42. Bölüm | Ödeme
Keyifli okumalar.
Bölüm 42: "Ödeme"
"Kalika'yı zamanında nasıl unuttuğumu ve bunca zaman onu üryan bedenimde nasıl kilitlediğimi bilmiyordum." Elleri göğsünde birleşti, şimdilerde zayıflıktan her bir kaburgasının sayıldığı göğsüne yasladı. "O daima buradaydı ama onu sükûta mahkûm edebilmiştim. İçimden söküp atamayacağım ana rahminden imzalanmış bir ferman olsa da, onu kendi karanlığında boğmanın bir yolunu bulmuştum. Yeniden nasıl yapacağımı aradım doktor. Onu tekrar unutmak istedim. Onu susturmak ve kafamın içinde yankılanan vesveselerini teker teker silmek istedim ama..."
"Ama yenildin, değil mi?" Doktor öne doğru eğildi ve gözyaşları dahi kan ile boyanmış olan genç hastasının yüzüne öfkeyle baktı. "Kendi nefretine, acizliğinin ürettiği yoksun yanlarına yenildin. Bu gün, kaçıncı cinayetini işleyeceksin Mercan?"
***
"Bir daha asla ama asla okul çıkışında bir yere gidemeyeceksin küçük hanım!" diye bağıran anneme karşı utançla baktım. Annem...
Yalnız geleceğini düşündüğüm sırada, beklediğimden çok daha erken bir şekilde gelmiş ve karakolda resmen yaygara koparmıştı. Polisler ona olayları anlatırken, o duyduklarından çok kendi kafasında ürettikleri ile olayı çok yanlış anlamıştı.
Annemin anladığına göre; olay, gece yarısı Ege'nin bana taciz etmeye çalışması ile geçmişti. Bunu, polislerin; gece yarısı bir okulun üst katında, ışıklar kapalıyken, bir oğlan ile birlikte olduğum, çığlık attığım ve üstümün kanla kaplı olduğu bilgilerinin birleşimi sonucu oluşturmuştu.
Annem, zaten Egemen Eraslan ismini duyduğunda pek mantıklı düşünebilecek gibi durmuyordu. Sonuçta Ege'nin bana kötü bir şey yapmadığına onu inandırabilmiştim ancak bu defa bir okula gizlice girdiğim, gerçek anlamda kendimi tehlikeye attığım ve karakolda olmama rağmen ona haber vermediğim için azar yiyordum.
Ön koltukta oturan annem, ara sıra Fatih Abi'ye dönerek benim ne kadar sorumsuzca bir davranışta bulunduğumdan ve Ege geldiğinden beri çok fazla hata yaptığımdan bahsederek onun onayını alıyordu. Dikiz aynasından göz göze geldiğim Fatih Abi, sessiz olmamı işaret ederek göz kırptı. Biraz sonra ise onun şefkatli sesi ile annemin yumuşadığını ve eve gidene dek sessiz kalmayı seçtiğini gördüm.
Annem uzanıp Fatih Abi'nin elini tuttu, parmağındaki yüzük değerini belli etmek istercesine parladı. Arka koltukta, kollarım kucağımdaki boş çantaya dolanmış bir halde, öylede onları izledim.
Araba durur durmaz resmen arabadan fırlayarak eve girdim, dışarıda görünmek ya da gün ışığının tenime değdiğini hissetmek bile istemiyordum. İlk yaptığım şey eve girer girmez televizyonu açmak oldu. Annem kapıda Fatih Abi'yi uğurlarken, ben titreyen ellerim ile kumandayı alıp bir haber kanalında durdum. Televizyonun sesi açık değildi ancak haberlerde dönüp duran görüntüler bana yeterince ses veriyordu.
Haberlerde Selen ve Alara'dan bahsediliyordu. Kırmızı ekran üzerinde yazan beyaz yazılar ise tüm yaşlanılanları yüzüme çarpmak için yeterliydi.
"Genç bir kız vahşice katledildi!"
"Bir cinayet daha!"
"Bir ölü, bir kayıp!"
