48. Bölüm | Bu bir avcı tuzağı!
fitolmaderdindebayan 'a ithafen... Uzun bölüm istediğiniz için size upuzun iki bölümle geliyorum, bundan sonraki bölüm büyük ihtimalle haftaya çünkü kurguya çok güzel bir detay eklemeye karar verdim. Güncele düşmeden yetiştirmeliyiz.
Bölüm 48: "Bu bir avcı tuzağı!"
"Seni kurtaracağız tatlım," diyen Selen durumdan keyiflenmiş gibiydi ama aslında o da korkusunu gizleme çabasındaydı. Burada duygularını açıkça belli eden tek kişi bendim.
"Selen Zebani'yi polislere ihbar edecek. Onlara gerçekçi bir robot resim çizdir ve katilin evinin adresini ver. Mercan'ın söylediği detaylar ile işlediği tüm cinayetleri açığa çıkar. Şansımız varsa onun evinde büyük deliller bulurlar ve katil köşe bucak kaçıyor olsa bile bize vakit kazandırmış olursun."
"Cesetler onda değil, polisler onları aldı."
"Ama kayıp uzuvlar var, belki de onları evinde saklıyor. En azından birkaç resim ya da cinayet silahı bulurlar diye umuyorum."
Selen hızlıca başını onaylarken elime aldığım not kâğıdına aklımda kalan bazı detayları işliyordum. Unuttuğumu sandığım kâbuslarımı her hatırladığımda gözlerimden akan yaşlar kâğıdı ıslatıp yazdıklarımı dağıtırken burnumu çekerek zorlukla yazmaya devam ettim. Kalem avuçlarım arasında titriyor ve Selen' yardımcı olsun diye iğrenç detayları bile ekliyordum.
"Bizden bahsetmemelisin, ormandan tek başına kaçtığını söylemelisin."
"Siz polisi aradığınızı söylemiştiniz, bana elbette gelen ihbar haberini soracaklardır Onu ormandaki hayırsever bir vatandaşmış gibi kullanabilirim."
Bizim peşimize düşmeyeceklerini umdum.
"Selen sen polislerin korumasında olacağın için katil sana yaklaşamaz ama yine de senin korkunç bir ısrarda bulunup 7/24 takip edilmen gerekiyor. Üçümüzden birinin hayatta kalacağının garantisine ihtiyacım var."
"Bu pek teselli edici bir cümle değildi."
"Neyse ki amacım teselli etmek değildi," dedikten sonra devam etti. "Bizde bu sırada ortalıktan kaybolarak kendimizi güvenceye alacak ve Zebani ile ilgili detayları araştıracağız."
"Ne yapacaksınız?" diye atıldı Selen, bakışlarını benim sulu gözlerimden çekip. Ege ayakta dolanmaya ısrarla devam ederken 'Ölümün Tadı'nın etkilerini hatırlamaya çalışıyordum. İlk kâbuslarım düşündüğümden daha silikti.
"Mercan'ın elindeki fotoğrafta adres var. Oraya gideceğiz."
Başımı hışımla kaldırdım. "Baban nerede olduğunu merak edecektir. Okuldaki yoklamaların hala alındığına eminim."
"Babama Selen'in yanında kalmak istediğimi söyleyeceğim. Çok korktuğunu ve en yakın arkadaşımın bana ihtiyacı olduğunu söyleyebilirim."
"Biraz daha ağlamamı ister misin?" diyerek gözlerini belerten Selen'in bunun için ayrıyeten bir çabaya girmesine gerek yoktu çünkü zaten gözyaşlarımız aktı akacak vaziyette plan kuruyorduk. Ya da sadece onlar kuruyor, bende ağlayarak uygulamak için güç topluyordum.
"Biraz fotoğraf stoklasak yeter herhalde."
"Kontrol ederse ne yapacağız?"
"Ben bir şeyler uydururum artık."
Başımı iki yana salladım ve aklıma gelen beşinci kurbanı kâğıda yazdım. "Tüm bunlara nasıl katlandın?" sorusunun bana yöneltildiğini anlamam için bir dakikalık bir sessizlikle savaşmam gerekti. Başımı kaldırdım ve sadece gözlerini görebildiğim Selen'i inceledim. "Çok zor Mercan... Tüm bunlara nasıl katlanabiliyorsun?"
"Senin katlanabildiğin kadar katlanıyorum." Söyleyebileceğim en uygun cevap buydu çünkü acılarımız karşılaştırılamayacak kadar kötüydü. Ben her gün bir önceki günden daha beter olan sanrılarımla, Kalika ile ve kaçış planlarının sebebi olan sırlarla boğuşurken; Ege ailesinin ve arkadaşlarının baskısıyla mücadele ederek hayatta kalmaya çalışıyor; Selen ise resmen ölümden dönmüş ama ölümden daha beter bir hale gelmiş halde kardeşinin acısını tadıyordu.
Üçümüzün acısı da katlanılamaz boyuttaydı ama biz yine de gözyaşı akıtmaktan fazlasını yapamıyorduk. Belki Ege birkaç kez kendini boğazlamak gibi intihar girişimlerinde bulunduğunu itiraf etmiş olabilirdi ama ölmek istemediği apaçık ortadaydı. Hiçbirimiz ölmek istemediğimiz için Zebani'ye kafa tutuyorduk.
"Güzel, katlanamıyormuşsun," diyerek başını pencereden tarafa çevirdi.
Selen'in yanına geldiğimizden bu yana neredeyse iki saat olmuştu, ondan önceki gözlem odasındaki saatleri de sayınca öğle vaktine çoktan ulaşmış ve kapıdan geçen yemekhane görevlilerine saldırma planları yapan Selen'i zorlukla durdurmuştuk.
Ege Selen'in yanına geçip birkaç fotoğraf çekinmek istedi ama bunu yaparken başındaki sargıyı saklaması gerekiyordu.
"Senin de kafan zonkluyor mu?" diye sorduklarında bedenimdeki acılardan pek haberdar değildim, başımda acıdan çok sorular silsilesi hâkimdi bu yüzden onu öylesine reddettim.
Ege, "O zaman hissettiğim şey dikişlerin ağırlığı," diyerek Selen'in omzuna kolunu atmaya çalıştı.
"Burada pili bitmiş robocop gibi tüm alçılarımla, on kilo ağırlık binmiş bir halde oturuyorum ve sen kafandaki bir karış bile olmayan ipin ağırlığından mı yakınıyorsun?"
Selen'in kaşlarını çattığını gören Ege kamerayı yeniden çevirdi ve zaten berbat haldeki ifadesinin ölümsüzleşmesine neden oldu. "Yakınmıyorum, beni sızlanırken gördüğünde aradaki farkı anlarsın."
"O fotoğrafları itiraf sayfasında görürsem asıl sen nasıl sızlandığını fark edeceksin."
Onların 'her şey normalmiş gibi şakalaşması' beni rahatlattığında bu gerçekten de tutunabileceğim tek dalmış gibi hissettim. Elimdeki kâğıdı istemsizce buruşturdum ve yanaklarımın kuru kalacağa günlere ulaşmak için bunu yapmak zorunda olduğumu kendime hatırlattım.
Her şeyin normale döneceği gün için buna katlanmamız gerekiyordu. Savaşmazsak yenilecektik.
Eğer daha fazla geç kalır ve Zebani'yi ihbar etmezsek güçsüzlüğümüzü fırsat bilecek ve bize saldıracaktı. Tıpkı bu sabahki gibi ne olduğunu anlamadan canımızdan olacaktık ve ben onu parmaklıklar ardına tıkıp bana ne yaptığını çözmeden rahat bir uyku çekemeyecektim.
Gerçek anlamda...
"Birkaç saat size yeterli olur mu?" dedi Selen. Hiçbir fikrim olmadığı için Ege'nin yanıtlamasına izin verdim.
