29
Bir yaz yine Pendik'te idiler.
Akşam üstleri deniz kenarındaki çamlığa, bir araba ile genç bir hasta getiriyorlardı. Bu, otuz yaşında bir kadındı. İlerlemiş bir veremi olduğu, yakın sancaklardan birinde mutasarrıf olan kocasının onu burada hava tebdiline getirdiği söyleniyordu.
Genç kadın, çamlığın ,bir köşesinde, arabasından inmeden bir, iki saat güneşe karşı oturur, sonra evine dönerdi. İki çocuğu ile bir hizmetçi vardı. Çocukların biri beş, biri yedi yaşlarında idi. Arkalarında hazırcı mağazalarından alınmış pahalı elbiseler vardı. Fakat anneleri kendileriyle uğraşamadığı için, şimdiden üstlerine bir öksüz hali çökmüştü. Paçaları sarkar, çorapları düşer, kopan düğmeleri dikilmez, uzamış saçları, zayıf, soluk yüzlerine inerdi.
Hizmetçi, siyah feraceli, ağbani başörtülü bir dışarlık kadını idi. Çocuklar, kumlukta kendi kendilerine oynarken, o, arabanın tekerleği dibinde çömelip oturur, etrafta bir iki Arnavut helvacıdan başka erkek dolaşmamasına rağmen, namaz bezini burnunun altından iğnelenmiş tutardı. Ara sıra dönme vaktine yakın mutasarrıfın da geldiği görülüyordu. Bu, saçları sıfır numara ile kesilmiş kırmızı yüzlü, uzun, kara bıyıklı kırk beş yaşlarında bir adamdı. Oldukça yakışıklı sayılırdı. Karısını tedavi için üç ay izin aldığı, bu müddet bittikten sonra hastayı çocuklarla beraber İstanbul'a bırakıp memuriyetine döneceği söyleniyordu. Bu adam hakkında komşularının pek iyi bir fikri yoktu. Hastasıyla hemen hiç meşgul olmuyor, her sabah bir bahane ile İstanbul'a inerek gurupta, hatta bazen daha geç eve dönüyordu. Sokakta rast geldiği genç kadınlara öyle yiyecek gibi bir bakışı vardı ki, hakkındaki dedikoduların doğru olduğuna şüphe bırakmıyordu.
Galiba, hasta kadın da bunun farkındaydı. Etrafındakilerle şimdiden alâkasını kesmiş, şimdiden başka bir dünyada yaşamaya başlamış gibi görünmesine rağmen, bu adamda hâlâ gözü vardı. Arabasının içinde güneşe karşı gözleri yarı kapalı yatarken, ara sıra başını yastıktan kaldırarak arka yola bakar, onun gelmesini beklerdi. Kocasını gördüğü zaman zayıf parmaklarıyla daima başörtüsünü, saçlarını düzeltiyordu.
Genç kadınlara bakmak bu adamda öyle müzmin bir illetti ki, karısıyla beraberken de bunu yapmaktan kendini alamazdı. Hastaya bu dakikalarda garip bir canlılık geldiği görülüyordu. Kocasını civardan gelen kadınlara bakmaktan menetmek, yüzünü kendine çevirmeye mecbur etmek için, âdeta yakasına yapışarak bir şeyler anlatır, belki yalan havadisler verirdi. Fakat, biçare kadın, bu mücadeleden çabuk yorulur, vücudunu tekrar yastığına bırakarak darılmış bir çocuk gibi kocasına başını çevirirdi.
Faciayı uzaktan merakla seyreden Nadide Hanım, hastanın bu dakikada ağladığını tahmin ediyor ve içi sızlıyordu.
İhtiyar kadın, bu ailenin hayatı hakkında fazla bir şey bilmiyordu. Fakat, onda nedense erkeğin çapkın ve zalim bir adam olduğuna, zavallı kadını gurbet ellerde ağlata ağlata bu hale getirdiğine dair bir kanaat hâsıl olmuştu.
