24. Bölüm | Sağlama | Kısım 1

Çığlık çığlığa uyandığım gecenin üç sularından sonra uyku, ipi çekilmiş hırka misali sökülüp yok olmuş, bende iç içe girmiş yumak misali kendi düşüncelerimle yuvarlanıp durmuştum. Terden alnıma yapışmış saçlarımı çekmemiş, sırtımın üşümesine neden olan ıslak pijamamı değiştirmemiştim. Kapalı perdelerime rağmen baktıkça gözlerimi alan ışık huzmesi pencerelerimi yokluyordu. Saat gelmişti. Üzerimde şimdi ağırlık gibi duran yorganı iteleyip uyanmam gerekiyordu. Gün, benim için olmasa da geri kalan herkes için doğmuştu ve doğal olarak buna ayak uydurmak zorundaydım.


Banyoya girmek, giyinmek, kendimi iyi hissettiğime inanana dek odadan çıkmak neredeyse saatlerimi almasına rağmen annemin dikkatini çekemeyecek kadar başarılı olamamıştım. Düşük omuzlarım ve yarı açıkgöz kapaklarım bir yerden sonra söz dinlemez olup baskın geldi.
"Gel kuzum, gel. Hep kâbusların yüzünden oldu bunlar... Bir çay içte kendine gel hadi."

Annemin şefkatle beni yemek masamıza oturtup önüme tüm kahvaltı malzemelerini itelemesinin yanı sıra kendi elleri ile çay içirişini içime akıttığım gözyaşlarım ile izledim. Ekmek arası yaptığı domates peyniri dünden beri bir şey yememiş birisi olarak açlıkla yutmam gerekiyordu ancak lokmalar dilime dolanıyor, yuvarlamak gittikçe zorlaşıyor ve yutarken damağıma yayılan kan tadından dolayı yediklerimi geri çıkartmak istiyordum. Annem, bunlardan tamamen habersiz olmasına rağmen saçlarımı okşayıp özenle çayımı içirmeye devam etti. Tıpkı küçük bir çocukmuşum gibi kahvaltım boyunca benimle ilgilenip moralimin yerine gelmesi için çabaladı ancak gözlerim önünde beliren görüntüler göz kapaklarım kazınana dek orada kalacak gibi duruyordu.

Derslerim hakkında bir şeyler konuştu ancak onu dinleyemediğimi fark edince bundan vazgeçti.

"Canım," diye seslendiğinde refleksle anneme baktım. Kendi kahvaltısını çoktan bitirmiş, ellerini çenesinin altında birleştirerek bana bakıyordu. "Bugün sen biraz yatıp dinlensen iyi olur. Kendini yorma, git sıcacık yatağında uyu. Ben sana yiyecek bir şeyler hazırlar koyarım, sen sadece ısıtıp yersin."
Uyuyamayacağımı ve uyumamın zaten iyi sonuçlanmayacağını bilsem de, başımı olumlu anlamda salladım ancak sonra aniden kaşlarım çatıldı.
"Bugün evde değil misin?"
"Şey, dışarı çıkacağım. Fatih ile randevum var."
Ellerim masanın üstünden kucağıma düşüp tırnaklarım kendi kendime işkence etmek için harekete geçerken dudaklarımdan birkaç söz firar etti. "Ama daha geçen gün-" diye başladığım cümlemi yarıda bıraktım. "Tüm gün dışarıda mı olacaksın?"

"Akşam yemeğini de birlikte yemeyi düşünüyoruz."
"Ah," diye mırıldandım. Annemin çoktan makyajını ve saçını yapmış olduğunu yeni fark ediyordum zira annem, benim gözümde oldukça güzel bir kadındı ve ne takınırsa takınsın doğal halinden bir farkı yoktu gözümde. Sorun şuydu ki, bu kadar kötü bir gecenin ardından tek limanım olan annemi göndermeye niyetimin olmayışıydı. Onun özenle kıvırttığı her bir kirpiğini öpmek, renklendirdiği dudaklarını saçlarımda hissetmek ve özenle toparladığı saçlarını okşamak bir başkasına devretmek isteyeceğim hayallerim değildi. "Bugün erken gelsen olmaz mı? Yemeği yalnız yemek istemiyorum ve sanırım yalnız kalmakta pek hoşuma gitmeyecek."