"Adres başka bir şehirde o yüzden katlanılması güç, yaklaşık 4-5 saatlik bir otobüs yolculuğu çekmemiz gerekiyor. Orada da biraz vakit harcarsak dönüşle birlikte... Ohooo!" Elini sallayıp birkaç saatten fazlasına ihtiyacımız olduğunu söyledi.
Bir gün...
"Otobüse binip o kadar uzağa gitmeniz çok zor. Ayrıca sizi tek başınıza göndermek istemiyorum. Abimi sizi götürmesi için ikna edebilirim."
"Nedenini sorgulamayacak mı? İki çocuğu başka şehre götürmek gibi bir fikri öylesine kabul edemez. Arayıp babama şikâyet etse yeridir."
"Abimin ne kadar mükemmel birisi olduğundan daha önce bahsettim mi bilmiyorum ama sözümü ikiletmeyen biri olduğunu açıkça söyleyebilirim."
"Bu durum çok farklı... Küçük kız kardeşini kırmamak için böyle bir tehlikeye atlayacağını mı sanıyorsun?"
"Tatlım!" diyerek tuhaf, kendini bilmiş bir ifade takındı Selen. "O işi bana bırakın yeter!"
"Sana pek güvenesim gelmedi şu an," diyen Ege'ye kesinlikle katılmıyordum çünkü Selen'in ikna kabiliyeti gerçekten kuvvetliydi. "Tüm olayı baştan sonra anlatacakmışsın gibi hissediyorum."
"Hepsini değil, merak etme."
Ege başını iki yana salladı ve daha yeni fark ettiği kirli lakosuna tiksintiyle baktı. "Abin senin kadar normal karşılamayabilir."
"Sadece gerekli kısımları anlatacağım, mesela bana yardım ettiğiniz için korkup saklanmanız gerektiği kısmı oldukça işe yarayabilir."
"Pekala, güveniyormuş gibi yapacağım," diyen Ege'nin aslında işine gelen bu fikre çokta ısrarcı yaklaşmayacağı açıktı.
"Abim sizi gideceğiniz yere kadar götürsün, çok oyalanmamanız karşılığında geri de getirir. Başınızı belaya sokmayacağınızı umuyorum, katilin peşindeki polisleri fırsat bilip açık fener haline dönüşmeye kalkışmayın. Benim aklımda sizde kalacak."
"Elimizden geleni yaparız," diyen Ege ile aynı anda "Sadece biraz araştıracağız," diye karşılık verdim.
Ege'ye ters ters bakmak istesem de onun benim için bu yolculuğa katlanacağını bildiğimden en ufacık bir sinir dahi duyamıyordum.
"Hazırlıklara başlayın, yarım gün burada olmayacaksınız."
Tam olarak ne hazırlamam gerektiğini bilmiyordum ama aklıma gelen ilk şey bir kalkan ya da zırh alıp göl evine öyle gitmemizin daha güvende hissettireceğiydi.
"Sanırım sizinle gelmeyi daha çok isterdim," diyen Selen'in alçılı bedenine uzun uzun baktık. "Kaçıp gitme isteğimin ne seviyede olduğunu bilemezsiniz. Bu şehirde kalmak istemiyorum."
Bakışlarım Ege'ye kaydı ve onun tek gözlü canavarlar diyarında Selen'e de yer olup olmadığını merak ettim. Ege'nin yüzünde anlayışlı bir ifade geçti, aynı duyguları paylaştıklarını apaçık yansıttı.
"Bu alçıların ne kadar süre kalacak?"
"Sanırım g*tümü tamamen kaybedeceğim kadar uzun bir süre..." Selen'in baskı altında kalan kalçasını oynatmaya çalışması, yerimden kalkıp yardım etmeye çalışmamla sonuçlandı.
"Öyle söyleme," diye atıldım. Yüzüm ne haldeydi bilmiyorum ama ben hala notlar yazmaya devam ederken bana her baktıklarında dehşete düşmüş bir ifade takınıyorlardı. Onların yaralı bedenlerinden arta kalır bir yanım yoktu ama ben onlara korkuyla bakarken onlarında bana aynı ifade ile bakması garipti. Yanağımdaki yara bandından biri düşmüştü bile.
"İyileşmen için bunlar gerekli, daha kötü bir durumda olmadığın için şükrediyorum."
"Bende daha güzel bir buruna sahip olacağımı hayal ediyorum."
Selen yakınmakta haklıydı ama sonumuzun Alara gibi olabileceği gerçeğinden sonra bu, gelebileceğimiz en iyi noktaydı.
"Alçıların çıktığında seni şehir dışında bir tatile götüreceğime söz veriyorum," dedi Ege. Selen'in dudaklarından "Hadi canım!" diye bir feryat döküldü. "Harbi mi diyorsun? Bir Türkiye turu alırım o zaman."
Selen'e yardım etmeye çalışırken kucağımdan düşürdüğüm kâğıtları eğilip toplamaya başlayan Ege'nin, "Tüm şehirleri gezemeyiz ama paramın yettiği kadar güzel bir tatil yaptırabilirim," dediğini duydum.
Duyduklarım aklıma anında biriktirdiği parayı getirdi.
Kazandığı yetmiş iki bin lirayı Selen'i gezdirmek için kullanacak olması duyabileceğim en büyük fedakârlıklardan biri olabilirdi çünkü ölümden dönmüş arkadaşını mutlu etmek için kendi hayallerini onun avuçları içine bırakmaya resmen söz vermişti.
"Sadece üçümüz, güzel bir tatil," olur dediğinde ise yere çöküp hüngür hüngür ağlamak istedim. Hareketlerim dondu, davet edildiğim gerçeği imkânsız bir teklifmiş gibi duvarlarıma çarptı. Hayal dahi edemeyeceğim bir gezide üçüncü koltuğu bana verdikleri gerçeğinin bunca yıllık emeklerime hitap ettiğini ve bunun benim için hala önemli olduğunu fark ettim. En önemlisi ise...
Egemen Eraslan, çocukluğumun bir diğer kurbanı, az önce emanetini tamamen bana hediye etmişti. Saklamam için verdiği parayı şimdi de harcamam için veriyordu. Birkaç günde ne çok şey yaşanmıştı...
Ege yerden kalkmadan önce onun üzerine sabitlediğim gözlerime uzun uzun bakıp göz kırptı. Keyifli; hatta beni şaşkınlığa uğrattığı için mutlu gibiydi. Kâğıtları toparladıktan sonra bana vermek yerine düzeltip okumaya başladığında elinden kağıtları hızlıca aldım.
Çünkü onun keyifli yüzü daha ilk satırdan soldu ve korku dolu bakışları bana döndü.
"Tüm bunlara nasıl katlanıyorsun?" sorusu aklımda yeniden döndü.
"Katlanamıyorum," diye bas bas bağırdım, zihnimde.
İlk satırlarda yazan şey ise şuydu.
"İlk cinayet; et yiyen böcekler. Katil kavanozdaki 27 böceği ağzından içeriye döktü; Ahmet K.'nın tüm iç organları böcekler tarafından parçalandı. 10 saat gibi bir sürede bedeninden geriye hiçbir şey kalmadı. Bu benim gördüğüm ilk cinayetti ama Zebani'nin ilk cinayeti değildi."
*
*
*
"Seçim bana kalsaydı sizi o dağın başına asla götürmezdim," diyen Selman Abi'nin sabahın köründe kalktığı için olumsuz düşüncelerini atamadığını düşüneceğim asabi ses tonu ile bize doğru baktığını fark edince elimdeki fotoğrafları katlayıp hemen kaldırdım.
"Seni rahatsız etmiş olmalıyız, kusura bakma Selman Abi," dediğim sırada "Dağın başı değil ya, sıkıntı yok abi," diye atladı Ege. Ona göz ucuyla bakıp, yanımdan bir atakla ön koltuğa geçişini izledim. Ayakkabıları ile tertemiz arabayı kirletiyor olmasını umursamadan bağdaş kurar gibi bacaklarını büküp çevresine bakındı. Bir saat önce bir petrolde durduğumuz için nerede olduğumuz hakkında tahminde bulunabiliyordum ama net yeri bilen kişi öndeki ikiliydi.
