32. Bölüm | Zebani'nin İzleri
Mercan ve Ege gittikçe tehlikeye yaklaşıyor çünkü tehlike onları çağırıyor...
@preallens 'in mükemmel yeteneklerinin bir eseri olan bu güzel afişi büyük bir heyecanla paylaşmak istiyorum. Ona istediklerimi sıraladım ve sonucunda kendi hayal gücü ile bu güzel tasarımı ortaya çıkardı ve inanın, önümüzdeki bölümlerle uyumunu ayarlansa ancak bu kadar denk gelebilirdi.
Bundan sonraki bölümleri yazarken aklımda ne şekillendiyse, -telepatik olarak bağlanmışız gibi- aynısını görsele dökmüş resmen. Renk tonu ve karakterler ile harika bir tasarım. Buradan tekrardan teşekkür ediyorum. preallens ^^
Bu, aslında size ufacık bir spoiler olmuş oldu.
Şimdi, keyifli okumalar diliyorum.
Bölüm 32: ''ZEBANİNİN İZLERİ''
Salı günü...
''Söylediklerini duydun değil mi?'' diye mırıldandım, yanı başımda dikilen Ege'ye.
''Adamın boğazı yırtıldı, duymamak imkânsız.''
Dudaklarım istemsizce büküldü, kaşlarım hüzünle havalandı ve başımı eğip, ayağımın altındaki küçük taşlarla oynamaya başladım.
''Öyleyse, ne yapmam gerek?'' diye sordum. Soğuk kaldırımın ucunda oturuyordum, Ege ise ellerini ceplerine sokuşturmuş bir halde bahçedeki eski, kırık kale direğine yaslanıyordu. Sol tarafımdaydı, bir süredir bana bakmadan konuşuyordu. Önce ofladı, sonra ayaklarını çaprazlayıp duruşunu değiştirdi. ''İblislerle yaşadığımı söyledi, benim bir kurban olduğumu ve...''
''İnsanların söylediği her şeye inanıyor musun? Delisin dediğimde bana inanmamıştın, anlaşılan senin inadın sadece bana,'' diyerek sözümü kesen Ege'ye karşı hüzünle baktım. ''Anlamıyor musun? O bir psikiyatrist Ege, o benim gibi halüsinasyonlar gören kişileri tedavi eden bir adam. O bile benim çevremde bir iblisin dolandığını söylüyor. Gördüklerim sadece basit sanrılar değil Ege, gördüğüm o gölge gerçek... Onu gerçekten görüyorum ve onun tek amacının bana ve çevreme zarar verecek olmasından korkuyorum.''
Sesim titredi, konuşurken kelimeleri toparlamakta zorlandım. Çünkü gördüğüm kâbusların gerçekleşmesinden sonra, çevremde kötücül bir varlığın dolanıyor olması, kaldırabileceğim bir gerçek değildi.
Gördüğüm o sanrı da, bedenimin içinden çıkıp kanlı canlı bir varlığa dönüşen şey, aslında küçüklüğümden beri benimle olan bir yoldaştı ve doktor, onun bir iblis olduğuna emindi. Öyleyse, bana çok fazla kötülük yapmış olmalıydı. Yeniden ortaya çıkışı ise gayesinin değişmiş olabileceğini düşündürmüyordu. Zaten, ne diye var olacaktı ki...
Ege ellerini cebinden çıkarıp aniden yanıma çömeldi, yüzü benimle aynı hizaya düşünce gözlerimi gözlerinden kaçırdım. ''O adam biraz kafadan çatlaktı Mercan. Daha önce bir kere görüştük ve bundan sonra görüşmeye gelmek istersem önceden haberdar etmemi ve bunun için kolluk kuvvetlerden yardım isteyeceğini söylerdi. Tabii, bunun sebebi onun tek kulağının olmamasıyla dalga geçip diğer kulağını da kopararak durumu eşitlemeye çalışmamdan kaynaklanıyordu ama bu onun da sorunlarının olduğu gerçeğini örtmüyor.''