"Ah, canım!" deyip beni kendine çekerek sımsıkı sarıldı biricik annem. "Biliyorum, biraz zorlanıyorsun çünkü şimdilerde dışlanmalarının ileride sadece basit bir anı olarak kalacağını henüz bilmiyorsun. Lise bittiğinde bunlar o kadar çocukça gelecek ki, kendi kendine kâbus gördürerek eziyet ettiğin için ileride pişman olacaksın. Hiçbir şey senin mutluluğundan önemli değil, onların ne yaptığını önemseme. Bunlar çocukça şeyler, dert etmemelisin."

Başımı omzundan ayırmadan önce özenle ördüğü örgülerinin arasında dolaştırdım parmaklarımı. Uzun, dalgalı saçları sanki masum bir dokunuşla birbirine dolanmışçasına yumuşacık saçları vardı.
Ayrıldığımızda, gözlerim yüzüne çıkmakta tereddüt etti. O, samimiyetle omuzlarımı sıkarken ben yalnızca ellerimle oynadım.
"Aslında seninle kâbuslarım hakkında konuşmak istiyordum anne," dedim. Benim için ne kadar zor olduğunu o ana dek fark etmemiştim ama kâbuslarım beni derinden sarsıyordu. Zihnimde yaşadığım o çetrefilli kavgaların ve ağaç kökü gibi tüm düşüncelerime dağılan dehşet verici görüntülerin üzerimdeki etkisinin yanı sıra bunu dile getirmek düşündüğümden daha korkutucuydu. Çünkü bedenimi imkânsız gibi görünen bir başka korku sarmalıyordu.

Gördüklerimi dile döktüğümde sözcüklerimin canlanıp beni Azrail ile buluşturacak bir zebaniye dönüşmesinden korkuyordum. İtiraf ettiğim gerçeklerin canlanıp beni boğazlayacağından, adını fısıldadığımda zebaninin yanı başımda biteceğinden ve gördüğüm son yüzün onun yüzü olacağından korkuyordum.

Kâbuslarım hiçbir zaman net değildi, yüzleri seçmekte zorlanıyordum, konuşmaların sadece bir kısmını duyuyordum ve çoğunlukla ölüm anları dışında fazla bir ayrıntı hatırlayamıyordum. Bu yüzden korkuyordum. Zebaninin kurbanları neye göre seçtiğini bilmediğimden onun bir sonraki kurbanı olarak seçilmek, düşüncesiyle bile tüylerimi diken diken ediyordu.
"Bu konuda konuşmamıza gerek yok," diyen annem ise beni tamamen şaşkınlığa uğrattı.
"Ne?" dedim, aralanan dudaklarımla. "Aptalca şeyler tatlım. Sadece kendini yıpratıyorsun. İnan bana, zamanında hiç tahmin edemeyeceğin kadar çok eziyete maruz kaldım. İnsanlar beni sürekli dışlar, aralarına almaz ve hatta benden nefret ederlerdi. Biliyorsun ki, ailem bile beni kabul etmedi... Ama şimdi... Durup geriye baktığımda yanımda sen olduktan sonra bunların hiçbir önemi olmadığını ve hepsinin aptalca şeyler olduğunu anlıyorum. Eğer şimdi olsaydı... Tüm o yaşadıklarımı şimdiki aklımla yaşıyor olsaydım... Asla aynı şeyleri yapmazdım, bu hataya asla düşmezdim.

Bu yüzden kendini yıpratmamanı özellikle söylüyorum. Kâbuslarından bahsetmek cidden önemsiz, bunu aşmak için çabalamalısın."