Yolculuk, beklediğimden daha da stresli geçmişti. Nedenini bilmediğim bir şekilde annemin daha önce yaşadığı eve doğru gidiyor olmama rağmen oradan neden kaçtığı sorusu aklıma düşüyor ve ben kendimi asla seçim yapamadığım ikilemlerin içinde buluyordum. Huzursuzdum ve Ege bunu bile bile üstüme gelerek yolculuğun daha da kötü geçmesine neden olmuştu. Huylu huyundan vazgeçmez sözünün canlı şahidi olarak yol boyu fotoğraflar hakkında en kötü senaryoları kurması ikilemlerimin sayısını arttırmaktan başka hiçbir işe yaramıyordu.
"Yaklaşık kırk dakika sonra gölün çevresini dolaşmaya başlayacağız. Haritaya göre evler art arda hilal şeklinde dizilmiş, sizin aradığınız herhalde sonlara doğrudur. Biraz içeriye girmemiz gerekecek."
Şaşırtıcı olmayan bir şekilde Ege ve Selman Abi çok iyi anlaşmış ve tüm yol boyunca tırnaklarını yolarak dudaklarını adeta mühürlemiş korkak bir kızın aksine kahkahalar eşliğinde yolu yarılamışlardı. Yol boyu onların sohbetlerine odaklanmaya çalışmamla geçmişti ama ne konuştuklarını dahi hatırlayamayacağım pek çok konu üzerinde sıçrayıp durmuşlardı. Ortak noktalarının bu kadar fazla olması ve benim yarısı hakkında gram fikir sahibi olmamam da çabasıydı.
Ege'nin insanlar ile bu kadar kolay haşır neşir olabilmesine ve insanların onu kabullenmesine rağmen neden yalnızlığı daha çok sevdiğini anlayamıyordum; benim aksime kalabalık ortamlar onun mekanı gibiydi ama o, belki de bunu sürekli rol yapmak zorunda kaldığı bir savaş alanı olarak görüyordu.
Bakışlarım dikkatle üzerinde gezindi. Selman Abi ile kahkahalar atıp bağıra bağıra konuşurken onun yaralarını silip atacakmış gibi görünen samimi gülüşünün gerçekten başarılı bir rolün eseri olup olmadığını tarttım.
Hayır, ne kadar uğraşırsam uğraşayım Eraslan bana bu sırrı açık etmeyecekti. Ben, açık bir kitap ya da iradesiz bir sandık gibi ona tüm içimi alenen döküyor olabilirdim ama onun buna hiç niyeti yoktu. Rol yapıyorsa bu kadar başarılı kahkahalar atabildiği için onu tebrik etmeliydim.
Aradan kırk dakika geçtikten sonra burnuma doluşan tuhaf bir koku sezinledim; neredeyse gölün kendine has kokusunu duyduğumu dile getireceğim sırada sağ taraftaki camın ardında gördüğüm, öğlen ışıklarının altında bir pırlanta misali parıldayan ve beklediğimden çok daha derin görünen gölü görmemle kelimeler dudaklarımdan şaşkınlık nidalarına evirilerek fışkırdı. Cama yaklaştım ve ağaçların arasına gizlenmiş bir define gibi görünen, sonunu yakalayamadığım gölü izledim.
Belki de annem bu gölde onlarca kez yüzmüştü, ilk defa suda nasıl keyifle yüzeceğini burada öğrenmişti. Belki de yıllar önce kaçmak zorunda kalmasaydı ve babam hayatta olsaydı bu göl, benim evim olacaktı. Her sabah ürkütücü kabuslarla değil, gölde gezinen ördeklerin cıvıltısı ile; belki de ölümün soğukluğu yerine gölün sıcaklığıyla uyanacaktım ama bu şansı yıllar önce kaybetmiştim.
Lanetli...
Ege'nin bana taktığı yeni lakap buydu ve istemsizce önceki lakabımı özlemeye başladığımı hissediyordum. Deli olmak, akıllı olmayan her insan için söylenebilir ve telafi edilebilir bir hakaret olabilirdi ama lanet, tam anlamıyla çıkmaz bir sokağın sert duvarlarına toslamak kadar acı dolu bir hikâyeyi barındırıyordu.
Cılız ve yaprakları yeni dökülmüş sonbahardan nasibini almış ağaçların arasında kalan gölün çevresini bir süre araçla dolandıktan sonra ilk göl evi ile karşılaştık. Gölden birkaç metre uzaklıkta, ağaçların seyrekleştiği ancak kaybolmadığı genişçe bir alana konumlandırılmış evin görüntüsü başta oldukça samimiydi.
Ahşap duvarları, üstünde iki tekli pufun olduğu güzel bir verandası, üçgen şeklinde, tıpkı kukuletayı andıran çatısı vardı, bahçesindeki küçük çocuklara yuva olmuş evin rengi soluk mavi tonlarındaydı. Tül perdeler çekilmiş uzun pencerelerinin kenarları pençe izleri ile çevrelenmiş gibiydi.
Evin üzerinde 9 yazıyordu ve kusursuz değildi.
21/27, aradığımız evin numarasıydı ve tahminimden daha yakında olmalıydı ki, kalbim gittikçe huzursuzlaşmıştı. "Sağa dönelim ve aralara girelim," diyen Ege'nin teklifi reddedildi.
"Alan çok fazla tümsekli, yoldan ayrılmayalım."
Selman Abi'nin aracın durumu hakkında endişe etmesinde haklı bir neden vardı. İlerledikçe fark etmiştik ki, evler arasındaki mesafe o kadar uzaktı ki, alanın çok fazla engebeli ve ağaçlıklı olmasından da kaynaklı olarak bir evden en yakınındaki komşu evi görmek pek mümkün değildi. Yalnızca dağ gibi önümüzde duran yükseltilerin üstünden kukuletaları görünüyordu.
Yol devam ettikçe göl evlerinde gördüğüm samimiyette azalıp yerini ürkütücülüğe bıraktı. Ağaçların sıklaştığı bölgelerde kalan evlerin eski yüzerleri ve her seferinde gördüğümüz o kapalı tül perdeler geçtiğimiz her dakika sessizce hareket etmeye başladı. Üzerinde 13 yazan evin ilk katında, mutfağa açıldığını tahmin ettiğim bir perdenin arkasında gördüğüm soluk yüz irkilmeme ve penceredeki kadın ile göz göze gelmemizin hemen ardından kapanan perdenin arkasından ayrılmayan gölge ile izlenildiğimiz hissinin ağırlığını tatmama neden oldu. Her pencerenin ardında o tanıdık gölgeyi görüyorduk ve artık göl evleri sakinlerinin biz yabancıları gizli gizli izlediği konusunda hemfikirdik.
Uzunca bir süre ilerlediysek de, birbirine benzeyen evler arasında 21 numaralı evi bulamadık.
"Acaba ev yıkılmış olabilir mi?" diye sordu Selman Abi. Önüne düşen bir tutam saçı geriye tararken gözleri de sıska ağaçların ardında geziniyordu. Aracın hızı bir hayli düşmüştü ve benim başımda pencereden dışarıya çevrilmiş haldeydi.
"Neden yıkılsın ki? Diğer evler oldukça sağlam görünüyor," dedim ama hemen reddetmek pekte işime gelmedi.
"Sonuçta evler eski ve oturanlarda pek bakım yapmamış gibi duruyor. Belki aradığınız evdekilerde bakıma düşkün olmadığından ev yıkılmıştır."
Bu hiç düşünmediğim bir ayrıntıydı işte. Belki de ev eski yerinde değildi ya da annemin diye bellediğim evde başkaları oturuyordu.
Annem kaçtıktan ve babam öldükten sonra evin bir başına öylece duracağını düşünmemiştim ama bir başka ailenin içinde yaşayacağı ve benim aile mirasıma göz koyacağı aklımın ucundan dahi geçmemişti. Annemin çıktığı basamaklarda ve dokunduğu duvarlarda bir başka bedenin varlığı beni hiç olmadığı kadar üzdü.
