35. Bölüm | Eraslan'ın Sırası | Kısım 2




Uzun soluklu açıklamasının, umut eden yanımı kırdığı gerçeği ile başımı olumlu anlamda salladım. Şakaya vurarak söylemiş olsa da, onun parasının nereye harcanacağı beni ilgilendirmezdi; onun fikirlerine ve hayallerine karışamazdım. Üstelik bu parayı ilk anlaşmamızın bana düşen kısmını yerine getirmek için almak zorundaydım.

Sadece bir süre bende kalacaktı, odamda güvende olacaktı. Sonra yetmiş iki bin liralık sorumluluktan kurtulacaktım. ''Pekâlâ, öyle olsun,'' dediğim sırada kulaklara doluşan zil sesi ile Ege, refleks ile çantasını toparlamaya başladı.
''Kaçıncı saatteyiz?'' diye sordum, ders vakitlerini karıştırmış bir halde. ''İstersen son saatte olalım, burayı hala toplamadık,'' dedi, yukarı kattan gelen öğrencilerin gürültüsüne göz devirerek.

''Hocalar şimdi kontrole gelir, biran önce başlayalım.''
Ege başını kaldırıp dik dik bana baktı. ''Çok oyalandık Mercan, okul çıkışını bekleyemeyiz,'' dedi. ''Kızları kurtarmak istiyorsak, katil yola çıkmadan polislere ulaşmamız gerekir.''
''Telefonlarımız yok,'' dedim. Aniden konunun değişmesini yadırgamamış, aksine Selen ve Alara'nın yeniden aklıma düşmesi ile amansız bir telaşa kapılmıştım. ''Şimdi arkadaşlardan isteyeceğim, biri getirir herhalde,'' dedi ve çantasının fermuarını çekip kucağıma koydu. ''Sen bekle, geliyorum şimdi.''

Ayaklandı, hızlı bir şekilde laboratuvardan çıkıp bodrumun koridorlarında koştu. Gözlerim açık kapının ardında öylece Ege'yi beklerden aniden görüş açıma giren ve beklediğimden daha erken gelmiş olan sarışın çocuğa hayretlerle baktım. Zira, resmen çığlık atarak bana doğru sürükleniyordu.
''Geç bakayım şuraya!'' diye bağıran matematik hocamızın ince-uzun parmaklarının Ege'nin kulağına yapışmış bir halde, eziyet etmekle niyetlenerek çekiştirildiğini görmemle, kucağımdaki çantayı düşürüverdim.
''Kaçacağını biliyordum!'' diye bir özgüvenle bağıran hocamız, Ege'nin kulağını daha da çekiştirmeye başladı. Ege, kulağının acısından iki büklüm duran bedeni ile küfürler savurarak hocaya yalvardı. ''Ya hoca! Sadece tuvalete gidecektim! İki dakika işemeyelim de prostat mı olalım yani! Nereye çöğdüreyim?''
''Aha da oradaki saksıya!'' diye yükselen hoca, Ege'nin kulağını bir hışımla bıraktı. ''Laboratuvarların tuvaleti yok mu çocuğum, kimi kandırıyorsun sen?'' diye söylendi hoca. ''Hocam, orası leş gibi... Vallahi enfeksiyon kaparım, uçkurumu koparırlar.''

Ege'nin tuhaf tabirleri, hocayı ikna etmek için yeterli olmadı. Ege tuvalete gitmek için bin bir türlü dil döktü, kantine uğrayıp atıştırmalık alacağını söyledi, müdür yardımcısının kendisini çağırdığından ve temizlik malzemelerinin üst katta olduğundan dahi bahsetti ancak matematik hocası kurulmuş bir bebek misali aynı sözleri mırıldandı.
''Kesin talimat var, ne olursa olsun göndermem seni yukarıya.''
''Mercan gitsin?'' diye öneride bulundu ancak gittiğim yerden telefon bulamadan döneceğimi ona söyleyemedim. ''Olmaz, kaçarsınız diye emir verdiler.''
''Patlıcan yaptı dimi? Uçkurumuzdan olalım istiyor,'' diye sayıklayan Ege'ye hitaben ''Vallahi bende bu durumdan hoşnut değilim ama oturup da patlıcana dert anlatıp morarma gibi bir merakımda yok,'' dedi hocamız. Müdür yardımcısının emrinden hoşlanmadığı açıktı ancak müsamaha göstermiyordu.

