6

Lalanın okuyup yazması yoktu, fakat kitaba, mektebe o kadar ehemmiyet verir, gezdiği, yürüdüğü yerde tahsilin faydaları hakkında öyle propagandalar yapardı ki, kendisine bir maarif nişanı verilse hiç de haksız olmazdı.

Çiftçinin, işçinin fukaralığı, hamalın, arabacının çektiği eziyet hep «cehaletlikler» inden, hep «ellerinde iki satır yazıları olmamasından» ileri geliyordu. Onun fikrince okuyan mutlaka adam, yani kalem efendisi olur, oturduğu yerde maaş alırdı. Meselâ, memlekette okuyup yazma bilmeyen kalmasa Anadolu baştan başa kâtiple, kalem efendisiyle dolar, bu mesut millet gündüzleri sıcacık bir şilte üzerinde yazısını yazar, akşamları yer içer, uyurdu ve lâkin bizde bunu anlayacak kafa nerede?

Otuz seneden beri konağın mektebe başlatılan çocukları ilk dersi ondan alırlardı:

— Haymana beygirleri gibi gezmekten bir şey çıkmaz. Okuyup adam olmalı. Hanya'yı, Konya'yı öğrenmeli. İş sizin bildiğiniz gibi değildir. Siz yıldızları kibrit taşı gibi görürsünüz. Her biri börek sinisi kadar büyüktür de bana, size öyle görünür. Eliniz kalem tutmazsa sonra kazma kürek tutar ha. Kafanıza ilim koymazsanız sonra tabla koyarsınız ha... Kim ki mektebe gider de okumak öğrenmezse, Peygamber Efendimiz «finnari finnari» buyurmuş, yani Arapça demek ki, cehennem ateşinde yanar... Bir şişe görürsün... Üstünde «ilâç» yazar... Benim gibi (elif) i (mertek) sanan takımındansan şurup sanır içersin, zehirlenir ölürsün... Bir zengin çocuğu varmış, «okumak, yazmak neyime gerek? Babamın konağında oturur, kalan paraları yer, keyfederim!» demiş... Lâkin kazın ayağı öyle değil... Babası gözlerini yumunca bu çocuğun ne diye ağladığını size okuyuvereyim.

Lala, birkaç namaz sûresiyle beraber senelerden beri ezberinde tutmaya muvaffak olduğu aşağıdaki üç mısraı heyecanla okurdu:

«Peder gitti, konak yandı, birader hali de malûm»

«Elimde bir yazım yok her kime bir arzuhal etsem»

«Benim yazım benim alnımdaki şu kara yazımdır.»

Demek elinde bir yazısı olsaymış, hiç olmazsa bir baba ahbabına bir arzuhal yazıp halini anlatacak, biraz bir şey isteyecekmiş... v.s.... v.s....

Mamafih, lalada bu ilim muhabbeti pek o kadar da hasbî sayılamazdı. Çünkü o, ancak çocuklar mektepteyken biraz rahat nefes alırdı.

Sonbaharda mekteplerin açılma zamanı yaklaştıkça lalada gelin olacak bir taze kız neşe ve heyecanı baş gösterirdi.

Tahir Ağanın vazifesi —başka lalalar gibi— çocukları sabahleyin mektebe teslim edip akşam üstü geri getirmekten ibaret değildi. Hanımefendi, ders devam ettiği müddetçe, ona mektep kapısında nöbet bekletirdi.

Öyle ya, insanlık hali bu, ya birinden biri hastalanıverir, yahut başını alıp kaçarsa... Hoca, o kadar yumurcak arasında bunu nasıl fark eder?

Nadide Hanım, bu noktada o kadar titizdi ki, Tahir Ağanın teminatına inanmaz, birkaç günde bir, ya bir hizmetçi, ya bir ahbap vasıtasıyla lalanın mektepte olup olmadığını kontrol ettirirdi.