Tek elini omzuma yaslayınca, elinin ağırlığından omzum düştü. ''Küçükken annem beni tek gözlü canavarlarla korkuttuğu için bir zamanlar, sürekli peşimden kovalayan bir canavarın olduğuna inanmıştım. O kadar çok korkardım ki, bir süre gerçekliğini hiç sorgulamadım bile. Hala daha, kâbuslarımda o canavarı görüyorum ama ne olursa olsun onun gerçek olmadığını biliyorum Mercan.''
Bunu nereden bilebilirsin ki, diye düşündüm. Gerçek olup olmadığına nasıl emin olabilirsin? Kâbusumda katledilen çiftin cesedini kendi gözlerimle görene dek Zebani'nin varlığından emin olamamıştım.
''Kafan karışmış olabilir, korkuyor olabilirsin, belki de hala daha gözlerinin önünde dolanan görüntüler var... Ama bunların gerçek olduğuna inandığın sürece...'' dudaklarını büktü, omuzlarını silkti. ''...Bana hiçbir yardımın dokunmaz.''
''Ne?'' diye soluklandım, son sözleri ile. Aniden ona döndüm ve çatılan kaşlarım ile güleç ifadesini tarttım. ''Sana yardımım dokunmaz mı? Bunları söylemenin sebebi kendi çıkarın mı yani?'' diye solukladım. ''Seni yönlendiriyormuş gibi olmayayım ama başka ne için olabilirdi ki... Sonuçta deli birini yatıştırmak benim görevim değil.''
''Hala daha dalga mı geçiyorsun?'' diye azarladım onu.
''Belki...'' diye mırıldandığında ise omuzumdaki elini bir hışımla çekip ayağa kalktım.
''Sadece!'' diye nefeslenip burun kıvırdım. ''Sadece biran olsun bana yardım edeceğine ve dalga geçmeden sorunlarım ile ilgileneceğine inanmıştım. Durumun ne kadar önemli olduğunu anlayamıyor musun? Yaptığın gerçekten sinir bozucu!''
Ege çöktüğü yere iyice yayılıp, bacaklarını bağdaş kurunca onun bu keyifli hali beni daha da sinir etti. Doktorun net bir şekilde gördüklerimin gerçek olduğunu ifade ettiğinden bahsederek peşimdeki varlıklarla nasıl baş edeceğim konusunda yardım ararken – ki yardım edeceğini o söylemişti- şimdi hala benimle alay ediyordu. Bir karşılık beklediği açıktı, bunu değiştiremezdim ama gerçekten doğaüstü bir varlıkla uğraşan yoldaşına karşı en ufak bir samimiyet duymamış mıydı?
Belki de o varlığın amacı gerçekten kötücüldü, belki ölmemi arzuluyordu... Ama o bunu ciddiye almıyordu.
''Hiç değişmemişsin!'' diye soluklandım, başka edecek bir hakaret bulamayınca. Benim için Egemen Eraslan'a benzemek büyük bir hakaret sayılırdı.
Ege dudak büktü, sonra gözlerini yere düşürüp bir süre kendi kendine sırıttı. '' Erkeklerin yanında böyle durmaman gerektiğini kimse sana söylemedi mi?'' diye konudan tamamen bağımsız bir soru sorduğunda, birkaç saniye bulunduğumuz konumu tartmaya çalıştım.
O yerde bağdaş kurmuş ve sırtını ardındaki direğe yaslamışken, bende hemen yanında uzanan kaldırımın üstünde, ayakta dikiliyordum.
Ne varmış halimde, diye düşünüp üstümü silkeledim. Anlamadığımı fark etmiş olmalı ki, gülümsemesini genişletip dudaklarını dişledi. ''Rüzgâr esince eteğin açılıyor,'' dediği anda ayaklarımın bağı aniden çözüldü ve ben olduğum yere çöküverdim.
''Ne!'' diye bağırıp Ege'ye gelişi güzel bir tane geçirdim. Attığım tokat ancak koluna çarpabildi. ''Bir de altıma mı bakıyorsun!''
'Koyun can derdinde, kasap et derdinde' dedikleri, bu olsa gerekti...
''Vallahi bakmadım ama baksam görürdüm yani...'' diye mırıldandı. Ofladım, acı acı söylendim ve zilin çalmasını beklemeden bir sinirle okul binasına doğru ilerlemeye başladım.