''Hocam, o zaman iki dakika telefonunuzu verir misiniz? Çok acil bir görüşme yapmam gerek.''
''Kontörüm yok,'' diyen hoca, elini çaktırmadan önlüğünün cebine atıp telefonunu gizledi. ''Olsa dükkân senin...''
''Hocam kontöre gerek yok, acil arama yapacağım,'' dediği sırada matematik hocası gülmeye başladı. ''Ne yapacaksın? Prostat oldum deyip ambulans mı çağıracaksın Ege? Saçma, saçma konuşma, işinin başına dön.'' Başını çevirip etrafa bakındı. ''Eski halini bilmem ama şu anda oldukça pis görünüyor. Yarın ki sınava girmek istiyorsanız bugün burası bitecekmiş, hatırlatayım.''

Ege, telefonla görüşme yapabilmek için her türlü yolu denedi. Yukarı çıkmak için, telefon indirmek ya da benzeri bir uğraş için dakikalarca dik döktü ancak nafileydi. Başını çevirip bana kaş göz yapınca ne demek istediğini anlamasam da, tamamen tahmin yürüterek hocamızın karşısına geçtim ve bu defa ben dil dökmeye başladım. Hocanın dikkatinin kısacık bir an bana dönmesi ile Ege'nin harekete geçmesi de bir oldu.

Beklediğim şey kesinlikle böyle bir hamle değildi ancak karşılığında aldığı hamle, çok daha şaşırtıcıydı. Yüzünü bana çeviren hocanın boşluğundan fırsat bilip aniden topuklayan Ege, henüz kapıya yeni ulaşmışken matematik hocamızın ani refleksiyle birlikte kendini ayaklarımın dibinde buldu, saniyeler içinde. Hocamız, olağanüstü bir güç ile resmen Ege'yi ayaklarımın önüne, yere fırlatıvermişti.
''Yuh! Vay anasını!'' diye söven Ege, yerden zoraki toparlandı. ''Ne yaptınız hocam, kaslarınıza toplama-çarpma mı uyguladınız?''
''Sana buradan bir çarparım, çıkmadık noktan kalmaz ha!'' diye bağırdı hoca. Sesinin gür tonu beni ürpertti ve birkaç adım geriledim. Şakayla karışık laf dalaşları yine de devam etti ancak sonuçta Ege kaybeden taraf oldu.
Hoca gururlu bir edayla çıkarken, oldukça nazik bir şekilde birkaç çöp poşetini de yanında götürüp merdivenlerin altındaki büyük kovaya bıraktı.

''Olmaz bu iş böyle,'' diye mırıldandı Ege. Birkaç saniye önceki neşeli tavırları anında silinmiş ve ciddi ifadesi geri gelmişti. Onun bu kadar çabuk değişen ifadeleri dengemi bozuyordu ve sonuçta ne yapacağımı bilemiyordum. ''Anlaşılan patlıcan olayı abarttı, bize inanmıyorlar.''
''Kimse bir cinayeti durdurmaya çalıştığımıza inanmaz Ege, özellikle de cezalıyken.''
''Kaçmak için saçmaladığımızı sanıyorlar,'' dedi. ''Maalesef...''
''Ne yapacağız?'' diye devam ettim. ''Başka nasıl ulaşabiliriz?''

''Anlaşılan telefon bulamayacağız, içeriden çıkmaya çalışırsak yalnızca patlıcanı daha da kızdırırız. En iyisi okuldan çıkmanın başka yolunu aramak, en yakındaki telefonu bulup polisleri aramalıyız.''

''Başka nasıl çıkabiliriz? Bodrum kattayız ve tek bir çıkış var.'' Ve o da nöbet tutan öğretmenlerle dışarıdaki güvenlik nedeniyle kapalıydı.
''Bir çıkış daha var,'' diyen Ege'nin düşünceli bakışlarını takip ettiğimde, laboratuvar duvarlarının en yukarısındaki küçük pencereye baktığını gördüm.

