26. Bölüm | Gecenin Tutulanları

Bölüm 26: ''Gecenin Tutulanları''

Gecenin sükûnetini mavi ve kızıl ışıkların ardı ardına yükselen dansı süslediğinde, sonunda ıstırapların son bulacağını ve huzurun yakın olduğunu ummuştum ancak ne yazık ki cehennemin şeytanları hâkimiyetini ilan edip ardından üç ceset bırakarak yok olmuştu.

Polis aracı ve ambulans, alelacele bir şekilde yetmiş ikinci evin önüne park ettikten hemen sonra hızlıca eve girmiş ve dakikalar sonra üzerinde beyaz örtülerin olduğu kabarık sedyeler ile evden çıkmışlardı.
Örtülerin sol tarafının kıpkırmızı olduğunu gördüğüm anda, şakaklarımın ardında kemik kırılma sesleri duymaya başladım. Kırılan kemikler, birbirine çarpan dişler, kanın kirli kokusu ve bir baltanın kabarık suç listesi...

Saklandığım bahçe duvarının ardından çıkarken, yüzüme çarpan mavi ve kırmızı ışıkların arasında gördüğüm iki cesede doğru ilerlemeye çalışıyordum. Adımlarım benden bağımsız bir halde kızıl örtülü sedyeye ilerliyor ve uzanıp oradaki canlara dokunmak istiyordum.

''Benim suçum,'' diye fısıldamak ve özür dilemek istiyordum. Ruhları hala buradaysa ve beni duyabiliyorlarsa onlara yardım edemediğim için özür dilemek istiyordum.

Sedyelerden biri ambulansa bindirildiğinde, tekerleklerin ani kıvrılması sonucu küçük bir tıkırtı sesi yükseldi. Sedye sekti, üzerine örtülmüş kirli örtüyü hafifçe sağ tarafa doğru kaydı. Sağlık görevlilerinden birisi sedyenin yanına çıkıp örtüyü düzeltmeye çalışırken takıldı ve örtüyü kendisiyle birlikte çekiverdi.

Aynı anda sıyrılan örtünün arasından bir çift göz ile gözlerim kesişti. Donuk, ferini kaybetmiş ve akını açığa çıkarmış gözler şimdi beni suçlar bir halde üzerime dikilmişti. Alnına yapışmış saçlarından hala kan damlıyordu; başı sanki yaslanıp okşamak istiyormuş gibi kesilmiş koluna doğru düşmüştü. Yüzüne vuran ışıklar sebebiyle ifadesini net bir şekilde görebiliyordum. Ölmeden önce korkuyla kıvranan mimikleri, şimdi gerçek anlamda nefretle bakıyordu bana.
Açık kalmış dudaklarının arasından sızan kan, lal olmuş bedenini açık ediyordu ama onu duyabiliyordum. ''Senin suçun!'' diyordu. ''Bu senin suçun...''

Ve kan o kadar yoğundu ki, gözlerim bunu görmemi istemiyormuş gibi aniden kararıverdi. Görüşüm, gün ışığı gibi kendini belli eden renkli ışıklara rağmen siyaha boyandı. Rüyalarımda görmüş olmama rağmen, kadının kesilmiş kolunu, etlerinin arasından belli olan kırık kemiğini ve kanlı derisini görünce midem bulandı. Ne kadar uzun süre bakarsam bakayım sanki ilk defa görmüşüm gibi karnımdan yukarıya iğrenç bir sıvının yükseldiğini hissettim.

Artık biliyordum; rüyalarım gerçekleşmişti, ben planlanmış bir cinayeti görmüştüm ve engellemek için hiçbir şey yapmadığımdan ötürü gecenin katillerinden biri olarak bir ailenin ölmesine neden ölmüştüm.

Ben ölümleri görmüştüm, hayal veya gerçek; ben ölümleri görmüştüm.

Araçlar harekete geçmeden önce oradan koşarak uzaklaştım. Bugün defalarca kez bu evlerin arasından kaçmış olmama rağmen hiçbir kaçışımda gerçek anlamda sorunlarımdan kurtulamadığım gibi hepsi gittikçe daha da kötüleşmişti.