Mutasarrıfı uzaktan kızlarına göstererek:
— Şu uşak kılıklı, manda herife dikkatli bakın, diyordu, böylelerinden insana hayır gelir mi? Nedir o kat kat ense, kır serdarı gibi bıyıklar... kim bilir elin evlâdına neler yaptı? Anlaşılan zavallı taze de bu ayıyı bir adam sandı, içlene içlene verem oldu.
Nadide Hanım, veremlilere acır, fakat onlardan son derece korkardı. Çoluk çocuğun bu hududu geçerek tehlikeli mıntıkaya girmesi şiddetle yasaktı.
Büyük hanım, mikrop nazariyesini öğrenmişti. Fakat onu yalnız ince hastalığa münhasır zanneder, başka hastalıklara aldırmadığı halde, veremliden son derece çekinirdi.
Bu ihtiyat, tabiî kendisi için değildi. Verem, genç hastalığıdır, insan kırkı aştı mı, verem olmak tehlikesinden kurtulur. İhtiyar kısmı olsa olsa istiska olur. Hem bunca acı görmüş, bunca evlât, kardeş gömmüş bir insan için ölüm, korkulacak bir şey değildir. Ancak evde taze çocuklar vardır. Maazallah, onlardan birine bir mikrop geçerse, ondan ona, biçarelerin hepsini iskambil kâğıdı gibi yere serer.
Çocuklar, bazen el ele vererek en aşağı üç yüz adım uzaktan hastaya bakarlar, aralarından biri kordon hattını aşacak olursa ötekileri:
— Çabuk gel... vallahi haminne söyler, senin canını çıkartırız, diye bağırırlardı.
Bir gün Nadide Hanım, köşkün sofasında dikiş dikiyordu. Kızlardan biri bir aralık :
— Anne, bak mutasarrıf geçiyor, dedi.
İhtiyar kadın :
—- Aman, şu manda herifi yakından göreyim, diye pencereye koştu.
Hava, çok sıcak olduğu için mutasarrıf, sadakor elbiseler giymişti. Elinde bir beyaz ipek şemsiye vardı. Fakat nedense onu açmıyor, ikide bir fesini çıkararak mendille başının, alnının terlerini siliyordu.
Nadide Hanım, yine beddualarına başlamıştı :
— Sen, o biçareyi bekliyorsun amma inşallah sen ondan evvel geberirsin. Böyle heriflere koca demek şöyle dursun, bu gibileri uşak diye kapımda kullanmam vallahi..
Mutasarrıf, caddeyi bırakıp köşkün kapısına doğru yürümeye başlamıştı. Bahçe duvarının dışında bir sıra cılız ağaç vardı. Anlaşılan bu ağaçların gölgesinden istifade etmek istiyordu. Fakat birdenbire bahçe kapısını itip içeri girmesin mi?
Büyük hanım :
— Ay, herif bize geliyor... Hayırdır inşallah, dedi.
Kızlar, çocuklar merakla pencerelere koşuşuyorlardı. Büyük hanım, sert bir emirle onları durdurdu:
— Ses çıkarmayın... bir yanlışlık olacak!..
Sonra, merdivene koşup tırabzanın üstünden sarkarak mutasarrıfın, aşağı taşlığı yıkayan Gülsümle konuşmasını dinledi. Mutasarrıf, Nadide Hanımı soruyor, Gülsüm:
— Yukarda... siz odaya buyurun... çağırayım, diyordu.
Kız, biraz sonra elinde ıslak tahta beziyle yukarı çılanca Nadide Hanım, onu kolundan yakaladı:
— Ne istiyor bu herif benden? Neye yok demedin? Neye gelmiş? diye tartaklamaya başladı.
Kızları:
— Ne var telâş edecek anne?... O, ne bilsin?.. Bakalım anlarsın, diyorlardı.
Biri, yeldirmesiyle, başörtüsünü; öteki, çoraplarını getirdi. Nadide Hanım, hem acele acele hazırlanıyor, hem:
— Ne hikmettir... Allah hep nefret ettiğim insanları böyle karşıma çıkarır... diye söyleniyordu.
