49. Bölüm | Yürümeyi arzulayan çiçek


Bölüm 49: "Yürümeyi arzulayan çiçek."

"Çocuklar burası sizi huzursuz ettiyse burada kalmak zorunda değilsiniz."

Selman abi biraz endişeli bir tavırla yanımıza geldiğinde, elinde birkaç fotoğrafı toplamış ancak onları ters çevirmiş bir halde dikiliyordu. Kapının eşiğine yaslanmak gibi bir hataya karıştığında saçlarının arasına düşen örümcek ile boğuşmak zorunda kaldı.


Küfredip eliyle örümcek ağını dağıttı. "Burada bizi huzursuz eden bir şeylerin olduğu kesin," diyerek Ege yine söz hakkını kendine çevirdi. "...Ama bunlardan kaçmanın çözüm olmadığını biliyoruz."


"Ev ayaklanıp arkanızdan gelecek değil çocuklar," diyerek omuzlarını silkti. "Anladığım üzere korktuğunuz çok fazla etken var ama ev bunlardan birisi olamaz."


Ne yaşadığımızı bilmiyordu ama kız kardeşine olanlardan sonra tahminlerinin gerçeğe ne kadar yakın olduğunu o da biliyordu. Başımı iki yana salladım ve gözlerimi dağılmış odada defalarca gezdirdim. "Endişelendiğim şey ev değil," diye açık ettim.


Beni rahatsız eden ne bu kararmış dört duvardı, ne içindeki eski püskü eşyalardı. İçindekiler değil, içindekilerin dışa vurmuş hali beni korkutuyordu. Bir avuç tozun beni korkutmadığını, asıl korkutan şeyin evin şahit olduğu olaylar ve sonucunda doğanlar olduğunu duyduğum fısıltılar bir bir yüzüme çarpıyordu.


Neden kavga ediyorlardı bilmiyorum ama belki de adımı bilmelerinin sebebi, çocukluğumdaki o lanetlendiğim ana şahit etmiş olmalarıydı. Bacaklarımdaki görünmez eller yeniden harekete geçti. Korkup Ege'ye doğru yaklaştım. Bedenlerimiz çarpında hemen bana döndü ve iyi olup olmadığımı kontrol etti. Fiziksel olarak görebileceği hiçbir hasarım yoktu ama onun endişelendiği de bedenim değildi.


Lanetli olan şey benim kafatasımın içindeki o irinli kıvrımlardı. Beynim bir cehennem köpeği tarafından tamamen yutulmadan önce savaşmanın bir yolunu bulmam gerekiyordu.

Bacaklarımı silkelesem de baskılar benimle birlikte hareket etti. "Yıllar önce gerçekleşmiş olan olaylara müdahale edemezsiniz."


Başımı hışımla kaldırdım ve Selman abiye baktım ama onunda bakışları şaşkınlıkla benim üzerimde geziniyor ve gözleri tuhaf, tanıdık bir hisle kısılıyordu. "Ne?" diye titrekçe sorduğumda o da aynı anda fısıldadı. "Sen mi konuştun?"


Ege'nin kaşları hızlıca çatıldı ve bir an için tereddütle etrafına baktı. "Konuşan Mercan değildi," diye mırıldandığında, az önce duyduğumuz sesin üçümüzden de gelmediğini, dördüncü bir varlığın dile geldiğini anladık.


"Bende değildim," diye belli belirsiz fısıldayan ikilinin ardından aynı ses yeniden devam etti. "Öyle değil mi Mercan?"


Kulaklarıma doluşan bu narin, kadifemsi ses bana bir zamanlar bizimle yaşayan Ayten Teyze'yi hatırlatsa da onun buradan çok uzaklarda olduğunu ve sesin, görünürde olmayan evdeki bir kimse tarafından geldiğini biliyordum.

"Burada biri var."

Ege hızlıca bileğime sarıldı ve beni Selman abinin yanına doğru çekti. İkisinin de bakışları merdivenlere doğru çevrildiğinde, onların aksine benim baktığım yer merdivenin altındaki karanlık bölge oldu. Orada bir odanın olduğu hissinin verdiği ürperti, orada bir şeyin dikiliyor olduğu hissinden daha kötüydü.

"Yukarıdan mı geliyor?"


Selman abi, evdeki yabancıya karşı dikkatli olmamız gerektiğini fısıldadığında, asıl korkmamız gereken şeyin o sesin sahibi mi olduğuna yoksa dizlerimi titreten diğer parmaklar mı olduğuna karar veremedim.


Uzun bir tırnak tarafından tenim çizildiğinde bakışlarım hemen diz kapağımdaki yırtılmış pantolonuma kaydı. İncecik bir bıçak tarafından kesilmiş gibi duran kumaş parçasının altından birkaç damla kanımı görmek beni ürpertti. Bu evdeki fısıltılar her kime aitse, amaçları tahmin edilemez lakin sonuçları öngörülebilir bir şekilde bana ulaşmaya çalışıyordu. Ya beni eve çekmek ya da beni evden dışarı atmak istiyorlardı ama her halükarda kendi aralarındaki çatışmadan doğan öfke ile bana temas edebilecek kadar güçlüydüler. Kanımı akıtacak kadar var olmuşlardı, yıllar onu diriltiyordu.

Hem bana hem de Ege ve Selman abiye ulaşabilecek kadar gerçekliğe yakın olan bu fısıltılar kulakla duyulur bir halde adımı bir kez daha seslendi. "Mercan? Burada olduğunu görebiliyorum."


İkilinin gözlerindeki şaşkınlık bariz belli olurken benim buğulu mavi gözlerimden okunan şey onların aksine korkuydu. Benim dışımda ilk defa bir kimsenin aynı fısıltılara şahit olduğunu duymak beni rahatlatmak yerine daha da tedirgin etti.

Deli olmadığımın kanıtı bana iyilik değil, aksine uçurumdan yuvarlanıp düşen bir taş misali tehlikeli bir yolculuğu getirirdi.


"Kim sesleniyor?"

"Siz burada kalın, ben bir yukarıya bakayım." Selman abi elindeki fotoğraf yığınını yanındaki tozlu masanın üzerine bırakıp bizi duvarın kenarına doğru iteledi. "Geldiğimizden beri hiç ses yoktu, aniden çıkıverdi," diyerek fısıldayan Ege'nin ardından Selman abinin kaşları iyice çatıldı. Koyulaşmış göz bebekleri beni yaşadığımız durumdan daha da çok ürpertse de yapabilecek hiçbir şeyimin olmadığını bilerek kendi kendimi kahrettim. Yukarıda en başından beri birinin bekliyor olabileceği, sonradan gelme ihtimalinden çok daha kötüydü.


İkili kendi arasında anlaştı. "Tamam, dikkatli olacağım. Beni bekleyin, bir şey olursa dışarı koşup yardım çağırırsınız."


Adım yeniden zikredildi ve üçümüz aynı anda titredik. "Abi gitme," diyerek koluna yapıştım aniden. Onun kaslı kollarına dokunduğum anda bacaklarımdaki ellerde hızla karnıma dolandı. Sanki beni tutup havaya kaldıracakmış gibi duran ellerin üçten çok olduğunu bileceğim kadar kuvvetli dokunuyorlardı.


Nereden geldiğini kestiremediğimiz ses yüzünden aradaki hole yeniden çıktığımızdan dolayı dört bir yanımız düşman askerleri ile çevrilmiş gibi hissediyordum. "Kimse kıpırdamasın," dediğimde aslında gerçekten kıpırdayamıyor oluşumdan dolayı yakınmaya çalışıyordum.


Kelimeler dilimden dışarıya dökülemeyecek olana kadar boğazımdaki ağaç büyüdü ve nefesimi tekletti. "Mercan iyi misin?" diyerek başımı kaldırmaya çalışan Ege'nin aksine ben Selman abinin adımlarını durdurmaya çalışıyordum.