Artık, olduğum yere yığılıp acı içinde Azrail'e yalvarmaktan başka bir çarem yokmuş gibi hissediyordum. Ara sıra tekleyen ve çok daha öncelerden patlayıp tamir edilmemiş olan sokak lambaları yüzünden geçtiğim yerler gittikçe daha da kararıyordu ancak gözlerim zaten çoktan ölüm perdelerini çekmişti.

Artık, gözlerim yok olsa da bunları görmesem, diye düşündüm çünkü görmem tenimi yakmaktan başka hiçbir işe yaramamıştı. Ne kadar süre koştum bilmiyorum ancak daha önce dolmuşla geldiğim yolların neredeyse yarısını koşarak geçtiğimi, led ışıklar ile aydınlatılmış bir tabelayı görünce anladım. Ciğerlerim havasızlıktan, sıska bedenim dakikalardır koşuyor olmamdan ve bacaklarım yorgunluktan kendi kendine şikâyetçiydi ancak durmak istemiyordum. Durursam gittikçe kaybedecekmişim gibi hissediyordum.

Durağa ulaşabileceğimi umarak koşmaya devam ettim, adımlarım yorulduğumdan ötürü gittikçe yavaşlıyor ve bileklerim sık sık burkuluyordu. Yine de devam ettim, bir sokağın köşesini döndüm ancak aniden duvarın yanında duran şeye çarpmamla birlikte acı içinde geriye doğru yalpalamam bir oldu.

Bulanık görüşüm nedeniyle karşımda ne olduğumu dahi anlayamadan geriye doğru düşerken bileğimde hissettiğim ani baskı ile tersi yöne büyük bir kuvvetle çekildim ve aynı şeye ikinci defa çarptım. Yüzüm, soğuk bir yüzeye yaslandı ve kendi nabız seslerimi duyduğum kulaklarımda ikinci bir kalp atışı duydum. Alnımda, yaslandığım yerden nükseden bir kalp atışı hissettim.

Hızla inip kalkan göğsüm nedeniyle omuzlarım sarsılıyor ve tüm bedenim adeta titriyordu. Aniden durmamdan ötürü birkaç saniye şoka girmiş gibi soluklandım ancak biraz sonra bacaklarım aniden gücünü kaybediverdi. Dizlerim bükülürken, bileğimdeki baskı tekrar kuvvetlendi ve bu defa diğer elimin dirseğinde ikinci bir baskı hissettim.

Yaslandığım kişi beni sıkıca kavrayıp düşmemi engelledi ve ben o anda gecenin bir yarısında yabancı bir bedenin kolları arasında olduğumu algılayamadım. Ellerim istemsizce başımı yasladığım göğse doğru uzanıp koyu renkli ceketi sıkıca kavradı. Parmaklarım pençe misali dolanıp elimin altındaki kumaşı buruşturdu.
''Kim bu kız?'' diyen tok bir ses işittiğim sıra nefesimi düzene sokmaya çalışıyordum. Başımı zoraki kaldırdım, sokağın karanlık olmasından dolayı kime tutunduğumu göremedim ancak onun bir hayli uzun bir erkek olduğunu anlayabilmiştim.

Her ne kadar dengemi sağlayamamış olsam da, üzerimdeki baskıyı hızlıca ittirip karşımdaki kişiden birkaç sarsak adımla uzaklaştım. Düzensiz soluklarım ve ayakta durmamdan şikâyet ederek bükülüp duran bacaklarım ile oldukça savunmasız ve çelimsiz görünüyor olmalıydım ki, soruyu soran kişi kendi kendini yanıtladı.
''İlkokul bebesi herhalde, boş verin.''

Elimin tersiyle gözyaşlarımı sildikten hemen sonra gözlerim hızlıca sesi takip etti. Başına siyah bir bere geçirmiş, petrol yeşili saçlarının bir kısmını saklamış olan ve soğuk havaya inat omuzlarından düşmüş olan ceketi ile sıska kollarını açığa çıkaran genç bir erkekti, konuşan kişi. Bakışlarını üzerimden çeker çekmez iki parmağı arasına sıkıştırdığı sigarasını dudaklarına yaslayıp derin bir nefes çekti. Çubuk gibi görünen sigaran kızıl bir ışık yayıldığı sıra, aynı anda farklı noktalarda beliren ışıklardan anladım ki, karşımda neredeyse altı-yedi kişilik bir grup vardı. Hepsi sigara içiyor olmalıydı, tepelerinde açık renkli bir bulut oluşmuştu.