"Anne," diye mırıldandım. "Teşekkür ederim ama aslında bahsettiğim şey bu değil. Kâbuslarımın bunlarla-" sözüm çalan telefonun sesiyle yarıda kesildi. Annem, yemek masasının kenarına koyduğu telefona uzanırken elleriyle bana 'bir dakika' işareti yaptı. Arayan Fatih Abiydi.
Annem telefonu açar açmaz Fatih abinin neşeli sesini buradan duyabildim. "Hayatımın anlamı, günümü aydınlatan güneşim... Gözlerim seni görmek için sabırsızlanıyor!"
Annem dudaklarını birbirine bastırıp gülümsemesini gizlemeye çalışırken gözleri birkaç saniyeliğine bana çarptı. Onları duymuyormuş ya da ilgim üzerinde değilmiş gibi göstermek için arkama yaslandım ve çayımın sonunu yudumlamaya başladım. Çay soğumuştu ancak şekerli tadını dilimde dolandırmak oyalanıyormuş gibi görünmeme yardımcı oluyordu.

Romantik birkaç sözü daha işittiğimde utanıp ilgimi tamamen onların üzerinden ayırdım. Annem, gülüp tatlı sözler ile karşılık verirken bugün yalnız kalacağım gerçeğinin şimdiden kesinleştiğini hissedebiliyordum. Annem, benim sorunlarımın basit bir ergenlik sorunu olduğunu düşünüyor olmalıydı. Belki de öyleydi ama bunu anlamak için yalnız başıma savaşmak zorundaydım.

"Tamam, yarım saate çıkıyorum."
Ve hüsran şiddetli esen bir rüzgâr misali sonbaharın tozunu dumanını toparlayıp yüzüme savurdu. Başımdan aşağıya, solarken turuncunun en güzel tonlarına bürünen o veda busesine bürünmüş sonbahar yaprakları döküldü.
Annem telefonu kapatıp bana döndüğünde, son konuşmamızı hatırlamaya çalışır gibi gözlerini kıstı. "Bir şey mi söylüyordun canım?"
Önce gözlerimin sızlamasına neden olan ölümleri aniden söyleyiverecekmiş gibi soluklandım ancak sonra dudaklarımı birbirine bastırıp başımı iki yana salladım. "Hayır anne, söylemeyecektim. Sanırım bunları aşmanın bir yolunu bulmalıyım."

Annem, uzanıp alnıma küçük bir buse kondurduktan sonra kalkıp kahvaltılıkları toplamaya başladı. "Eğer kendini hasta hissedersen aramaktan çekinme Mercan, hemen atlar gelirim. Ateşin falan çıkarsa ne yapacağını biliyorsun değil mi? Sakın kat kat yorgan altında kıvranıp durma, yemeğini de aksatmadan ye."

"Hazırlanacaksan ben toparlayabilirim anne," diyerek ayağa kalktım ve annemin bıraktığı tabakları dolaba yerleştirmeye başladım. "İyi bakalım, ben giyinip çıkıyorum," deyip ellerini lavaboda yıkadı ve odasına, hazırlanmaya gitti.

Ellerimi tezgâha yaslayıp soluklandım ve neredeyse hastaymışım gibi hissetmeme neden olan üzerimdeki yorgunluğu ve uykusuzluğu nasıl atlatacağımı tartışmaya başladım, kendi kendime. Mutfağı kolumu kaldırmaktan aciz bir halde zoraki toparladığımda, annem de çoktan hazırlanmış bir halde mutfağa girdi. Üzerinde tozpembe bir takım vardı, ceketinin önünü açık bırakarak pantolonun içine sıkıştırdığı beyaz gömleğinin fırfırlı yaka detaylarını görünebilir hale getirmişti. Küçük beyaz bir çanta ve topukluları ile aslında oldukça resmi bir yere gidiyormuş gibi görünüyordu. Tüm gün, göz alıcı görünüşü ile Fatih abiyi kalbinden vuracağına emindim ve ilginç bir şekilde bugün yine kıskançlığım üstüme sinmiş, bunu rahatsız edici bulmuştum.

