40. Bölüm | Suçlular ve Bedele Kalanlar
Merhabalar, okudukça şaşıracağınız ve sonunda Kalika'yla sohbet edebileceğiniz bir bölüm ile geldim. Bu bölüm, özel ithaf isteyen ve başarılar dilediğim biricik okuruma gelsin. Tüm kitaplarımı okudu kendisi. Çok tatlı ^^
Ve güzel bir haberim var. Artık satır arası yorum bırakılmaması sorununu çözdüm. Rahat rahat satır aralarına yorum, kahır, iltifat bırakabilrisiniz. :D Umuyorum ki saatlerce uğraşmam gereken bu sorunun ardından yorum bırakırsınız çünkü sadece "Yeni bölüm ne zaman" sorusunu görmek beni üzüyor.
Ben kitabın size ne hissettirdiğini, görüşlerinizi, sevdiğiniz, sevmediğiniz, şaşırdığınız yerleri, duyguları ve "sizi" görmek istiyorum. Sürekli olarak "Bu kadar güzel bir kitapta neden oy-yorum eksik" gibi sözler duyuyorum ama madem buraya kadar benimle geldiniz şimdiden sonra da büyüyerek gidelim. Büyümemize yardımcı olun, iyi yerlere ulaşmaya hazır olalım.
Yorumlarınızı tüm içtenliğinizle bekliyorum, yoksa bölümleri sizin için biriktiren yazarınız size bölüm değil Zebani fırlatır benden demesi. ^^
Keyifli okumalar.
Bölüm 40: "Suçlular ve Bedele Kalanlar"
"Evet amirim, ikisi de 16 yaşında..."
"Lise öğrencisi olduklarını söylediler. Öylesine geldiklerini söylüyorlar ama güvenlik görevlisi onların bir çanta dolusu para ile bulduğunu söyledi."
"Evet, okulda o kadar para olduğunu sanmıyorum. Yakın saatlerde banka soyulduğuna dair bir ihbarda almadık." Adam güldü, telefondaki amirinin söylediklerini dinledi.
"Tamam, bir saat uygun mudur?"
"Tamamdır amirim."
Adam telefonu kapattıktan sonra dönüp, parmaklarını masanın üzerinde birleştirdi. "Ne yazık ki sizi bir saat daha bekleteceğim," dediğinde Ege sinirle soludu. Öne doğru eğilmiş, dirseklerini dizine yaslamış ve sinirle ayağını sallıyordu. Saçlarını karıştırıp aniden doğrulduğunda, ikimizin bakışları da ona döndü. "Sabaha kadar bekledik zaten, güneş doğmak üzere!" diye söylendi Ege. "Ayrıca, bu bir saat içinde çantamızı geri alabilir miyiz? İki saattir o köşede çalınmayı bekliyor da!"
Ege'nin işaret ettiği yere bakmasak da, çantanın getirildiğimizden beri atıldığı köşede alelade bir şekilde beklediğini biliyordum. "Çantayı alamayacağını yetmişinci defa söylüyorum küçük bey," diyerek karşılık verdi polis.
"Şimdi sizi yerinize alayım, hala bir saatiniz var."
Ege sinirle ayaklandı ve polisin işaret ettiği yöne doğru adımladı. "Ne biçim iş yapıyor bunlar," diye söylenmeye devam ediyordu. "Şayet adını söyleme zahmetine girseydin, bu vakte dek burada beklemek zorunda kalmazdın," dedi polis. Arkamızdan ilerliyor ve geçtiğimiz masalardaki boş bardakları da elindeki tepsiye dolduruyordu. "Sırf senin adını öğrenebilmek için saatlerdir kahve ile kendimizi ayık tutmaya çalışıyoruz," diyerek elindeki tepsiyi ve üstündeki boş kahve bardaklarını gösterdi. Yüzündeki güleç ifade, yaptığı şakadan keyif aldığını gösterse de, mimik dahi oynatamadığımız yüzlerimizi görünce onun gülüşü de silindi.