"Evdekiler mi?" diye soran Ege'nin de bu ayrıntıyı düşünmediğini fark etmem beni hiç rahatlatmadı. Göz ucu ile hemen arkasında oturan bana baktı. Titrek bir nefes verdim ve bu durumun doğuracağı sonuçları tartmaya çalıştım.
Eski evimizde birileri yaşıyorsa eve hiç giremeyebilirdim; aradığım ve bulacağımı sandığım ipuçlarının hiçbiri orada olmayabilirdi. Çoktan kaldırılmış ve çöpe atılmış 15 yıl önceki anıları toparlamam o zaman hiç mümkün olmazdı. Yitip giden bir anıyı kovalamam mümkün değildi.
"Sonuçta bunlar ev ve mutlaka içinde oturanlar vardır değil mi?"
"Ev Mercan'ın annesine aitti, belki de yıllardır kimse oturmamıştır?" Ege benim yerime soruları sorma zahmetine girdiğinde sadece gelecek yanıtların telaşını yaşamakla yetindim.
Selman Abi dudak büktü. "Satın mı alınmıştı yoksa kira mıydı?"
Dikiz aynasından gözlerimiz kesişince ne diyeceğimi bilemedim. "Eğer satın alınmışsa hala boştur ama kiradaysalar çoktan bir başkasına devrolunmuştur. Neyse, önce ev hala yerinde mi bir bulalım."
Sıkışan göğüs kafesimin ardından araç yeniden hızlandı ve hilal şeklindeki tüm sıraları tek tek yeniden gezdik ve sonunda beş evin eksik olduğunu fark ettik.
"Beş evin yıkılmış olma ihtimali var çocuklar, üzgünüm."
"Diğer evlerden farklı bir yerde olabilirler mi? Belki de gölün karşı tarafına bakmalıyız?"
Ege'nin teklifi bu defa kabul edildi ve gölün karşı tarafına geçtik. Kayıp evlerden 10 numaralı evin burada olduğunu görünce, aradığımız göl evininde burada olabileceği ihtimaline tutundum. Normalde diğer evlerin en arka sıralarında olması gereken beş ev, sınırları aşarak gölün karşı tarafındaki ilk sıraya yerleşmiş ve oldukça avantajlı bir hamle yapmış gibi görünüyordu. Burada ağaçlar daha sık ancak hala daha sıskaydı. Evlerin öncekinin aksine daha yakın konumlandırılmasının sebebi gölün daralan kısmında olmalarındandı. Diğer tarafta baş selamı bile verilemeyecek uzaklıkta kalan evler burada yalnızca birkaç metre aralıklı konumlandırılmıştı. Bir yerden sonra gölün en kenarında ağaçlar sınır çiziyordu, oradaki son evin üzerinde 27 yazısı asılıydı. Önünde satılık olduğuna dair bir tabela ve numara vardı.
Bakışlarım tereddütle hareket etti ve 21 numaralı evi buldum.
İşte, hayatta dahi olmadığım geçmişimin sırları buradaydı.
Araç durdu, Ege ve Selman Abi merakla araçtan inerken çarpan kapı sesleriyle zoraki bende araçtan indim. Ayaklarım zemine bastığı sırada gölün kokusu çok daha yakından geliyordu, suyun rüzgârla dalgalandığı sesleri duyabiliyordum. Rüzgâr saçlarımı savurunca eve bakmamı engellermişçesine beni göle doğru çevirdi. Gördüğüm parıltılı yüzey, bir balık misali suya atlama isteğimi körüklese de, oldukça derin görünen suya girme cesaretinde bulanamayacağım bir yüzme becerisine sahiptim.
Soluklanıp eve doğru ilerleyen ikilinin peşine takılmadan önce gölün kenarında, ağaçlar arasında kalan iskeleye baktım. İşte anne ve babam arkası dönük bir şekilde orada oturuyor ve ayaklarını suya sarkıtıyorlardı. Annem neşeyle ayağını vurdu, suyu sıçrattı, sesi ağaçlar arasında yankı yaptı.
"Mercan?"
Adımı seslenen Ege'ye döndüm, elini kaldırıp basit bir gel işareti yaptı ve eve doğru ilerledi. Benden bir hayli uzaklaşmış olmasına rağmen konuşmalarını duyabildiğimde yakın konumlandırılmış bu beş evin mahremiyete pekte önem veremediğini fark ettim.
Sesimiz ağaçlar arasında resmen yankılanıyordu ve komşuların bizi apaçık duyabileceğini bildiğimizden konuşmalarımıza dikkat etmemiz gerekecekti. Aracın yanından ayrılırken kollarımı göğsümde birleştirdim ve 11 numaralı evden sonra gelen evdeki titreyen perdelerin gözleri ardında ilerledim.
Eve bakmadan önce oraya ulaşan yolda sessizce yürüdüm, biran için annemin koşarak kaçtığı toprak yolda adım izlerini görebileceğimi sandım. Her ne kadar annemden izler arıyor olsam da burada annemin özleminden daha yoğun bir duygu sezemiyordum.
Cesaretim göz kapaklarıma boyun eğdirdi ve ben eve baktım. Gördüklerimin adımlarımı yavaşlatmasına izin vermedim. 10, 11, 16 ve 27 numaralı evlerin soluk renklerinin aksine gördüğüm kara renkler belki de yaşanılan acı olayların etkisi ile içini dışına kusmuş ahşap yapının bir başkaldırışıydı; belki de Zebani'nin karanlığının geriye bıraktığı hatıraydı.
Nedeni bilinmese de apaçık ortadaydı ki diğer evlerin aksine bu evin çoğu yeri yamalanmış gibi koyu kahverengi ahşaplarla çevriliydi. Normalde 2 metreye yakın görünen pencereler burada yarım metre bile değildi, verandanın korkuluklarından sağlam kalan pek fazla tahta yoktu, pencerelerdeki koyu renkli perdeler evde birilerinin yaşadığını işaret ediyordu ama nedense orada bir yaşam belirtisi hissedemedim.
Selman Abi vahşi bir otu ayağıyla ezip, evin pencerelerine çarpan koca dalları işaret ederek bakım konusunda yanılmadığını, evdekilerin pasaklı kimseler olduğunu söyledi. Otların yolunmazsa kötü koku oluşturabileceğine dair birkaç bilgi mırıldandı ve biraz sonra onun bu anlamsız konuşmaları arasında aslında bizi dinleyenlere karşı masumane bir iz bırakmak istediğini kaşla göz arasında işaret etti.
Neden masumane görünmemiz gerektiğini anlayamadım ama onların bu küçük oyunlarına ayak uydurup 'hiçbir aksi durum' yokmuş gibi davrandım.
Selman Abi elini evin yanındaki devasa ağaca yasladı ve Ege'ye önden gitmesini işaret etti, bu sırada gözleri pençelerde geziniyor ve tıpkı benim gibi canlı bir işaret arıyordu. Gözlerim, yaslandığı ağaca ve oradaki izlere kaydı. Apaçık gördüğüm 'F' harfinin kazıldığı o gövdeye sarılıp annemin gençliğine hitap etme isteğim, o ağacın gölgesinde Zebani'nin soluklandığını hatırlamamla tuzla buz oldu.
27 Numaralı evdeki satılık yazısının aynından burada da vardı, diğerinin aksine devrilmiş ve çamura bulanmıştı. Böylece evin tapusunun bize ait olmadığını anlamış oldum ama hala yanıldığımız kısımlar vardı. Selman Abi, "Eğer satın alınmışsa hala boştur ama kiradaysalar çoktan bir başkasına devrolunmuştur," demişti ama ev kiralık olmasına rağmen hala boştu.
Bunu, benden kırk kat merakla evin kapısını çalan Ege'nin ikinci darbesinde kapının kendiliğinden açıldığını görmemle anladım.