İhtiyar kadın, mutasarrıfı misafir odasında ayakta, ellerini arkasına koymuş, duvardaki bir resmi seyrediyor buldu. Oda kapısının açıklığını işitince döndü. Büyük hanıma doğru yürüyüp elini tutarak:
— Öpeyim hanım teyze, dedi.
Bu hanım teyze sözünü «efendi baba», «valide hanım» tarzında teklifsiz bir hitap sanan büyük hanım, sert bir «estağfurullah» ile elini çekerken, o izah etti:
— Ben merhum paşanın süt biraderi Cafer Beyin oğlu Murat'ım... Elinizi öpmeye geldim.
Büyük hanım, birdenbire: «A!..» diye bağırdı.
Sinemalarda bazen her çehrenin birdenbire değişip başka bir çehre olması gibi, bu uzun bıyıklı, ablak, kırmızı yüzün içinden de birdenbire Murat'ın otuz sene evvelki soluk, sıska yüzü çıkıvermişti.
Mutasarrıf, kendini tanıttığına emin olduktan sonra, büyük hanımın bir kere daha elini öptü. İhtiyar kadın, hâlâ hayalindeki zulüm hikâyelerinin soğukluğunu içinden çıkaramamakla beraber, bu el öpmeye bir mukabele olarak bir iki defa mutasarrıfın sırtını sıvazladı.
Merasim bittikten sonra karşı karşıya oturarak konuşmaya başladılar:
— Hay Murat Bey hay... kırk yıl düşünsem aklıma gelmezdi! Nereden çıktınız? Bizi nasıl buldunuz?
— Tesadüfen efendim... Dün Doktor Tahir Beyle konuşuyorduk... Tahir Beyi tanırsınız...
— Evet... burada, Allah muhtaç etmesin, hastamız oldukça onu çağırırız.
— Bendenizin refikama da o bakar... Lâkırdı arasında paşa amcamın ismi geçti... Doktor: «Onlar şuradaki yeşil köşkte oturuyorlar» dedi. Çok memnun oldum... Hemen hanım teyzemin elini öpmeye gideyim, dedim... Az hakkınız mı geçmiştir bana efendim?
Murat'ın babası Cafer Beyle Şekip Paşa kardeş çocuklarıydı. Harbiye'de beraber okumuşlar, beraber kılıç kuşanmışlardı. Cafer Bey namuslu, fakat her önüne gelenle kavga çıkaran, gayet aksi bir adamdı. Onun için Şekip Paşa'nın rütbesi çabucak büyüdüğü halde, o, binbaşıdan yukarıya çıkamamıştı.
Cafer Bey, paşayı çok sevdiği halde, onunla bile ikide bir kavga ederdi. Nihayet bir gün bir seyir yerinde kadınlara sarkıntılık eden bir yaveri dövmüş, fazla olarak da Abdülhamit'e küfretmiş ve Trablus'a sürülmüştü.
Paşa, Cafer'i çok severdi. Ancak mesele ehemmiyetli olduğu için, süt kardeşine yardım etmek şöyle dursun, onun menfasından yazdığı bir mektuba cevap vermeye bile cesaret edememişti.
Paşanın bu hareketine kim olsa hak verirdi. Fakat Cafer Bey fena halde kızmış. Yanya eşrafından birinin kızı olan karısına yazdığı mektupta: «Şekip Paşa denilen tabansız namerdin ailesine hanemiz halkından her kim selâm verirse, Allah'la ahdim olsun, dönüşte kıtır kıtır keserim» demişti. Bunun üzerine ne Murat, ne anası artık konağa gelmeye cesaret edememişlerdi.
Şimdi artık bu tehdidin hükmü kalmamıştı. Aradan otuz senelik bir zaman geçmiş bulunuyordu. Sonra, Cafer Beyi, yirmi bu kadar sene evvel Trablus'ta bir memleketten bir memlekete giderken —kim bilir hangi aksiliği üzerine— deveci Araplar, et doğrar gibi doğramışlar, parçalarını bir çuvala doldurarak kuyuya atmışlardı.
