22. Bölüm | Parçalanmışı Toparlama


Bölüm 22: ''Parçalanmışı Toparlama''

''Yuh artık, bu kadarı da fazla ama!'' diye bağıran öğrencilerin bakışlarının hala daha üzerimde olması, benim için garipsenecek bir durum değildi. Ellerinde –büyük ihtimalle rezil olduğum anların görüntülerini izlerken- söylenip duruyor ve gördüğümü bile bile hakkımda konuşuyorlardı.

Okulumuzun öğrencilerinin ya da herhangi bir insanın bu kadar acımasız olabileceğini şimdiye dek bilmiyordum.
Küçükken yaşadıklarımın sebebini -çocukluğun cahilliği- der geçerdim ancak şimdi on altı yaşını geçmiş insanların cehaletlerinden değil de farklı bir sebepten bu kadar acımasız olduklarına inanmaya başlamıştım.

Bir insan, diğerini neden aşağılar, üzer ya da herhangi bir sebeple canını yakardı ki?
Bir insan diğerini neden öldürürdü?

Ölüm, kelimesi zaman aktıkça zihnimin kirli köşelerinden dışarıya sinsice sızıp masum yanlarımı da lekelemeye hazırlanıyor gibi kuvvetlendikçe sanrılarım artıyor ve artık baktığım her yerde bana karşı kötü duygular besleyen insanlar görüyordum. Gözlerinin ardından nefret kusuyorlar, kızıl kanlarını dudaklarından saçıyorlar ya da uzun pençeleri ile beni yaralıyorlardı. Gözlerimin gördükleri buydu ancak duyduklarım daha can yakıcıydı.

Bir şakaya kurban gittiğimi düşünen insanların gün boyu bana bakıp kötü söylemlerde bulunması normal miydi? Kurban olarak seçilmişken sanki katilmişim gibi benden nefret etmeleri ve bunu kötü söylemlerle yaymaları normal olmamalıydı.
Öğleyi çoktan geçmiş, öğrencilerin dinginleştiği ve koridorların uyuşuk adımlarla dolduğu vakitleri atlatmıştık ancak hala daha hakkımda konuşuluyordu.

Bir yerde buna zaten alışıkmışım gibi hissediyor, bir yerde de sanki hayatım boyunca ilk defa yaralanmışım gibi şaşkınlıkla doluyordum.


''Çok acınası,'' diye fısıldayarak yanımdan sıyrılarak geçen genç kızın sözlerinin bana hitap ettiğini, şaşkınlıkla arkama döndüğümde bana bakarak göz devirdiğini görmemle anladım.

Acınası olan neydi? Yaşadıklarım mı, yoksa buna rağmen susmam mı?


Gün boyu hakkımda konuşulmuştu ancak ben sesimi çıkarmayıp başımı eğmekten başka hiçbir şey yapamamıştım. Karşı koyamamış, başımı dik tutamamış, onlara artık durmalarını söyleyememiş ya da gülüp geçememiştim. Dolayısıyla üzerime atılan topraklar biriktikçe birikmiş ve ben yer altında nefessiz kalmıştım.

Acınası olan bu olmalıydı ama onların kastettiği başka bir şeydi.
Sebebini öğrenmek için sabahtan beri yapmaya cesaret edemediğim şeyi yaptım ve kaloriferlerin olduğu köşeye sinip telefonumu cebimden çıkardım.

Parmaklarım büyük bir acemilik ile okulumuzun internetteki itiraf sayfası diye geçen ancak sahte magazin sitelerini andıran mecraya yöneldi.
Son gönderilerde gördüğüm utanç verici resimlerim ile istemsizce birkaç saniye duraksadım. Fotoğraflara tıklayıp altındaki açıklamaları okurken ise gözlerim karıncalanmaya başladı. Ege'nin bana yaptığı şaka, videolarla birlikte oldukça ilgi odağı olmuş ve insanlar altına ne kadar komik göründüğüm ile ilgili yorumlar atmıştı.