"Neyse, çok işim var. Hadi içeriye geçin." Polislerin bulunduğu masaların ardına, parmaklıklarla sarılmış ve dışarısının rahatlıkla görüldüğü, köşede bir hücre vardı ve bizim gibi basit suçluları orada tutuyorlardı. Gece yarısı güvenlik görevlisi tarafından yakalandığımızdan beri burada, bu hücrenin içinde bizimle ilgilenecek amirleri bekliyorduk.
Oldukça geç bir vakitte yakalandığımız, para dolu bir çantaya sahip olduğumuz ve adımızı söylememekte ısrar ettiğimiz için bir süre bizi hücrede tutmuşlardı. Bu, Ege'nin fikriydi ve başta çok korksam da, düşündükçe kötü bir fikir gibi gelmiyordu.
Ege, polislerin yanında güvende olacağımız düşüncesi ile geceyi hücrede geçirmemiz ve karakola düştüğü haberinin babasına ulaşmaması için kimliğini yok edip polislere ismimizi söylememişti. Bu sayede yorgun bedenlerimiz –her ne kadar huzur içinde olmasa da- dinlenme fırsatı yakalamıştı. Şimdi ise güneşin doğmasına yalnızca dakikalar kalmıştı. Birkaç saatlik uykumuza rağmen dinlenemediğim gibi, güneşin doğuşu beni daha da tedirgin etmişti.
Çünkü... Vakit oldukça daralmıştı.
"Çok yorduk sizi, kusura bakmayın," diyen Ege'nin öfkesinin de sebebi gayet açıktı. Amirler geldiğinde para dolu çanta açığa çıkacak ve paranın arkası sorgulanacaktı. Çalmadığımıza inansalar dahi, Ege babasını aratmak zorunda kalacak ve bunca zamandır sakladığı gerçekler açığa çıkarak babası ile yüzleşmek zorunda kalacaktı.
Bunca zamandır yaptığı ve yapmadığı her şeyin ucunun dayandığı 'babasının gerçekleri öğreneceğine dair sır' artık açığa çıkacaktı.
Ne yazık ki buna sebep olan yine bendim.
Karakolda olmamızın diğer iyi yanı ise, buraya düşen her türlü olaydan haberdar olabiliyor olmamızdı ancak en kötü yanı ise; Selen'den hala bir haber olmayışıydı.
"Bir şey soracağım," deyip duraksayan Ege'nin ardından, polis elindekileri bıraktığı gibi ikimizi de hücrenin içine iteledi. "Hala kızdan bir haber yok, bunu da yetmişinci defa söylüyorum!" diyerek bıkkınlıkla soludu polis. Bizi hücreye iteledikten sonra kapıyı kapadı ve yeniden masasına dönmek üzere adımladı.
"Muhabir falan mısınız? Banka soyduk bahanesi ile bizden bilgi mi koparmaya çalışıyorsunuz siz?" diye dalga geçtikten sonra diğer memurların arasında gözden kayboldu.
"Bu vakte kadar bulunmaması kötü değil mi?" diye sordum, titreyen sesimle. Ege duvarın köşesine ilerledi ve sırtını duvara yasladıktan sonra yere çöktü. "Hem de çok kötü..." diye mırıldandı, kendi kendine.
"Başına bir şey gelmiş olmalı," diye soludum. "Acaba saklandığı yerden bizi aramak için çıkmış olabilir mi? O zaman katil onu yakalamıştır. Keşke..." gözyaşlarım yeniden gözlerimi yokladı. "Keşke geri dönseydik, belki onu katilden önce bulurduk."
"Polisler dört bir yana dağılıp arıyorlar Mercan. Geceden beri tüm ormanı karış karış gezmişlerdir."
"Belki de hemen dönseydik-" diye başladığım sözü yarıda kesti. "Onları duydun, biz gittikten sadece dakikalar sonra oradalarmış. Yani, geri dönsek bile Selen'i bizde bulamayacakmışız. Ayrıca," durdu ve aniden uzanıp bileğimi yakaladı. Ani hamlesi ile anında yanına diz çöktüm.