"Merak etme Mercan, sadece seni tanıyan bu kişinin kim olduğuna bakacağım. Anlaşılan orada beklemesine değecek bir nedeni var. Belki buraya gelme amacınızda size yardımcı olur."


Başımı kuvvetle iki yana salladım ve göğüs kafesimin üstündeki ele doğru yaslandım. Ellerimin altında gerçekten bir deri hissettiğimde gözlerim hayretle aralandı ve nefesim sonuna dek kesildi. Ne yapacağımı bilemez bir halde iki büklüm eğildim. Beni ayakta tutan şeyin, şu saatten sonra kendi iradem olması mümkün değildi.

Biraz önce beni yürüten bu varlıklar şimdi de beni olduğum yere sabitlemiş ve bedenimin dışarı ile bağlantısını kesmeye çalışıyordu. Dudaklarımı araladım ama düşüncelerimi dile dökmek düşündüğümden daha ağır oldu.

"A-adımı biliyor."


Titreyen sesimin neyi ima ettiğini anlamalarını bekledim. Burada, beni yıllardır görmemesine rağmen tanıyabilecek hiç kimsenin olmadığını anlamalarını bekledim.

"Evet, bu yüzden yardımcı olabilir zaten," diyerek ellerini üstünden çekmemi fırsat bilen Selman abi merdivenlere doğru yöneldi. Söylediğim sözün anlamını bilecek kadar beni tanımıyordu. "Buraya bunun için geldim çocuklar, endişelenmeyin."


Buraya bizi korumak için gelmişti; canlı olmayan bir varlıkla karşı karşıya gelerek hayatını tehlikeye atmak için değil...


Başımı kuvvetle iki yana salladım ve parmaklarımı göğsümün üstündeki ele doladım. Göremiyordum ama her bir kıvrımını, elinin üstündeki tendonları ve başparmağının yanından uzanan damarı hissedebiliyordum. Nabzı atmıyordu ama onun canlı olmasına gerekte yoktu; canlıymış gibi davranabilmesi beni durdurmaya yetmişti.


Nabzımın yavaşladığını, Ege'nin telaşla beni yere oturtmasından ve üzerimdeki kazağın yakasını gevşetmeye çalışmasından anladım. "Mercan nefes al!" diye seslendi ve hemen ardından boğazıma hafif dokunuşlarda bulundu. Bacaklarımı kendime doğru çektim ve üzerimdeki görünmez elleri birer birer itelemeye çalıştım.


Üç, dört, yedi veya sekiz... O kadar fazlalardı ki onları ittikten hemen sonra yeniden bana dokunduklarını hissediyordum. Ege üstümdeki tozları silkeliyorum sanarak böyle amaçsız bir işe giriştiğim için bana kızdı ve bileklerimden kavrayıp havaya kaldırdı. Sırtım küflü duvarda, bacaklarım kendime doğru çekilmiş ve ellerim Ege'nin elleri arasında hapsolmuş bir halde öylece kalakaldım. "Nefes al," diye soluyup bacaklarını bacaklarımın iki yanına yasladı. Yüzü yüzüme yaklaştığı sırada gözleri, öfkeyle çatılmış kaşlarının altında gölgelenmiş bir halde bana bakıyordu. Gözlerimin en derin noktalarına, sanki beni kontrol edebilirmiş ve tatlı bir bağ kurabilirmiş gibi ulaşmaya çalıştı.


Ama nefes almayı bırakan ben değildim, göğsümde hala daha duran o hareketsiz eldi.

Ege'nin sesi daha önce hiç duymadığım kadar sakin ve usulca salındı. Bana, sanki beni etkilemekten çok daha fazlasını arzuluyormuş gibi bir dinginlikle ulaştı. "Mercan nefes al, nabzını yavaşlatıyorsun."


Sakinliği, benim yavaşlayan hayati değerlerimle aynı ritme düşene dek bekledi. Başparmağı sıkıca kavradığı bileğimi okşamaya başladığında beni çağıran mezarlıkta kaybolmuş Selman Abi'yi düşünmemeye çalıştım ama bile bile benim yüzümden ölüme giden birini nasıl olurda öylece bırakabilirdim ki...

"A-adımı biliyor E-ege..." dedim ısrarla. "Adımı bilemez."


Aniden durdu, gözlerinde o düşüncelerinin donup kaldığı saniyeleri net bir şekilde gördüm. "Burada kimse a-adımı bilemez." Yarası an be an kızarırken aklına gelen ilk şeyin ne olduğunu bilmiyordum ama sonunda doğru kanıya vardığını görebildim.

"Seni burada tanıyan kimse yok." Yukarıda beni tanıyabilecek bir insan yoktu, bu yüzden Selman abiyi yukarıya çeken şeyin başka bir varlık olduğunu biliyordum. Üzerimdeki eller gibi, orada da canlıymış gibi davranan bir ruh dolanıyordu.

"G-gitmemeli..."


"Bu mümkün değil," diyerek itiraz etmek istese de aklına her ne geldiyse bu düşünceden vazgeçti. Daha önce Kalika'yı hiç görmemiş ve onu hiç duymamış biri olduğu halde onun beni rahatsız hissettiğine inanan Ege bu evde başka bir varlık olduğunu anladı. Onun tehlikesini ve Selman abiye yapabileceklerini kavradığı anda ayağa kalkması bir oldu. "Buradan ayrılma, Selman abiyi getireceğim."


Hayır, gitmemeliydi... Selman abiyi geri getirmek uğruna yukarıya çıkamazdı. Kalika'nın bile daha önce ne yapabildiğini bildiği halde kendini öylece ortaya atamazdı.

"Hayır," diyerek mırıldandım ama Ege yalnızca arkasını döndü ve merdivenlere doğru ilerledi. "Burada bekle, hemen geleceğiz. Seslendiğimde cevap vermezsen seni çok fena pataklarım Mercan. Nefes almaya devam et."


Arkasını dönüp basamakların yukarısında kaybolmadan önce son bir kez bana baktı. İşaret parmağı burnuna hafifçe dokundu ve arkasını döndüğünde aynı parmağı bana belli etmemeye çalışarak yarasına kapandı.

Nefes almaya devam et... Ama göğsümdeki el, bir annenin bebeğine yaslanışı kadar istikrarlı bir şekilde orada durmaya devam ediyordu.


Ayağa kalkmak için kendimi zorlasam da emeklemekten öteye geçemedim. Sırtım duvardan ayrılınca bedenimin tutunacağı bir destek kalmamıştı ama pürüzlü yüzeyden uzaklaşabildiğime sevindim.

Selman abiyi ve Ege'yi alan aynı ses tekrar bana seslendi. Bu defa o kadar güçlüydü ki, yukarıdan değil de hemen yanı başımdan geldiğine yemin edebilirdim.

"Mercan!"


Adımı duymaya alışkın bilincimin bile garipseyeceği bir seslenişle evi titrettiğinde ellerim altındaki tahtanın da neredeyse yarılmak üzere olduğunu hissettim. Nefeslerim düzene girmeyi başaramadığından gözlerimin önü de buğulanıyor ve çevremi seçemez hale geliyordum. Göz kenarlarım bulanıklaşıp görüş açım tamamen dağıldığında boğucu holün yarısı da görünmez hale geldi.

Göğsümdeki elin bileğine yapıştım ve onu itelemeye çalıştım.

Bırakmadı...

Baskı devam etti...

Tutmuyordu ama bırakmıyordu da...


Gerçek bir insan eli gibi hissettiriyor olmasına rağmen onun insan olabileceği hissi çok daha az bir inançtı. Bilekten aşağıya kayan elim, varlığın koluna doğru uzanmaya devam etti. Parmak uçlarımın altındaki pürüzlü teni takip ettim. Amacım, onun bedeninin geri kalanının nerede olduğunu bulabilmekti ama hissettiklerim beni hüsrana uğrattı. Çünkü bana uzanan elin kolu, evin ahşap parkeleri arasında kaybolup gidiyordu. Tahtaların arasından çıkıp gelen kolun devamını bulamadan sert yüzeye çarpmam bir oldu.