Resmi değiştirdim, videoları sanki bir yabancıymış gibi izledim ancak tepkim onların ki gibi olmadı.

Başka bir gönderiye geçtiğimde ise şaşkınlıkla dudaklarım aralandı ve ne yapacağımı bilemedim.
Başlıkta büyük harflerle yazan 'Egemen ve Mercan olayı patladı!' yazısı beni hayretler içinde bıraktı. Altında ise şöyle yazıyordu.

''9. Sınıfların hadisesi çözüldü. Egemen Eraslan, Mercan Solgun ile ilgili olayı anlattı.''
Yani Ege acımasızca hakkımda söylemlerde bulunmuş ve intikam planlarını en acı şekilde devam ettirmişti.
Yazılanları okurken Ege'nin dudaklarından dökülen o kibirli sözlerin yankısını yine onun sesiyle kulaklarımda işittim. Her bir cümlede şaşkınlık ve çaresizlik bedenimi sarmaladı ve zihnim inkâr sözcüklerini bir bir dilime doladı.

''...Onun kişiliği gerçekten çok farklı. İlgi meraklısı bir kız olduğu için popüler kişiler ile takılmaya, daha doğrusu kendisini öne çıkaracağını düşündüğü insanlara kuyruk olarak yapışmaya meyilli birisi... Müdür yardımcısından ceza almamızın tek sorumlusu o idi ve asıl amacını öğrendikten sonra onun gibi ezik birisi ile takılmayacağımı açıkça belirtmek istedim. Ne kadar uğraşırsa uğraşsın bu asla olmayacak, o soluk birisi ve öyle kalacak.
Umarım bundan sonra bana ya da arkadaşlarıma bulaşmaz, peşimize takılan aptal bir kuyruk istemiyoruz...''


Parmaklarım sıklaştı ve eklemlerim beyazlarken avuçlarım arasındaki telefon titreşti. Telefonun sivri köşeleri etime batıyor ancak bu yaşadığım öfkeye yeterli gelmiyordu. Öfkeliydim, Ege karşı yoğun bir öfke duyuyordum çünkü yaptığı şeyin getirilerini görebiliyordum.

Doğruları çarpıtarak onları devasa bir yalana dönüştürüyordu; keskin dilini yine aktif hale getiriyor ve insanları bana düşman olacak şekilde peşine topluyordu. İnsanların bana ön yargıyla yaklaşmalarına, benden uzaklaşmalarına sebebiyet verdiği gibi gözlerinde tamamen negatif ögelerle sabit kalmamı sağlıyordu.

İnsanlar artık beni yalancı, baş belası, ilgi meraklısı birisi olarak görüyordu.


En önemlisi ise, artık bir arkadaş grubumun olmadığı; arkadaşlarımı çoktan Ege'ye kaptırdığım netlik kazanmıştı. Selen, Alara ve Cihan ile Çetin onların yanında sırf popülerlik için takıldığımı düşünüyor olmalılardı. Üstüne uğradığım kötü şakaya da birinci elden şahit oldukları için her şey yaşanılacaklara tuz-biber olmuştu ve ben artık en yakınımın dahi dışladığı bir kişiye dönüşmüştüm.

Basit görünebilecek olayların zaman aşımına uğradıkça ve dilden dile dolaşıp, yalandan yalana atladıkça ne kadar büyük bir meseleye dönüşebileceği korkutucuydu. Bu, 16 yaşındaki genç bir kızın yaşayabileceği acı hatıralardan birisiydi.

İçimde bir yerlerde, buna engel olmak isteyen yanım Ege ile kavgaya tutuşmuş ve çenesiyle yarışır hale gelmişti ancak fiziksel olarak hareket edebilmek için mantıklı düşünmeye ihtiyacım vardı. Dakikalar geçti, ders zili yeniden çaldı. Öğrenciler sınıflarına gidip son dersin vereceği o acı yorgunluğa hazırlandı.