Ege arkamdan bağırdı, hareketlenip yanıma koştu. Aniden önüme geçip yolumu kestiğinde mecburi olarak durup, bileğimi yakalamasına izin verdim. Eğildi, uzun boyunun avantajını kullanarak dudaklarını saçlarım arasına gömdü.
''Benim isteğimin zamanı geldi,'' diye fısıldadı. ''Biran önce şu işi de halletsek mi?''
Yutkundum, bir adım geri çekilip başımı kaldırdım ve Ege'nin gerçekten çok yakınımda durduğunu fark ettim.
''Laboratuvarda konuşalım,'' dedi. Zil çalmak üzereydi, öğrenciler buraya doluştuğunda Ege hakkındaki duyulmaması gereken bilgileri duyabilirlerdi. ''Tamam,'' dediğimde, Ege özel bir acelesi varmış gibi hızla okula girdi. Ağır cam kapıyı benim için tutup, geçmemi bekledi. Büyük şaşkınlık ile kapı eşiğinden geçtiğim sırada ise kapıyı aniden bırakınca ağır cam üzerime doğru süratlendi.
Kapı suratıma çarpmasın diye hızla aradan sıyrıldım ve öfkeli bakışlarımı Ege'ye yönlendirdim. Yaptığı haylazlığın gayet tabii farkında olarak arkasını döndüğü gibi topuklamaya başladı. Zil çaldı, öğrenciler yavaş yavaş koridorlara karışmaya başladı. Az önceki dinginlik yerini gürültüye bıraktı. Adım sesleri çoğaldıkça, aniden ruhumun sıkışmaya başladığını hissettim.
Elimi göğsüme yasladım, tekleyen nefeslerimi düzene sokmaya çalıştım. Bedenim görünmez bir kuvvet tarafından öne bükülüyormuş gibi zorlukla eğildim. Kulaklarım çınlamaya başladı. Acıdan yüzüm buruştu, öğrencilerin adım sesleri boğuk gelmeye başladı. Parlak zemindeki yansımam büküldü, görüşüm bulanıklaşmaya başladı.
İşte yeniden oluyor, diye düşündüm. İblis kendini açık ediyor, düşüncelerime sızıp beni alaşağı etmeye hazırlanıyor. Sesler bozuldu, görüntü değişti ve ben saniyeler içinde okul koridorlarından ormanlık bir alana ışınlandım.
Gür ağaçlar... Sonbaharın etkisi ile sararmaya başlamış yapraklar, rüzgârda savrulan güçsüz tutamlar... Derin, oldukça sık bir ormandaydım... Ormanı yarıp geçen upuzun bir toprak yol vardı. Yolda yalnız başına seyreden bir araç, tekerleklerin dönüşünü engelleyen bir süreç vardı.
Görüyor ve soğuğu iliklerime dek hissediyordum ancak orada değildim; bedenim yoktu, sadece gözlerim oradaydı.
Duran araçtan iki kız indi, tanıdık simalar göğüs kafesimi daha çok daralttı.
''Benzininin olduğunu söylemiştin,'' dedi sarışın olan kız. Sarı, upuzun saçları vardı, havanın soğukluğunu engellemek için kapüşonunu başına geçirdi. ''Zaten sorun depoda değil,'' dedi çok daha agresif bir ses. Kısa, koyu renkli saçlara sahip olan kız ayağını gelişigüzel lastiklere indirdi.
''Tekerler patlamış.''
Sarışın kızdan hüzünlü nidalar dökülürken diğeri, lastikleri patlatan şeyin ne olduğunu öğrenmek amaçlı eğilip çevreyi taradı. ''İnin cinin top oynadığı yere yollarlarsa bizi, olacağı buydu işte. Kim bilir ne attılar da patladı teker!'' diye söylendi.
''Araba ilerlemeyecek mi? Ormanın ortasında mı kaldık?''
''Belki de hava kararmadan geri dönmeliyiz. Ormana gece çabuk düşer derler...''