Biri yerde yığılı olmak üzere çevrelerinde birkaç tane motor vardı. Belalı bir tip olduklarını anlamak için fazla bir göz gezdirmeme gerek yoktu, saat neredeyse gecenin dördünü geçmişti. Bakışlarımı hızlıca üzerlerinden çekmeden önce çarptığım kişiye bakma gafletinde bulundum.

Uzun boylu, incecik bacaklara ve geniş omuzlara sahip birisiydi ve çarpıştığımız andan beri gözleri üzerimdeydi. Sokak lambalarının evlerin çıkıntılarından oluşturduğu gölgeler çocuğun yüzüne düştüğü için başını neredeyse göremiyordum ancak duruşu ve vücut yapısı çocuğun bana tanıdık gelmesi için yeterli gelmişti.

Bir süre öylece bana baktı, arkasındaki arkadaşları omzuna vurup işine geri dönmesini söyledi ancak o bana bakmaya devam etti. ''Hadi, topla şu döktüklerini!'' Kaşlarım ağırca çatıldı, sızlayan boğazıma rağmen zorlukla yutkundum. Çocuk, tuhaf bir sakinlik ile ağırca eğildiği sırada başı gölgelerin arasından sıyrıldı ve arkamdan vuran ışıkla birlikte yüzü seçilebilir hale geldi. Önce, kapüşonun gölgesi sadece çene hattını görmeme neden olsa da, sonra tüm yüzünü seçebildim.
Onun kim olduğunu biliyordum.
Onu tanıyordum, bilakis o da beni tanımıştı.
Sorun şuydu ki, saat dördü çoktan geçmişti.

Eğildi, uzun parmakları ile yere dökülmüş poşeti ve içinden saçılan beyaz tozları toparlamaya başladı. ''Tek bir tane dahi eksilmesin sakın,'' diyerek dalga geçen arkadaşları, ''Ben olsam torbayı tutardım,'' diye kendi arasında dalga geçedururken bende Ege'nin yerdeki beyaz tozları sessizce toplayışını izledim.

Ben düşmeyeyim diye aniden bileklerime asıldığında, elinde tuttuğu torbayı düşürmüş olmalıydı. Torbadaki beyaz tozların ise ne olduğu meçhuldü, benim için.
Yaşadığım anlık şaşkınlığı atabildiğimde, Ege'de toparlanıp poşetin ağzını bağladı ve arkasındaki arkadaşlarına verdi. Ben hala daha öylece dikildiğimden ötürü olsa gerek, ''Biri şu kızı göndersin,'' diyen çocuğa hitaben Ege birkaç adımla yanıma yaklaştı. Tamamen açığa çıktığında, Ege'nin gerçekten burada ne aradığını sorgular oldum.
''Burada ne işin var senin?'' diye sorarken de, aynı duyguları beslediğimi açık etmiş oldu. Üstüne, oldukça öfkeli görünüyordu.
''Özür dilerim,'' diye mırıldandığımda, biraz önce düşmeyeyim diye yakaladığı bileğimi şimdi ani bir hızla yeniden kavrayıp beni arkadaşlarından tersi bir yöne doğru sürüklemeye başladı.
''Nereye gidiyor bu ibne?'' diye söylenen arkadaşlarını umursamadan beni daha aydınlık bir alana doğru çekip sonra aniden savurdu. Benden kat be kat güçlü olmasından ötürü, savurduğu yere doğru sürüklendim. Zaten yorgun olan bileklerim beni ayakta tutamayınca da duvara yaslandım.
''Ne işin var kızım senin burada!'' diye bağırdı biranda.

Kapüşonunu bir hırsla başından çekiştirip sarı saçlarını dağıtırken, sokak lambalarının ışığı ile şakağındaki yarasını belli belirsiz gördüm. ''Saatin kaç olduğundan haberin var mı senin ha?'' diye bağırdı, tıpkı hala evde olmadığımı öğrenen annemin vereceği tepkileri taklit ederek. Kızgın bir ebeveynden farksız tavırları ile -beni savurmasından dolayı aramızda oluşan üç adımlık mesafeyi hızlıca kapattı ve üzerine sinen sigara kokusunu net bir şekilde duyabileceğim kadar yakınıma girdi. Başımı geriye atıp öfkeden belirginleşmiş damarlarını seyrettim.