Bedenimi harekete geçirdim ve sınıfıma doğru ilerledim. O anda aklımdaki tek düşünce, arkadaşlarımın yanına gidip durumun gerçekte böyle olmadığını, Ege'nin olayları çarpıttığını açıklamaktı. Bana inanmayabilirlerdi, büyük ihtimalle açıklamam onların fikirlerini büyük oranda etkilemeyecekti ancak yine de bunu yapmak istedim.
Kendimi ifade etmek, karşı koymak...

Sınıfın kapısından girer girmez hızla en arka sıradaki yerime doğru ilerlemeye başladım ancak birkaç adım sonra ayaklarım ihanetin etkisi ile sarsıldı. Durdum, soluklandım ve arkadaşlarımın arasındaki yerimin artık bir başkası tarafından doldurulmuş olduğunu gördüm.

Yerimde Ege oturuyordu. Çantam ve kitaplarım öylece yere atılmış, Ege'nin mavi tonlarındaki renkli çantası sıramın üstünde yerini almıştı. Ege ve Selen yan yana oturuyorlardı, arkalarında Alara ve Cihan vardı. Dört kişi kahkahalarla sohbet ediyordu, her zamanki umursamaz eğlenceli tavırları üzerlerindeydi.

Yutkundum ve yanlarına gidip gitmemek konusunda ne yapmam gerektiğini düşündüm. Yanlarına gittiğimde ne diyecektim? Ege oradayken onun hakkında konuşabilecek kadar cesur muydum ya da yerimi almasının hesabını sorabilecek kadar sahip miydim o yere?

Ne söyleyeceğimi dahi düşünmeden yanlarına doğru adımlamıştım ki biraz sonra yanımdan geçen Çetin'in bağırarak onlara doğru koşması ve yerdeki çantama takılarak tökezlemesi yine duraksamama neden oldu.
''Bu kimin çantası ya? Ortaya atmış!'' diye söylendiği sırada çantanın bana ait olduğunu hatırlayamayarak bir tekme savuruverdi. Çantam savruldu, havada süzüldü. Yandaki sıraların ayağına çarpıp duran çantamın yorgunluğunu omuzlarımda hissettim.

Çetin, diğer dörtlünün arasına karışırken ilgi biranda onları öylece izleyen bana çevrildi. Önce Selen fark etti, sonra Ege ve diğerleri. Bana bakıp, birkaç saniye beni baştan aşağıya süzdüler. Üzerimdeki geçmeyen boya lekeleri onları tatmin etmiş olmalı ki, üzerimden ayrılan gözleri kendi etrafında bir tur atıp çevrildi.
Devrilen gözlerinin hemen ardından yeniden birbirlerine dönüp fısıldaşmaya başladıklarında, öylece onlara bakmaktan başka hiçbir şey yapamadım. Bakışlarımın son durağı, üzerlerindeki etkimi kaybetmiş arkadaşlarımdan ayrılıp Ege'yi buldu. Arkası bana dönük bir halde, bacağının tekini sandalyenin arasından geçirerek oturmuştu ancak gözlerimin üzerinde olduğundan emin olmalıydı.

Çantasını gözüme sokarcasına sıranın üzerine yeniden çarpıp içinden çıkardığı defterleri sıraya yaydı.

Bu, sıra artık bana ait demenin bir başka yolu olmalıydı.
Ege istediği herhangi bir sıraya oturabilirdi, bunda bir sorun olmazdı ancak arkadaşlarımın arasındaki yerime geçerek beni dışlıyor olması, üstelik oraya bir daha dönmemem için beni özellikle iteliyor olması büyük bir sorundu.

Sadece sırama geçmemiş, beni tamamen saf dışı bırakmıştı.
Düşen omuzlarım ve yorgun bileklerim zorlukla ilerlememe neden oldu. Çantama uzandım, yerden eşyalarımı toplayıp, ön sıralardaki herhangi bir boş yere geçerken kulaklarımı süpüren fısıldaşmaları da es geçmeye çalıştım. Başımı arkaya çevirmedim, gözlerimi bir an olsun arkadaşlarıma değdirmedim. Yaptığım tek şey, derse başlayan hocayı takip etmek ve dağınık zihnime rağmen not almak oldu.