İki kız, birbirine sarınıp kestirme olduklarını düşündükleri yola saparken, ağaçların gölgeleri yavaşça onları takip etti. Zaman hızla aktı. Güneş çöktü, gür ağaçların ardına giren yıldız karanlığı aniden çağırıverdi. Koyu renkli dalların, yaprak hışırtılarının arasında iki siluet korkuyla ilerliyordu. Rüzgâr ağaç gövdelerinin arasından sinsice yol bulduktan sonra aniden siluetlere çarpıyor, rüzgârla birlikte kızlar üşüyüp birbirine sığınıyordu.
Gece yarısında ormanda yürümektense, matematik sınavlarına girmenin daha katlanılabilir olabileceğine dair tartışıyorlardı. Onların bu ürkütücü ve karanlık ormanda olmamalarını, biran önce oradan çıkmaları gerektiklerini haykırmak istiyordum ama sesim ne kadar çabalarsam çabalayayım onlara ulaşmıyordu.
Ağaç gövdeleri iyice kararıyor, gölgedeki dalların arasından başını çeviren gece kuşları görülüyor. Sis yoğunlaşıyor, ormanın hayaletleri etrafta dolaşmaya başlıyor. Yırtıcı hayvan sesleri duyulmadan hemen önce, keskin bir cismin çakıl taşlarına çarpışı duyuluyor. Ormanda bir başkasının olduğuna dair nidalar kopuyor...
Kızlar korkuyla çığlık attığında ise, onları takip eden varlığın kim olduğunu bilen zihnim benimle inatlaşıyor. Zebani orada, diyor. Çünkü sen yalnızca zebaninin düşüncelerini görebiliyorsun.
Kızlar korkup koşmaya başladığında ise ses gittikçe yükseldi. Peşlerinde onları takip eden bir kimsenin olduğunu fark eden kızlar nefes nefese kaçışmaya başladı. Ağaç gövdelerini bir bir sollarken fısıltıları bir çığlık misali düştü geceye.
''Koş hadi! Acele et!''
''Bekle beni!''
Çığlıklarını hemen yanı başımdalarmış gibi duydum, uzansam koşan bedenlerini tekletip düşürecek ya da onları gölgelerin ardına saklayabilecekmiş gibi hissettim ancak zihnim yalnızca bana oyun oynadı, kasette oynayan filmi durduracak gücü bulamadım.
Zebani devasa bir gölge misali çıkageldi, telaşla atan iki kalbi aniden sakinleştiriverdi; onları yakaladı, bilinçlerini sarstı. Orman yol boyunca onları sürüklemeye başladığında ise, ay gökyüzünde yerini almış ve kanlı lekeleri aydınlatıyordu.
Küçük bir kulübe açığa çıktı, zebani genç kızları sürükleyip kulübenin bir köşesine attı. Demir parmaklık çarpıldı, genç kızların bedeni kafesin ardına kilitlendi. Kurbanlar çaresizlikle ölümlerini beklerken, zebani cinayet silahlarını biledi. Yarı sersem bir halde sayıkladı, ayaklanıp parmaklıkları yokladı genç kızlar.
''Lütfen bize zarar verme...'' diye mırıldandılar. ''Lütfen bize zarar verme.''
Tek amacımız ailecek geldiğimiz bu küçük tatilimizde unutulan eşyaları marketten almak...
''Avlar konuşamaz tatlım,'' diye mırıldandı, tok ve pürüzlü bir ses.
''Avlar yalnızca boyunlarının kesileceği anı beklerler.''
Kurbanlık koyun misali beklemelerini söyledi; büyülü an gelende dek orada sessizce oturmalarını ve kafesin ardında son ninnilerini söylemelerini istedi. Küçük kulübede hıçkırık sesleri yankılandı, kısa saçlı kız doğrulup kafesin kilidini açmaya çalıştı. ''Ailem burada, bizi bulacaklar!'' dedi. ''Aracımız yolda kaldı.''
Pek çok söz sarf etti, kendisini bırakmasını aksi halde onu en acı sonların beklediğini söyledi, Zebani'yi kendi silahı ile tehdit edip onu kışkırttı.
''Çok konuşan avların dilini keserler,'' dedi biraz sonra Zebani. Oturduğu ahşap sandalyeden kalktı, iri yarı gövdesi küçücük kulübeyi neredeyse doldurdu. Pencereden vuran ay ışıkları onun gölgesini ahşap duvarlara yansıttığında, gölgesinde hareket halinde olan başka bir varlığın yansıması görüldü. Zebani ve onun dokuz kuyruğunu andıran vahşi hayvan figürleri gölgelerde dans etti.