Büyük hanım, vaktiyle Murad'ın Mekteb-i Mülkiye'de okuduğunu, sonra annesiyle beraber dışarda bir memuriyete gittiğini işitmişti.
«Dağ dağa kavuşmaz, insan insana kavuşur» derler. Ne doğru söz. Murat, Şekip Paşa ailesinden iyi bir şekilde ayrılmamış olmasına rağmen, maziden büyük bir muhabbetle bahsediyordu.
Bir aralık tekrar duvardaki resme dönerek:
— Amcam değil mi? dedi. Rahmetlinin çehresini hâlâ unutamadım.
Resim, ev sahibinin büyük babası Asador Baydan Efendinin resmiydi. Fakat, büyük hanım, tafsilâta girişmeden :
— Paşa değil, demekle iktifa etti.
Murat, teyzesine kısaca tercüme-i halini anlattı:
Birçok seneler kaymakamlık etmiş, sonra mutasarrıf olmuş. Annesi on sene öncesine kadar sağmış. Aile cihetinden hiç yüzü gülmemiş, İlk karısı annesinin hemşehrilerinden yaşlıca, fakat gayet iyi bir ev kadını imiş.
Çok zengin olduğu halde, evinin bütün işini kendi görürmüş. Bir gün hizmetçi ile beraber tahta silerken merdivenden düşerek belkemiği kırılmış, dünyanın masrafını etmişler, kurtaramamışlar... İkincisi de sessiz sedasız bir kızcağızmış... Birinciden çocuğu olmadığı halde, bundan iki çocuğu olmuş... Güzel güzel yaşayıp gidiyorlarmış. Fakat, gel gör ki, Allah onu da şifasız bir illete uğratmış...
Murat Bey, Nadide Hanınım şüphelerini biliyormuş gibi:
— Vallahi hanım teyze, diyordu, gözünün içine baktım. Elini sıcak sudan soğuk suya sokturmadım. Öteki merhumeden hayli bir para kalmıştı... Hiçbir sıkıntımız yoktu... Fakat kadere ne denir?
Büyük hanım, ağır ağır başını salladı:
— Biliyoruz oğlum... Tazeciğe bizimle beraber herkes acıyor. Allah şifasını versin, dedi.
Gayet yüksek sesle konuşan, sırası geldikçe saygısız denecek kadar gürültülü kahkaha ile gülen Murat Bey, büyük hanımın bu son sözleri üzerine derin derin içini çekti:
— Nerede hanım teyze, nerede? Doktorun hiç ümidi yok. Kadıncağız yolcu... Çocuklarımla beraber ben de öksüz kalacağım. O, sade benim karım değil, anam, babamdı...
Murat Bey, yüzünü bir iki kere buruşturduktan sonra inanılmaz bir kolaylıkla ağlayıverdi.
Nadide Hanım, şaşırıp kalmıştı. Bu göz yaşlarına inanmalı mı, inanmamalı mı? Bu kocaman adam, hakikaten içi yanarak ağlıyorsa, bu mateme hürmet etmek lâzım. Fakat değilse, ya riyakârlığından böyle yapıyorsa?
Mamafih, öz ağlamayınca, göz bu kadar ağlar mı? Hem Murat'ın ona gösteriş yapmaya ne ihtiyacı var?
Büyük hanım mutasarrıfla iki saate yakın konuştu; birbirlerine bütün dertlerini anlattılar. Nihayet, Murat, ondan izin isteyerek bir kere daha elini öptü. Bu defa. ihtiyar kadın da ona sarılmaya mecbur oldu. Misafirini kapıya kadar götürdükten sonra, gülümseye gülümseye geri dönünce, kızları etrafını alarak alaya başladılar :
— Bu ne muhabbet anne?.. Kıskandık vallahi...
— Herifi kıtır kıtır keseyim derken boynuna sarılıp öpersin ha, ah, benim fırıldak anneciğim...
Misafir odasının yanında bir kiler vardı. Hanımlar, sıra ile boş bir su küpünün üstüne çıkarak, duvarla tavan arasındaki delikten bütün sahneyi seyretmişlerdi.