Evde yıllardır kimse oturmamıştı ve gördüğüm koyu renkli perdelerde yıllardır kirini biriktirmiş eski hatıraları ile... Anneme aitti.
Hala daha anneme ait olan bir ev...
On beş yıldır benim kapısını aralamamı beklemiş gizemli bir kutu...
Kimsenin oturmaya cüret edemediği ürkütücü olaylara şahit olmuş bir göl evi...
Verandaya çıktığımda ayaklarım altında ezilen tahtaların gıcırtısı yüreğimi hoplatıyordu. "Burası oldukça ürpertici," diyen Selman Abi, sanki içeriden bir şeyler saldırıya geçecekmiş gibi tereddütle içeriye girdiğinde ben basamaklarda öylece durup bulunduğum yerin gerçekliğini kavramaya çalıştım.
Fotoğrafı çıkardım ve gülen dört yüze uzun uzun baktım. Beşinci yüzü her ne kadar es geçmeye çalışsam da, bir zamanlar tüm mutluluğu ile çekilmiş olan bu resmin olduğu evin hemen önünde duruyordum.
Ve tek sorun bu değildi. Bir diğer sorun, buraya annemin özlem duygusunu gidermek için değil bana anlatamadığı o detayları yakalamak için gelmiş olmamdı.
Ege içeriye girmeden önce durup bana baktı, Selman Abi yanından geçip hızlıca karanlık koridora daldığında gözlerimi Ege'nin gözlerinde sabit tutmaya çalıştım. Gözlerimde ne gördüğünü bilmiyordum ama eve girmek için beni bekledi. Fotoğrafı kaldırıp cebime koyarken, kendimi savaşa silahsız çıkan bir askerden farksız hissettim. Merdivenleri çıkıp kapı eşiğine geldiğim anda gölün soğuk rüzgârı sırtımdan çarptı. Beni eve itmekten çok geri çekmek istiyormuş gibi savrulan esintiye karşılık vermedim.
Ege'nin sıcak parmakları bileğimin iç kısmına sürttü. Sanki elimi tutmak istiyormuş da bunu somut olarak yapmaktansa gerçekten hissedebileceğim bir boyutta gerçekleştirmek istiyormuş gibiydi. Bakışlarımı ondan çektim ve kapalı perdelerden ve tozdan kararmış koridora çevirdim.
İşte annemin geri dönmemek üzere çıktığı kapıdan içeriye giriyordum.
Sağ ayağımla ahşap zemine bastığım anda evin dört bir yanında yankılanan gıcırtı baş gösterdi. Gözlerimin gün ışığından loş alana alışması için bekledim, havada uçuşan tozlar burnuma doluşmak ister gibi canımı yaktığında kolumu burnuma doğru yasladım.
"Birazdan boğulacağım," diyen Selman Abi, üşüyor olduğunu umursamadan ceketini çıkarıp boynunun etrafına, burnunu kapatacak bir maske haline dönüşene dek doladı.
"Anlaşılan yıllardır kimse kiracı olmaya talip olmamış."
Evin girişinde küçük bir hol vardı, sağ taraftaki koyu yeşil renkli duvar kâğıdı evin her yerini kaplayamayacak kadar yorgun görünüyordu. Holün her tarafı manzara tabloları ile doluydu lakin onları çevreleyen örümcek ağları tabloların asıl sahibi gibi tüm alanı sarmalamıştı. Neredeyse havada dolanan beyaz tozun örümceklerin oluşturduğu bir örgüt olduğunu söyleyebileceğim kadar korkunç bir manzara vardı.
Birkaç adım ilerledim, ayaklarım altındaki fısıldayan tahtaları dinlemeye çalıştım. Sağ tarafımda kalan aynada kendimin soluk bir siluetini görünce biranda irkildim. Ayna tozdan dolayı beyaz bir dumanla kaplanmış gibi görünüyordu bu yüzden başta sadece açık kahverengi saçlarımı seçebildim. Aynanın hemen alında uzun, küçücük bir masa ve üzerinde kırık bir anahtarlık vardı. Sanki biri daha sonra almak için oraya bırakmış ama bir daha hiç alamamış gibiydi...
Kaplumbağa...
Anahtara bağlanmış süs eşyası küçük bir kaplumbağaydı ve ters dönmüş bir şekilde duruyordu. Ayaklarının üzerinde duran ölü örümcek ve üzgün bakışları onu çaresizliğin koynunda gibi gösteriyordu ama uzanıp ona yardım etmedim.
Dünyası ters dönmüş bir kaplumbağadan farkımız yoktu ne de olsa.
Bakışlarım karşıma, evin ikinci katına çıkan merdivenlere çevrildi. Merdivenlere serilmiş, eski rengini tahmin etmekte zorlandığım kahverengi tonlarında bir halı vardı ve zemine yapışmış gibi duruyordu. Tırabzanların yanına doğru adımlayıp önce yukarıya doğru bakan Ege'yi seyrettim. Kaşları çatılmış ve dudakları aşağıya doğru hafiften kıvrılmıştı. Yüzündeki hoşnutsuz ifade sadece kirden ve kötü kokudan kaynaklı değildi; o da benim gibi evdeki huzursuz havayı hissedebiliyordu.
Burada ters giden bir şeyler vardı. İkimizde durduk ve odaları gezmeye başlayan Selman Abi'nin seslerini dinledik. Ayağındaki botların tahtada yaptığı ritmik baskıları ve itelediği birkaç masanın sesini duyabiliyorduk. Bir korniş hışırtısı duyuldu, sonra da adım fısıldandı.
Ellerim iki yanımda yumruk olmuş, holün ortasında öylece dikiliyordum; nedense hareket etmek yanlış bir hamle olacakmış gibi geliyordu ve tam olarak nereye adım atmalıyım diye düşünüyordum. Sanki bastığım yerden sarmaşıklar fışkıracakmış da beni tahtaların altına gömecekmiş gibi bir ürpertiye ev sahipliği yapıyordum ama bu hissi bana tattıran huzursuzluğun ne olduğu hakkında hiçbir fikrim yoktu.
Selman Abi'nin çıkardığı gürültüler biranda sustu, loş holde Ege ve ben öylece birbirimize baktık. Selman Abi yeniden adımı seslendiğinde, onun olduğu kısma hareket etmeyi düşünmüştüm ama sonra aniden sesin ona ait olmadığını fark ettim.
Şimdi ahşap evdeki tüm sesler dinmişti ve yabancı bir kimsenin adımı seslenişini dinliyordum. Selman Abi'ye ait olmayan bir ses beni çağırıyordu. Tanımadığım bir ses... Bu defa biliyordum ki, bu defaki sesler Kalika'ya da ait olmayan bir soğukluğa sahipti.
Burada ters giden bir şeyler vardı.
Ege benimle aynı sesleri duyuyor olmalıydı ki gözleri kocaman açıldı ve işaret parmağı hızla dudakları üzerine yaslandı. Zaten ses çıkarmıyor olmama rağmen uyarısını dikkate aldım ve bekledim. Fısıltılar devam etti, adım yeniden seslenildi.
"Mercan..." Uzatılan harflerden çok keskin bir fısıltıydı bu. Sanki acele etmemi söylüyordu... Tok, kendinden emin ve hızlı, "Mercan!"
Arka odalardan beni görmeye meraklı bir kimse gibi. Sesin sahibi her kim ise... Adımı nereden biliyordu?
Ahşap gıcırtıları yeniden duyuldu ve bir kapının çarpılma sesi geldi. "Çocuklar, buraya baksanız iyi olur."
Selman Abi'nin sesini yeniden duyduğumuzda Ege benden önce ileriye doğru atıldı ve sağdaki kapıdan içeriye doğru baktı. Her ne gördüyse kaşları hayretle havalandı ve uzun uzun çevreyi taradı. Beni unutmuş gibi ilerleyip gözden kaybolduğunda karanlık holde tek başıma kalakaldım. Ege'nin adım seslerini hala duyuyordum ve içeride olduklarını biliyordum ama ardımdaki açık kapının kendiliğinden hareket ettiğini duyunca bu düşüncem nedensizce dağıldı.