''Aracınızı bulamayacaklar,'' dedi önce. Koca botları ahşap zeminde tok sesler çıkardı, tahta gıcırdadı. Bedeni kafese yaklaştıkça, özgüvenle göğsünü kabartan kız hızla geri kaçtı. İki kurban birbirine sarıldı, Zebani korkunç yüzü ile eğilip kafesin parmaklıkları ardından sırıtırken elindeki keskin alet demirlere çarpıp takırdadı. ''Çünkü sizden önce onu parçalayacağım.''
Geniş sırıtması çarpık dişlerini açık etti, dudakları ayrıldı, dili zehirli bir hayvan misali dışarıya sarktı. Kendi kendine verdiği zararlardan birisi olan yarık dili soğuk demire sürtünüp pasını emdi. ''Sonra da sizi parçalayacak ve parçalarınızdan bir hediye hazırlayacağım.''
Zebani'nin iri bedeni tok sesler eşliğinde kulübede dolandı, kanlı elleri her bir duvara sürtündü. Kızlar korkup çığlık çığlığa haykırırken Zebani silahını dört bir duvara çarptı. Kafesin demirleri keskin silahla çarpışır çarpışmaz ürkütücü sesler yankılandı. Zebani gösteri sergiliyordu, büyülü ayinini gerçekleştirmeden önce sunumu süslüyor, cinayetini keyifli hale getiriyordu. Ahşap sandalyeye oturdu, bacaklarını açıp koca silahını dizlerine yasladı. Kanlı taşı aldı, silahını bilemeye başladı. Yüzey gittikçe keskinleşti, ay ışığında soğuk metal parıldadı.
''Ne güzel bir an,'' diye mırıldandı. ''Kurbanlarımın acı dolu sesini dinleyerek silahımı tazelemek, boynunuza ineceği anı hayal ederken korku dolu dileklerinizi dinlemek... Sizi duyuyorum ve... Bu beni, tanrı gibi hissettiriyor; ölüm meleğine emir veriyormuş ve canınızı alması için onu yönlendiriyormuşum gibi hissediyorum. Son dileklerinizi dinlerken,'' durdu, dönüp omuzunun üzerinden arkasına baktı. ''...Hiçbirinin gerçekleşmeyecek olduğunu söylemeyi seviyorum.''
Hıçkırık sesleri, acı dolu iç çekişler ve Rab'a sarf edilen haykırışlar... ''Buradan kaçış çok küçüğüm, burası sizin Araf'ınız ve tarafınız çoktan seçildi.''
Gözlerim önünde, yaralı bir yüzün korkunç sırıtışı yerine tertemiz bir yüz canlandı. Taze, canlı ve berrak bir yüzle karşılaştım. Kirpikleri kıvrıldı, gözleri gözlerime değmek ve onu gördüğümden emin olmak için karşımda bekledi. Gözlerinin içine bakmaya çalıştım, elalarının canlılığını özümsemek, gördüğüm kanlı kahvelerin yerine masumiyet akan irislerle tanışmak istedim. Adımı fısıldadığını duydum, pembemsi dudaklarının sürekli olarak aynı kelimeleri sarf ettiğini kıvrılışından anladım. Yumuşak ve sıcak bir el yanağıma dokununca irkildim, bedenimin buz kestiğini ve uzuvlarımın kas katı kaldığını onun dokunuşu ile fark ettim. Kulübenin soğukluğunun aksine onun sıcaklığına tutunmak, bilenen keskin yüzeylerin cızırtısını duymak yerine dudaklarından dökülen ismimle canlanmak istedim.
Kanlı sanrıların arasında yok olmaktansa, düşen bedenime sarılan kolların arasında yardım çığlıkları atmak istedim. Zebani'nin cinayetleriyle ölmektense, Ege'nin acı sözleri ile yaralanmayı tercih ettim.