''Bu saatte ne b*k yiyorsun burada?'' Aniden kısılan sesini yakınlığımıza yorsam da, bağırması kadar etkili olan fısıltısı yutkunmama neden oldu. ''Şey,'' diye mırıldandım. Kısacık bir an ne yaptığımı düşündüm. ''Hiçbir şey...'' derken de kendimden utandım.
''Gecenin bir yarısı hiçbir şey yapmamak için mi buraya geldin? Nerede oturuyorsun sen?''

Üzerime eğildiğinden ötürü yüzüme vuran ışığı kesiyor ve ardından vuran ışıkla birlikte sarı saçlarının ayrılmış her bir tutamını parlatıyordu. Başının ardından vuran ışıkla onun da yüzü gölgeliydi; kirpiklerinin kıvrımları elmacık kemiklerine düşüyordu.
''Buradan uzakta,'' dediğimde öfkesine tuz biber eklemişim gibi dişlerini sıktı. Kasılan çenesiyle birlikte ellerinden birini yumruk yapıp ardımdaki duvara yasladı. Esen soğuk rüzgârla birlikte saçlarımız savruldu.

Başımı çevirip, yüzümün biraz uzağına yasladığı eline baktığımda, kolundaki damarlar daha da belirginleşti. Onu bu kadar kızdıracak ne yaptığımdan emin değildim ancak aynı soruları ona sorabileceğimi düşündüm. ''Sen burada ne yapıyorsun?'' dediğimde tek kaşı havaya kalktı. ''Sana ne?''
Benim kaşlarım da şaşkınlıkla havalandı. ''Şey, sadece...'' dedim ve sonra boğazımı temizledim. ''Geç bir vakitte sende dışarıdasın ve...'' Başımı yeniden eline doğru çevirdim. Tozları toplarken eline yapışmış beyaz tanecikleri işaret ettim. ''O torbada ne vardı?''

Ege önce duvara yasladığı eline baktı, sonra da elini aniden geri çekip çırptığı gibi pantolonunun ceplerine sıkıştırdı. Pozisyonunu değiştirirken, benden bir adım uzaklaştığını hissettim. ''Seni ilgilendirmeyen şeylere burnunu sokma.''
Başım eğdim ve Ege'nin üzerime düşen gölgesini seyrettim. Aramızda tuhaf bir sessizlik baş gösterdi. Neden sonra, yaşadığım onca şeyden sonra Ege'yi görmemin düşündüğümden daha kötü bir neden doğurmadığını düşündüm.
Son zamanlarda en büyük düşmanlarım rüyalarım ve geçmişimin kirli izlerini taşıyan Ege idi ve şimdi ilki ile mücadele ettikten sonra bir diğer düşmanımla karşılaşmak, savaşın ortasındaymış gibi hissetmemden çok bir dost ile karşılaşmışım gibi hissettirmişti.

''İlk defa bu vakte kadar ayaktayım,'' diye bir itirafta bulundum, ikimizde yeri izlerken. ''Muhtemelen de sonuncu,'' derken huysuz bir dedenin tınısı vardı dudaklarında. ''Bugün ilk defa bu vakitte dışarıya çıktım ve ilk defa...'' cümlemin devamını getiremedim ama kelimeler dudaklarımdan dökülseydi şayet, bugün ilk defa bir ceset gördüğümden bahsedecektim. ''Bugün her anlamda ilkleri yaşadım.''