''Oradan çıkmayı deneyelim,'' dedi. Ben daha cevap veremeden tezgâhların altına itelediğim sandalyeleri çıkarmaya başladı. ''Oraya benim boyum yetmiyor,'' diyerek peşinden dolandım. ''Ayrıca orası çok küçük, sığamayız.''
''Sen çok zayıfsın belki sığarsın,'' dedi, göz ucuyla beni süzdükten sonra. Yerimde rahatsızca kıpırdandım ve eteklerimi çekiştirdim. Oradan sığamayacağımı biliyor ve bir hayli yukarıda olan pencereden çıkmak için bacaklarımda gözünün olduğunu düşündüğüm Ege ile zor anlar yaşayacağımı biliyordum ancak buradan çıkabilmenin tek yolu pencere ise, oradan geçmenin bir çaresini bulmalıydık.

Ege oldukça hızlı bir şekilde sandalyeleri dizip, bir tanesini de üstüne koydu. Hiçte sağlam görünmeyen sandalyelerin üstüne çıkmam için elimden tutup çekiştirdi. Bir elimle gergince eteğimi tutarken, diğer elimin parmakları Ege'nin ince parmaklarına adeta yapıştı. ''Düşerim,'' dediğim sırada fısıldadı. ''Tutarım.''

Kısacık bir an gözlerimiz kesişti ancak hemen çekip, sandalyelerin üzerine çıktım. Pencereyi kolaylıkla açıp, dışarıya bakındığımda, gördüğüm tek şey kırık kaldırımlar ve okulun bahçe duvarı oldu. Burası arka bahçeye, yemekhane tarafına bakan bölümdeydi ve bir ihtimal, arada aşçılar bu yolu kullanıyordu.

''Kendimi çekebileceğim kadar alan yok ki,'' diye söylendim, mutsuzca. İki sandalye üstüne çıkmış olmama rağmen baş hizamda duran pencere, ince-uzun bir şekilde uzanıyordu ve kendimi çekebileceğim bir yükseklik olmadığı için sığabilecek olsam bile yanlış konumdan dolayı hayatta geçemezdim.

''Aşağıdan ittireyim mi?'' diye masumca sorduğunda, neredeyse bir dakika boyunca düşündüm, sonunda ise onu onaylayıp, boyum yetişsin diye sandalye üzerine çıkışını gergince izledim. Arkamda duran bedeni güven vermekten çok, aynı anda yere çakılacağımız hissine kucak açtı. ''Kaldırıyorum şimdi,'' dedikten hemen sonra arkamda eğildiğini hissettim. Parmakları ayak bileğime dolandı, düşeceğim korkusuyla sarsıldım ve kalçam omzuna düştü. Aniden bedenim havalanınca pencere koluna yapışıverdim. Dudaklarımdan belli belirsiz bir çığlık koptuğunda Ege hemen sessiz olmam için uyardı.
Az önce baş hizamda olan pencereye şimdi iki büklüm bir halde bakıyordum. Omuzlarım tavana çarpınca, Ege ayak bileğimdeki ellerini ittirdi.

Belli belirsiz verdiği talimatlar ile bacağımın birini pencerenin dışına atmayı başardım, tek omuzumda dışarıya çıktıktan sonra Ege, yere paralel uzanan bedenimi belimden ve baldırlarımdan ittirerek dengede tutmaya çalıştı. Yere düşmeme engel olan tek şey, şu an için oydu ve Ege'ye güvenmek pekte akıl karı bir iş değildi.

Biraz daha ittirdiğinde dışarıda, kaldırımda uzanıyor olacaktım lakin başım ve kalçalarım pencere kenarlarına sürtünüp takıldı. Pencereden sığamadım ve Ege, kurbanlık koyunu ahıra ittirir gibi beni ittirmeye devam etse de etlerim kopmadan oradan geçmem imkânsızdı.

Bir yerden sonra canım yanınca aniden bağırıverdim. Yüksek çıkan sesimle Ege irkildi ve baskısını çekiverdi. Can yangısı ile bende tutunduğum taşları bıraktığım için, bedenim bir an için hiçbir kuvvetin etkisinde kalmadan yerçekimine uyum sağladı. Tiz çığlığımın eşliğinde Ege'nin üstüne doğru düştüm. Sandalyelerin böğrümüze saplanması suretiyle ikimizin de yere kapaklanacağını düşündüğüm sırada belimdeki ve bacaklarımdaki kuvvet aniden yeniden doldu ve kendini dengede tutmaya çalışan Ege'nin kucağında buldum kendimi.