Lala, bu sade dilliğe içinden gülerdi. Şu hanımefendi sahiden çocuk gibi bir şeydi. Mektepte yan gelip vücudunu dinlemek dururken, onun sokaklarda dolaşacağını, yahut beyhude yere para verip kahveye gideceğini insan nasıl aklına getirebilirdi? Çınarlarla dolu bir cami avlusundaki bu taş mahalle mektebi, Tahir Ağa için bir dünya cennetiydi. O, hava tebdili aylarında Pendik, yahut Çamlıca'da çektiği sıkıntıların acısını bu mektep bahçesinde çıkarırdı. Güzel havalarda ağaçların altında oturur, kendi kendine şarkılar söyler, sökük diker, tırnak keser, çınarların gövdesinden kopardığı kuru kabukları evirip çevirerek acayip insan ve hayvan şekilleri tahayyül ederdi. Sonra da bol bol uyurdu.

Mektebin sade cami avlusundan değil, iki sokak aşırı evlerden işitilen bir gürültüsü vardı.

Altmış, yetmiş çocuk yüksek sesle derse çalışır, hoca ile kalfanın yaygaraya hâkim olmak için ezan okur gibi bir sesle bağırdıkları duyulurdu.

Bu sesler, bazen lalayı ağır ve mahzun düşüncelere daldırırdı: İlmi öğretmek de öğrenmek kadar güç bir meseleydi. Bu adamcağızlar helâl para alıyorlardı doğrusu... Allah, iki tarafa da kuvvet versin.

Mektepte her gün beş altı nöbet de dayak olurdu. Bu, lâzımdı. Tokmak vurmadan kazık çakmak nasıl imkânsızsa, sopa vurmadan çocukların kafasına ilim ve edep sokmak da öyle imkânsızdı. Son zamanlarda Maarif, dayağı yasak ettiği için hoca, çocuklardan birini falakaya yatıracağı zaman pencereleri, kapıları kapatıyor, halvet yapıyordu.

Lala, dayak gürültülerini bir ilâhî konser gibi, gözleri yarı kapalı, âdeta huşû içinde dinler ve hafifçe gülümserdi: Hey şu hocanın elleri dert görmesin! O, çocukları dövmekle yalnız onları terbiye etmiyor; aynı zamanda lalaya ettikleri cefaların da intikamını alıyor demekti.

Gerçi dayağı yiyenler konağın çocukları değildi. Hanımefendiden son derece çekinen hocanın onlara gül yaprağı ile dokunmaya kıyamadığını lala biliyordu. Fakat ne çıkar? Dayağı yiyen Ali olmamış da, Veli olmuş; hep bir hesap. Konak çocuklarının yaramazlığı ihtiyar adamı «çocuk milleti» ne garez etmişti. Bunun için dayak yiyen bir çocuğun feryadı onda âdeta marazî intikam hazları uyandırıyordu.

Mektebin taşlığında bir küçük (bevvap) odası vardı. Hoca, son senelerde mektep bütçesinden tasarruf yaparak bevvaba yol vermiş olduğu için burası boştu. Soğuk ve yağışlı havalarda Tahir Ağa, bu odada oturuyordu. Hoca, bundan şikâyet etmek şöyle dursun, bilâkis memnundu. Çünkü ara sıra mektebe uğrayan çocuk babaları Tahir Ağayı (bevvap) sanıyorlar ve böyle kelli felli bir kapıcıya malik görünmek, hocanın da gururunu okşuyordu. Diğer cihetten lala da bir mektep adamı, bir Maarif memuru zannedildiği için gizli bir iftihar duyuyordu.

Mamafih, Tahir Ağanın mektebe daha başka hizmetleri de vardı: Gelene, gidene kapı açıyor, dayaklardan sonra salya sümüğü karışmış bir halde aşağı inen çocukların yüzünü yıkıyor, arkadaşlarının sefertasını karıştıran, yahut sokağa kaçmaya çalışan talebeleri yukarı kovalıyordu ki, aylıklı bir bevvabın yapacağı da aşağı yukarı bundan başka bir şey değildi.

Son nesil okuma çağına eriştiği zaman mahalle mektepleri can çekişiyordu. Damatlar, bir aralık çocukları yeni açılan Maarif Nümunelerine vermeye kalkmışlardı.

Tahir Ağa vasıtasıyla bu havadisi duyan emektar hoca, konağa koşmuş: «Çocuklarınızı okutmak benim hakkımdır. Ben hepinizin hocasıyım. Sizi fena mı yetiştirdim? Ekmeğimi elimden alırsanız hocalık hakkımı haram ederim... Hem şimdi ben de usul-i cedit üzerine okutuyorum. Hoca diye Maarif Mekteplerine tayin edilen o düdük züppeleri on kere cebimden çıkarırım.» diye kıyametleri koparmıştı.