Nadide Hanım, utana utana gülümseyerek :
— Delilik etmeyin çocuklar... Murat bizim en yakın akrabamız, dedi, sizi de hatta çağırtacaktım amma, kocalarınızdan izin almadan doğru olmaz...
Sonra, ilâve etti:
— Kimsenin içyüzü bilinmez amma, biz galiba Murat'ın boş yere günahına girdik.
Şimdi, artık onun da hastayı ziyarete gitmesi vacip olmuştu. Zavallı kadın, gelinleri sayılırdı.
Ertesi gün, Nadide Hanım, yeni mor maşlahını giydi; kızlarını veremli bir eve götürmek doğru olmayacağı için, yanına Karamusallı sütnineyi aldı. Murat'ın oturduğu köşkün, nihayet sekiz, on dakikalık bir yerde olmasına rağmen, bir de araba getirtti.
Aksi gibi o gün mutasarrıf, yine İstanbul'a inmişti.
Nadide Hanım önde, Karamusallı sütnine arkada, evin bahçesine girdikleri zaman, hizmetçiyi mutfağın önünde bir ocak yakmış, çamaşır yıkıyor buldular.
Çocuklar, incir ağacının dibinde kendileri gibi toza, toprağa bulanmış bir iri sokak köpeğiyle oynuyorlardı. Misafirleri görünce, vahşî bir ürkeklikle evin arka tarafına kaçtılar.
Hasta, kapının yanındaki odada, başı yastıklarıyla beslenmiş bir salıncaklı sandalyede, dalgın, yatıyordu. Nadide Hanımla Karamusallı sütnine onu uyuyor görünce dönmek istediler. Fakat, onlar, çamaşırını bırakarak koşup gelen alık hizmetçiye meram anlatıncaya kadar kadın da gözlerini açtı.
Büyük hanım, hastayı rahatsız etmemek için, son derece tatlılaşmış bir Sesle :
— Çocuğum, rahatsız etmeyecektim amma, uyandınız... Ben yabancı değilim... Murat'ın teyzesiyim... Siz de benim kızım, gelinimsiniz, dedi.
Genç kadın:
— Murat söyledi efendim, dedi ve doğrulmaya çalıştı. Büyük hanım, senelerden beri beraber yaşıyorlarmış gibi teklifsizce:
— Rahatsız olma çocuğum, dedi; şefkatle yastıklarını düzeltti. Sonra, bir sandalye alarak biraz uzağa, pencerenin yanına oturdu.
Hasta, galiba İstanbul'a geldi geleli adamakıllı bir insanla görüşmemişti. Onun hep, o aynı tatlılıkla devam eden ve hiç yormayan sesinden memnun görünüyor, yavaş yavaş açılıyordu. Nadide Hanım, bu halde bir insanı en çok alâkadar edecek şeylerden bahse başladı:
— Hekim değilim amma, bir hekim kadar bilirim... Ben bu hali uzun zaman dışarlıkta yaşamış birkaç kişide gördüm... Onlar, sizden daha hasta geldiler. İstanbul'un havası, suyu üç ayda onları ayağa kaldırdı... Aslan gibi oldular, hatta çifte evlâtlar dünyaya getirdiler. Hele şu havalar biraz serinlesin... Bak nasıl başkalaşacaksınız... Uzağa gitmeye ne hacet! Ben, yedi sene yatakta yattım... hem keşki sizin gibi olaydım... Söylesene sütnine... Nasıl yeniden dünyaya geldiğimi kızıma anlat...
Sütninenin tesellileri büyük hanımınkinden daha baskın çıktı, öyle ki, bunlara Nadide Hanım da inandı ve hastanın iyi olacağına kanaat getirerek ferahla gülmeye başladı. Sütnine, fazla olarak ilâçlar da tavsiye ediyordu. öyle ilâçlar ki, hekimin ayrıca yapacağı tedaviye de bir zararı yoktu. Meselâ sabahları sütünü içerken bildiğimiz pelini nohut büyüklüğünde hap gibi yuvarlayıp yutuvermek...