Gözlerimin buğusu gözyaşlarımı da teker teker aynı parkeye düşürdü.

"Cevap ver! Oradasın değil mi? Bana cevap ver!"


Selman abi ve Ege'den hala yanıt gelmemesine rağmen sesin hala daha devam ediyor oluşu hayra alamet değildi. Şimdiye sesin sahibini bulup sağ salim aşağıya inmeleri gerekiyordu ama onu duyuyor olmalarına rağmen bulamamışlardı.

"Beni duyabiliyor musun? Sana geliyorum."


Onun yanı başımda olduğuna yeniden ikna oldum. İşte yanılmışlardı, bu küçük bir kandırmacaydı ama üçümüzde bu tuzağa düşmüştük.

Önce solumdan bir ışık çarptı ve karanlık holde görüşümü bir nebze olsun aydınlattı, ardından da buz gibi bir rüzgâr tenime çarpıp beni parkelerin üzerine serdi.


O kadar güçsüzleşmiştim ki, esen rüzgâr dahi beni devirebilecek hale gelmişti. Tanıdık soğukluğun ardından yardımıma koşmasını dileyebileceğim bir ismi mırıldandım.

Yanıma gelmesi ve beni sarmalayıp bu boğucu evden ve huzursuzluğundan kurtarmasını diledim. Dudaklarımın aralığından dökülen isim tüylerimi diken diken etti ve omuzlarıma dokunan soğuk bir el hissettim.

"Kalika!"


Başımı zoraki kaldırıp tepemdeki ay yüzlü kişiyi incelerken bedenim, tarif edemeyeceğim bir rahatlıkla çöküverdi. Bayılmanın eşiğine geldiğim süre zarfında nefeslerim düzeldi ve göğsümdeki el geriye doğru çekildi. Onun, tahtaların arasında kaybolup evin derinliklerindeki mezarlığa geri döndüğünü biliyor olmama rağmen kollarımı yine de kaburgalarım etrafına dolayarak kendimi korumak istedim.


Omzumdaki el bedenime baskı yaparak beni sırt üstü çevirdi. Saçlarım yüzümden çekildiği sırada hissettiğim bu soğuk evden bile daha da soğuk olduğumu alnıma dokunan eller ile anladım. Görüşüm hala düzelmediğinden başımdaki kişinin yüzünü seçemiyordum ama dokunuşlarının tanıdıklığı bana güvende olduğum hissini veriyordu.

"Kalika?"


Düşüncelerim arasında rahatlıkla dolaştığını bildiğim varlığı ilk defa bu kadar kendimden uzak hissettim o sırada.

Yanımdaki kişi Kalika değildi ve yıllar boyu çağrımı ilk defa reddetmiş olan dostumun ardından ondan kat be kat daha korkunç olan bir başka varlığın kolları arasında kalakalmıştım.

Bedenim bir kuvvetle yukarıya doğru kaldırıldı, kollarımdaki baskıdan dolayı tenimin kızardığını hissettim. Gözlerim açılmak yerine daha da kapandı ve Ege ile Selman abiyi sessizliğe gömen o yabancı sesin kollarında uykuya daldım.

"Mercan?"


Duyduğum son ses o varlığın sesi oldu ve ben yine Zebani'ye dair bir başka kâbus gördüm. Hedefini ve yapacaklarını, Selen için, Ege için ve benim için nasıl bir plan kurguladığını ve gerçekleşmesi halinde dile gelecek her türlü olasılığı görmüştüm ama bu defa uyandığımda hiçbir detayı hatırlayamadım.

Bu bizim başlattığımız savaştaki ilk yenilgimiz oldu. Ben, hatırlayamadığım detaylar yüzünden bir kayıp daha verdim.

En kötülerinden biriydi ama en kötüsü değildi.

*

*

*

*

Tik, tak... Tik, tak... Tik, tak... Tik, tak... Tik, tak... Tik, tak...

Nefes al...

Dalga... Dalga... Dalga... Dalga...

Nefes al...

Hışırtı ve bir soluk sesi...

Nefes ver...

"Uyanıyor."


Kirpiklerim kıpraşarak aralanmadan hemen önce bir tahta gıcırtısı ve hemen ardından da yanı başımda bir başka soluk hissettim.

Kendime gelmem ne kadar uzun sürdü emin değilim lakin sonunda gözlerimi tamamen açabildiğimde başımda dikilen Ege'yi görebildim. Yüzündeki büyük bir miktarda telaşla yüzümü inceleyip, gözlerimdeki duyguları okurken sessiz kaldı. Onun renkli gözlerinden gözlerimi ayırmadan önce nefes almaya devam etmeye çalıştım.

Nefes al, nefes ver. Nefes al, nefes ver.


Hayatım boyunca sorgusuz sualsiz gerçekleştirdiğim bu eylem, şimdi dikkatimi vermezsem aniden durabilecekmiş gibi dikkatle beni takip ederken Ege elimi tutup sıktı.

Kendine gel...


Söylemek istediği büyük ihtimalle buydu ama dudaklarını aralamadan önce benim konuşmamı bekledi. Başımı çevirip etrafıma bakındığımda, biraz önce tamamen harabe halde olan evin şimdi capcanlı, rengârenk ve sıcacık bir havaya büründüğünü fark ettim. Duvarlar aynıydı ama duvar kâğıtları bu defa oldukça sağlamdı. Üzerlerindeki tablolar bu defa harikulade manzaralarla ve gülen yüzlerle doluydu. Çiçekleri ve kokularını gördüğümde istemsizce kasılmış bedenimin rahatladığını hissettim. Evdeki ölü havayı süpürüp gerçek bir canlının burada yaşayabileceğine dair bir kanıt gibiydi renkli çiçekler. Yerler temiz, krem rengi tüylü halılar bu açıdan bile yumuşacıktı. Aralık perdeler gün ışığını en tatlı tonlarda içeriye sızarken yattığım koltuğun delik deşik olmaktan çok uzakta, şişme yastıklarla çevrili olduğunu gördüm. Tozpembe, büyük ihtimalle salonun en ilgi odağı ve turuncumsu ahşap parkelerle en uyumlu olan öge olarak konumlandırılmış olan bu koltuğa nasıl geldiğim bir muammaydı.

Duvarlar aynı olsa da, aynı evde olmadığımı -büyülü bir şekilde değişemeyecek olan eşyalardan -kolaylıkla anladım.


Burnuma dolan kek kokusunu umursamadan Ege'ye döndüm ve elimdeki elini kuvvetle sıkıp onu kendime çektim. Koltuğun boşta kalan kısmına sadece tek kalçasını yerleştirdiği için anlık olarak dengesini sağlayamadı ve üzerime doğru düştü. Son anda kolunu koltuğun sırt kısmına yaslayarak kendini durdurmayı başarsa da, yüzlerimiz oldukça yakındı ve bu yakınlıkta aklıma gelen ilk şey, onun en son merdivenlerden kaybolmadan önce ovuşturduğu yarası oldu.

"Sen..." diye başladığım sözüme boğazımı temizleyerek devam ettim. "Oraya gitmemeliydin."


"Evet," diye fısıldadı ve bakışları bir an için gözlerimden çekilip daha aşağılara kaydığında kendini geri çekti. "Oraya çıkmamalıydık ama tek söz dinlemeyen ben değilim ne de olsa!" Dudaklarını büktü ve bana kızgınlıktan çok küskün bir çocuk gibi baktı. "Sana bağırdığımda ses vermezsen seni pataklayacağımı söylememe rağmen bana yanıt vermedin."