"Bizi duyacaklar, daha sessiz konuş."
Başımı salladım, dudaklarımı kemirdim ve yanına geçip bende sırtımı duvara yasladım.
"Ö-ölmüş olabileceğini düşünmemek elde değil," dedim.
"İnan bana, Selen'in bulunmasını bende çok istiyorum Mercan. Onu son gören kişi bendim, son konuşan kişi bendim ve o ağlayarak bana sarılırken her şeyin düzeleceğini söyledim. İyi olacağını, gelip onu alacağımı, dördümüzün birlikte o ormandan çıkacağını ve sağ salim eve döneceğimizi söyledim. Ben... Be-ben ona çok fazla söz verdim, her şeyin düzeleceğini söyledim. Oradan dördümüz birlikte çıkabiliriz sanmıştım ve... Onu bırakırken ona geri geleceğimi söyledim Mercan. Yanına döneceğimi ve yaraları ile ilgileneceğimi söyledim. Çok kanaması vardı, çok canı yanıyordu ve yürüyemiyordu. Sizin yanınıza dönmek için onu bırakırken, polislerin geleceğini söyledim. Birlikte kaçacağımızı söyledim. Geri döneceğim dedim. Gitmemem için ağlarken geleceğimi söyledim. Geri gitmedim, onu orada öylece bıraktım. Kanı ellerime bulaşırken, ardımdan öylece baktı. Belki de gerçekten bizi bekliyordur."
Başımı Ege'nin omzuna yasladım, gözyaşlarım şakaklarıma doğru yol çizerken Ege'de başını başımın üstüne yasladı. "Ona geri geleceğimi söyledim. Onu kurtaracağımı düşünmesini sağladım ama şimdi ölmüşse..."
Uzanıp elimi yanağına yasladım ve gözyaşlarını sildim. "Selen bir yolunu bulmuştur değil mi?" dedim. Grubumuzun lideri, fevri davranan ve asabi tavırları olan, güçlü bir karakter olarak görürdük onu hep. Okuldaki herkes ondan korktuğu için onun yanına sığınmaya çalışmıştım ya, ne kadar güçlü olduğuna hayran olarak ona benzemeye çalışmıştım. Her gün müdür yardımcısının azarını yiyeceğini bile bile ısrarla makyaj yapıp gelmesi, herkes karşı çıkıyorken kınalı saçları ile dolaşması ya da tırnaklarını kesmeyip koyu renkli ojeler sürmesi değildi, Selen'i Selen yapan.
Konuşma tarzı, davranış şekilleri ve hitabı onu güçlü yapıyordu; kendini asla ezdirmezdi, kararlarında kesin olurdu ve dışarıdan kimselerin onu etkilemesine izin vermezdi; her zaman direnirdi, karşı çıkardı. Kendi bildiklerini yapmasının yanı sıra, bunun doğru olduğunu ispatlamak isterdi. Basit sözleri erteler, dilediği gibi konuşur ve insanlara gerçekten nasıl hissediyorsa öyle davranırdı.
Çoğu zaman beni kıracak ve üzecek davranışları olsa da; her gün birlikte okula gidip eve döndüğüm, her sabah neşeyle selam veren, her gün yanıma oturup sohbet ettiğim ve güçlü bir dağ misali okulda onun kanatları altına sığındığım kişiydi o... Ona güvendiğim için onun yanındaydım, Ege gelene dek onun dostluğuna inanmıştım.
Ne kadar hayal kırıklığına uğramış olursam olayım, o birlikte vakit geçirdiğim bir arkadaşımdı ve onu gören son kişiler gerçekten de bizdik...
"Ardımdan sidikli diye bağırdı," dedi gülerek. "Hemen geri dönmezsem adımın sidikli olarak kalmasını sağlayacağını söyledi. Ağlıyordu Mercan."
"Selen kurtulmuştur," dedim yine ihtimaller üzerine konuşarak. "Kurtulmuştur..." dedi Ege'de.
"Birazdan onu bulduklarına dair ihbar gelir, onu görürüz. Onu gören kişiler biz oluruz."