"Mavi Kuş lisesine giden Alara A. ve Selen S. Dün gece aileleri ile gittikleri ormanda vahşice katledildi. Alara A.'nın parçalanmış cesedi bulunurken, Selen S.'den hala bir haber yok. Arama ekipleri, gece yarısı gelen ihbar üzerine her yerde kayıp genç kızı arıyor. Çalışmalar son hızla devam ederken, son zamanlarda artan cinayetlerin zanlısı kuvvetle aranmakta."
"Gel bakalım Mercan Hanım, seninle bir güzel ilgileneyim ben," diyerek yanıma gelen annemin sesini sanki kilometrelerce uzaktan geliyormuş gibi duyuyordum. Önüme geçti, kumandayı bir hışımla elimden aldı ve televizyon izleyemeyeceğim ile ilgili birçok söz sıraladı. Televizyonu kapatmadan önce, ekranda Alara'nın gülümseyen yüzüne uzun uzun baktım.
Son anında, çaresizlikle başını çevirip gözlerini benden sakındığı o yaralı yüzü gözlerimin önünden gitmiyordu. Ağlarken, kan kusarken ve acı içinde tüm kasları kasılmış bir halde sızlanırken başı geriye düşmüş ve tersi yöne çevrilmişti. Bu umutsuz bakışın ardından ise başı gövdesinden ayrılmadan hemen önce gördüğüm gözler bedenimi ele geçiriyordu.
Tamamen çaresiz, tamamen yok olmuş gibi. Veda bile edemeyecek gibi...
"Televizyonu kapatıyoruz ve doğruca-" Annem aniden sustu, yüzümdeki ifadeyi gördükten sonra bakışları telaşla televizyona çevrildi. Gözlerimi ayıramadığım yüzü gördüğünde ise elindeki kumandayı düşürüp birkaç adımla geriye kaçması bir oldu.
"Bu-bu... Alara!" dediği sıra, ismini yeniden duymamın acısı ile yere çöktüm. Bacaklarım artık beni taşıyamayacak kadar iflas etmiş bir halde yere kapaklanıp avazım çıktığı kadar bağırarak ağladım.
Cinayet işlemişim gibi hissetmekten kendimi alıkoyamıyordum. Arkadaşımın son bakışı, sıçrayan kanı ve alevler içinde kalan bedenini gözkapaklarımdan kazıyamıyordum. Tırnaklarımı gözlerime sapladım, kirpiklerim bir bir düşerken göz etlerimi çekiştirip parmaklarımı gözlerime batırmak istedim. Görüntüler yok olana dek kan ağlamak istedim.
Bir sonraki cinayetin ne zaman olacağına dair korkular tüm bedenimi sararken sancılı ağlayışlarım zayıf bedenim düşüp bayılsa dahi dinmedi. Kâbuslarımda Alara'nın ölümünü yeniden yeniden tadarken, Selen hakkında kurulan yeni cinayetlerin hepsine tanık oldum.
Selen hala hayattaydı, bunu biliyordum; kâbuslarımda hala daha onun için kurulmuş planlar dönüyordu. Yeniden yeniden ölüyordu, sahne beğenilmeyip yeniden süsleniyordu. Hala hayattaydı ama ölüme gerçekten çok yakındı.
***
"Şimdi daha iyi misin?"
"E-evet, teşekkür ederim anne."
Kucağıma bırakılmış sıcak çorbadan zoraki birkaç yudum alıp tepsiyi masaya bıraktım. "Benim için bu kadar endişelenme," diye mırıldandım.
"Ah, biricik kızım hakkında endişelenmememi söylediğin için teşekkür ederim. Bundan sonra gece yarıları dışarı çıkmasına izin vereceğim."
"Anne!" diye söylendim. "Üzgün olduğumu söyledim, kötü bir amacımız yoktu. Sadece..."