''Ne anlamda?'' diye aniden açtığı bir adımı geri kapadı Ege. Uzun boyundan dolayı o bana doğru eğildiğinde, bende başımı geriye atıp ona baktım. Gözleri, her zamanki halinden çok daha koyu görünüyordu. ''Hoş şeyler değil,'' dediğimde dudaklarımın kıpırtısını takip ediyormuş gibi hemen ardından devam etti.
''Yalnız mı dolaşıyordun sokaklarda? Yanında başka biri var mıydı?''
''Yalnızdım.'' Her ne kadar zihnimin karmaşaları bana eşlik etmiş olsa da.
''Gerçekten ne halt ediyorsun bu saatte?''
Başını iki yana sallayıp sorumsuz bir kız olduğuma dair bir şeyler mırıldanırken aynı durumda bulunduğu gerçeğini unutuyordu. ''Liseli bir kız için bu vakitlerde dolaşmak ne kadar sağlıklı sence?''
Zaten tehlikenin göbeğinden fışkırıp geldiğim için, sağlıklı bir durumun içinde olmadığımdan haberdardım. Büyük ihtimalle çarptığım kişi Ege olmasaydı da, başıma tehlikeli şeyler gelebilirdi.
''Motorcu arkadaşların var değil mi?'' diye sordum.
''Hıhı, var.''
''Onları daha önce de görmüştüm,'' dediğimde başı yine olağanüstü bir şey söylemişim gibi aniden çevrildi. ''Nerede gördün?''
''Okul çıkışında.''
''Onlar okulun yakınlarına gelmezler,'' derken sesinde şüphe sezdim. ''Okulun yakınlarında değillerdi, seni yanlarında gördüm.''
Ege, derin bir soluk alıp verdiğinde sıcak nefesi neredeyse yüzüme doğru savruldu ancak rüzgâr onu alıp götürdü. ''Beni mi takip ediyorsun?'' diye oldukça tuhaf bir soru sordu.
''Seni neden takip edeyim?''
''Kuyruk olma gibi bir huyun var ya hani,'' diye korkunç bir ima da bulunduğunda, onunla konuşmak istediğim konular aniden zihin dosyalarımın arasından en ön sıraya sıçrayıverdi.
''Öyle olmadığını biliyorsun,'' dedim sadece. Zira bunları konuşmak için pekte uygun bir zamanda değilmişiz gibi göründü.
''Bir anlaşma yapalım,'' derken oldukça rahatsız görünüyordu. Kapüşonunu çekiştirip önce başına geçirdi, sonra da rahatsız olup geri indirdi. Saçlarını karıştırıp, ceketinin ipleri ile oynarken de yalnızca onu izledim. ''Ne anlaşması?''
''Beni gördüğünü kimseye söylememen karşılığında seni eve bırakırım.''
Kaşlarım çatıldı, ''Eve kendim gidebilirim,'' dedim.
''Bu vakitte bir taşıta binemezsin, korka korka eve gideceğine gayet güvenli bir şekilde seni evine bırakabilirim.''
''Bunu niye yapıyorsun?''
''Beni buralarda gördüğünü kimseye anlatmanı istemiyorum. Malum, seni okulda bayağı bir rezil ettiğimden karşı atakta bulunmak istiyor olabilirsin ama bu, kullanmanı istemediğim bir durum. Beni gördüğünü kimseye anlatmamalısın.''
''Seni gördüğümü mü, yoksa seni gecenin bir yarısı motorcu arkadaşlarınla tuhaf torbalarla gördüğümü mü anlatmamamı istiyorsun?'' diye açık bir soru sordum. Dişlerini sıkıp dudaklarını kemirdi. ''Beni tehdit etme Mercan,'' derken sesi olduğundan daha tok ve pürüzlü çıkınca, onu gerçek anlamda öfkelendirdiğimi anladım. ''Seni tehdit etmiyorum, sadece-'' sözümü kesti.

''Bak Mercan, bunun benim için ne ifade ettiğini bilmeden, olur olmadık şeyleri etrafa yaymanı istemiyorum. Emin ol, sonuçları ikimizi de memnun etmez. Yani, ya sesini kesip tıpış tıpış evine gidersin ya da gecenin bir yarısı g*tüne takılanlardan birisi ben olurum. Anladın mı? Bu konuda susmazsan bende susmam. Hakkında henüz kimseye bahsetmediğim onlarca şey var, üstelik bunlar öylesine söylenecek şeyler değil, gerçekler...''
''Anlatacağım hiçbir şey yok Ege,'' diye fısıldadım. ''İnsanlar hakkında öğrendikleri bilgileri başkalarına anlatan birisi değilim. Anlatmamı istemiyorsan, kimseye bir şey anlatmam. Her ne kadar bana savaş açmış olsan da...''

Çünkü böyle yaparsam, uzak durmaya çalıştığım o kötü kalpli insanlara benzer ve sonsuza dek durmayacak kirli bir savaşın içine dâhil olurdum. Ege'yi durdurmak için yapmak istediğim şey onu daha da kışkırtmak değildi, onun açıklarını insanlara anlatarak onu kıstırmak değildi; onu durdurmak istiyor ancak bunu yalnızca konuşarak, iyimser bir yolla halletmeye çalışıyordum.