Birbirimizi teselli ederek geçirdiğimiz dakikaların ardından daha önceki polis memuru gelerek bizi hücreden çıkardı. "Gelin, bir ifadenizi alalım," dedi ve bizi bu defa farklı bir masaya oturttu. Masanın üstünde Ege'nin çantası vardı. Karşımızda iki orta yaşlı adam, bir de genç bir kadın vardı. Üniformaları oldukça temiz ve düzenli görünüyordu. Uykusuz gibi değillerdi, onların aksine benim gözlerim adeta çizik atılmış gibi sızlıyordu.
Ege ile yan yana, iki sıska sandalyenin üzerinde oturuyorduk. İkimizde gergindik; Ege bunu dizlerini sallayarak belli ediyordu, ben ise tırnaklarımla oynuyordum.
"Söyleyin bakalım, o vakitte okulda ne işiniz vardı?" diye sordular. Ege arkasına yaslandı ve kollarını göğsünde bağladı. "Kız arkadaşımla macera olsun diye girdik," dedi. "Okuldan çıktığımızdan beri dolaşıyorduk, evden çok uzaktaydık ve bir çılgınlık yapıp okula girelim dedik."
"İçeriye nasıl girdiniz?" dedi daha yaşlı görünen polis.
"Pencereden girdik. İkinci kata ulaşan bir çıkıntı var, çok rahat atlanıyor." Polis dudaklarını büküp kaşlarını merakla kaldırdı. "İçeride ne yaptınız peki? Ne kadar çılgınlaştınız?"
"O çok korkuyordu zaten," dedi başıyla öylesine beni işaret edip. "Bu tarz şeyleri pek sevmez, bende ne kadar belalı bir erkek arkadaşı olduğunu görsün diye sokmuştum içeri zaten. Ama içeride hiçbir şey yapmadık. 10-B sınıfından bir arkadaşım var. Tahtaya onun için komik bir not düşecektim."
Çenesi ile beni işaret etti yeniden. "Çok korktuğu için hiçbir şey yapamadık, dışarı çıkmak istedi. Tam çıkıyorduk ki, görevli bizi yakaladı," dedi.
"Amirim, güvenlik görevlisi çığlık sesi duyup yukarı çıkmış. İçeride olduklarını öyle anlamış." Polis başını sallayıp bana döndü. Göz göze gelinde aniden yerimde dikleştim.
"Çığlık atan hanginizdi?" dedi, sanki ben olduğum açıkmış gibi öylesine sormuştu.
"Ne diye çığlık attınız?"
"Gölgelerden korkup bağırdı," deyip kestirdi Ege. "Zaten yakalanacağız diye telaş yapıyordu, sonra karanlıktan korkup çığlık attı. Görevli onu duymuş demek ki..."
"Pekâlâ, o zaman bir de şunu öğrenelim," diyerek önümüzdeki çantayı iteledi.
"Çanta kimin?"
Zorlukla yutkundum, gözleri inatla bana çevrilip duran polisin keskin bakışları beni korkuttu. "Ça-çanta benim..." dedim. Okulda başladığımız oyunu devam ettireceğimizi sanıp öylece atlamıştım lakin Ege hafifçe öksürüp saçlarını karıştırdı. Parmaklarının arasından bana ters ters baktığında, onun aklındaki tilkileri yanlışlıkla kıstırdığımı anladım. Belli ki çantanın kendine ait olduğunu söylemek üzereyken atlayıvermiştim.
"Çantada ne var küçük hanım?" diye sordu.
"Bir lisenin çantasında olması gereken şeylerdir herhalde," diye atladı Ege.
"Küçük hanım sen misin?" Polis aniden Ege'yi tersledi. "Soruları sorduğum kişi cevaplasın," dediğinde kadın polis araya girdi. "Henüz isimlerini de söylemediler, kimlikleri de yanlarında yok."