Ders bitip öğrenciler dağılırken de ders boyu düşündüğüm şeyi gerçekleştirmek üzere zihnimdeki tilkileri takip etmek yerine Ege'yi takip etmeye koyuldum. Arkadaşlarım ile vedalaşıp okul kapısından çıkıp giderken adımlarını uzaktan, sessizce takip ettim.

İnsanlar Ege'nin peşine kuyruk gibi takıldığım konusunda yanılırken, gerçek anlamda onun peşinden okula giden sokaklar boyunca sürüklendim.

Ege, her zamanki gibi ellerini pantolon ceplerine sıkıştırmış ve omuzlarını dikleştirmişti. Sanki dünya umurunda değilmişçesine rahat bir tavırla salına salına yürüyordu, kulaklarındaki markalı kulaklıkları da her bir adımında düşecek gibi sallanıyordu. Ara sıra rüzgâr estikçe uzun hırkası ve bakımlı saçları uçuşuyor, yine de rahat tavrını bozmuyordu.

Arkadan çok daha uzun görünüyordu; buna bağlı olarak zayıftı ancak geniş omuzları yapılı görünmesini sağlıyordu. Mavi desenli çantası kalçasının altına dek uzatılmıştı ki, belimden aşağıya düşmesin diye sıkı sıkı tuttuğum çantamdaki parmaklarım da aynı anda sıklaştı. Detaylara inildiğinde, dış görünüşümüzün çok farklı olduğunu rahatlıkla görebiliyordum.

Onun yürüyüşünün yanında benim yürüyüşüm kazık yutmuşum gibi görünmeme neden oluyor olmalıydı. Kaskatı kasılmış bedenim adımlarımı hızlandırmama engel oluyordu. Küçük küçük birbirini takip eden ayaklarım her an birbirine dolanabilecekmiş gibiydi.

Gergindim, telaşlıydım ve bunu Ege'ye olan öfkemle susturmaya çalışıyordum. Onunla ne hakkında konuşacağım belliydi ancak ders boyunca aklımda döndürüp dursam da tam olarak ne diyeceğimi bilmiyordum. Kelimeleri toparlayamıyor, cümleme başlayamıyordum.

Nasıl tepki vereceğini bilmiyordum, onunla konuşmak kıdemli birinin karşısına destursuz çıkmak gibi tuhaf geliyordu.

Okulun çevresindeki ara sokaklarda evlerine dağılan öğrenciler olduğu için Ege ile aramda oldukça fazla bir mesafe bırakmıştım. Uzaktan takip etmeme rağmen gördüğü her bir tanıdık yüze verdiği selamları duyabiliyordum. Özgüveni yüksek olduğundan olsa gerek, yüksek sesli konuşuyordu. O konuştuğunda tüm yüzler istemsizce ona dönüyordu. Bu yüzden fark edilmek istemiyor, adımın kuyruk olarak anılmasını önlemeye çalışıyordum.

Ege'nin hızlı adımları aradaki mesafeyi daha çok açtı ve biraz sonra Ege sokağın soluna dönüp evlerin arasında kayboldu. Etraftaki öğrenciler azalmaya, okul yolundan uzaklaşmaya başladığımızda da onu gözden kaçırmamak için adımlarımı hızlandırdım.

Sola dönüp koşar adım ilerledim ancak Ege'yi önümüzdeki sokağın sağına dönerken son anda yakalayabildim. Peşinden koştum, sağa doğru döndüm ancak onu kaybettim.

Önümde upuzun bir yol vardı. Birkaç sıra ilerleyen evlerin arasında uzanan yoldan başka sapacak bir yer olmadığı için ve uzun yolu benim görüşümden çıkabilecek kadar hızlı gideceğini düşünmediğimden, Ege'yi kaybetmem oldukça sıra dışıydı. Benim onu takip ettiğimi anlamış olabileceği aklıma geldi. Eğer onu takip ettiğimi görmüşse, bu benden bilerek kaçtığı anlamına gelirdi.