Söylediği son sözün bu olduğunu hatırlıyordum ama ben bilincimi kaybetmeden önce adımı sayıklayan kişinin o olmadığını bilecek kadar anılarım yerli yerindeydi.

Elini kaldırıp alnıma dokunduğunda, şefkatli bir temas kuracağımızı sandım ama o, parmağını kuvvetle savurup alnıma bir fiske vurdu. Dudaklarımdan "Auvv," diye nida dökülürken o pis pis sırıttı. "Bu da senin cezan olsun."


"Bana seslenen sen değildin," dedim alnımı ovuşturup. "Bana başka bir şey sesleniyordu."

Bir varlık... Kalika'ya ulaşamadan önüme geçen ve kollarıma derin izler bırakan ruhani bir varlık... Sahi, en son ne olmuştu da bilincimi kaybetmiştim?

Koltuktan ayaklarımı sarkıtıp çevremi yeniden tararken bu defa bana dokunan o varlığı arıyordu gözlerim.

"Neredeyiz?"


Ege toparlanıp yanıma oturdu ve bacak bacak üstüne attı. "Selman abi iyi mi?"

"Sen bayılınca bir komşunun evine geldik, durumunun iyi olmadığı apaçık ortada olduğu için bizi davet ettiler. Selman abi de mutfakta kek yiyor."

Uzanıp Ege'nin bileğini yakaladım ve kol saatinden saate baktım. Öğle vaktini çoktan geçmiştik, bu da benim birkaç saattir bu yabancı evde uyuduğum anlamına geliyordu. "Bizi misafir mi ettiler?"


Ege başını salladı, kollarını göğsünde bağlarken bu durumundan hiçte rahatsız olmuş gibi görünmüyordu. "Ev sahibi çok tatlı bir abla, sen bayıldıktan sonra bizi davet etti ve hatta kekleri bizim için yaptı." Durdu, kendi kendine güldü ve bana doğru hafifçe eğildi. "Aslında sadece Selman abi için yapmış olabilir ama bunu fark etmemiş gibi davranıyorum."

Kaşlarım çatıldı ve benim baygın olduğum süre zarfında tam olarak ne yaşandığını anlamaya çalıştım.


"O evde..." yutkundum. "Ne oldu? Yukarıda ne vardı?"


Gülen yüzü soldu. Ege sorumla birlikte gözlerini benden kaçırıp pencereden dışarıya bakmaya başlayınca bende istemsizce başımı aynı yöne çevirdim. Alçalan güneşin ışıkları ile parlak görüntüsünü bir an bile kaybetmemiş olan gölü apaçık görebiliyordum. Bulunduğumuz ev, diğer evlere nazaran göle en yakın konumlanmış evdi bu yüzden kapalı pencerelere rağmen suyun rüzgârla dansını yine de duyabiliyordum. Sağ taraftaki perdelerin ardında ise 21 numaralı ev vardı.

Evim...


Dışarıdan bakıldığında içerisi kadar korkutucu değildi ama şimdi bile, orada kısacık bir süre dahi kalmama rağmen yaşadıklarım, orayı gölün kenarında soluklanan devasa, kukuletalı bir yaratık gibi gösteriyordu.

"Aşağı kattan daha farklı bir şey görmedik."


Soluklandı ama bu bıkkın bir nefesin bedenini terk edişi gibiydi. "Her yer dağılmış, arbedenin izleri yukarıda da vardı. Görmeye değer bir şey yoktu."

Her nedense onun yalan söylediğini düşündüm. "Gerçekten hiçbir şey yok muydu?" Bakışlarım ona döndü ama o bana bakmamakta kararlıydı. "O sesin sahibi orada değil miydi?"


Ege başını iki yana salladı ve kollarını öylesine çözüp sonra geri bağladı. Profesyonel bir yalancı olduğunu bilmeme rağmen şimdi kelimeleri çarpıtmakta neden bu kadar zorlandığını anlayamadım. "Sana seslenip duran kişi şu tatlı ablaymış, başka biri değil. Onu da senin yanında, aşağıda bulduk."

Kaşlarım hayretle havalandı ve ben bayılmadan önce bana dokunan varlığın gerçekten bir insan olup olamayacağını tarttım. "Yanımdaki o abla mıydı?"


"Evet, kucağında baygın bir halde yatıyordun. Sana seslendiğimde yanıt vermediğin için biraz endişelenmiştim doğrusu... Neyse ki bir şeyin yok. Orada ölseydin kendimi kötü hissederdim."

Orada ölseydim... Orada ölecek miydim? Gerçekten ölecek kadar kötü mü görünmüştüm? Nefesim, geri gelmeyecekmişçesine mi sömürülmüştü? Öyleyse beni neden öylece bırakmıştı?


"Ses yukarıdan gelmiyor muydu? Nasıl olur da bana seslenen o abla olur?"

"Evde tuhaf bir yankı sorunu var, nedenini kimse bilmiyor. Ara sıra kendi aralarında bile sesin yönünü şaşırdıkları oluyormuş. Bizi korkuttuğu için tonlarca özür yağdırdı."

"Adımı nereden biliyormuş ki?"


"Tabii ki duydum!" diyerek aniden salona giren kız ile irkilerek kapıya doğru döndüm. Elinde tatlı tabağı ile içeriye giren, neredeyse Selman abinin boylarında, uzun boylu, kısa saçlı bir kızdı, ev sahibi. Sesindeki neşeye rağmen onun sesinin, daha önce duyduğum sesle aynı tonlara sahip olduğunu kolaylıkla anladım. Gerçekten de Ayten teyzenin ses tonunu andırıyordu.

"Gölün çevresindeki evlerde sesler rüzgârla taşınıyor, bu yüzden gölün karşı tarafındaki evlere büyük bir mahremiyet alanı bırakılmış durumda lakin gölün bu tarafında bu alan oldukça kısıtlı."

"Yani bize sen mi seslendin?"

Başını salladığında, kulaklarının hemen üstündeki sarı saçları alnına doğru döküldü. Saçları o kadar kısaydı ki, genelde erkeklerin kullandığı bir saç tipi olmasına rağmen o, bunu tüm kadınsılığı ile oldukça güzel bir şekilde taşıyordu. Kulaklarının üstünden kıvrılan saçları yüzüne oldukça sevimli bir hava katmıştı, gülümsemesi neredeyse tüm dişlerini görebileceğim kadar geniş ve samimiydi. Alnındaki saçlarını geri iteleme gereği duymadan yanımıza dek geldi ve ortadaki ağaç kütüğünü andıran sehpanın üzerine kek tabağını bıraktı. Selman abide, ev sahibi abla kadar sıcak bir gülümsemeyle meyve sularını masaya bıraktıktan sonra yanıma geldi.


Tek elini omzuma koyduğunda baskıyla omzum çöktü. "Senin için ne kadar endişelendim bilemezsin! Seni baygın gördüğüm anda Selen'in beni öldüreceğine dair onlarca senaryo geçti aklımdan."

Güldü ama gözlerinde hala daha endişe görebiliyordum. "Emanetime nasıl sahip çıkamadın temalı bir dayak şovu beni bekliyordu."

Başımı iki yana salladım. "Adımı nereden duydunuz?" diyerek ev sahibi ablaya yöneldiğimde o da masanın etrafını dolanıp karşıma dikildi. Tuhaf bir tanıdıklığa sahip olan kız, henüz yirmili yaşlarında olmalıydı. Sevimli yüzüne nazaran oldukça çekici, kadınsı kıvrımlara sahip bir vücudu vardı. Üzerindeki basit bir kot, kazak ikilisi olmasına rağmen sanki çok şık elbiseyi taşıyormuş gibi olağanüstü görülüyordu. Elini bana doğru uzattığında tek düşünebildiğim teninin ay gibi parladığıydı.