Anlık telaş ile Ege'ye tutundum. Yakasına asıldığımdan dolayı sünüp gelen lakosu tüm gerdanını açıkta bırakınca, birkaç saniyeliğine bedenindeki morlukları gördüm. Sıska gibi görünen ancak beni sarmalayınca aniden oldukça güçlü olduğunu fark ettiğim kollarının arasında olmak gerçek anlamda büyülü bir hismiş gibi hissettirdi. Daha önce Cihan ve Çetin'in dahi benimle el sıkışmadığı gerçeğini göz önüne alırsam, Ege'nin kucağında olmanın yabancı bir his olarak algılanması bedenimin doğal bir tepkisi sayılırdı. Ellerim yakasından omuzlarına tırmandı, kollarının dolandığı yerdeki baskılar içimi titretti. Göz göze yalnızca birkaç saniye durduk.
Sonra toparlandım ve apar topar Ege'nin kucağından indikten sonra daracık sandalyede karşı karşıya durduk. Nefesi, benim gibi telaşlanması nedeniyle hızlanmıştı, göğsü hızla inip kalkıyordu ve yoğun irisleri ile morluklarla dolu göğsü arasında gidip gelen gözlerimin titreşmesine neden oluyordu.

''Bir de ben deneyeyim,'' dedikten sonra inmem için elimden tutarak destek oldu. Ben sağ salim bir şekilde yere indikten sonra Ege, az önce benim dakikalarca uğraşmam gereken yan pozisyona basit bir zıplama hareketi ile ulaşıverdi. Tıpkı duvardan atlar gibi ayaklarını kaldırıp pencereden dışarıya çıkardı ve bedenini kıvrakça döndürüp, önce ayakları sonra da başı çıkacak şekilde konum aldı.

Bir süratle hareketine devam etseydi, tereyağından kıl çeker gibi dışarıda olacaktı ancak kalçasının pencere kenarlarına takılması ile; baş kısmı ağır geldiğinden birkaç saniye sonra kafa üstü yere düşmesi de bir oldu.

''A*ına koyduğumun penceresi, oksijen bile sığmıyor ben nasıl sığayım oradan!''
Bundan sonraki süreç ise bir süre kaçış yollarını düşünmemiz, sonunda ise erkenden laboratuvarı temizleyerek dışarıya çıkmamız konusunda yön değiştirip son buldu. Temizlik anı boyunca pek çok defa hocaları aşmaya çalışan Ege sürekli engellerle karşılaştı.

Selen ve Alara'nın vefat anı ile ilgili detayları konuşma çabasına girdiğimiz temizlik anlarının sonunda ise, büyük bir hızla laboratuvarı tertemiz yapmış bir halde koşarak bodrumdan çıktık.
Merdivenlerin sonunda bizi yakalayan müdür yardımcısı başta şüpheli, sonra ise oldukça sevecen yaklaşıp temizlediğimiz yerleri dikkatle süzdü. Pek çok kulp bulsa da, son ders saatine yetiştirmemiz onu memnun etmişti. Onun övgü dolu sözlerini ya da cezamızın son bulduğuna dair müjdeli haberleri dahi dinlemeden, Ege çantasını omzuna astığı gibi beni de peşinde sürüklemeye başladı. Telefonlarımızı bir hızla aldık. Okulun çıkışına koştuk, arkamızdan çalan zilin sesi okulun bitişini ifade etse de, serbest bırakılmıştık.

''Nasıl yetişeceğiz?'' diye sordum, saatli elini bileğime yapıştırmış Ege'nin saatine göz ucu ile bakarak.
''Şoförü çağırayım diyeceğim ama ne şimdi gelir, ne de bizi götürür...'' dedi Ege. ''Babam başka yere gittiğimi bilmemeli, yoldan döndürür.''
''Polise mi gideceğiz?'' diye sordum. ''Çok geç kaldık Mercan,'' deyip yarı koşar tempoda okuldan uzaklaşmaya devam ettik. Ege, daha önce girdiğim ara sokaklardan birisine dolandı. ''Güneşin batmasına en fazla iki saat var, biz gidene kadar zaten iki saat geçer.''
''Orman o kadar uzakta mı?'' diye sordum, telaşla. ''Selenler Mavi Kuş ormanındaymış Mercan, onları canlı yakalamak istiyorsak acele etmeliyiz.''