Büyük hanım zeki bir kadındı. Gayet iyi bilirdi ki, Hoca Salih'in külüstür mektebi, Nümunelerin tırnağına benzemez. Ancak, bunu itiraf etmek işine gelmiyordu. Taş mektep, konağın bir şubesi gibiydi; Nadide Hanım orada istediği gibi hüküm sürüyordu. Halbuki Nümuneler resmî hükümet mektepleriydi. Oralardaki hocalar hatır saymayacaklar, konağın nazlı çocuklarını öteki haşarat yığınının arasına karıştıracaklardı. Hatta, lalanın mektepte oturmasına bile müsaade edecekleri şüpheliydi. Bu sebeplerden dolayı Nadide Hanım, istemeye istemeye Salih Hocanın tarafım tutmuş, otuz seneden beri hocalar ve kalfalarla düşe kalka maarif hakkında birçok fikirler edinmiş olan lala da bir taraftan var kuvvetiyle dayanınca damat beyler, çaresiz, ağızlarını kapamışlardı.

O kış, taş mektep bir talebe daha kazanıyordu: Gülsüm.

Bu kız, pek öyle okuyup yazacağa benzemiyordu amma, ne çare, emanetullah... Büyük hanım onu öteki çocuklardan ayırt etmeyeceğine söz vermişti. Bakalım, bir kere tecrübe edelim. Lala, Gülsüm'ü hocanın elini öpmeye götürürken yana yakıla nasihatler verdi: «Kız, ana yok, baba yok. Halin benden besbeter... Aklın varsa biraz okursun, hiç değilse mevlutlara aşir, ilâhî okur, beş on para alırsın. Ah, ben senin yaşında olsam...»

Lala, bugün Gülsüm'e bakarken, rikkatinden gözleri sulanıyor, kızı âdeta kıskanıyordu. Mamafih o, bütün okuma bilenlere az çok haset ederdi. Tahir Ağanın bu halini bilen kalfalar ona birçok defalar ders vermeyi teklif etmişler, «hazır mektebe geliyorsun... Sana da ders verelim» demişlerdi. Her şeyin bir vakti, zamanı vardı. İnsan, beş ve on yaşlar arasında okuyup yazarsa ne âlâ... olmadı mı geçmiş olsun... Zemheride ekin eksen mahsul alır mısın?.. İşte bu da öyle...

Hasılı, vapuru kaçıran bir adam, iskeleden vapurda gidenlere nasıl bakarsa, lala da vaktinde mektebe giderek okuma öğrenmiş olan kimselere öyle bakar ve garipserdi.

İlk mektebe gittiği gün Gülsüm'ün sevincinden etekleri zil çalıyordu; bir ayda okuyup yazmayı öğrenecek, «İsmail» e mektup yazacaktı.

Mektebe başlayan çocuklar, hiç olmazsa beş gün, bir hafta misafir muamelesi görürlerdi. Fakat Gülsüm'ün bu misafirliği yirmi dört saatten fazla sürmedi (yani geldiğinin ertesi gününden itibaren hocadan ve kalfalardan dayak yemeğe başladı), konağın çocukları evde olduğu gibi mektepte de grup halinde bulunurlar, öteki çocuklara pek karışmazlardı. Konak, taş mektebin belki elli senelik bir müşterisi olduğu için talim heyeti bu grubu el üstünde tutar; ufak tefek kusurlarım görmemezlikten gelirdi. Bazen, pek başa çıkılamayacak hale geldikleri zaman ise onlara gözdağı vermek için başka çocukları döverdi.

Gülsüm, derse başlayınca mektep idaresi bu politikayı değiştirmekte, konak grubunun imtiyazını feshetmekte bir mahzur görmedi. Şimdi konaklılar arasında bir gürültü çıktığı zaman hoca ve kalfalar yabancı çocuk aramıyorlar, doğrudan doğruya grup azasından olan Gülsüm'le hesaplaşıyorlardı. Mamafih, küçük kız da lala gibi sopasız ilim olmayacağına şahsen inanmış olduğu için ilk zamanlarda ses çıkarmıyordu. İsmail'e yazılacak mektupların hatırı için buna razı oluyordu.