Annem gülümseyerek kendi etrafında bir tur döndüğünde yumruk yaptığım elimi kaldırıp başparmağımı havalandırdım. Benden geçer not alan annem, son tembihlerini de sıralayıp evden çıktı. Kapıyı ardından kapatır kapatmaz aniden ıssız bir çölün gece karanlığındaki o ürpertici sessizliğini yanı başımdaymış gibi hissettim. Ev aniden çok sessizleşmiş, salondaki açılmayan perdeler yüzünden aydın güne rağmen soluk bir ortam sezmiştim. Kapalı kapının önünde birkaç dakika öylece beklediğimde ise, yalnızlığım beni sarmaladı ve silkelenip kendime gelmeden önce gözyaşlarım gözlerimi zorladı.

Salondaki perdeleri sıyırıp, bir pencereyi de içeriye hava girmesi için açtım. Günlük olarak annemin yaptığı süpürme ve silme işini, annem görse kızacağı bir şekilde yarım yamalak tamamlayıp süpürgeyi içini dahi boşaltmadan kaldırdım.

Ruh halim o kadar soyutlanmıştı ki bedenimden, tam olarak ne hissettiğimi bile bilmiyordum. Canım hiçbir şey yapmak istemiyordu, sanki bir şeyler yapmak için aşırı yorgundum. Yaşadıklarım bozulmuş film şeridi gibi tekrar tekrar başa sarıp en can alıcı kısımları unutmamı istemiyormuşçasına hatırlatıp duruyordu. Zihnim karmakarışıktı, korku ara sıra hislerimi yokluyordu.

Koltuğa kendimi bırakıp televizyonu açtığımda da ne izleyeceğimi bilemedim. Kanalları boş boş gezindim, uyumamak için uğraşabileceğim bir şeyler aradım. Biraz sonra ise kanallar sanki kendiliğinden hareket ediyormuş gibi birbiri ardına geçip durdu. Hiçbir yüzü net seçemeyeceğim kadar hızla ilerleyen kanallar biraz sonra sabah haberlerinde duraksadı. Daha önce birkaç defa gördüğüm bir kadın spikerin dehşete düşmüş bir ifade ile hızlı hızlı konuştuğunu gördüm. Sesi açtım, aşağıda yazan başlığı okudum.

"Bir kadın daha cinayete kurban gitti!"

"...Geç vakitlerde alınan bir ihbara göre Özel Selçuk hastanesinde Diyetisyen olarak çalışan Sadiye Kocaaslan'ın bir cinayete kurban gittiği öğrenildi. *** günü iş çıkışında bir adam ile yemek randevusu olan Sadiye K. evinde güzel bir akşam yemeği hazırladı ancak ne olduysa gece kanlı bitti.

Sadiye K.'nın, bir tür kimyasal bir zehir olan ve Türkiye'de bulundurulmasının kesinlikle yasak olduğu Deasis isimli bir ilaç ile boğazının tahriş olarak öldüğü açığa çıktı. Genç kadın, bu ilacın içeceğine katılarak zehirlenmesi ve iç organlarının delinmesi sonucu acı bir şekilde öldürüldü. Aynı zamanda evde bulunan bir satır ile sağ elinin kesildiği ve büyük miktarda kan kaybettiği açığa çıktı. Çok daha önceden planlandığı belli olan cinayetin detayları araştırılıyor. Bu korkunç cinayetin neden işlendiği, böyle bir vahşetin nasıl gerçekleştiği ve kurbanın o gece kiminle birlikte olduğu tamamen merak konusu iken Sadiye K.'nın kesilen elinin olay yerinde bulunamaması olay yeri inceleme ekibini ve vakadan sorumlu memurları şüphede bıraktı.

Katilin kestiği eli yanında götürdüğü düşünülüyor.
Polis, Sadiye K.'nın o gece kiminle birlikte olduğunu kamera kayıtlarından ve parmak izlerinden titizlikle incelerken bir adamın nasıl böyle bir vahşete sebep olduğunu ne yazık ki anlayamıyor ve artan kadın cinayetlerinin her geçen gün toplumumuzda izi geçmeyen bir yara olarak kazınacağını üzüntüyle dile getiriyoruz.