Onları canlı yakalamak istiyorsak...

Hala daha beni çekiştiren Ege'ye zorlukla ayak uydurdum. ''Polisleri aramayacak mıyız?'' diye sordum. ''Yolda ararız, hadi!''

Biraz sonra Ege'nin motoru ile karşılaştık. Ege, kaskı hızlıca başıma geçirmeden önce telefonunu elime tutuşturdu. ''Ne söyleyeceğini biliyorsun değil mi?'' dedi.

Başımı hızlıca salladım, temizlik boyunca tartıştığımız konuyu aklımda evirip çevirdim. ''Biliyorum, sorun yok,'' dedim ancak kalbim resmen ağzımda atıyordu. Motora binip alel acele yola koyulurken de, Ege'nin telefonu parmaklarım arasında resmen kayboluyordu.

Bir süre şehir dışına doğru süratle yol aldıktan sonra Ege petrol istasyonunda durdu. Motordan hızlıca indi ve bir görevli ile konuşmaya gitti. Bende hemen telefonu açıp polisi aramak için harekete geçtim.
''Bir ihbarda bulunacaktım,'' diye atıldığım sırada karşıdan bir sürü talimat gelmeye başladı. Tüm soruları es geçip, Mavi Kuş ormanında çığlık çığlığa kaçışan iki kız gördüğümü ve peşlerinde de elinde silahla dolanan bir adam olduğundan bahsettim. Kızların başının dertte olduğundan, onları gözden kaybettiğim için yardım edemediğimden ve polislerin biran önce harekete geçmesini dilememden oluşan konuşmamın doğruluk payı gözyaşlarımı harekete geçirmişti. Telefonun karşı tarafından gelen onca soruya rağmen aramayı sonlandırdıktan sonra Ege apar topar yanıma geldi.

''Aradın mı polisi?'' diye sordu, nefes nefese. Başımı salladım, ''Tamam, umalım ki yetişirler,'' dedi. Saatine baktı, ''Hava kararmak üzere,'' dedi.
''Yetişemeyecekler Ege,'' diye mırıldandım. ''Bunu öngördüm, kimse bunu durduramayacak. Ne biz, ne de polis oraya vaktinde gidebilecek.''
Ege, kaskımın camını indirip motora yeniden bindikten sonra omzunun üzerinden bana baktı. ''Selen ve Alara'yı kurtarmak istiyor musun?'' diye sordu. Sanki buradaki tek hevesli kişi oymuş gibi görünüyordu ancak gerçek anlamda arkadaşlarımın ölmesini istemiyordum. Onları kurtarmayı tüm samimiyetimle istiyor lakin buna cesaret edemiyordum.

Ege, arkadaşlarımızı kurtarmak için cesurca bir hamle yapmaya hazırdı ancak ben, bunu koşa koşa kaçtığım katilin cehennemine dönüyormuş gibi hissettiğimden korkularımın oluşturduğu çaresizliği yaşıyordum. Korkuyordum; hem arkadaşlarımın ölmesinden, hem de katille karşılaşmaktan korkuyordum ve bunu, Ege olmasa yalnızca anksiyete ile atlatabilirdim.

''Katile yaklaşamayız,'' dedim. Sesi aniden yükeldi. ''Sorduğum sorunun cevabı bu değil.''
''Elbette onları kurtarmak istiyorum Ege ama katile karşı ne yapabiliriz ki? O ormanın ortasında, koca tırpanı ile bizi karşılayacakken biz-''
Sözümü kesti. ''Sadece kızları düşün,'' dedi. ''Senin için daha kolay olur.''

Cehennemin içine atılırken bir umuda tutunmanın çıkış yolum olabileceğini söylüyordu bir yerde.
Motor çalıştı, Ege gün batımına yetişmek için korkunç bir sürat yapmaya başladı. Korkuyla beline sarıldım, yanımızdan geçen binaları ve araçları neredeyse seçemeyecek hale geldiğimde, midemin hareketlendiğini hissettim ve gözlerimi sımsıkı yumup, ölüm anları gözlerim önünde canlanan arkadaşlarımın huzurlu olduklarını hayal ettim.