"Ben Nevra," diyerek yaptığım kabalığı basit bir tanışma faslıyla örten kıza utangaç bir gülümseme yolladım. "Bende Mercan ama sanırım beni tanıyorsunuz?"

Ellerimiz buluştuğu anda gülümsemesi daha da genişledi. Ellerimin buz gibi olduğunu onun sıcak avucu sayesine anladığımdan dolayı benden uzaklaştıktan sonra ellerimi bacaklarımın altına sıkıştırdım.

"Seni tanımıyorum ama siz arabadan indiğiniz sırada adını duydum. Aslında sizi rahatsız etmek istememiştim ama siz yabancıların 21 numaralı eve girdiğini görünce açıkçası merak edip size selam vermeye geldim. Lakin bayağı bir süre seslensem de cevap vermediniz. Bende açık kapıdan içeriye girdim, sende tam bu sırada yere yığıldın."

Yani beni tanımıyordu, sadece biz konuşurken benim adımı duymuş ve bu yüzden evin dışından adımı seslenmişti.


Evdeki varlığın adımı bildiğinden o kadar çok korkmuştum ki, bu detay beni hiç olmadığı kadar ferahlattı. Yüzümdeki gergin ifade de düşüncelerim ile birlikte dağılırken, Nevra abla ile diğerlerinin oldukça kaynaştığını gördüm.

"Kekleri deneyin hadi, uzun zamandır denemediğim havuçlulardan yaptım."

Önüme koyulmuş tabakta uzun bir süre bakıştıktan sonra uzanıp bir dilim kek aldım. Selman abi ile Nevra abla kendi aralarındaki sohbet faslına devam ederken ne yapacağıma karar verene dek onları dinledim.


"İlkokuldan beri burada yaşıyorum ama hala daha buradaki tuhaf sessizliğe alışmış değilim. Genelde gölün bu tarafındaki ses sorunlarından dolayı komşularımız kendi içine kapanık bir halde yaşar. Onları günün belli saatleri dışında neredeyse hiç duymam."

"Ah! Bu durum seni de rahatsız ediyordur. Sonuçta ne söylediğine dikkat ederek yaşamak zor olmalı. Kimin kulak misafiri olacağı belli olmuyordur."


Nevra Abla güldü, tatlı kıkırtısı bir an için tüm bakışları üzerine çekti ama benim aksime hiç utanmış gibi durmuyordu. "Aslında biz sıranın sonundaki ev olduğumuz için o kadar da tedirgin değiliz. Diğerleri o kadar tedirgin ki, burası bazen olması gerektiğinden daha da sessiz hale geliyor. Gölün sessiz olmasını daha çok seviyorum, böylece doğanın sesini duymak mümkün oluyor. En yakın evde boş olduğundan bahçemiz daha da büyümüş gibi hissediyorum. Yani pekte rahatsız olduğum söylenemez."


Konuşkan bir yapısı olduğunu, kelimeler üzerinde ustalıkla dans eden dilinden ve kıvrak konuşmasından anlamak kolaydı ama bunun yanı sırada beden dili de oldukça hareketliydi. Kollarını savurarak konuşuyor ve sık sık pencereden dışarıyı işaret ediyordu.

"Yan evde uzun zamandır kimse oturmuyor gibi duruyor?" Selman abinin soru soran tınısı beni biraz olsun rahatlattı.


"Aslına bakarsanız oraya uzun zamandır göz ucuyla bile bakan yok. Ev sahibi yıllardır orayı satmaya çalışıyor ama ne hikmetse bir tane bile alıcısı çıkmadı. Göl evleri özellikle sonbahar dönemlerinde ilgi görüyor ama Behçet Amca'nın şansı hiç yolunda gitmedi."

"Neden bu kadar şanssız olduğu hakkında bir fikrin olmalı?" diye mırıldandı Selman abi. "Sonuçta gölün bu tarafında oturmayı sevmenize rağmen sizde evi satmaya çalışıyorsunuz."

Evin bahçesindeki satılık tabelasını hatırladım ansızın. Nevra ablanın yüzündeki ifade anlık olarak titrediğinde, Selman abinin bakışları da benim üzerime döndü. Gözlerimiz kesişti ve ben onun ne demek istediğini anında yakaladım.

Nevra abla bir şeyler biliyordu...


"Evi satmak istememizin 21 numara ile bir ilgisi yok," diyerek Selman abinin sorduğu dolaylı soruya net bir cevap veren Nevra abla bizi biraz şaşırttı.

Başını kaldırdı ve meyve suyundan küçük bir yudum alırken arkasına yaslandı. "Aslında benden çok sizin ilginiz var gibi... Yıllar sonraki ilk ziyaretçileri sizsiniz."


"Evet, ev hakkında bazı merak ettiğimiz şeyler var ve sizin de bize yardımcı olabileceğinizi umuyoruz."


Ege sonunda öne doğru atılıp saatlerdir içinde tuttuğu sözleri bir bomba misali patlatınca Nevra ablanın samimi ifadesi değişti. Başta gördüğüm o tatlı yüz şimdi tüm ciddiyeti ile bizi süzerken zorlukla yutkundum.


"Buranın yabancılarına ne kadar yardımcı olabilirim bilmem," dedi önce. "Sormak istedikleriniz var mı?"


Selman abide ilgiyle öne doğru eğilince aniden gerilen ortam beni huzursuz etti. Buraya gelmiş, hiç tanımadığımız bir kişiyi sorguya çekerek ev hakkında bilgi sahibi olmaya çalışıyorduk ve bu, bana gerçek anlamda kaba bir davranış gibi geldi. Ege ve Selman abiye bunu durdurmalarını ve Nevra ablaya da bir yığın özür söylemek üzereydim ki Nevra abla olgunlukla karşılamak gibi beni şaşırtan bir atakta bulundu.

"Bildiğim kadarıyla yardımcı olacağım."


Ege ilk ve en önemli soruyu öne sürdü. "Neden uzun zamandır kimse bu eve gelmiyor? Satılmamasının sebebi ne?"

Nevra abla dudaklarını bükünce biran için sorumuz yanıtsız kalacak sandım ama sakin bir şekilde bildiklerini aktarmaya başladı.


"Ben o zamanlar çok küçüktüm ama hatırladığım kadarıyla bundan yaklaşık..." Durdu ve kısacık bir hesabın ardından devam etti. "On dört veya on beş sene önce o evin bir önceki sahipleri tüm gölü ayağa kaldıracak bir olay çıkardılar."

"Büyük bir kavga kopmuş gibi duruyor."


Nevra abla başını salladı. "Evde bir aile kalıyordu ve söylenene göre karı-koca arasında şiddetli bir kavga çıktı."


Bakışlar bana dönünce olduğum yerde rahatsızca kıpırdandım. Nevra ablanın ilgisini çekecek son kişi bile olmayacağımı umarak sanki bana bakmıyorlarmış gibi başımı çevirip arkama kalan pencereden dışarıya, eski evime doğru baktım.

"Kavganın sebebi biliniyor mu?"


"Dilden dile dolanan dedikodular nedeniyle gerçekte neler yaşandığını anlamak güçleşti, bu yüzden sebepler hakkında bir açıklamada bulunamam."

"Peki ya sonuçlar?" diye sordu Ege. Nevra abla göz ucuyla onu, daha doğrusu başındaki sargıyı inceledi. Ege'nin üzerindeki bakışlara alışkın olduğunu biliyordum ama önceki yarasının büyük bir kısmı da sargının altında kaldığı için daha rahat hissettiğini fark ettim. Gözler üzerindeydi ama konu başlığı o değildi. "Bir kaza olduğu söyleniyor."


Kurşun izlerinden bahsedip bahsetmediğini sorgularken buldum kendimi. "Birkaç kişinin öldüğünü biliyorum."