"Önce şu paranın hesabını versinler," dedi arkadaki polis. Dört bir yanımdan çevrelenmişim gibi hissettiğimden nefes almak zor geliyordu. Ellerim terliyor, saç diplerim kaşınıyor, yolmak sureti ile oynadığım parmak uçlarım sızlıyordu; nefeslerim daralmış, nabzım aniden hızlanmış ve gözyaşlarım artık dış görünüşümün bir parçası olmazsa katliam çıkaracakmış gibi salınmaya başlamıştı.
Ağladığımı görürlerse, benden şüphelenebilirlerdi... Çantanın kendime ait olduğunu söyleyerek ne düşünmüştüm, bilmiyordum. Yetmiş iki bin lirayı nasıl açıklayacak, nasıl bir mantık çerçevesine oturtacaktım hiçbir fikrim yoktu. Kendimi aklamayı bırakmıştım; kötü bir niyetle elde ettiğimi söyleyerek kendimi suçlu ilan edecek olsam bile ne söyleyeceğimi bilmiyordum. Çaldım mı demeliydim, yoksa biri cebinden düşürünce kapıp kaçtım mı?
"Çantayı açın," diyen polisin ardından Ege ile aynı anda oturduğumuz yerde doğrulduk ve öne doğru eğildik. İkimiz de bir şey söyleyemeden öylece polislere bakınca, polisler şüpheyle kaşlarını çatıp çantaya doğru yöneldi. Kadın polisin eli fermuara gitti, fermuarın açıldığı anda tomar tomar paranın adımızı karalamak üzere açığa çıkacağını bilen yanım haykırarak ağladı.
Tüylerim diken diken olmuş, terleyen ellerim aniden buz tutmuş ve nefesim buzullarda yaşıyormuşum gibi buhar olup havayı buğulandırmıştı. Omzuma bir el dokunduğunda, nefesim tıkandı. Kalbim tekledi ve bakışlarım tereddütle yanıma doğru kaydı. Simsiyah bir el gördüm başta; upuzun, çarpık parmaklara ve kirli tırnaklara sahip sıska elin ardından karanlık bir kol, hemen ardından ise kara dumanlar arasına gizlenmiş solgun bir beden geliyordu. Çukuru andıran gözleri gözlerime değdiği anda titrek bir nefes salıverdim. Omzumdaki elinin ağırlığı tüm bedenime çöktü, ağırca arkama yaslanmak zorunda kaldım. Sol omzumdan bedenime yayılan ürperti ile kaslarımın donup kaldığını hissettim.
Varlık, beyhude bir güzellik ile yanı başımda dikilmiş, upuzun saçlarını geriye doğru savurmuştu ve kibirli bir gülümseme ile bana tepeden bakıyordu. Kara dumanları beni de içine alacak şekilde etrafımızı çevrelemiş, etrafa tuhaf bir koku yayar hale gelmişti.
Aniden belirdi, diye düşündüm. Aniden var olmuş gibi aniden belirdi.
Çatlamış ve bir ölüyü andıran solgun yüzündeki elmacık kemikleri, gülümsemesi ile birlikte daha da belirginleşip yanaklarını içe çökerttiğinde, çarpık dişleri gözüme çarptı. Dili hafifçe dışarı kıvrıldı, incecik organı kıvrılıp geri çekildikten hemen sonra gülümsemesi aniden silindi.
Elini omzumdan çektiği anda bedenim aniden tek tarafa doğru yamuldu. Fermuarın açılıyor olduğunu gördüm; sanki zaman yavaşlamış gibi ağzına dek dolu olan çantanın fermuarı ağırca sürükleniyordu. Henüz içi görünmüyordu.
Adımı fısıldayan tiz bir ses duyduğumda bakışlarım hızla varlığa kaydı. Sessiz adımlar ile masanın etrafını dolandı, polislerin arkasına doğru yürüdü. Zifte çalınmış gibi duran elleri havada öylesine kıvrılıp kara dumanlarını diğer insanların vücut boşluklarından içeriye sızdırdı.
"Bir dilek hakkın var," dedi varlık. Dudaklarının oynadığını görmedim ancak sesini kulaklarımın hemen yanında duydum. Diğerleri onu duymuyor, koca alandaki devasa bir gölge olmasına rağmen fark etmiyor gibiydiler.