Burada gerçekten üç kişi miydik yoksa fısıltıların sahibi hala burada mıydı?
Ardımdaki evin kapısının hareketleri hemen arkama döndüm ve gölü görebileceğim güzel manzaranın ağırca ahşap kapının ardına gizlendiğini gördüm. Kapı kendi kendine çarpıldı ve tok sesi alanı doldurdu.
Sadece rüzgâr, dedim. Ben eve girerken de var olan rüzgâr kapıyı örttü, beni eve hapseden hiçbir şey yok.
Yeniden önüme döndüm ve önce Ege'nin kaybolduğu yere, sonra da merdivenin ardındaki karanlık alana baktım. İleriye attığım ilk adımda fısıltılar arttı ama oluşturduğum seslerden dolayı ne dediklerini anlamadım.
Bir adım daha attım, fısıltılar yükselince ise aniden nefesimi dahi tutup durdum. Fısıltılar benimle birlikte durduğunda, onların bana seslenmekten çok kendi aralarında istişare yaptıklarını düşüneceğim bir düzende sesler alçalıp yükselmeye devam etti.
Merdivenin arkasındaki karanlık alana ne kadar bakarsam bakayım düz bir duvardan daha fazlasını göremiyordum ama oranın başka bir odaya açıldığını hislerimden anlayabiliyordum.
Her şeyi es geçtim, merdivenlerdeki halıdan yayılan kötü kokuya burnumu tıkadım ve Ege'nin kaybolduğu yere döndüm. Daracık bir koridordan ve kapısız bir girişten geçtikten sonra salon diyebileceğim koca bir oda ile karşılaştım.
Başta, kenara doğru sıyrılmış perdelerden içeriye doluşan gün ışıkları, ışıkları takip eden tozların dansı ve gölün dalgalanışı dikkatimi çekti. Sonra en büyük pencerenin de perdelerini burnunu kapatarak aralayan Selman Abide'den sonra aydınlanmış salonun tamamını görebildim.
Ve perişanlığını...
Çokça kir ve rutubetten, örümcek ağlarından ve ölü hayvanlardan daha dikkat çeken bir unsur vardı ki, ev tamamen dağılmış durumdaydı.
Salonun tam ortasındaki eski, gösterişsiz koltuklardan ikisi devrilmişti; tekli koltukların -içindeki yünleri dışarı fışkırmak suretiyle- parçalanmış olan minderlerinin arasında bir kuş yuva yapmıştı. Boş yuva, tıpkı bu ev gibi terk edilmişti. Duvarlardaki tablolardan çoğu yerdeydi ve kırık cam parçaları gün ışığı çarpınca gözümü aldı.
Yere fırlatılmış olma ihtimali yüksek, eski tip bir ev telefonun üstünden atladım. Bakışlarımı yerden ayırmadan Ege'nin yanına doğru ilerlemeye devam ettim. Kırık parçalar ayaklarım altında ezildi, yanlışlıkla bir tablonun çivisine bastım. Devrilmiş minderleri iteledim ve duvarın kenarında, yan yatmış bir halde duran vitrini ve içindeki kırık eşyaları taradım.
On beş yılda pek çok artçı deprem ile dağılmış bir evde miydim yoksa on beş yıl önceki arbedede öfkesini dört bir yana savuran kişilerin parçaladığı bir evde mi, emin değildim.
"Burası dağılmış," diyerek yan yatmış vitrinin yanına giden Selman Abi, vitrinin arka duvarındaki delikleri işaret etti ve kaşlarını çattı. "Ve bence bunu birileri bilerek yaptı."
Ege merakla Selman Abi'nin yanına gittiğinde gördüğü şey onu ürpertmiş olmalı ki titredi. "Bunlar..." dedi ve durdu. "Kurşun izleri mi?"
Selman Abi onu onaylayınca aynı ürpertinin kat ve katı benim bedenimi işgal etti.
Parçalanmış eşyalar, kavga çıktığını açık eden izler ve kurşun delikleri... Biri silah kullanacak kadar ileriye gitmişti ve bunu kimin yaptığından çok o kurşunun dolaba saplanmadan önce bir bedene çarpıp çarpmadığı beni ilgilendirdi.
Gözlerim hemen yerde kan izleri aradı ama yıllar geçmiş lekelerin arasında kızıl bir dehşet görmem mümkün değildi.
Ansızın burada birilerinin ölmüş olabileceği aklıma geldi. Babamın nasıl öldüğünü bilmiyordum ve bunun hastalığından kaynaklanmama olasılığı vardı.
"Anlaşılan burada kıyamet kopmuş ve o zamandan beri de hiç ziyaretçisi olmamış."
Ege'nin yüzünden düşen bin parça hali benim en iyi halim bile değildi. "O kadar kötü bir olay olmuş olmalı ki adı çıkmış bir harabe gibi her şey öylece çürümeye bırakılmış."
Kimsenin kiralamak istemeyeceği bir hadise... Evin üstüne çöken bir lanet...
"Burada ailenden ve ondan izler bulman çok mümkün," diyen Ege'nin sözleri Selman Abi'nin kafasını karıştırsa da bir şey demedi ve yerdeki küçük çerçeveyi eline aldı. Buraya gelmekteki asıl amacım gizlenmiş sırlardan ve vefat eden babamdan çok, Zebani ile aramda nasıl bir bağ olduğunu çözmek, mümkünse yok etmekti ama ben yine de daha fazlasını arzulamak gibi bir yüzsüzlük yapabiliyordum.
"Belki de sadece onlardan iz bulmam," dediğim sırada gözlerim, yerdeki kirli bir patikte takılı kalmıştı. Adımladım, eğildim ve Selman Abi'nin ayakları önünde duran küçük, bebek patiklerini elime aldım.
Annem bana hamile olduğunu ilk öğrendiği sırada kaçtığını söylemişti ama dokuz aylık hamile olduğu ana dair gördüğüm fotoğraf aksini apaçık belli ediyordu. O fotoğrafta babamla birlikteydi ve bence zaman o karede sınırlı kalmamıştı.
Patiği avuçlarım arasında sıkıştırdım ve sanki dile gelebilirmiş gibi ona bana neler olduğunu anlatmasını söyledim. Cevaplar tuhaf bir şekilde kulaklarımda yankılanıyordu ama duyduğum yanıtlar bebek patiğinden değil evin derinliklerinden geliyordu. Bir şey beni içeri hapsetmek istemiyor olabilirdi ama bana ulaşmaya çalıştıkları ve bunun için kendileri arasında bile kargaşa halinde oldukları kesindi.
Annem bana, gözlerimi yaşadığımız şehirdeki bir hastanede açtığımı ve o zamanlar bebek kıyafetleri yanında olmadığı için hastaneden mavi bir battaniyeye sarılı çıktığını, doğumdan hemen sonra şehir otobüsü ile apartman dairemize gittiğini söylemişti.
Gölün kenarındaki bir eve, babamın kolları arasına geldiğimi değil...
Fısıltıların arasında gündemin tek konusu olan adım yeniden geçti. Onlar benim adımı nereden biliyordu.
"Belki de kendinden de anılar bulabilirsin," dedi Ege. Benimle aynı düşüncede olması patiğin üzerindeki kirlerin bir bir avuçlarıma, oradan da kalbime doğru adımlamasının verebileceği korkuyu verdi.
"Hiç var olmadığım bir eve geldiğimi sanıyordum ama..." Soluklanmak sadece rutubet kokusunu yeniden tatmama neden oldu. "Belki de ben daha önce bu evde bulundum. Burası benimde evim..."