Bugün bir insanı öldürmüşken, durup da bir hiç uğruna savaşamazdım.
''Güzel,'' diye mırıldanıp ceketime doğru uzandı. Parmakları önce ceketimin yakasını, sonra ise omzumdan düşmüş çantamı işaret etti. ''Üstünü düzelt.''

Arkasını dönüp basit bir baş hareketi ile onu takip etmemi işaret ettikten sonra ağır adımlar ile geldiğimiz yolu döndük. Ayaklarım fazlasıyla sızladığı için, bu kısacık mesafeyi bile böylesine yavaş bir şekilde adımlamak canımı yakmıştı.

Arkadaşları, oldukça gürültülü bir şekilde sohbet edip kahkahalar atarken Ege'nin bereli çocuğa verdiği poşette hala ortalıkta duruyordu. ''Ben burada ayrılıyorum,'' diyerek hızlıca motoruna doğru ilerleyen Ege'yi, kalabalığın arasına karışmak istemediğim için uzakta bekledim.
''Nereye lan?'' diyerek atıldı, bereli çocuk. ''İşim var, zaten geç oldu. Evdekiler fark etmeden döneceğim.''
''Ama Bahadır gelecekti?'' diyerek atılan çocuk, uzayıp giden gölgemi fark ederek bana döndü. ''Kim lan bu kız?'' diye soludu. ''Geç oldu ayağına kız mı götürüyorsun?''

Ege'nin arkası bana dönük olmasına rağmen onun gözlerini devirdiğini tahmin edebildim. ''Yok öyle bir şey,'' diyerek motorunun desteğini kaldırdı ve koca motoru geriye doğru sürüklemeye başladı. ''Yok, yok. Var bir haltlar, kız götürüyorsun dimi sarı!'' diyerek bana doğru adımlayan çocuğu gördüğümde istemsizce birkaç adım geriledim ve etrafıma bakındım. Çocuk, başındaki bereyi çıkarıp öylesine silkeledi; renkli saçları açığa çıktı ve bana doğru hızlı hızlı yaklaşmaya başladı. Ege, aniden çocuğun önünü keserek elini göğsüne yasladı ve çocuğu ittirdi. ''Yok öyle bir şey dedim ya!'' diyerek bağırdığında, o ana dek ikiliyi umursamamış arkadaşları aniden toparlanıp Ege ve renkli saçlı çocuğa yaklaştı.

''Sakin olun beyler, Bahadır sizi böyle görmesin,'' diyerek ortamı yumuşatan çocukların ardından Ege, motorunu oldukça fevri tavırlarla çekiştirip sokaktan çıkardı. ''Sonra görüşürüz,'' gibi bir şeyler mırıldandıktan sonra ''Gel benimle,'' diyerek beni çekiştirdi. Bir süre ağzının içinde bir şeyler söylenerek motorunu sürükledikten sonra durup, uzun bacaklarının yardımıyla çevik bir hareketle motoruna bindi. Zayıf birisi olmasına rağmen koca motoru kolaylıkla dengede tutuyordu. Motorunun arkasına astığı kaskı işaret etti.

''Kaskı tak,'' diyerek sade cümleler ile yüzüme bakmadan konuştuğu için öfkesinin hala daha bana yönelik olduğunu düşündüm. Ona doğru yaklaşıp kaskı kucaklarken, ''Özür dilerim,'' diye mırıldandım. Beni kale almadı. Başıma bir hayli büyük gelen siyah kaskı saçlarımı toparlayarak geçirdim ve altındaki kemere benzeyen bağı zorlukla sıkıştırdım. Ağlamaktan ağırlaştığını hissettiğim başım, kaskla birlikte daha da ağırlaştı.
''Evin ne tarafta?'' diye sorarken motoru çalıştırıyordu. Düşüncelerim dağınık halde olduğundan, evimin yolunu hatırlamakta da zorlandım. Biran için, ''Dört yüz evler, yetmiş ikinci ev,'' demek üzereydim. Dakikalar önce yitirilen canlar yine aklıma düşüverdi.