Bakışlarım Ege'ye kaydı. Korkuyla açılmış gözlerinin tek odağının açılmakta olan fermuar olduğunu gördüm. Varlığa bakmıyordu, daha önceki anlar gibi onu hissetmiyordu.
Onu yalnızca ben görüyordum.
"Ne?" diye fısıldadım, kendi kendime. Ne dileğiydi?
"Seni kurtarmam için bir dilek hakkın var," dedi boğuk sesi ile.
"Çantada ne olduğunu biliyoruz Mercan." Açık ve net bir şekilde benimle konuşuyor olmasını garipsedim, gerçek bir insan gibi kelimeleri telaffuz edişi olağandışı bir hareket gibi geldi. Harflerin dilinden yuvarlanıp kelimeye dökülmesi ne garipti. O bir insan bile değildi.
Polislerin arkasında dolandı, parmakları bir an için çantanın fermuarını tutan kadın polisin saçlarına dolandı. Varlığın dokunduğu yerlerdeki her canlının anında çürüdüğünü gördüm.
Ve... Zaman gerçekten yavaşlamıştı. Fermuar, hala daha açılmaya yakındı. Çarkların birbirinden ayrılırken ki çıkardığı sesi salisede anca duyabildim.
"Kimsin sen?" diye sordum öylece.
"Bunu zaten biliyorsun Mercan," dedi. Gözleri gözlerimde, elleri ise canlı olan her bir noktadaydı. Onu seyrettim, ayakları olmamasına rağmen süzülerek ilerleyişine ve bir iblis misali insanlar arasında nasıl dolandığına bakındım.
"Biz arkadaşız," dedi. "Diğerlerinin aksine gerçek arkadaşlarız."
"Öyleyse seni neden hatırlamıyorum?" diye sordum. Sesim titremiş, sanki söylediğim sözün ardından bana saldıracakmışçasına tereddütte kapılmıştım. "Neden seni sadece sanrılarımda görüyorum?"
"Bu bir sanrı değil Mercan," dedi bir hiddetle. "Ve arkadaşını unutmayı seçen sendin. Bu soruyu kendine sormalısın. Beni neden unuttun?"
Yutkundum, etraftaki yoğun kokunun artık tadını alabiliyor oluşum midemi bulandırdı. Bu... Kan gibi kokuyordu. Küflü, ölü bir beden gibi...
"Küçükken de vardın değil mi?" dedim. "İlkokulda, ortaokulda... Hep buradaydın." İşaret parmağım usulca şakağıma dokundu.
"Hayır," dedi usulca. Yanıma yaklaştı, önümde nesneler olmasına rağmen onların içinden geçerek tam karşımda durdu. Bir hayalet gibi olduğunu ve üflediğimde uçup gideceğini düşünen yanım biraz sonra hızla yok oldu.
Varlık upuzun parmağını göğsümün tam ortasına yasladı ve tırnağının baskısını kaburgalarımın içinde dahi hissettim. "Orada değil... Burada... Hep buradaydım ve sen... Beni yeniden özgürlüğüme kavuşturdun."
Okuldaki sanrımda, aynadaki yansımamdan fışkıran bedenini hatırladım. "Benden ne istiyorsun?" diye sordum. "Neden sürekli etrafımdasın? Ne yapıyorsun? Benden gerçekten ne istiyorsun?"
"Dilek sırası sende..." dedi yalnızca. Söylediklerim önem yitirmiş olmalıydı.
"Arkadaşından bir dilek dileme hakkın var Mercan. İstersen, seni bu durumdan kurtarabilirim. Seni ve Ege'yi," durdu. Dili usulca dışarı çıkıp toparlandı. Ege'yi tanıyordu. "...Buradan çıkarabilirim. Çantadakileri yok edebilir, sağ salim eline sunabilirim. Adınız hiçbir tehlikeye karışmadan, sizi buradan yolcu edebilirim. Benden ne dilersin Mercan?" diye sordu.