Özellikle parmak izlerinden alınacak gelişmelerin yanı sıra polis, böyle bir ilacın ülkeye sokulmasında ne gibi önlemlerin yetersiz kaldığını araştıracağını dile getirdi. Her ne kadar ölen çiçeklerimiz geri gelmeyecek olsa da umuyoruz ki, bu katil en kısa sürede yakalanıp hak ettiği cezayı alır."


Geçtiğimiz günlerde bir dergide okuduğum hayali yazıya göre, evren yılda bir kez birkaç dakikalığına dururdu. Zaman akmayı keser, dünya dönmekten vazgeçer, insanlar nefes dahi almadan öylece beklerdi. Bir yıldız sonsuz boşlukta kayıyorsa o an havada asılı kalır, bir anne doğum yapıyorsa eğer bebek o dakikalarda ana rahminden sıyrılamazdı.

Yazıyı ilk okuduğumda, bunun gerçek olamayacağını çünkü bunun için geçerli bir sebep olmadığını düşünmüştüm. Dünya neden duracak, zaman neden akmayacaktı ki? O birkaç dakika da ne oluyordu da neden tüm evren aniden durup soluklanma ihtiyacı hissediyordu?

İnanmadım, bu bir hayal dedim hatta hakkında öylesine hayallerde ben kurup geçtim. Ancak şimdi anlıyordum ki, yılda bir kez gerçekleşen o an, bu andı. ***(Tek Bedende İki Ruh adlı çalışmamdan bir sahnedir, kurgunun önemli bir kısmını içerdiğinden, başka bir yerde kullanılması telif hakkına tabii tutulur.)***

Donmuş, soluk almayı kesmiş, kanımın damarıma yaptığı baskıyı hissedemez olmuş, düşünmekten aciz hale gelmiştim. Haber oynamıyor, ekranda üzerindeki beyaz önlük ile gülümseyen esmer kadının gülümseyen yüzü silinmiyordu. Haber spikeri gözlerini üzerime dikmiş bir halde öylece bekliyordu. Biraz önce duyduğum kuş sesleri yankı yaparcasına donmuş, saat son tik-takından beri dakikalardır çalışmamıştı.

Gerçek anlamda ne düşüneceğimi bilmiyordum. Ne yapmam gerektiğini kestiremiyordum.

Bu ikinciydi...
Gördüğüm ölüm sahnesinin gerçek bir cinayete dönüştüğü ikinci görümdü bu. Bir ölümü daha gerçekleşmeden önce görmüş, bir cinayete henüz gerçekleşmeden tanık olmuş ve belki de gerçekleşmesine neden olmuştum.

Ölümü görmüştüm...
Aynı yüz, aynı bodrum, aynı hikâye...
Ölümün Tadı yüzünden evinde ölen bir kadın
Zehirlenerek ölen bir kadın...
Kopmuş ve hareketsizce yatan bir el ve onu kimin götürdüğünü bilen bilinçaltım...
Günler öncesinden gerçekleşmiş ancak benim daha önce gördüğümü haykırabileceğim bir tesadüf...


Kadının ağlaya ağlaya öğürdüğü sahneler gözlerim önündeydi. "Ne içirdin bana?" diye bağırıyor, zebani ise 'Ölümün Tadı'ndan bahsediyordu. Kadına dokunuyor, ona acı çektiriyor ve sonunda kadını tezgâha yatırıp çıkardığı satır ile bileğini kesip atıyordu. Kadın, yüzüne dek yayılmış kan göledinden kendi yansımasını görüyordu. Kadının gözlerindeki o dehşet ifadeyi kızıl örtünün üzerinde görüyordum. Aynı gözler şimdi yine karşımdaydı. Ekranda, ağlanası hali silinmiş ve güleç bir ifadeyle bana bakıyordu. Tamamen farklı bir ifade olabilirdi ancak aynı kişiydi. Ölmüştü, bunu görmüştüm. Bunu biliyordum. Şimdi ise öldüğünü tüm dünya biliyordu.