Kaza... Babam, Alina ve birkaç kişi daha... Annem, babamın ve Alina'nın öldüğünü ve bu yüzden yasta olduklarını söylemişti. Onlarla birlikte kaç kişi daha ölmüştü bilmiyordum ama zihnim ister istemez Ege'nin teorisini ortaya atıp duruyordu. Ya Zebani o gün annemi ve tüm sevdiklerini öldürdüyse?

"Kim olduklarını hatırlıyor musun?"


"Kim olduklarını hatırlayan bir kişinin hala buralarda olduğundan emin değilim. Yaşanan olaylar tüm komşuları etkilemişti ve bu yüzden buradan taşınan kişi sayısı oldukça fazlaydı. O zamanlarda bile olayların haberlere üstü kapalı bir şekilde aktarıldığı ve isimlerin hiç paylaşılmadığı söyleniyor ama ölen kişi sayısının birden fazla olduğu kesin."

Hayır, ikiden fazla olduğu kesin... Ama neden ölenlerin isimleri yayınlanmamıştı?

"Yani başka bir komşuya sorsak senden daha fazlasını söylemezler mi?"


Nevra tatlı bir gülücük takındı. "Hayır, muhtemelen benden daha azını bile söylemezler. Yeni insanlar her ne kadar çok olsa da, batıl inançlar o ev hakkında konuşmalarını engelliyor. Muhtemelen size sadece o evi satın almamanız gerektiğin içeren bir cümle söyleyip kapıyı kapatırlar."

Kaşlarım aniden çatıldı. "Batıl inançlar mı?"


"Evet, dedikoduların sürekli dolandığını söylemiştim. Behçet Amca'nın şanssızlığı da tam olarak bu noktada başlıyor. Evde yaşanılanlardan çok, evin üzerine sinen ürpertici hikâyeler eve adım atmalarını engelliyor."

"Onu bu kadar ürpertici yapan şey ne?"


Nevra Abla cevap vermeden önce bir süre bardağı ile ilgilendi. "Geceleri bazı sesler duyuyoruz."

Tüylerim aniden diken oldu ve benimle birlikte iki oğlanda oturduğu yerde dikleşti.


"Burada seslerin yankı yapması ile ilgili bazı sorunlar olduğunu söylemiştim. Geceleri rüzgâr arttığında ne dediği çok anlaşılmayan bazı fısıltılar duyuyoruz. Göl evi sakinleri bunun 21. evden geldiğine inanıyor. O evde ölenlerin ruhunun çığlıklar attığını ya da evin aç karnını doyurmak için hileler yaptığını söyleyenler oldu.

Bu biraz tuhaf gelecek ama eve giren kişilerin hayatta kalmayacağına inanıyorlar. Sanki ev onları yutacakmış gibi bahçesine kimse yaklaşmıyor. Geçen yıl kötü kokudan dolayı yabani otları ben yolmak zorunda kaldım ama bu yıl 16 numara ile görüşmem gerek."


Söylenenler her ne kadar ürpertici olsa da Nevra Abla'nın sözlerine kattığı alay, gerçeklikle söylentiler arasındaki o çizgiyi şaşırmama neden oldu.

"Sanki bunların hiçbirine inanmıyor gibisin?" Selman abinin şüpheli sorusu aklımı daha da karıştırdı. Sanki ilk defa duyuyor gibi değil de daha önce burada yaşayarak o dedikoduları benimsemiş biri gibi Nevra ablayı sorguluyor oluşu beni biraz şaşırttı.


"İnanmıyorum çünkü onların inandıklarını destekleyecek hiçbir şey görmedim."

"Ne görmeyi bekliyorsunuz?" diye sordum, Selman abinin uyguladığı taktiğe devam ederek. Sanki yıllardır o evin beslenişine şahit olmuşumda bunları inkâr eden bir kimseden hesap sorar gibi, Nevra ablanın neyden rahatsızlık duyduğunu anlamaya çalıştım.


"Söylentileri doğrulayacak herhangi bir canlılık belirtisi," dedi, açık kahve tonlarına sahip olan gözleri dikkatle gözlerimi süzüyordu. "Apaçık söyleyebilirim ki, o ev gerçekten ölü."

"Ya sesler?" dedi Ege. "Sesleri sizde duymuyor musunuz? Belki de yanılmıyorlardır ve o evden bazı sesler geliyordur?"


"Eve en yakın oturanlardan biri biziz ve onların inandığının aksine sesler evden gelmiyor. Rüzgâr, göl evleri arasında dolaşarak yalnızca birer yansıma oluşturuyor. Bunu sizde fark ettiniz, benim sesimi üst kattan geliyormuş gibi duydunuz ama ben evin girişinden hiç ayrılmadım."

"Bu yüzden eve yaklaşmaktan çekinmiyorsun yani?" dedi Selman abi. "Biraz olsun korkmuyor musun?" Sözlerinde biraz iğneleme vardı.


"Birkaç tahta parçası beni korkutmuyor." Donuk bakışı sözlerinden daha çok ürpertti beni. Bariz belli olan bir detayı anlatıyormuşçasına bir olsun bile sakinliğini yitirmemişti. "Birbirinin kopyası olan bir evde yaşadığımdandır belki ama evde ilgimi çeken hiçbir şey olmadığı için oraya yaklaşmıyorum, korktuğumdan değil. Ayrıca gereksiz söylentilerle uğraşmak istemem. Bir gün ansızın bir ev tarafından yenildiğim ile ilgili dedikodu yayılabilir."


Selman abi gülecek gibi oldu. Muhtemelen ablanın söylediklerini kendi zihninde hayal etmişti çünkü aynısını bende yapmıştım. Evin iki yanından tahta kollar fışkırdığını ve Nevra ablanın güzel bedenini kaptığı gibi kapıdan içeriye atarak çiğnediğini hayal etmiştim.

Evin beni korkutmadığını söyleyen yanım o dakikadan sonra resmen suya düştü. Şimdi sadece içindekiler değil, -Nevra abla aksini söylüyor olmasına rağmen- tahta parçaları ve çivileri dahi beni korkutuyordu artık.


"Sadece sizi merak ettiğim için bir uğramıştım. Doğrusu bu genç hanım bayılınca endişelenmedim değil."

Eli ile beni işaret etti ama yüzler bana çevrilmedi, biraz olsun rahat bir nefes alıp Nevra ablayı taklit ettim ve meyve suyumla ilgilenmeye çalıştım. Diğerleri sessizleşse de, içimde konuşmakta ısrarcı olan bir yan vardı. Evde canlı olan hiçbir şey olmadığını söyleyen Nevra abla haksız sayılmazdı; ev ve içindekiler tamamen ölüydü ama tehlikeli olan da aslında buydu. Ölü olduğu halde canlılığı taklit eden bir avuç varlık tarafından daha ilk saniyelerde saldırıya uğramış biri olarak söylentilerin tamamen yalan olduğunu söylemezdim.


Sorun tüm bunların yanı sıra, evin bu hale dönüşmesine neden olan şeyin ne olduğuydu... Evde ölen insanlar vardı ama ya nasıl ölmüşlerdi? Onları kim öldürmüştü ve şimdi geceleri çığlık atanlar, onların ruhları mıydı? Ölenler kimlerdi ve aralarından birisi babam mıydı?

"Ya sizin neden ilginizi çekti?" diye sordu biranda Nevra abla. "Yıllar sonra eve ilk girenler olarak fikirlerinizi almadan önce girme sebebinizi söylemenizi isterim."


Korkak bakışlarım Ege'ye doğru kaydı ve onun, bizi bu durumda açık etmeyecek bir bahane hazırladığını umarak konuşmasını istedim. Sanki ona baktığımı fark etmiş gibi omuzlarını silkti ve gayet sakince mırıldandı. "Berbat bir okul cezasının ardından sınavlardan kalınca daha berbat bir okul ödevi ile kendimizi buraya kadar sürükledik."


"Eminim ödevden daha kötü bir şey varsa o da sizi bu kadar uzağa, adı çıkmış bir bölgeye getiren ödevdir."