Yine de koşar adımlarla önümdeki yolu takip ettim. Uzun saçlarım ve ağır çantam hareketimden dolayı sarsılarak bana güç çıkarıyordu ancak koşmaya ve sarışın bir çocuk görebilmek için hızlıca etrafımı taramaya devam ettim. Yolun sonuna, sokağın ikiye ayrıldığı yere inene dek koştum, sağa dönüp yolun aşağısını ve apartman boşluklarını taradım. Ege'yi kaybetmiş olmamın rahatsızlığı adımlarımı daha da hızlandırdı ve sola giden yolu da kontrol ettim.

Koşmaktan nefesimin tıkanacağı kadar uzun bir süre tüm sokakları tarasam da Ege'yi göremedim. Bu, kırk dakika boyunca toparladığım cesaretimin balon misali hızla sönmesine neden oldu.
Omuzlarım düşmüş, çantamın sapındaki ellerim iki yanıma sarkmıştı. Yere eğdiğim başımla ikindin güneşinin bedenime çarpmasıyla oluşan gölgemle bakıştım.

Zihnim, soluklarım dinginleştikçe ikiye bölünüyordu. Bir yanım, konuşmak için en uygun vaktin bu an olduğunu ve bir şekilde Ege'yi bulmamı söylerken; diğer yanım düşünmek için daha fazla vakte ihtiyacım olduğunu savunuyordu.

Ne yapacağımdan emin olamamakla birlikte kendimi evime giden yola düşerken buldum. Her sabah ve akşam kullandığım o yürüyüş yolumdan çok fazla uzaklaşmıştım. Tanıdık yollara gelene dek yaklaşık olarak on- on beş dakika yürümem gerekecekti. Bu, bir saatte gittiğim evime şimdi neredeyse iki saatte gideceğim anlamına geliyordu. Yorgundum ve otobüs durağına kadar yürüyeceğim gibi otobüsten indikten sonra da yürümem gerektiği gerçeği yorgunluğumu arttırıyordu.

Gölgemin ara sıra yamulduğu yerlerdeki taş kırıntılarından üçgene benzeyen bir taşı ayağımla iteleyip diğer taşların yanından ayırdım. Her bir adımımda vurup onu arkadaşlarından daha da fazla uzaklaştırırken de gözlerimle çaresizce yuvarlanışını izliyordum. Ara sıra başka taşlara takılıp tutunmaya çalışsa da, itinayla onu yerinden ayırdım.

Taş yuvarlandıkça yuvarlandı, düşüncelerimde kendi ekseninde dönerken parçalanan taş misali dağılıp durdu. Biraz sonra taş, daha önce yürümeye aşina olmadığım bir eğime doğru sürüklendi. Aşağı doğru eğilen yol, sürükleyip durduğum taşın bir hızla aşağıya doğru yuvarlanmasına neden oldu. Gözlerim, nedensizce üzülmeme neden olan taşın ardından hayali bir yol çizerken taş biranda bir engele takılıp sekti. Engel ise, simsiyah görüntüsü ile upuzun toprak yolun ortasında dikkat çeken genç bir çocuktu.

Yüksek ihtimalle kendisinden birkaç beden büyük bir kapüşonlu ceket giymiş, altına ise uzun bir hırka giymiş oğlanın upuzun bir boyu ve incecik bacakları vardı. Siyah botlarına çarpan taşın etkisiyle sarsak adımları aniden duraksamıştı. Ağırca arkasına doğru dönerken, belinden aşağıya sarkan çantasından koyu renkli bir şal düştü.

Çocuk, önce ayağına çarpan taşa baktı. Omuzlarını hafifçe silktiğini bu uzaklıktan hissetmiştim. Daha sonra ise yere düşen şala baktı. Eğilip şalı aldı, çantasının açık fermuarından içeriye rastgele sokuşturdu. Tanıdık gelen ayrıntılar, yüzünü dahi gölgeleyen başındaki kapüşonunu düzeltmek için havalanan eldivenli elleri ile sekteye uğradı. Hava, eldiven takacak kadar soğuk değildi ancak parmaklarını açıkta bırakacak kamuflaj desenli bir eldiven takmıştı, çocuk.