Ekranda, tam karşımda gözlerimin içine bakan kadının gizemli ölümünü henüz iki gün önce rüyamda görmüş olmam sadece tesadüf olmalıydı. Etkilendiğim bir görüntünün zihnimde evirilip çevrilmiş halini kâbus olarak yaşamış, sıradan bir cinayeti rüyalarımda görmüş olmalıydım.

Birincisi tesadüftü ama ya ikincisi?
Ya ikincisi de tesadüf değilse ve ben cinayetleri görüyorduysam ne olacaktı?
Ölümleri mi görüyordum? Cinayetleri mi görüyordum yoksa gördüğüm cinayetler gerçekleşiyor muydu?

Bir aracı mıydım, gerçekleşmesinde yoksa gerçekleşmesinin tek sebebi ben miydim?

"Hayır," diye mırıldandığımda evrenin yeniden harekete geçtiğini hissettim. Beynim boşalmış gibi öylece etrafıma bakındım ve çaresizce kumandayı aramaya başladım. Az önce buraya bırakmıştım değil mi? Öyleyse neredeydi?

"Hayır, hayır... Bu imkânsız..."
Mırıldandım, sayıklandım. Zebaninin bir hayal ürünüm olduğunu ve olayların bağlantılı olmadığını söyledim. Kendi kendime konuştum ve kendimi bir katil olmadığıma inandırmaya çalıştım.
"Hayır, bu gerçek değil. Benimle bir ilgisi yok..."

Neden iki cinayeti de görmüştüm ve ikisinin bağlantılı olduğunu içten içe bilirken bir şey yapamıyordum?
Neden ben görmüştüm? Neden ben görüyordum?
Başımı iki yana sallıyor, ayaklanıp telaşlı telaşlı kumandayı arıyordum. Siyah nesne elime değdiğinde kavrayıp televizyonu kapattım ancak kararan ekran gerçekleri de ardından silip süpürmedi. Zira ekrandaki yıkık görüntüm en karanlık hali ile gözlerim önüne serildi. Çaresizce titrediğimi, korkumun esiri olduğumu ve üçüncü kâbusumun koca bir pençe misali arkamdan saldırdığını net bir şekilde görebiliyordum.

Simsiyah bir elin, upuzun tırnaklarını etime batırmak sureti ile beni çevrelediğini, bir elin usulca boynuma dolandığını televizyonun siyah ekranından görebiliyordum. Parmaklar boynuma dolandı, tırnaklar şahdamarıma baskı yaptı. Tenimi donduran ellerin soğukluğunu hissettim, tüylerim diken diken oldu. Ardımda bir soluk duydum. Bir koku aldım. İşte zebani gelmiş ve başımı gövdemden ayırmaya hazır bir halde bana göreceğim son yüzün onun yüzü olduğunu ispatlamıştı. Şimdi burada ölecektim, şimdi boynumdaki soğuk el gözyaşlarıma rağmen etimi paramparça edecekti. Boğazımın derin bir çizgi ile ikiye ayrılacağını, nefesimin anlık olarak kesileceğini, kızıl kanım fışkırıp annemin yün halılarına saçılırken bedenimin acı içinde yere yığılacağını şimdiden görebiliyordum.

Zebani gelmiş, kâbuslarımdan sıçramış, topraktan biten ölüler gibi canlanıp karşıma geçmişti. Sözcüklerimden türemesine gerek kalmamış, göz kapaklarımın ardındaki görüntüler onu diriltmeye yetmişti.

Şu an ölecektim ve bu ölmek için mükemmel bir an değildi.
Biraz sonra darbe gerçekleşmiş olmalı ki dizlerimin bağı çözüldü ve ben arkamdaki koltuğa yığıldım. Hayır, nefesim kesilmedi, acı çekmedim, gözlerim sonsuzluğa kapanmadan önce sıcakkanımın oluk oluk aktığını hissetmedim ama ben bir yerlerde öldüm. Başka bir boyutta cesedim kefenlenmeye başladı.

3...
ve 4...

