun için gelmedim."
Mercan sizce neden bu sahneleri gördü ve bunu ona ne gösteriyor?
Fahriye ve Zebani'nin hayatını ve aralarındaki ilişkiyi gördünüz. Bunun hakkında ne düşünüyorsunuz?
Mercan buradan istediği bilgileri almış olarak çıkabilecek mi?
Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top