Sözlerimi Ege bile anlayamıyordu ki, biraz sonra "Burasının ailenin evi olduğunu söylememiş miydin?" diye söylendi Selman Abi. Elindeki eski fotoğrafın tozunu kuvvetli nefesi ile kaldırıp resmi bana doğru çevirdi. Annemin fotoğrafını yeniden görmek beni üzmezdi ama nedense onun gülen yüzü bu defa beni parçaladı. Çünkü kucağında tuttuğu bebeğin ben olduğumu, arkada göl evinin çitleri olduğunu ve annemin bana apaçık yalan söylediğini rahatlıkla görebiliyordum.
Ben buraya daha önce gelmiştim çünkü annem bana söylediği zamandan çok daha sonrasına dek burada bir aile olmamıza izin vermişti.
"Eminim bir nedeni vardır."
Ege'nin teselli sözlerinden çok düşünmeye eğilim göstermemi isteyen yanı ağır basan gerçekçi bir yaklaşımdı. Bu yüzden aklıma gelen ilk şeyde bu oldu.
Annem kötü bir insan değildi ve yalan söylemek onun en nefret ettiği şeydi; zamanında bana babam ile ilgili hep tutarsız cevaplar verir ve aynı günün akşamı, benim uykuda olduğumu sandığı dakikalarda, saçlarımı okşayıp benden özür dilerdi. O sıra uyku sersemliğim ile nedenini anlamazdım ama o söylediği her bir söz için bir özür mırıldanırdı saçlarım arasına.
Benden bazı gerçekleri saklamıştı ama bu, onun geçerli nedenleri olduğunu ve bunların gerçekten ürpertici olduğuna bir işaretti.
Annem bana neden yalan söylemişti? Neden burada doğmuş ve burada yaşamış olmama rağmen bu gerçekleri benden saklamıştı? Annemin kaçmasına neden olan şey bu evdeydi. Ama o gün ne yaşanmıştı da annem bunları unutmak istercesine gizleme gereği duymuştu?
Annem neden benden babamı saklıyordu?
"Babamı daha önce gördüm," dedim. "Annemin söylediklerinin aksine ben doğmadan önce ölmemiş, ölmeden önce onunla vakit geçirmişim."
Patikler avuçlarımdan düştü, Selman Abi'nin de o resmi elinde tutmasını istemedim ve o da bunu anlamış gibi hemen kırık çerçeveyi masanın üstüne kapattı. Evi yeniden taradım ve bir kıyamete kurban edilmeden önce ne kadar sevilmiş benimsenmiş olduğunu gördüm.
Her yer resim dolu, raflar sevimli biblolarla süslüydü. Birkaç bebek oyuncağı devrilmiş eşyalar arasında yerini koruyordu. Gördüğüm soluk battaniye belki de soğuk bir akşamda sıcak bir örtü olarak kullanılmıştı. Neredeyse yıkılmış şöminenin önündeki minderler parçalanmadan önce üzerinde sefa sürülmüş gibiydi.
Bu ev sıcacık bir yuvaydı ve ben burada babamı görmüştüm.
Annemin delicesine âşık olduğu adamı, genlerini taşıdığım bir kişiyi ve annemi acımasızca terk eden hasta bir kimseyi...
Mutlu bir aile olmuş, sonra ne olduysa babam hastalanmış ve annemle beni terk etmişti. Hayır, bizi terk etmek zorunda bırakmıştı.
Ama babama ne olmuştu da annemle öylesine bir aşkın peşindeyken hastalanıp çıldırmıştı? Gerçekten de... Babam delirmiş olabilir miydi?
Parçalanmış ev bana bu sorunun cevabını açıkça veriyordu ama ben yine de bunu inkâr etmek istedim. Deliliğimin vazgeçemeyeceğim bir unsur olmasının yanı sıra, aklıma gelen tek şey sahip olduğum lanetin gerçekten babamdan geçip geçmediği ya da onun bu lanet yüzünden ölüp ölmediğiydi.
Babam gerçekten lanetin pençesine mi düşmüştü? Ne kadar beni uzaklaştırmak istese de bu laneti bana mı devretmişti? Sonunda bende... Bu lanetin kurbanı mı olacaktım?
Yanımda bir beden hissettiğim sırada saçlarım arasından doluşan sıcak bir nefeste beraberinde geldi. "Eğer daha önce burada bulunduysan, bu Zebani ile de daha önce karşılaştığın anlamına gelir."
Başımı iki yana salladım ve o cani gözleri hatırlamak isteyen yanıma tokat çarptım. "Beni tanıyamaz," dedim, kendi kendimi teselli etmek istercesine.
"Hayır Mercan, seni tanıyamaz," diyerek beni tekrar etti Ege. Yaklaştı ve Selman Abi'nin göz ucuyla bizi takip ettiğini bile bile bedenini bedenime çarptı. Yanımda bana bakar bir halde durduğundan dolayı omzum göğsüne değiyor ve uzun boyu nedeniyle kambur bir halde kulağıma fısıldıyordu.
"...Ama sana bir şey yapmış olabilir."
Tüylerim aniden diken diken oldu ve ben kaskatı kesildim. Zebani'nin bana küçüklüğümde bir şeyler yapmış olabileceği kontrolsüz bir bomba misali zihnimde patladı ve hücrelerimi dört bir yana dağıttı. Kontrol edildim, diye mırıldandım. Zebani beni yaraladı, bebekliğimden kalan izlerle bana ulaşmaya çalıştı. Beynimi yemek üzere bir böcek ordusu göndermesine gerek yok, zihnim zaten onun elinde çünkü bana laneti bulaştıran kişi o...
"Belki de sen bebekten sana bir şey yaptı ve sen bu yüzden kâbuslar görüyorsun."
Başımdan aşağı kaynar sular dökülse daha az canımın yanacağı bir hiddetle ellerim şakaklarıma yaslandı.
Her gece çığlık çığlığa uyandığım o ürkütücü planları benim zihnime yollayarak beni alaşağı eden adamın anadan üryanken bile beni zehirliyor oluşu o küçük Mercan'ın cam duvarlarını çatlattı.
"Neden onun cinayetlerini gördüğünü sorgulayıp duruyorduk ve aranızda hiçbir bağ olmamasına rağmen neden bir şekilde sana ulaşabildiğini merak ediyorduk Mercan ve belki de bunun sebebi küçükken sana dokunmuş olması..."
Fiziksel bir temastan daha fazlasını ifade ettiği açıktı. "Annenin arkadaşı olmuş olsa bile zamanında seninle birlikteydi. Onunla yıllar öncesinden çarpışmış biriydin ve şu an onun izlerini taşıyor olabilirsin." Nedeni belli olmasa bile nasılı ortada değil miydi? Kâbuslarımın asıl sebebi yine oynayıp duran o korkunç filmin başrolü değil miydi? Kendi zihnini benimkine kalın halatlarla bağlayıp her darbesinde beni de sarsan o değil miydi...
"Annen belki de bu yüzden kaçtı."
"Belki de o anneme de dokundu." Sözlerim beni derinden incitti ve annemin de her gece kâbuslar görüp görmediğini merak ettim. Kendi çığlıklarımla o kadar meşguldüm ki biricik annemin sesini hiç duyma zahmetine girişmemiştim. Ölümler ile ilgili değildi belki ama onun huzurlu uykularını deşen bir yaratığı zihninde taşıyor olabilirdi.
"Belki de babanın hastalığına bile sebep olan o..."
Başımı kaldırdım ve parmaklarım arasında kalan saç tutamlarım ile kendi saçlarımı yolduğumu fark etsem dahi inatla şakaklarıma baskı yapmaya devam ettim. Bedenimin tir tir titrediğini Ege'nin kendi kendine sallandığını sandığım sürenin sonunda fark ettim.
Oda dönüyor ve Ege yerinde sallanıp duruyor gibiydi ama her şey yerli yerindeyken hareket halinde olan bendim.
Fısıltılar arttı ve ben adımı telaffuz eden onlarca sesin arasında kendileri ile çatışan insanların yardım çığlıklarını duydum.