"Keşke kötü olan tek şey ödevin kendisi olsa..."


"Göl evi ödevini neden verdiklerini merak ettim. Böyle berbat bir seçimi hangi hocanız yaptı?"

"Aslında fikir benden çıktığı için kendimi pataklamak istiyorum."

"Berbat bir fikir olduğunu söyleyebilirim."


"Kesinlikle biraz daha kalsam akciğerlerimin çöküşüne şahit olacaktım."

"O evi satmaları imkânsız."

Konuşma kendi kendine yön değiştirmeye başladı lakin ben konunun dağılmasını istemedim.


"Burada kiminle yaşıyorsunuz?" diye sorduğumda oluşan küçük gürültü anında dağıldı.

"Ah, babamla ve ara sıra uğrayan kuzenimle yaşıyorum. On beş yaşında olduğunuzu söylemiştiniz değil mi? Kuzenim sizden iki yaş küçük."


"Bazı detayları hatırlamadığınızı söylediniz ama belki babanız hatırlayabilir. Bize birer isim verecek kadar hafızasının iyi olduğunu umuyorum."

Nevra ablanın yüzü aniden düştü ve ortamı en başından beri hiç olmadığı kadar gergin bir havaya soktu. "Tüm iyi niyetimle size yardımcı olmaya çalışırım ama üzgünüm, babamın sağlık durumları pekiyi olmadığından hafızasını zorlayacak eylemlerden kaçınıyoruz."


Bir an için duyduğum sert sözlerle afallayıp öylece kalakaldım. Nevra ablanın neredeyse öfkeli bakışları nazik sözlerini silip süpürerek kendimi suçlu gibi hissetmeme neden oldu.

"Üzgünüm, sadece merak ettiğim birisi hakkında bir detay arıyorum."


"Babamın rahatsızlığı henüz çok yeni, o yüzden buna ayırabilecek vakti yok."

Selman abinin kaşları endişe ile havalanınca Nevra ablanın öfkeli görünen gözleri de benden ayrıldı. "Rahatsızlığı yeni mi? Durumu ciddi mi? Aslında evin çevresinde bir araç göremedim, şehre gitmekte sıkıntı yaşıyorsanız yardımcı olabiliriz."


Ablanın dudaklarında gergin bir gülüş oluştu. "Geçen yıl rahatsızlığı ortaya çıktı, evi bu yüzden satmak istiyoruz ancak henüz istediğimiz fiyatta bir alıcı çıkmadı."

"Şehre mi taşınacaksınız?"


"Ameliyat parasından arta kalanla bir daire alabileceğimizi düşünüyorum."

Soluklandı ve birkaç saniye içinde yeniden bana döndü. "Peki, senin bana verebilecek bir ismin var mı?" diyerek öne doğru eğildi ve davetkâr bir şekilde elini salladı. Kızgın görüntüsü geçmemişti ama sözlerinden hala daha nezaket akıyordu.

Elimde sadece iki isim vardı. Biri annemin öldüğünü söylediği arkadaşı idi, diğeri ise babamın soyadıydı.


Babamın adını bile bilmiyordum. Annem, kendimi bildim bileli bir kez olsun babamın adını dile getirmemişti. Okula kayıt olduğum günden bir sahneyi net bir şekilde hatırlıyordum ki, genelde kimlik kartımı görmeme de pek izin vermezdi. O zamana dek üzerimde kimlik taşımamı gerektirecek hiçbir nedenle karşılaşmadığım için kendi kimlik kartımdan bir haber şekilde okuyup gitmiştim ama ilk defa bu yıl liseye kaydolurken annemin elinde kendi kimliğimi görmüştüm. Oldukça sert bir şekilde odadan çıkmamı isteyerek kartımı saklayan annemin davranışlarının sebebini daha ilk saniyeden anlamıştım.


Kimlikte babamın da adı yazıyordu ve babam ölmüş olmasına rağmen değiştirilmeden onun soyadı da kimliğime işlenmişti.

Nevra ablaya verebileceğim en büyük ipucumda sadece buydu. Soyadım babamdan aldığım tek miras değildi.


"Solgun soyadına sahip bir adamı hatırlıyor musunuz?"

Gözleri anında yere düşüp geçmişe dair anılarını yoklarken bir süre sessiz kaldı. Kirpikleri titreşirken ve gözleri yerdeki kilimde gezinirken umutlanmıştım lakin başını ağır ağır iki yana salladı. "İsimlerle ilgili bir hatıram yok, üzgünüm ama belki bir fotoğraf olursa hatırlayabilirim."


"Fotoğrafı..." dediysem de aslında babamın yüzünü hiç görmediğimi ve nasıl bir şeye benzediğini bilmediğimi söylemek zor geldi. Onu hiç tanıyamadığımı, ölümünün benim için bir ferahlık olduğunu ve şimdi görsem yine de tanıyamayacağımı, bu odada benden başka kimse bilmiyordu ve bir süre öyle kalmasını istedim.


Şimdi eski evimizden çıkıp bana kucak açsa bile oradan çıkan bir varlığın babam olduğuna inanamayacağım kesindi. Tuzaklara çekilmeye alışmış bedenimin bile kandırılamayacağı bir yüzle önüme sunulacak adamı ne kadar kabul edebilirdim, emin değildim.

"Yanımda bir fotoğraf vardı," diyerek elimi arka cebime attım ama babamla ilgili o fotoğrafta bir detay bulabileceğimi sanmıyordum. Yüzünü tanıyamazdım belki ama anneme olan yaklaşımları ile onların benim için ne ifade edeceklerini anlayabilirdim.

Fotoğrafı çıkardığımı umarak elimi havaya kaldırdım ama sadece küçük bir peçete parçası çıkınca kaşlarım çatıldı.

Fotoğrafı düşürmüş olmalıydım...


Bakışlarım Ege'ye çevrildi ve o da direkt olarak yattığım yeri kontrol etti. Fotoğrafı burada düşürmediğimi anlayınca tarifi imkânsız bir üzüntü duydum. Sebebinin ne olduğundan emin değildim; eski evime dair tek görüntü olduğundan mı, Zebani'ye karşı elimdeki tek delil olduğundan mı ya da annemin yıllarca sakladığı tek hatırayı kaybettiğimden mi kaynaklıydı emin değildim.


"Aslında yan evde bazı fotoğraflar var," diyerek yeniden kukuletalı evi işaret etti Ege. "Hem de oldukça eskiler. Bence oradaki fotoğraflardan bazı isimleri hatırlayabilirsiniz."

"Taşındığımız dönem ile gerçekleşen olay arasında fazla bir zaman farkı yok ama fotoğrafları görmeden bir şey söylemek zor."


"Şansımızı deneyelim," diyerek ayaklanan Ege'yi gülerek yerine oturttu Nevra abla.

"Aceleniz yoksa keki bitirdikten sonra gidebilirsiniz, karnınızı doyurmazsanız ev sadece birkaç kemik parçası yutmuş olur ve eminim içinde bundan çok fazla vardır."


Başta Ege'nin bir koşu eve gidip fotoğrafları getireceğini düşündüm, Selman abinin birkaç resmi toparlayıp masaya bıraktığı anı hatırlıyordum. Eve uğraması sadece birkaç dakikasını alırdı ama her nedense bundan vazgeçip yerine geri oturdu.

Yalnız gitmek istemiyor, diye düşündüm. O evde yaşayan fısıltılar var. Orası gerçek bir mezarlık...


"Daha önce o eve hiç girmediniz mi? Çalınması ihtimal olan bazı eşyalar vardı, hala daha çalışacaklarına emin olduğum bazı plaklarda gördüm."

Nevra abla omuzlarını silkti. "Dediğim gibi, o evde ilgimi çeken hiçbir şey yok. Bu yüzden içeriye hiç bakmadım."

"Hiç mi?"