"Mercan," diye seslenip yatağın kenarına oturdu annem. Güzel çehresi beni büyülerken, hüzünle çatılan kaşları bakışlarımı ondan kaçırmama neden oldu. "Amacın ne olursa olsun, gecenin bir yarısı kendini böylesine bir tehlikeye attığına inanamıyorum. Şehirde neler olduğunu göremiyor musun? Resmen bir seri katil ortalıkta dolaşıyor, insanları acımasızca katlediyor. Bunları sadece duyuyorken bile rahat edemiyorum ve sen... Ortalıktan kaybolduğunda ve polisler aradığında neler düşündüm biliyor musun? Tacize uğramış olman aklıma gelen son şey oldu, katilin senin peşinden geldiğini bile düşündüm. Bunun o kadar da uzak bir ihtimal olmadığını görmek ne kadar korkunç!"
Alara ve Selen... Her gün gördüğüm insanlara dek saldırmıştı, korkması normaldi ama anneme katili zaten yakından tanıdığımı söyleyemezdim. Zaten, katil şu anda gerçek anlamda peşimdeydi. Belki de şu anda beni arıyor, belki de kapımın önünde dikiliyordu.
"A-anne..." Sesim fısıltıdan farksız çıkıyordu. "Bugün, birbirimize söz verelim."
"Söz vermeni istediğim çok fazla şey var, buna emin misin?" diye sordu. Elini uzattı, yanağımı okşadı ve saçlarımı geriye doğru taradı. "Dikkatli olacağımıza dair..." dedim. "Ahh," diye mırıldandı.
"Evet, lütfen birbirimize dikkatli olacağımız konusunda söz verelim."
Aslında istediğim şeyde buydu; katilin benim yüzümden anneme saldırmasını istemiyordum. Yalnız kalmaması, ıssız yerlere gitmemesi, tehlikeli insanlardan kaçması gerekiyordu. Annemi koruyamazdım ama onun kendisini korumasını istemem güçsüz yanımın tek güçlü isteğiydi.
"Anne, sakın ölme, olur mu?"
Annem kaşlarını çatınca, telaşla sözlerime devam ettim. "Lütfen ölme, lütfen sana bir zarar gelmesin, benden önce ölürsen bu acıya nasıl katlanırım!"
Gözyaşlarım şiddetlenirken annem bana sıkıca sarıldı ve ona sarf ettiğim sözlerin aynısını bana iade etti. "Biricik kızımın acısına katlanamam, bu yüzden lütfen benden önce ölme Mercan."
Dakikalarca ağladık, annem yarınki sınavımızın da iptal olduğunu söyleyerek iyice dinlenmemi ve bataklığa dönüşmüş zihnimde dibe batmamam için kendimi uykunun kollarına bırakmamı söyledi. Ancak bilmiyordu ki, uyuduğumda yalnızca daha da dibe batıyordum.
Saat epeyce ilerleyip güneş sınırdan düşünce annem odasına çekildi, bende uzunca bir süre yalnızlığımla dertleştim. Uyumamak için gözkapaklarımı adeta kaşlarıma yapıştırıp gündemimdeki olaylar dışında olaylar düşledim. Ne kadar uğraşırsam uğraşayım, uyusam da uyumasam da, ölümler ve iblisler gözlerimin önüne doluşuyordu.
Odam tamamen kararıp, karşı duvarımdaki boy aynasından kendi yansımamı göremeyeceğim kadar karardığında da, oldukça ağır bir şekilde ayağa kalkıp odamın ışığını yaktım. Lambayı yakarken sızlayan bileğime ise uyuşmuş gözlerimin ardından zoraki baktım.
Tüm gün boyunca fark etmediğim sızı yine sıraya dizilmiş domino taşlarının son hamlesi gibi kendini belli ettiğinde, morarmış bileğimi acıyla ovuşturdum. Derime kazınmış soluk parmak izleri, biraz sonra canlanıp dolanacakmış gibi ürkütücü görünene dek bakışlarım altında sızlamaya devam ettiğinde, Ege'nin ayrılmadan önce söylediği sözler aklıma geldi.
"Onu bulmalısın, kim olduğunu hatırlamalısın Mercan. Bence, aradığımız cevaplar onda... Geçmişe bak ve bilmediğimiz gerçekleri öğren."