''Umarım bir evin vardır!'' diyen Ege'ye döndüm. ''Buzluk tarafında oturuyorum.'' Bacağımı zorlukla kaldırıp Ege'nin arkasından motora bindim. Motorun arka kısmı biraz daha yüksek olduğu için öne doğru hafif bir eğimi vardı. Başta tutunacak yer bulamadım, oturduğum yerin yanındaki çıkıntılara zorlukla uzandığımda bedenim iyice eğildi. İlk defa bir motora bindiğim için nedensizce düşecekmişim ya da ani bir fren ile fırlayacakmışım gibi hissettim.

''Şey, yavaş gidebilir misin?'' diye sorduğumda kaskın içinde dağılan sesim kulaklarımı acıttı. Başını öylesine salladı, sonra da ayaklarını toparlayıp motoru harekete geçirdi. Tıpkı yokuş aşağı bisiklet sürdüğümüzde oluşan o hızlı ancak savunmaz andaki gibi hissettiren motor yolculuğumuzda, sık sık düşeceğim korkusu yaşadığım için ellerimi ara sıra Ege'nin omuzlarına yasladım, bu süre boyunca da hiçbir şey söylemedi. Yaşadığım apartmanın önüne geldiğimizde motoru durdu ve bacaklarını yere yaslayarak hızlıca dengesini sağladı. Oldukça yavaş kullanmış olmasına rağmen dönen başıma ve bulanan mideme söz geçirememiştim. Motordan alelacele indim ve kaskı başımdan çıkardığım gibi dizlerimin üzerine düşüp istifra ettim. Midemden yukarıya yükselen sıvı boğazımdan geçtiği sıra midemi daha da bulandırdı ve içimde ne var ne yoksa dışarıya çıkardım. Ağız içime dağılan iğrenç tadın yanı sıra görüşümü kaybetmeme neden olan baş ağrım, kafamı dik tutmama engel oluyordu.

Ege, aniden yanıma diz çöküp aşağıya dökülen uzun saçlarımı elinin tersi ile omuzlarımdan geriye attı. Önümde henüz çıkardığım yemek artıklarımdan ve etrafa yayılan kötü kokudan dolayı Ege'ye karşı büyük bir utançla kaplandım. Başımı yerden kaldırmadım, yüzümü görmesini istemedim.

''Fotoğrafını çekip itiraf sayfasına atmalı mıyım?'' diye sorduğunda, bunu gerçekten yapmayacağını bilmeme rağmen içten içe ona kızdım. ''Yavaş geldik ama anlaşılan düşündüğümden daha bir çelimsizsin.''
Ayağa kalktı ve düşürdüğüm kaskını aldı. ''Evine git ve uyumadan önce çeneni kapalı tutmanın yollarını düşün.''
Boğazımdaki acı tada rağmen konuşmaya çalıştığımda istemsizce tekrar öğürdüm ve abartılı bir şekilde tükürdüm. ''Konuşmayacağım Ege,'' dediğim de, ''Aksi halde kötü geceler diliyorum Mercan,'' diyerek karşılık verdi.
''Zaten kötü bir geceydi,'' dedim kendi kendime. Zorlukla ayağa kalkıp apartman kapısından geçtim, merdivenleri ağır ağır çıkmaya başladığımda sokakta belli belirsiz bir motor sesi yankılandı. Eve girdiğimde, ilk işim annemin evde olup olmadığını kontrol etmek olmuştu. Hala gelmemişti, bu gerçekten de tuhaftı.

Saati önemsemeden annemi aradım, çağrı üçüncü defa sonlandıktan sonra dördüncü defa daha aradım. İkinci çalışta açtı, ona nerede olduğunu sordum. Şehir çıkışındaki bir restoranda arabaları bozulduğu için bir otele geçtiklerini söyledi. İyi olup olmadığını öğrenmek istedim, aynı soruyu benim için sordu. Ateşimin yükseldiğini ancak iyi olduğumu, yarın sabah erkenden gelip gelemeyeceğini sordum.

Telefonu kapattığımda, annemin uyku mahmuru sesinin bile beni rahatlattığını hissettim.
Yalnızlık, şimdilerde en büyük düşmanım olmalıydı çünkü artık gerçeklerin peşine düşmüştüm. 

Egemen, Mercan'ı gördüğü için oldukça şaşırmış görünüyordu. Sizce o anda neler hissetti?

Mercan gerçekten susmayı mı tercih edecek yoksa Egemen'in dinmeyen saldırılarına karşı bir atak mı gerçekleşecek? 

Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top