Kapüşonunu önce hafifçe geriye çekip sonra salladı ve sarı saçlarını düzeltip kapüşonu yeniden başına geçirdi. O kısacık saniye de yandan gördüğüm profili aslında birkaç dakikadır aradığım kişiyi bulduğumu anlamamı sağladı.

Yolun aşağısındaki çocuk Ege'ydi ancak okuldaki halinden pek bir eser kalmamıştı. Okulda hiç görmediğim siyah bir ceket giymişti ve bu ceket üst vücudu ve yüzünü tamamen kapatarak onu bambaşka birisine dönüştürmüştü. Pantolonunu değiştirmiş, yepyeni eldivenler takmıştı. Çıkardığı kulaklıklarının kesintiye uğrattığı havadan mı bilinmez yürüyüşünde de tuhaf bir farklılık vardı. Şimdi, önceki rahat tavırlarının aksine telaşlı bir şekilde adımlıyordu. Hızlı adımları da bedeninin dimdik durmasını sağlamıştı.

Arkasını döndüğünde beni görmedi ancak onunla konuşmak için can atan yanım yokuş aşağı hızla hareket etmem için bana komut vererek beni fark etmesini sağlamamı istedi. Birkaç adım atıp yokuşu inmeye başlamıştım ki, Ege'nin elini havaya kaldırıp bir sağa bir sola sallaması ile adımlarım aniden yavaşladı.

Yokuşun aşağısındaki kalabalığa verdiği selam ile kalabalıktan bir nida yükseldi. ''Egemen Reis geldi be!''
Kaşlarım istemsizce çatıldı ve gözlerim Ege'yi teğet geçip karşısındaki heyecanlı kalabalığı buldu.

Motorcular...
Bu bir motorcu grubuydu. Lisenin başladığı ilk haftalarda okulumuzun etrafında dolanıp müdür yardımcımızın polis çağırmasına neden olacak kadar tehditkâr bir şekilde dolanan, havalı ve dokunulmaz görünen tehlikeli bir gruptu onlar. Altlarında modellerini bilmediğim ancak hepsinin farklı birer renge ve türe ait olduğu motorları vardı.

'Havalı ve gürültülü bir motorun yoksa aramıza katılamazsın. Ha, aslında aramıza yeni üye almıyoruz,' gibi bir izlenim veriyorlardı. Görünüşleri, genelde karanlık bir ortamda görmekte zorlanabileceğim kadar koyuydu. Tümüyle siyah renklerini kullanıyorlardı, fiziksel olarak yapılı görünmelerini sağlayan tek şey kol kaslarıydı. Deri ceketlerinin altından belirginleşen pazıları dışında çoğu genel anlamda zayıftı; bu, koca motora nasıl hâkimiyet kurduklarını merak etmeme neden olmuştu. Ege yanlarına gelene dek, onların ne kadar uzun olduğunu görememiştim ama bazıları Ege'den bile uzundu. Ege, güleç bir ifadeyle yanlarına gelip her birine kabaca selam verdi.
''Günlerdir seni arıyoruz, meğerse bu izbe liseye kaydolmuşsun!''
''Bankamatiğimizi bulduk!''
Ege'nin başını iki yana sallayıp bir şeyler mırıldandığını gördüm ancak konuşmaları duyabilecek kadar yakın değildim. Yanlarına gitmek gibi bir fikri aklımdan dahi geçiremeyeceğimden, Ege ile konuşma hayalim çoktan suya karışmış oldu.

Belalı tipler arasındaki belalı bir çocuk...