Onu nasıl bulacaktım? Bir var olup bir yok olan varlığı nasıl yakalayacaktım. Sürekli yanı başımda, soğuk nefesini kulaklarıma üflerken hissettiğim halde başımı çevirdiğimde onu kaybediyordum. Onun beni kaybettiği bir an bile yokken ben onu yakalayamıyordum. Benden gizlenmeyi seviyordu.
Geçmiş...
Sahi ya... Varlık ilk nasıl ortaya çıkmıştı? İlk ne zaman hayatıma dâhil olmuştu? İlkokulda peşimdeydi, ya öncesinde? Öncesinde neredeydi? İlk adımlarımı görmüş müydü? Benimle birlikte düşmüş, benimle birlikte kekelemiş miydi ilk kelimelerinde? Adım kulağıma fısıldanırken de orada mıydı? Ne zaman var olmuştu da ne zaman hayatıma dâhil olmaya karar vermişti?
Niye hayatımdaydı, amacı neydi? Neden arkadaşım olmak istemişti? Neden sanki gerçekten arkadaşımmış gibi bana yardım etmişti?
Bakışlarım, odama adımımı attığım anda yatağımın altına fırlattığım çantaya kaydı. Bir kısmını görebileceğim şekilde orada yatıyordu. Belki de içi hala boştu, varlık paraları bana iade etmemişti. Yetmiş iki bin liranın nereye kaybolduğu hakkında en ufak bir fikrim yoktu.
Yatağın yanına gittim ve altındaki çantayı çıkarıp içini kontrol ettim. Defter, kalemlik, küçük bir not kâğıdı ve matematik kitabı...
"Burada mısın?" diye sordum, boşluğa doğru. Karanlık odamda, pencerelerin kapalı olduğunu bildiğim halde buz gibi olmuş bir halde öyleye otururken, kendi kendime konuştum zihnimin karmaşıklığında. "Eğer buradaysan, bana sözünü tuttuğunu kanıtla."
Onunla konuşma cesaretini göstermiş yanıma ağzım açık, kalbim avare izliyordum ve şayet o ara bana cevap verseydi, korkudan kalbimin bedzehre atacağını biliyordum.
Sözlü bir cevap gelmedi ama ben odanın loş köşelerinde hışırdama seslerini duyabiliyordum. Önce kâğıt sürtünmesine benzeyen cılız hışırtılar doldu kulağıma, sonra da odada ılık bir hava akımının dolandığını hissettim. Biraz sonra ise başımın üstünde bir hareketlilik meydana geldi. Başımı kaldırdım ve ince bir kâğıdın üzerime doğru düştüğünü gördüm. Havada öylece süzülüp kucağıma düşen şey, lila renkli bir yüzlüktü. Avuçlarım arasındaki paraya aval aval baktım, sonra başımı kaldırıp hiçlikten bir başka yüzlüğün düşüşünü daha seyrettim.
Bu, sessiz bir vadide sessizliğe ayak uydurmaya çalışan kar tanelerinin düşüşünü izlemek gibiydi. Bir yüzlük, bir iki yüzlük... Sonra bir ellilik, bir yüzlük...
Biri omuzlarıma düştü, biri yatağımın üstüne, bir diğeri çalışma masama, bir sonraki ise aynanın önüne... Biraz sonra ise sessizce dökülen paralar, sanki biri hışımla fırlatmış gibi aniden odanın dört bir yanını sardı ve tam anlamıyla para sağanağı başladı. Odamın her bir karesi kâğıt paralarla kaplanacak derecede süratli bir yağışın ardından tüm zeminin hiçlikten gelen yetmiş iki bin liralık sorumluluğumla kaplandığını gördüm.
Para yığınlarının arasında öylece oturdum. 'Sözümü tuttum,' demesine gerek kalmamıştı artık. Dostluğumuzun borcu ödenmiş ve ben, sonsuza dek onun arkadaşı olarak mahkûm bırakılmıştım.
Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top