Bedenim sarsıldı, bir hocanın başımıza dikildiğini hissettim. Kulaklarımda yankılanan aynı cızırtı solup, aniden okulun koridorlarındaki gereksiz gürültü canlandığında, nerede olduğumu kavrayabildim. Okulda, binanın girişindeki herkesin gelip geçtiği o koca alanın ortasında, Ege'nin kollarında boynu boyunca uzanıyordum. Yere düşmüştüm, gördüğüm sanrı ile bilincim birkaç saniyeliğine kapanmış ve başımı yere çarpmadan önce Ege'nin kollarına sığınmıştım.
Başım çevirdim, ellerini yanaklarıma vurup ''İyi misin Mercan?'' diye soran Ege'ye odaklanmaya çalıştım. Sanki kâbusumdan tamamen sıyrılamamışım da dostlarım o caninin ellerinde kalmış gibi hissediyordum. Şu anda gerçekleşmediğini biliyor olmama rağmen, zihnim beni yanıltıyor ve her şey şimdi gerçekleşiyormuş gibi hissediyordum.
Başımı çevirdim, Ege'nin yüzüne bakamadım. Sanki tüm bunlar benim suçummuş, tüm bu ölümlerin sorumlusu benmişim gibi hissediyordum; yüzüne bakmaya utanıyor, asıl katil benmişim gibi başımı yerden kaldırmamak istiyordum. Bakışlarım yere düştü. Mermer zemindeki yansımamda da yine kendim dışında bir siluet gördüm. Tenimin soluklaşıp çatladığını, açık kahve saçlarımın koyulaşıp geceyi andırdığını gördüm. Başımın ardından bir el çıkageldi ve siyah tırnaklarını yüzüme geçirip başımı aniden diğer tarafa çevirdi.
''Bana bak,'' dediğini duydum Ege'nin. ''Kendine gel!''
Beni sarstı, canımın yandığını bile bile yanaklarıma vurdu ve içmem için getirilmiş bir bardak suyu yüzüme çarpıverdi. ''Oğlum dur, ne yapıyorsun!'' diyerek kızan müdür yardımcımızın elindeki bardağını sinirle aldığını gördüm. ''Bayılan kişiye böyle mi müdahale edilir! Kültür birikimi de yok bu çocukta, çekil şuradan!'' deyip Ege'yi iteleyiverdi müdür yardımcımız. Ege geriye doğru çekilince, bende mecburen doğrulmak zorunda kaldım. Ege karşımda diz çöktü, bende yarı baygın bir halde oturur pozisyona geçtim. Islanan yüzüm, akan gözyaşlarımı gizlememe yardımcı olduğunda, bana iyi telkinlerde bulunan öğretmenden gözlerimi çekip Ege'ye baktım. Dikkatle beni izliyor ve kısılmış gözleri ile neler olduğunu anlamaya çalışıyordu. Dudakları kıpırdayınca bakışlarım o yöne kaydı.
''Onu mu gördün?'' diye sordu, sessizce. Gözlerim yeniden gözlerine çıktığında ise, hıçkırıklarım kendini saklayamadı ve omuzlarım sarsılarak ağlamaya başladım. Okulun ortasında, herkes neden bayıldığımı merak etmiş bir halde başıma toplamışken yapmam gereken en son şeyi gerçekleştiriyor ve hıçkıra hıçkıra ağlıyordum. Müdür yardımcı ani gözyaşlarım ile tamamen şaşkına uğramış bir halde geri çekilince, öğrencilerin beni görmesi için alan açılmış oldu. Kızarmış yüzümü gördükleri anda, okulun sulu gözü olarak açığa çıkacağımı biliyordum. Ellerimi hızlıca yüzüme kapadım ama bedenim, ne kadar çaresiz göründüğümü zaten sözlere dökme ihtiyacı duymadan belli ediyordu.
''Kızım ne oldu?'' diye soran hocaya cevap veremeden, başıma ağır bir şeyin örtüldüğünü hissettim. Görüş açım karardı, omuzlarım sıcak bir kumaşla sarıldı.
''Onun başına güneş geçti hocam,'' diyerek beni kollarımdan tuttuğu gibi ayağa kaldıran Ege'ye sığındım. ''İki saattir dersten kaytardı, güneşin altında durdu. Saçlarda sarı ya, güneş ışıklarını çekti herhalde.''