Gülsüm'ün mektep talebesi olarak bir büyük kusuru vardı. Ders alırken hocanın ağzından çıkan lâkırdıları gramofon gibi zapt eder, bu yüzden hangi sesin hangi harften çıktığını bellemesine imkân kalmazdı. Meselâ, kıraatteki bir parçayı: «kefal, lüfer, barbunya, mercan, kurt, kuş...» yahut: «Maarif müfettişleri mektepleri gezerler ve çocukların okuyup okumadıklarına dikkat ederler.» diye su gibi okur, fakat bu sürat karşısında kafası karışan ihtiyar hoca: «Dur kız bakalım... dur Allah belânı versin... göster bakalım şu barbunyayı, mercanı» diye bağırdı mı, ne yapacağını şaşırır; parmağım kanun çalar gibi kitabın üstünde oradan oraya dolaştırırdı. Gelsin artık bakalım kızılcık safası... Fakat vermeyince mabut ne yapsın Mahmut?.. Allah, insanı istidatsız yarattıktan sonra hoca, onun başında bir kızılcık değneği değil, bir meşe ormanı paralasa nafile...

Hoca, Gülsüm'de «usul-i cedid» in iflâs ettiğini görünce, çaresiz, yine eski usule döndü kızın kafası belki Arapçayı daha kolay alır diye (Amme) cüzü okutmaya başladı. Fakat o, Kur'an'ı kıraatinden daha kolay ezberliyor, yazıların üstünden daha süratle kayıp geçiyordu. Hoca kıza önünde diz çöktürdüğü zaman, azgın bir ata binmiş bir acemi süvari gibi: «Dur meret... birer birer okumazsan, ben söylemeden söylersen kafam patlatırım!» diye avaz avaz bağırıp çırpınıyor, kan tere batıyordu.

Caminin müezzini olan baş kalfa ise «Allah, şu kızın gözlerini şaşı edeceğine büsbütün kör edeymiş, iyi bir kör hafız olurdu bari!» diyordu.

Gülsüm, bir gün yine hocanın önünde (Amme) cüzü okuyordu: (Yağfirü) kelimesi geldi. Kız, bunu (kâfir, Cafer, fener) diye okuyor, bir türlü doğrusunu söyleyemiyordu. Hoca, yanlış düzeltirse onun kelimeyi hemen ezberleyeceğini bildiği için doğrusunu karine ile, kendisine buldurmak istedi:

— Kız, pilâvı ne ile pişirirler? diye sordu. Cevap gayet kolaydı. Gülsüm (yağ) diye cevap verecek, mesele bitmiş olacaktı... Fakat o :

— Pirinç, diye cevap verdi.

— Daha, daha?

— Su... tuz... fıstık... üzüm.

— Ulan muhannet... Sen, ömründe pilâv da mı yemedin?

Gülsüm, şaşı gözleri hocanın elinde titreyen değnekte, talimli bir sirk maymunu gibi onun en küçük hareketi karşısında sağa, sola kaçınarak düşünüyor, bir türlü bulamıyordu:

— Acap kuskus pilâvı mı?.. Acap bulgur pilâvı mı ki?..

— Tuu... Allah belânı versin... Çağırın aşağıdan Lala Efendiyi...

Çocuklar lalayı uykudan kaldırarak dershaneye çıkardılar. Hoca, bezgin bir tavırla:

— Ağa Efendi, dedi, hanımefendiye selâm ederim, ellerinden öperim. Tarafımdan kendisine arz et ki, Cenâb-ı Hak nasıl mekândan münezzehse, bu çocuk da iz'an ve irfandan öyle münezzehtir... Bunu okutayım dersem bu yaştan sonra verem olurum... İsterse yine çocuklarla beraber mektebe göndersin... Ve lâkin ben artık okumasına karışmam.

Gülsüm, dudakları kısılmış, iri ön dişleri kendi kabiliyetsizliğine kendi de gülüyormuş gibi, daha ziyade dışarı fırlamış, yerine döndü.

Madem ki hoca efendi de söyledi. Ne yapalım, ölecek hali yok ya... Okumayıverir... İsmail'in mektuplarını yazacak bir sevap sahibi elbet çıkar. Kız, o gün akşama kadar sessiz sedasız yerinde oturdu; azat vakti dışarı çıkarken kitabını kafasının biçimini İsmail'e benzettiği beş altı yaşında bir fakir çocuğa hediye etti.

Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top