Soluklandım, bakışlarım hala daha fermuarda olan ele takıldı. "Neden bunu yapasın?"
Bakışlarım varlığa değmekten korkar gibi kaçınıp durdu. "Neden senden bir dilek diliyorum? Bunu neden yerine getiresin?"
Nasıl yapacağını sorgulamamıştım bile, sadece nedenlerle ilgileniyordum. Neden bana böyle bir iyilik yapıyordu? Benden ne istiyordu?
"Gerçek dostların dilek hakları vardır," dedi. "Kalbinden geçen derin bir arzunu yerine getirmek zorundayım."
"Arkadaşımmış gibi konuşma," dedim. Beni katilin kollarına atmaya çalıştığını düşünen yanım ile Ege'nin kâbuslarım hakkındaki teorileri sırt sırta verip varlığın karşısına dikiliverdi o anda.
"Nesin sen?"
"Dileğini dile Mercan," diye seslendiğinde, sesi yanardağların ötesinden kükrenmiş gibi gür çıktı. "Tek bir hakkın var, seni buradan çıkarabilirim. İkinizi birden göndermelerini sağlayabilirim ve süre azalıyor," dedi.
Fermuarı çekiştiren el aniden hızlandığında "Dur!" diye bağırdım. Telaştan ne yaptığımı bile bilmiyordum, sesimi duyan polisler kızgınlıkla bana baktı. Kadının, anlık öfke ile fermuarı aniden çekiştirdiğini gördüğümde varlık yeniden konuştu. "Dileğini söyle Mercan."
"Karşılığında ne isteyeceksin?" dedim hızlıca. Gözlerim fermuara kilitlenip kalmıştı.
"Ben hakkımı çoktan kullandım Mercan," dedi. "Küçükken, ilk karşılaştığımızda... Arkadaşım olmayı kabul ettiğinde, tek dileğimi kullandım. Dileğimi yerine getirdin, benim tek dostum oldun. Şimdi dileğini dileme vaktin."
Konuşmak için kelimeleri toparlayamadım. Dilin dolandı, dişlerim takırdadı. "Yap o zaman," dedim.
"Neyi?"
"Bizi buradan kurtar."
Sözlerimin ardından dudaklarında sinsi bir gülüş oluştu. Bedeni hızla yok olurken, ardında bıraktığı kara dumanlar aniden çevredeki insanların vücut boşluğundan içeriye akıverdi. Sanki sonu yokmuş gibi görünen onca kara duman, incecik kıvrılıp insanların içine doluşarak yok oldu. Son karartı gittiğinde, bozuk bir saatin aniden çalışmaya başlayışı gibi, ağırlaşmış zaman aniden hızlandı ve çantanın fermuarı hızla açılıverdi. Ege ayağa fırladı, çantaya doğru hamle yaptı ve çantayı sapından çekiştirdi. Polisin de aynı anda hamle yapması ile birlikte içindekilerle birlikte masaya devrilen çantaya hepimiz şaşkınlıkla baktık. Ege gibi bende ayaklandım, uzanıp çantanın içindeki defterleri ve kalem kutularını karıştıran kadın polis kendi kendine söylenirken masanın üzerinde yuvarlanan silindirik nesneyi parmaklarım arasına aldım.
Bu... Benim rujumdu. Selen ile birlikte bir ay önce marketten ucuza aldığımız ve ara sıra kızların yanında kullandığım rujumdu ve hatırladığım kadarıyla en son Ege'nin değil, benim çantamdaydı.
Ege'nin çantasının içinden bunun gibi bana ait birkaç nesne ile birlikte paralar dışında her türlü şey çıktığında ise, şaşıran taraf polislerden çok bizdik.
"Hani paralar vardı?" diye soran amirin ardından polisler yeniden üzerimizi ve tutulduğumuz kafesi aradı. "Görevli öyle söylemişti amirim," dediler. "Çantaya geldiğinden beri dokunan oldu mu?" dedi usulca, polis.