''Sende sarışınsın,'' diye sayıklayan hocaya karşı Ege'nin saçlarını karıştırdığını hissettim. ''Bende çok kötüyüm hocam, her an bayılabilirim şuraya. Biz en iyisi bir revire uğrayalım,'' diyerek beni kolunun altına çekti Ege. Başımı yere eğdim, göğsüne yasladım ve kafama örttüğü ceketinin altında rahatça ağladım.
Ayaklarım birbirine dolanıyor olsa da, Ege'nin belime sarılmış güçlü kolları ile hızla revire doğru adımladık. Ege'nin yol boyunca oldukça güleç bir ifade ile ''Sonbahar güneşi de ne fena anasını avradı!'' diye sayıkladığını duyabiliyordum. Rezil olmamızı önlemek ve çoktan çıkmış olan adımın daha da karalanmaması için o sempatik büyüsünü kullanarak olayı basitçe kapatıyordu. Her zaman kendi çıkarları için kullandığı o tuhaf yeteneğini bu defa benim için kullandığını algılamak, o an için oldukça zordu.
Ne yaptığını anlamam güç olmuş, teşekkür edecek hali bulamamıştım kendimde. Gördüğüm kâbusun etkisi ile adımlarım iyice dolandı, yere düşmekten kıl payı kurtularak Ege'nin belimdeki kolunun beni ayakta tutmasını diledim. Biraz sonra revir kapısına geldik, Ege kapıyı açtığı gibi beni içeriye adeta fırlattı ve kapı arkamızdan kapandıktan hemen sonra sırtımı kapıya yasladı.
Hıçkırıklarım ve acı feryatlarım nüksetti aynı anda. Bağırdım, çığlık attım ve suçumun ne olduğunu sorgulayan isyanlarda bulundum. Ege, başıma örtülmüş ceketi sıyırıp yüzümü açığa çıkardı. Yüzüme dağılan saçlarımı geriye doğru taradı, elleri ağırca aşağıya düşüp belimin iki yanına yaslandı ve beni kapı ile kendi arasına sıkıştırdığı o anda yere yığılmamam için büyük bir çaba sarf etti.
''Mercan kendine gel!'' diye kızdı bana. Ellerimi yumruk yaptım, beni bırakması için ona adeta yalvardım. ''Bırak beni!'' diye kızdım ona. Çünkü ben yıkılan onca insanın arasında dik durmayı hak etmiyordum. Ellerimi Ege'nin göğsüne çarptım, yumruklarımı indirdim, parmaklarım her bir vuruşumda sızlarken acımadan, sanki kendi canımı yakmak istiyormuşçasına Ege'ye vurdum. Bir şey yapmadı, ellerimi durdurmadı, yalnızca beni ayakta tutarak sakinleşmemi söyledi.
Sesleri bir yere kadar duydum, daha sonra kulaklarımda yine çığlık sesleri yankılanmaya başladı. Ege'nin ardında, gözyaşlarımdan zoraki gördüğüm karartılar adeta aynı sözleri haykırıyordu bana; kaçacak bir yerin yok, diyorlardı. Buna mahkûmsun, sen bir kurbansın, bunun için seçildin ve kaçışın yok.
Şayet mümkün olsaydı o an gözlerimi verirdim diye haykırıyorum; buna devam edemeyeceğimi, bünyemin bunu kaldıramayacağını, bu ıstırabın son bulmasını fısıldıyorum, çığlıklarımın arasına.
Ancak çığlıklarım gerçeği değiştirmiyor, ıstırabıma çare olmuyordu. Ege belimdeki elini çekip aniden dudaklarıma yaslayınca, çığlıklarım yarıda kesildi. Avucuna bıraktığım boğuk inlemelerimin hemen ardından Ege'nin ''Kes şunu artık!'' diye bağırdığını duydum. Bana kızdı, göğsüne indirdiğim yumruklarımı tek eliyle kavrayıverdi. O andan sonra da bacaklarım dengesini kaybetti ve biz, ellerimiz birbirine bağlı halde yere çöktük. Düşüşüme eşlik eden Ege'nin büktüğü uzun bacaklarının arasında iki büktüm kaldım. Hareketlerimi kısıtladı, kendime zarar vermeme engel oldu.