Omuzlarım düştü, sırtımdaki çantam gittikçe ağırlaştı. Ayaklarım yön değiştirmek için harekete geçerken, aniden saçlarım arasında hissettiğim soğuk esinti ile olduğum yerde titredim. Meçhulden esen bir rüzgâr saçlarımı savurdu, formamdan içeriye sızıp tenimi okşadı. Soğuğun kuvvetlendiği havalarda garipsenmeyecek bu esinti nedensizce ürpermeme neden oldu. İkinci defa kuvvetle esen rüzgâr yüzünden toprak yoldaki toz tanecikleri aniden havalandı ve ben gözlerimi korumak için refleksle arkama döndüm. Birkaç adım ayaklarım altında kayan yokuşu inmek zorunda kaldım. Dengemi sağlamak konusunda tereddütte düşünce yere çömeldim. Bu, yaprakları dökülmüş ağaç dallarının arasında kaybolmama neden oldu.

Gözlerim yine ansızın Ege'nin üstünde kilitlendi. Çantasını önüne doğru çekip, içinden siyah bir şal çıkardı. Biraz önce düşürdüğü şal olduğunu, üzerindeki tozları silkelediğinde fark ettim. Şalı çırptı, sonra avuçları arasında özenle tuttuğu düğüm kısmı açıp, beyaz bir paketin açığa çıkmasını sağladı.

Motoruna yaslanmış bir halde duran koyu yeşil saçlara sahip bir çocuk, belinden düşmek üzere gibi duran pantolonunu çekiştirip Ege'nin yanına geldi. Elinde tuttuğu paketi alıp havaya attı. Birkaç defa kendi kendine havaya atıp yakaladıktan sonra dudaklarını büküp başını salladı. ''Eksiği yok fazlası var.''
''Elde etmek zor oldu Atlas, bir zahmet payımı misliyle ödeyin.''
''Endişelenme, bu ay gayet güzel sonuçlar alacağız. Ekip iyi çalıştı, sende hakkını alacaksın.''

Konuşmalarından çok elden ele dolaştırdıkları beyaz paket üzerinde kilitlenmiş dikkatim, Ege'nin aniden arkasını dönmesiyle dağıldı ve telaşla etrafıma bakındım.

Şimdiden sonra onun gizemli bir konuşmasına şahit olmuşum gibi hissettiğimden, onunla karşılaşmak – ya da beni görmesine neden olmak- istemiyordum. Yanlış anlaşılabilirdim, bu pek hoş sonuçlanmazdı.
''Oyalanmasak iyi olur.''
''Evet, zaten çok bekledik.''
''Hadi gidelim.''

Ege, yanındaki pejmürde giyimli arkadaşları arasında bir tur attıktan sonra ayağını kaldırıp büyük motorlardan birisine biniverdi. Siyah renkli, gri ve beyaz detayları olan koca motorun ayakçağını kaldırmadan önce motorun arkasına astığı kaskı aldı. Kaskın camını ceketinin kolu ile temizledi, kapüşonunu indirip kaskı başına geçirdi. Sarı saçları üzerinden kayarak başına oturan kaskın o kısacık saniyede canını yaktığını biliyordum çünkü yüzü acıyla buruşmuş, ellerini kaskın dışından şakaklarına yaslamıştı.

Büyük ihtimalle... Yarası sızlıyordu. Tıpkı ilk günkü gibi...

Siyah, üzerinde hayalet çizimleri olan kaskın camını indirip motoru çalıştırdı. Elleri kusursuzca direksiyona yerleşti, ayaklarını kaldırmadan önce de gaza köklendi. Önce koyu yeşil saçlara sahip çocuk motoru çalıştırıp kalabalıktan sıyrıldı, sonra da birkaç motorlunun ardından Ege toprak yola atıldı.

Motorlar süratle ters istikamette benden uzaklaşırken arkalarında bıraktıkları koca toz bulutu da sanki beni yutmak istiyormuşçasına üzerime yöneldi.
''Neler yapıyorsun Ege?'' diye mırıldanırken buldum kendimi.





Sizce Ege nelerle uğraşıyor?

Mercan onun peşine düşmeli mi?

Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top