Sıradan bir rakam değildi bunlar artık... Üç kâbus, üç cinayet, dört can ve dört ölüm...
Gerçeğin apaçık ortada olduğunu anlamamda tam dört saat boyunca kendimle çatışmamdan sonra anlaşılabilir hale geldi.
Gerçek şuydu; ölümleri görüp görmediğimi anlamak için üçüncü cinayet gerçekleşmeden neler olduğunu anlamam gerekiyordu.

Ölümleri mi görüyordum? Cinayetler yaşanmadan rüyalarıma mı düşüyordu? Bir elçi miydim yoksa aklını yitirmiş birisi miydim? Bu insanlar gerçekten bu dünyadan mıydı?

Görmeliydim...
Onları ölüm anında değil, kâbuslarımda değil, zebaninin kollarında değil... Şimdi, ölmeden önce, kâbuslarım gerçekleşmeden ve cinayetler işlenmeden önce, gerçekleri anlayabileceğim anda, onlar hala hayattaysa onları uyarabileceğim zamanda... Şimdi... Şimdi görmeliydim.

Aldığım kararı uygulamaya koyabilmem içinde üç saat boyunca giysilerimi giymekle uğraşmam gerekmişti. 'Henüz hazır değilim,' diyordum. 'Hazır olduğumda çıkacağım, giyindiğimde dışarıda olacağım."
Çünkü bir şeyi biliyordum, bulanık hatıralarımdan bir görü capcanlı duruyordu; bir ev... Dışarıdan gördüğüm, bahçesindeki çitleri uzansam dokunabilecek kadar canlı bir şekilde hissettiğim ve kime ait olduğunu bildiğim bir ev görmüştüm rüyamda...

Zebaninin yaşadığı yeri biliyordum. Gerçek hayatta bildiğim bir yer değildi ancak orayı görmüştüm, katilin sığındığı yeri biliyordum ve onu görmeye hazır olmasam da oraya gidecektim.

Saatler sonra anahtarı cebime atıp evden çıktığımda, bu fikrin ne kadar kötü bir fikir olduğunu sözlü bir şekilde hatırlatıp duruyordum kendime. Zebani beni daha önce hiç görmemişti – en azından öyle olduğunu umuyordum- ancak sanki orada beni gördüğünde tanıyıp peşime düşecekmiş gibi hissediyordum. Evine yaklaştığımda varlığımdan haberdar olacak ve beni yakalayıp yok etmek isteyecekti. Cinayetlerini gören tanığı, ihtiyacı olduğu güneşe fazlaca maruz kalmış bir ot misali kurutup atacaktı, bu dünyadan.

Beni tanımamasını umuyordum, -her ne kadar itiraf etmek zor olsa da- benim onu gördüğüm gibi onun beni görmüyor oluşunu diliyordum. Onu görüyor muydum hala bilmiyordum... Ama o da beni görmüşse, kendime yaşıyorum demek bir çocukla alay etmekten farksız olurdu.

Kaskatı kasılmış bedenimle öylece kapıda dikilirken adım atmam da oyuncak bir makete adım attırmaya çalışmak kadar zorlu oldu. Adımlarım fazlasıyla yavaştı, bacaklarım bükülmek dahi istemediğinden kazık yutmuş gibi adımlar attım. Ellerim yumruk halinde, omuzlarımdan çapraz bir şekilde astığım çantamın sapına sarılmış bir haldeydi.

Her bir adımımda aklıma hayalime korku tohumusaçılır gibi o kötü kokulu evin görüntüsü düşüyordu. Çitler sanki her adımımdadaha yakındı, ahşap çerçeveleri üzerindeki haşereleri görebileceğim kadaryakındı, katilin ölümlü gözleri en yakınımdaydı.

Araştırma yapmıştım, bugün haberlerde öldürülen kadın hakkında yazılan hertürlü araştırma sonuçlarını ve detaylarını incelemiştim. Kadın, yaşadığımşehirde öldürülmüştü; yani katil yaşadığım şehirdeydi ve bu beni daha datedirgin ediyordu. Bana sadece bir saat uzakta olması bir başka kâbusnedenimdi. Rüyamdaki evi, şehrimin her bir noktasında aramış ve detaylarınıdahi hatırlamadığım evi bilgisayarımdaki 365 dereceli haritalardan bulmuştum.Evin bulunduğu mahalleyi artık tanıyordum.