''Bağırmayı kes, bunun hiçbir yararı yok. Sadece kulağımı s**iyorsun!'' diye söylendi. Bir süre avuç içini deştim, sonra çığlıklarım yeniden hıçkırıklara döndü.
''Benim yüzümden işte...'' diye titreyen sesimle mırıldandım. Elini geri çekti, saçlarıma doladı. ''Benim yüzümden oluyor, çevreme zarar geliyor.''
''Senin yaptığın tek şey, o aptal varlığın gerçek olduğuna inanmak. Buna devam edersen, o da seni rahatsız etmeye devam eder,'' dedi. Başımı iki yana salladım. ''Hayır, hayır...'' diye hayıflandım.
''Gördüm, yeniden gö-gördüm. Bir sonraki cinayetini gördüm Ege...'' dedim. Gözlerim önüne gelen son sahne midemin bulanmasına neden oldu. Elimi dudaklarıma yasladım, başımı yeniden iki yana salladım. Kanın nasıl sıçradığını, bir hışımla fışkıran kanın nasıl duvara yayıldığını görmüştüm. Damardan çıkan kanın sesini ve kokusunu hala daha alabiliyordum.
''Cinayetleri mi gördün?'' dedi, aksini düşündüğünden şaşırmıştı. ''Zebani'yi gördüm, katili gördüm... Yine ya-yapıyor Ege, hiç durmuyor. Durmuyor işte, durmuyor. Cani elleri yine bir başkasının hayatını almak için saldırıyor!'' Sesimi kontrol edemiyordum, ister istemez yükseliyor ve sık sık hıçkırıklarımla yarıda kesiliyordu. ''Tekrar yaptı, tekrar ve tekrar... Bu yedinci Ege, bu yedinci ölüm!''
''T-tamam, sakin ol,'' dedi sadece. ''Bak, belki de bu da gerçek değil; sadece sanrılarının bir yansıması olabilir. Sonuçta hiç tanımadığın kişiler değil mi? Öylece denk gelmiş olabilir.''
Söylerken kendisine inanıyor muydu bilmiyordum ama ben, onun söylediklerinin gerçek olmasını içtenlikle diliyordum. Sadece uydurduğumu, gerçek olmadığını...
Ama gerçekti, bir önceki cinayeti kendi gözlerimle görmüştüm ve şimdi ki... Hepsinden çok daha korkunçtu.
''Hayır, hayır... Çok kötüydü, ço-çok kötüydü...'' dedim. ''Çok fazla ka-kan vardı Ege, yavaş yavaş öl-öldürdü. Çok sancılıydı-''
Ege hala daha saldırmaya hazır bileklerimi tutuyor ve telaşla sayıklıyordu karşımda. Gözlerim onu görmedi, göz kapaklarım yine lanetli o görüntüleri sunup durdu. ''Onu yaktı, onu yaktı!'' diye bağırdım. ''Derisini soyup onu yaktı Ege! Alevler her yerdeydi, teni kavruluyordu. Etinin kokusunu, yanık teninin harabiyetini hissettim. Onun cayır ca-cayır yan-narken ki çığlıklarını dinledim.
So-sonra durmadı, acı çektirmeye devam etti. Hiç du-durmadı Ege! O kadar çok ses vardı ki...'' dedim. ''Çok fazla ses vardı ve sonra... So-sonra aniden kesti. Onların çığ-çığlıklarını ya-yarıda kesti. Onun başını gövdesinden ayırdı, başını kesti Ege!'' diye soludum, şaşkınlıkla. Başının gövdesinin üzerinden ağırca yere düşüşünü görmüş, bunun olabileceğine ihtimal vermeyen yanım kalbura dönmüştü.
''Ne?'' diye soluklandı. Elleri biran için ellerimden kayıp düştü. Başımı eğip dizlerime yasladım ve gözyaşlarımı sakladım. Ellerim saçlarıma dolandı, her bir telimi teker teker çekiştirip saçlarımı yolmak istedim. ''Çığlıklarını duyuyorum, onların çığlıklarını duyuyorum!'' diye haykırdım. ''Selen ve Alara'nın ölmeden önceki çığlıklarını duyuyorum.''
Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top