"Hatırla!" diye bağırıyorlardı ama bu sesler düşündüğümden çok daha yabancıydı bana. Hatırlamamı defalarca söyleseler de onların bebeklik anılarımı geri getiremeyeceğimi bilmeleri gerekiyordu. Ben geçmişe dönemezdim ama geçmiş her nasılsa bana dönmek için çabalıyordu.
"Babamı öldürdü," dedim kendi kendime ama sesim bile bana yabancı gelmeye başladı. Boğazımdan yükselen bir ağaç dalının çatırtılarını duydum, dilim çatlaklara karıştı ve konuşmak hiç ummadığım kadar zor geldi, oda döndü ve ayaklarım altındaki tahtalar gıcırdadı. "Tüm ailemi mahvetti."
Ege'nin parmakları incecik bileğime dolanınca biran düşüyormuş gibi hissettim. Hayır, düşmüyordum ama bedenime karşıt yönlerden uygulanan kuvvetlerin var olmadığını da dile getiremezdim.
Ayak bileklerimden başlayan bir dürtü yavaş yavaş vücuduma dolanmaya başladı. Yukarı tırmanan baskıların asıl hedefi kalbim miydi yoksa zihnim mi emin değildim lakin Ege'nin tuttuğu sağ bileğimin ardından tamamen görünmez bir baskının sol elimi tutup çekmesi ile aniden yönüm çevrildi. "Devam ediyor, ailemi lanetlemeye devam ediyor."
Ayaklarım birbirine dolandı ama ben düşmeden toparlanmayı başardım. Hayır, beni ayakta tutan şey o an ne şaşkınlıkla beni durdurmaya çalışan Ege'ydi ne de benim cüzi iradem; beni yürüten ve bu küflü evde tur attıran şey evi canlı tutan o ölü ruhlardı.
Salondan çıkıp bir başka odayı gördüğümde de zaman akmaya ve burada yaşanan cinayetlerin sancısı sayıklanmaya devam etti. "Tüm bir yaşantımı alt üst edecek."
Burada ters giden bir şeyler vardı. Daha öncesinde olmuş olaylardan kaynaklı değil, şu anda gerçekleşen bir silsile uzayıp gidiyordu.
Leş kokusu arttıkça, adımı bilen o fısıltıların aslında evin derinliklerin deki mezarlığın bir yankısı olduğunu fark ettim.
Burası bir mezarlıktı ve ben mezar taşımın çoktan hazır olduğunu biliyordum.
"Mercan nereye?" diyerek bir hışımla beni bileğimden yakalayan Ege'nin sesi beni kendime getirecek kadar güçlü değil. Ege omuzlarımdan kavradı ve beni kendine bakmaya zorladı.
"Takip etti," dedim. "En başından beri amacı bendim."
"Takip etmedi Mercan."
Başımı kuvvetle iki yana salladım. "Görmüyor musun?" diye bağırdım aniden. Ellerim yumruk olmuş ve gözlerim gözyaşları ile dolmuş bir haldeyken çığırdım. "Burası benim ailemin eviydi ve o gelip mahvetti! Babamı zehirledi, onun ölümüne ve annemin kaçışına sebep oldu. Bana dokunduğunu kendin söyledin! Zihnime giren kişinin o olduğunu söyledin. Onun cinayetlerini görüyorum çünkü bana onlardan çok daha kötüsünü yapacağını biliyorum. Annemi de elimden alacak... Belki önce Selen'i ve seni sonra da annemi... Gelecek işte... Her zamanki gibi gelecek ve öldürmeye devam ed-"
Sözlerim kuvvetle yarıda kesildi ve Ege evi inletecek kadar yüksek bir sesle yüzüme haykırdı. "Öyleyse burada öylece duracak mısın ha? Ölen o diğer insanlardan bir farkın kalmayana dek duracak mısın? Onların gelecek olanlardan haberi hiçbir zaman olmadı Mercan ama senin var!" Solukları yüzüme çarptı. "Senin her zaman haberin oldu ve şimdi de onun on beş yıl önceki planlarını bile görebilecek kadar ileriye gittin. Onun zaten senin için geleceğini biliyorduk ama şimdi daha da fazlasına erişebilirsin. Aranızdaki bu bağ her ne ise onu kullanabilirsin."
"Nedenlerim ve nasıllarım yok," dedim. Neden yaptığını ve nasıl yaptığını, hatta şimdiden sonra ne yapacağını bilmiyordum. Kim olduğunu, amacını ve yapabileceklerini bilmiyordum. Hiçbir sırrı çözemediğim gibi daha da fazlası üzerime binmişti. Bir mezarlıkta yeni kazılan bir mezarın ne önemi vardı ki? Ne sayılara etkisi vardı ne de içine çekeceği bedenin ölüm nedenine...
"Onun nedenleri ve onun nasılları bizi ilgilendirmiyor." Elini çeneme yasladı ve ısrarla kaçırdığım gözlerimin içine baktı. Dokunuşunun naifliği bedenimdeki diğer elleri def edecek kadar kuvvetliydi ve bunu fark eden yanım tüm benliğimi de ona teslim etmek istedi. Keşke tek bir dokunuşu ile kâbuslarıma da son verebilseydi; uyanıkken gördüğüm kâbuslarımı 'bizi' diyerek benimsediği o samimi duyguları ile silebilseydi.
İstemese de benimle birlikte savaşıyordu. "En azından kendi nedenlerini ve nasıllarını bul."
Başımı göğsüne yaslamak ve düşünme yetisi dahi olmadan sevgiye muhtaç olan bir bebek gibi kucağında ağlamak istedim.
"Nedenim ne?" dedim, titrekçe. Sıcak parmakları yanaklarıma doğru uzandı ve elleri kulaklarımı dahi kaplayacak kadar uzanıp beni sarmaladı. Tüm dikkatimin onda olduğundan emin olmak istiyordu; öyleyse o da bu mezarlıktaki çığlıkları duyabiliyor muydu?
"Hayatta kalmak, hepimizin hayatta kalması..."
"Peki, nasıl yapacağım?" Bir yolu olduğunu nereden bileceğim? "Aranızdaki bağı tersine kullanarak." Kendinden emin sözleri dikkatimi ona çekti.
"Bağ-" dediysem de devamını getiremedim.
"O bağı çözmek istiyoruz değil mi Mercan?" Başımı belli belirsiz salladığımda ona itaat eden uslu bir çocuk gibi hissettim öylesine. "Öyleyse o bağı çözebilmek için önce bağın derinliklerine inmeliyiz. İpi kökünden koparabilmek için ona daha sıkı sarılıp asılmalıyız. O senin zihnine girebiliyor değil mi? Kendinden düşünceler aşılayabiliyor. Şimdi sıra sende..."
Sözleri anında Kalika'nın sözlerini anımsattı bana. Sıranın Zebani'de olduğunu söylediğinde onu reddedip ipleri elime almak ve sıramı devretmemek istemiştim. Bu dileğim, amansız bir güç gösterisi için değil, sıranın Zebani'ye geçtiğinde başıma geleceklerden korkmamdan dolayı dile getirilmiş bir umudun yansımasıydı ama şimdi Ege kendi dileğimi yüzüme çarpıp onu adam akıllı kullanmamı söylüyordu.
Aynı sözler ama daha güçlü arzularla beni başkaldırışa hazırlıyordu.
Ege beni kendime getirecek bir tetikleyici gibi sözlerine devam etti. "Şimdi onun zihnine girme sırası sende Mercan. Seni ele geçirmesine izin verme ve bu defa sen ona ulaş. Onun bağı nasıl kurduğunu bul, yıllar önce sana ne yaptığını anla ve sonunda o bağı çektiğin o tüm sancıların için parçalayıp at."
"Yapmak istiyorum," diye mırıldandım ama sesim o kadar güçsüz ve titrek çıkmıştı ki, bir çiçeğin yürümek istemesini dile getirmek kadar anlamsız kalmıştı sözlerim.
"Yapabilirsin çünkü ben sana yardım edeceğime söz verdim."
Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top