Saati kontrol ettiğimde öğleni çoktan geçip ikindiye döndüğümüzü gördüm. Evdençok geç çıkıyordum ve bu kadar geç bir vakte kalacak olmak fikrimin ne kadarkötü bir fikir olduğunu açık ediyordu ama bunu yapmak zorunda olduğumubiliyordum. Eğer bugün gitmezsem hem benim için, hem de rüyamdaki o çift içinçok geç olacaktı.

Katil, bu gece o kadını ve adamı öldürecekti. Bunu biliyordum çünkü geçtiğimiki haber de ben kâbusları gördükten sonraki gün cinayetlerin gerçekleştiğinisöylüyordu. Günler uyuşuyordu, katil ardı ardına cinayetleri işliyordu. Sadecebir haftada üçüncü cinayetini işleyecekti. Bu korkutucuydu. Belki de sonuncuyuengellemem işleri değiştirecekti, belki de bunu engelleyebilecektim.

Kendi kendime başımı iki yana sallayıp artık mantıklı düşünemediğimi dilegetirdim hemen ardından. Bir cinayeti mi önleyecektim? Daha nelerdi... Tüm bu,gördüğüme inandığım şeyler aklımın bir uydurmacası olmalıydı.

Dolmuşların genellikle geçtiği yolları biliyordum. Okula tek otobüslegidebileceğimi öğrenmeden önceki iki seferimde dolmuşları kullanmam gerekmişti.Bulunduğumuz mahallenin aşağısından geçiyorlardı, önce oraya dek ağır ağıryürüdüm, sonra da ilk gelen dolmuşa binip bozukluklarımı harcadım. Buvakitlerde genellikle okulda olduğumdan ve hafta sonlarımı da değerlendirmekkonusunda başarılı birisi olmadığımdan bu uzun yolculuğum bile oldukça sıradışı görünmüştü gözüme. Dolmuşun ikili koltuklarından birinin cam kenarında,kendi ceketimin içine saklanmış ve etraftaki herkesten sakınıyormuşum gibiçekingen bir edayla duruyordum.

Büyük ihtimal, annem her zaman ki gibi şu yorumu yapardı, eğer yanımda olsaydı;kurtların kapacağı kuzu gibi duruyorsun.

Dolmuş yolculuğum yirmi beşinci dakikada son buldu ve dolmuştan indikten sonragideceğim istikamete giden bir diğer dolmuşu beklemek için indiğim duraktanileriye on dakika daha yürüdüm. Sonunda beni katile götürecek dolmuşa bindim veilkinden daha sancılı bir otuz yedi dakikanın ardından bahçeli evlerin olduğubir sokağın yakınlarında indim.

Soğuk bir rüzgâr, basamakları inip kapılar ardımdan kapandıktan sonra tuzağına kurbandüşürmüş avcı misali etrafımı çevreledi. Dağılan uzun saçlarımı toparlayıpetrafıma bakındım. Tıpkı rüyamdaki eve benzeyen pek çok bahçeli evin yolboyunca sıralandığını gördüm. Bu evler, adına 'dört yüz evler' adı verilen lükssitelerdi aslında. Üç sıra halinde her biri birbirinden farklı modellerde pekçok bahçeli ev vardır. Bazıları ahşap kaplama, bazıları ise bakımdan geçtiğibelli olan özel mermer desenlerle çevriliydi. Sağ taraftaki sıraların çoğu koyuahşap rengini tercih etmiş evler olduğu için ilk o yöne doğru ilerledim.

Zebaninin kömür karası tırnakları ileahşap duvara yaslandığını hatırlıyordum.


Sizce Mercan Zebani'yi görebilecek mi?

Zebani ile karşılaştığında kim kimi hatırlayacak?

Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top