Ara sıra Ege'nin daha da hızlandığını, motoru kıvrakça araçların arasından geçirirken korna seslerine küfürler saydırdığını ve sıkça 'Yapabiliriz,' diye mırıldandığını duyuyordum. Kasktan dolayı ağırlaşan başım geniş sırtına düştü, rüzgara karşı savaşan bedenlerimizle şehirden uzaklaşmaya başladık. Binalar azaldı, araçlar yok olmaya başladı ve bir süre sonra boş arazilerle karşılaşmaya başladığımızda da şehrin gürültüsü tamamen durmuş oldu.

Bir ilk, diye düşündüm. İlk defa şehir dışına çıkıyordum, uzun zamandır varlığından emin olamadığım akraba ziyaretlerine dahi gitmeden, evimizden ve belli başlı mekânlarımızdan başka yerlere gitmemiştim. Bir cinayeti önlemeye gidiyorum, dedim kendi kendime. Tekrar deniyorum ve bu kez kaçmak istemiyorum.

Kaçmadan, katille yüz yüze gelmeyi göze alarak, tırpanının savrulduğu noktada olabileceğim ihtimaliyle kâbuslarımın gerçeği ile yüzleşmeye gidiyordum.

Korku artık yoldaşım olmuş, sırtıma binmiş bir halde bana ağırlık yapar olmuştu.
''Hala gelmedik mi?'' dedim, gözlerimi açıp kararan havayı görünce. Kızlar çoktan araçtan inip ormana girmiş olmalıydı.

''Neresi olduğunu bilmiyorum ki,'' dedi. Motor biraz sonra yavaşladı ve durdu. Geniş, toprak bir yolun ortasında, iki yanımız gür ağaçlarla çevrilmiş bir haldeyken durup çevremize bakındık.
''Burası değil,'' dedim. Ağaçların karanlık gökyüzüne uzanan ürpertici kıvrımlarının olması gerektiği gibi görünmediğini düşündüm. ''Bu noktada değil, çoktan derinlerdelerdir...''

''Biliyorum, haritaya bakmamız gerek.''
Ege cebimdeki telefonuna teklifsizce uzandı ve alıp haritalara girdi. ''İleride yol ayrımı varmış,'' dediğinde tüylerim ürperdi. ''Doğru yolu bilmiyorum Ege,'' dediğimde derin solukları gecenin sessizliğine karışıyordu.

Koca yolun, sık ağaçlıklı ormanın ortasındaki tek varlık biz gibi görünüyorduk. Motorun ışığı, ay ışığına eşlik eden tek şeydi ancak geniş ağaç gövdeleri, ormanın gerisinde ne olduğunu görmemize engel oluyordu. Ege motorun çevresinden dolanınca da, motordan yayılan ışık anlık olarak kesildi.

''Onları bulmak zorundayız Mercan, biraz düşünmen gerek. Çok geç kaldık, fazla vaktimiz yok.''
Zihnimi yokladım, kanlı sahneler dışında önüme sunulan küçük detayları çözmeye çalıştım. Zihin karmaşam devam ederken, katil arkadaşlarımı çoktan bulmuş ve baygın bedenlerini kulübeye doğru sürüklüyor olmalıydı.

''Arabada yalnızca Selen ve Alara vardı,'' dedim, bir filmi başa sarmış gibi. ''Tekerler patladı, ormana girdiler.''
''Çevrede herhangi bir tabela var mıydı?'' diye sordu.
''Hatırlamıyorum... Sanırım yoktu.''
''Herhangi belirgin bir unsur yok muydu?''
Başımı iki yana salladım. ''Sadece...'' dedim ve biraz önce acıyla kapanmış gözlerim usulca açıldı. Kirpiklerim karanlık bir siluet gibi görünen Ege'nin açık renkli saçlarını görünce titreşti. ''Bir şey için yola çıktıklarını ancak çok uzaklaşmadan geri dönmek için ormana saptıklarını hatırlıyorum.''