"Yok, kimse dokunmadı. Zaten söylendiği gibi ağzına kadar dolu bir çanta olsaydı içindekini götüreni elbet görürdük."
"Yanlış a-anlaşılma olduğunu söylemiştim," dedi Ege. Şaşkınlığını atamadığı ve hayretle bana dönen gözlerinden ve sesinden gayet de anlaşılıyordu. Muhtemelen, yetmiş iki bin lirasının nereye kaybolduğunu ve çantasının nasıl değiştiğini kendi içinde sorgularken de aklına yatan tek seçenek benim bunu bir şekilde kendi çantamla değiştirmeyi başardığım konusunda birkaç satırı barındırıyordu.
Yaşadığım her şeyin bu kadar gerçek olmasına ve 'deli' olmadığıma inanmam tam olarak bu noktada sonuçlandı. Varlık, dileğimi yerine getirmiş ve parayı anında yok etmişti. O gerçekti ama...
Nesnelere bu kadar kolayca hâkim olması mümkün müydü?
"Sadece okula izinsiz girdikleri için suç kesin, tekrarlanırsa diye belge hazırlayın. Bir daha bu serseri tipleri buralarda görmek istemiyorum," dedi amir. "İsim vermiyorlar amirim, ailelerini arayamadık. Geceden beri tutuyoruz."
"Birkaç saat daha durup gitsinler, hala daha isim vermezlerse de verene kadar burada tutun. Şuna bak! Sanki koca şehirde ölenler kalanlar bitmiş gibi bir de bu serseriler ile uğraşıyoruz."
Kadın polis çantamı toparlayabileceğimi söylediği sırada masanın üzerindeki eşyalarımı alelacele toplamaya başladım. Ege bana yardım ediyormuşçasına eğilip kulağıma doğru fısıldadı.
"Bu nasıl oldu?" diye sordu. Yutkundum, ufacık bir baş hareketi ile saçlarımı önüme düşürdüm ve korktuğum sanrılarımın başrolünden bir dilek dileğim gerçeğini ona nasıl açıklayabileceğimi düşündüm. Bana inanır mıydı? Son yaşadığımız olaylardan dolayı buna inanabileceğini düşünüyordum ama bizzat yaşamış olmama rağmen kendim bile kaldıramıyordum.
"A-anlatacağım," dedim yalnızca. Eşyalarımı toparladıktan sonra, bu defa bekleme salonu gibi bir yere doğru sürüklendik ve orada, ismimizi verene dek bekletileceğimiz söylendi. Ege öylesine bir şeyler söyleyip polisin gitmesini bekledikten sonra hızla yanıma çöktü ve elini çantaya attı.
"Çanta nasıl değişti Mercan?" diye atıldı aniden. Başını öne eğdi, yüzünü yüzüme yaklaştırdı ve eli ile mavi renkli çantayı dışından yokladı. Yalnızca birkaç dakika önce içinin dolu olduğunu belirten şişkin görüntüsü şimdi yoktu.
"Söylesene kızım!" diye bağırmakla fısıldamak arasında kalmış olan Ege'nin soluk gözlerine göz ucuyla baktım. "B-ben şey..."
Çantayı kucağımdan aldığı gibi içini açtı ve biraz önce görmüş olmasına rağmen çantayı yeniden karış karış etti. "Onca para nereye gitti? Buraya geldiğimizde çanta hala doluydu."
Şaşkınlığı kelimelerine yansımıştı. "Çantaya yaklaştırmadılar zaten anasını bellediklerim, ne ara değiştirdin?" diye benden beklemeyeceği bir performans olduğunu dile getirirken dudaklarım gerildi. "Ben yapmadım," dedim sonunda. "O geldi."
Ege'nin elleri duraksadı, kaşları çatıldı ve omuzları adeta kas kastı kesildi. Gerilen kasları ile birlikte vücudu ağırca bana döndü. Bir şey demek istediyse de yalnızca bakmakla yetindi.
Hafifçe eğildim, dudaklarımı saçlarına doğruyaklaştırdım. "Ve... Sanırım hala burada."
Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top