"Hiç."


Selman abi şüpheci tavırlarına yeniden dönünce tüylerim diken diken oldu. Abla ara sıra ciddiyete bürünse de gerçekten samimi birisiydi ve zorunda olmadığı halde bize açıklamalar yapmaya devam ediyordu. Güzelliğinden etkilendiği bariz belli olan Selman abinin bu kadar temkinli yaklaşması beni atik tutan etkenlerden birisiydi.

"Bir kez bile oraya kimse girmedi mi gerçekten?"


"Elbette bir dönem merak edip içeriye girmiş olanlar olabilir, her zaman kontrol ettiğim bir ayrıntı değildi ama uzun bir zamandır kimsenin girmediğine eminim. Kapı açıldığında buradan rahatça duyabiliyorum."

Önce pencereyi, sonra da oturduğu koltuğu işaret etti. Biraz dikkat edince, onun pembe koltuğun devamı olan tekli bir koltukta oturduğunu gördüm. Koltuğun üzerine sarı-pembe çiçekli bir örtü geçirilmişti ve ablanın o koltukta sıklıkla oturduğu, gevşemiş kumaştan ve yerdeki aşınma izlerinden anlaşılabiliyordu. Sadece tekli koltuğun ayaklarının altındaki parkede izler vardı, sık sık otururken kayan koltuğun iz çıkardığı tek nokta orasıydı.


Babasının ya da kuzeninin şu an evde olmadığını düşündüm çünkü dakikalardır bizi rahatsız eden kimse olmamıştı.

"Keşke şu sıra dışarıda birisi olsa... Size seslerin nasıl dağıldığını göstermeyi çok isterdim. Başta çok tuhaf geliyor."


"Çok sık dışarıya çıkmadıklarını söylediniz. Genelde ne zaman dışarı olurlar?"

Nevra abla kekten yemediğimi fark edip masayı hafifçe dürtünce refleksle elimi tabağa attım. "En çok bahçeye çıkan 16 numara, o daha sabahın erken saatlerinde çıkıp öğlene dek etrafta gezinmeyi seviyor. 16 numarayı seviyorum, çok tatlı bir aile oturuyor. Bir zamanlar 21 numara için aynısını söyleyebilirdim."


Yediğim lokma boğazıma dizildi. 21 numaradan kastı artık sadece ben ve benimle ilgili detaylardı ve nedense bunu her fark ettiğimde irkilmeden edemiyordum.

"Mutlu bir aile miydi gerçekten?" diye sorunca kaşları hafiften çatıldı. "Yani 21 numaradakiler..."


"Benim 21 numara hakkında hatırladığım tek somut şey bir gün oldukça kalabalık bir halde evin çevresinde toplanıp mangal yaktıkları. İlk defa onların sayesinde et yemiştim. Gerçekten kocaman bir aile olduklarını düşünmüştüm ama onları sık sık bir arada görmezdim. Sanırım hepsi aileden değildi ya da bazıları uzak akrabaydı."

Durdu ve ellerini şakaklarına bastırdı. "Birde bir gün çok yüksek sesli bir şarkı açtıklarını ve sesten dolayı gölün titrediğini hatırlıyorum." Tıslar gibi güldü. "O gün göl kusuyor sanmıştım ama meğerse sesin şiddetinden su titriyormuş. Ah, benim için oldukça komik bir anı..."


Selman abi de bu tatlı anıya güldü ama ben sessiz kaldım. Müzik grubu... Sert şarkılar söyleyen motorcu çocuklar... Grubun solisti olan annem...

Evde bulduğum fotoğraftaki sahnelerden birini görmüş olabilirdi ama şimdi o fotoğraf yanımda olmadığından bunu doğrulayamıyordum.


Ege oturduğu yerde pozisyon değiştirme ihtiyacı duydu. Tek ayağını kalçasının altına alıp sağ kolunu benim sırtımı yasladığım koltuğun sırt kısmına doladı.

"Birden fazla ölünün olduğu gün," diyerek başladığı söz ile hepimizi ürpertti. "Evde miydiniz? Hiç silah sesi duydunuz mu?"


Nevra abla gittikçe çirkinleşen sorulara karşı mimikleri ile tuhaf tepkiler verse de sözlerinde ne kadar duygu barınırsa barınsın yanlış bir kelime yakalayamıyordum. Göl evinde bir başına yaşayan bir kıza göre oldukça kibardı ve bu ona tarifi imkânsız bir güven duymama neden olmuştu.

"Olayın olduğu zamanlar ilkokula gidiyordum, şahit olduğumu sanmıyorum. Silahla ilgili bir detayda hatırlamıyorum ama şu anda ruhsatlı olsa dahi bölgede silah bulundurmak yasak. 3 numarada bir polis yaşıyor ve ara sıra bizi bu konuda uyarıyor."


"O gün yaşanan olayla ilgili olmalı, evde kurşun delikleri vardı ve hatta daha fazlası..." Selman abi ellerini kavuşturup düşünceli bir halde kukuletaya baktı.

"Burada her şey o günle ilgili," diyen Nevra ablanın sesi hüzünlü geldi kulağıma. O gün hakkında hatırladığı başka detaylarda olmalıydı ama bunu sadece içine akıttığı gözyaşları ile paylaşıyordu.


"O yüzden kimse bunun hakkında konuşmak istemiyor. Fısıltıların o evle kısıtlı kalmasını istiyorlar. Oradan hiçbir şeyin dışarıya çıkmadığından emin olmak istiyorlar."

"Bu da ne demek?" diye atıldık aynı anda. Nevra abla kukuletalı eve bakarken güneş gittikçe alçalmış ve ağaçların gölgelerine eve doğru uzandırmıştı. Şimdi, kukuletanın gölgesi de üst kata vuruyor ve orada, var olup olmadığından emin olamayacağımız başka gölgeleri gizliyordu.


"Oraya kimsenin girdiğini görmediğimi söyledim. Oradan kimsenin çıkamayacağını değil."


***

Merhaba! Yani birazcık şaşıracaksınız ama günlerin bu kadar hızlı geçtiğini fark etmedim. O yüzden bu güne özel güzel detayların olduğu bir bölüm atalım dedim. 


Eee, bölümü nasıl buldunuz?


Yeni karakterlerimizin geleceğini söylemiştim. Selen ile olan duygulu bölümlerimizin ardından Selman, Nevra ve 21 numaradakiler(?) aramıza katıldı. 


Şimdi birazcık burada sohbet edelim sizlerle. 

Çok çok merak ettiğim bir soru var önce onu sormak istiyorum. Yanıt verirseniz çok sevinirim. 

*Sizce kitap nasıl gidiyor? Duygular ve betimlemeler size işliyor mu? Yani yazım dilimi beğeniyor musunuz? Ve son olarak konunun gizemli ve gerilimli oluşunu seviyor musunuz? *


Şimdi gelelim asıl sorularımızaaaaaa

*

*

*

Sizce 21 numarada ne var? 


Sizce katil neden yakalanmamış?


Mercan'ı nefessiz bırakan o görünmez eller sizce ne ve neden Mercan'a böyle bir şey yaptılar?

27 numaranın sırrı ne?

Sizce tatlı komşumuz Nevra bizden neyi saklıyor ya da sizce neyi biliyor?

Sizce Selman ve Ege bir şey saklıyor mu yoksa Mercan'ın aklı mı karıştı?

Batıl inançlar konusunda anlattıkları sizce gerçek mi yoksa gölevi sakinlerinin bir şaşırtmacası mı?


Son söz ile Nevra ne demek istedi?

Bölümde çok ufak bir detay var ve aranızda bunu net bir şekilde yakalayacak iki kişi olduğuna inanıyorum. Hadi bakalım yakalayabilecek misiniz? Yukarıdaki tatlış sorularımıza yanıtı olanlarla biraz beyin fırtınası yapalım. 







Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top