''Ne için yola çıktılar?''
''B-bilmiyorum,'' dedim. Şayet daha erken çıkabilseydik okuldan, şimdiye tüm yolları deneme imkânımız vardı ancak şimdi, yalnızca tek bir şansımız vardı. ''Sanırım unutulmuş şeyler için yoldalardı. Önemli bir şey değildi, geri dönmek için de fazla uzaklaşmamışlardı.''

''Dur, bir dakika...'' Parmaklarını alnına yasladı. ''Belki de market tarzı bir yere gideceklerdi? Eksik gedik, yiyecek bir şey almak istemişlerse, yeniden şehre dönemezler; bu da demek oluyor ki çevrede bir yere gideceklerdi.''
Ege, hemen haritadan yakınlardaki yerleri yokladı. Ormanın uç kısmında, piknik yapılacak bir alan ve yanında geceleri açık olan mekânlar olduğunu söyledi.
''Demek ki oraya gideceklerdi, o yol üstünde olmalılar.''
''İyi ama geri dönüş yolunda kayboldular,'' dedim.
''Yine de o alana yakın bir yerde oturdukları kesin.'' Sonuçta gittikleri yer bir kulübeydi.
Ege gideceğimiz yol konusunda kendi kendine kesin bir kanıya vardıktan sonra hızla yola koyulduk. Onun yanılmadığını ise biraz sonra yol kenarında bir başına duran bir tekerlek görmemizle anlamış olduk.

Patlamış ve otların arasına düşmüş olan tekerleğin ilerisini takip ettiğimizde ise, karanlık ağaçlar arasına gömülmüş hasarlı bir araba ile karşılaştık.
''Bu araba mı?'' diye sorduğunda, kâbusumu hatırlamama gerek kalmadan arabayı tanıdım. Bunu, okulun ilk günü ileride kendisine ait olacağını söyleyerek arabayı gerçek anlamda sahiplenmiş ve plakasını SLN yaptırmış olan arkadaşımın anılarından hatırlıyordum. Koyu renkli araba Selen'e aitti.

''Evet,'' dedim titrekçe. ''Ve çoktan parçalanmış...''
Ege, şimdi ağlamamam ve gözyaşlarımı silmem konusunda beni uyarıp, harekete geçmek için nereden gideceğimizi soradururken; bende öylece parçalanmış ve gerçek anlamda kaza süsü verilmiş arabaya ağlayarak bakıyordum.

Araba çoktan parçalanmıştı...
Yolun ortasında kalmış olması –Selen'in öylece terk etmiş olması- gereken araba çoktan harabeye dönmüştü...
Ağaçların arasında, camları ve çerçeveleri yere dağılmış bir halde, üzerinden duman tüter bir halde yalnız başına duruyordu.

''Çünkü sizden önce arabayı parçalayacağım.''
Geniş sırıtması çarpık dişlerini açık etti, dudakları ayrıldı, dili zehirli bir hayvan misali dışarıya sarktı. Kendi kendine verdiği zararlardan birisi olan yarık dili soğuk demire sürtünüp pasını emdi. ''Sonra da sizi parçalayacak ve parçalarınızdan bir hediye hazırlayacağım.''

Yere saçılan kırık parçaların verdiği mesaj açıktı; Selen ve Alara çoktan kulübede, küflü kafesler altında işkence görüyor demekti. Yetişememiştik, katil çoktan ölümlerini süslemeye başlamış ve kan dökülmek için saliseleri kovalar olmuştu.
Geç kalmıştık, geç kalmıştık... Katil için gösteri başlamıştı ve biz hala daha onları bulamamıştık.

Ege bilmiyordu, parçalanmış arabanın bizim ne kadar geç kaldığımızı ifade ettiğini bilmiyordu ve hala daha onları kurtarabileceğimize inanıyordu.

Onları kurtarmak istiyordum ama zaman artık bizim tarafımızda değildi. 

Egemen ve Mercan arkadaşlarını kurtarmayı seçip kendilerini suç mahalline attılar ama ya şimdiden sonra ne olacak?

Selen ve Alara şu an ne haldeler? Onları bulabilecekler mi? Zebani'yi durdurabilecekler mi? Egemen ve Mercan yara almadan sıyrılabilecekler mi? Peki ya karşılığında Zebani ne yapacak?

Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top