Pelindeki hassa nice ağır hastalan ölümden kurtarmıştı.
Maneviyatını çok bozmuş olan ve uzun zamandan beri hiçbir şeye alâka göstermeyen hasta, yavaş yavaş canlanıyor, onları daha fazla anlamak istiyor gibi zahmetle kaşlarını kaldırıyordu.
Vaktiyle belki güzelmiş. Fakat şimdi çökmüş yanakları, çürümüş göz çukurları, çehrenin kuruluğu üzerinde hudutsuz bir surette büyümüş burnu ile âdeta korkunçtu. Vücutların en geç ölen bir uzvu olan, bazen çürümeye başlamış cenazelerde bile ter ü taze yaşamakta devam eden saçlar bile onda bir yapağı yığını gibi keçeleşmiş, başına yapışmıştı.
Pencerenin dışındaki asmadan süzüldükten sonra içeri giren aydınlık bu yüze küflü bir yeşillik veriyordu.
Büyük hanımla Karamusallı sütnine, hastayı teselli ederken, bir yandan da göz ucu ile köşeyi, bucağı muayeneye başlamışlardı.
Bir evin kadını yatağa düştü mü, her şey bitmiş demektir. Tavanlar örümcek içindeydi. Bir sandalyenin kenarından bir erkek askısı ile bir çocuk çorabı sarkıyor, yerde bir gömlek sürünüyordu. Köşede yarım bir muhallebi tabağına sinekler konup kalkıyordu. Kapalı bir pencerenin kenarında tozlu ilâç şişelerinden biri devrilmiş, içinden ağır ağır kırmızı bir su damlıyordu.
Büyük hanım, gitmek için kalktığı vakit, hastaya bir nöbet daha teselli verdi:
— Göreceksin kızım... Pek yakında seninle gezmeye çıkacağız... Artık seni her zaman yoklarız... Bir hizmetin olursa Allah aşkına çekinme... Sen bizim gelinimizsin, dedi.
Misafirler, bahçeden geçerken çocukları çağırıp sevmek istediler; fakat onlar, söz anlar takımından değildiler. Nadide Hanım, üzerlerine varılırsa, kaçacağız diye düşüp bir yerlerini kırmalarından korktu.
İhtiyar kadın, hastaya verdiği yalancı ümitlere kendi de inanmıştı. Araba, yürümeye başladığı zaman sütnineye:
— Allahtan ümit kesilmez... Belki inşallah iyi olur değil mi sütnine? dedi.
Fakat o, dudaklarım bükerek:
— İlahî hanımcığım, dedi. O, Karacaahmet'in yolunu tutmuş gidiyor... Bir aydan fazla yaşarsa ben bir şeycik bilmiyorum.
***
Büyük hanım, vaadine sadık kalmıştı. Gün aşırı hastayı yoklamaya gidiyor, kendi vakit bulmazsa sütnineyi gönderiyordu.
Genç kadının da meğer candan bir insana, bir akrabaya ihtiyacı varmış! Büyük hanımı görünce seviniyor. Birkaç saat mesut oluyordu. Hele o: «Seni bugün daha iyi gördüm çocuğum» müjdesiyle şifa masalları okumaya başladığı vakit, hastanın hemen hemen maneviyatı düzeliyordu. Nadide Hanım, bir gün, genç kadını arkasında mavi ipekten ağır bir tuvaletle kapının önünde buldu.
Hasta, misafirinin gelmesinden bir saat evvel kendisini giydirmiş, saçlarını tarattırmış, araba karşıdan göründüğü vakit de hizmetçisine dayana dayana buraya kadar gelmişti. Bu sırf, Nadide Hanıma ümitlerinde yanılmadığını ispat için hazırlanmış bir sahne idi. Büyük hanım, bahçeden kendisine doğru gelirken dik durmak için iki elinin bütün kuvvetiyle peronun tahta direğine yapışıyordu. İhtiyar kadın, yeni yürüyen bir çocuğu teşvik eder gibi: «Maşallah, maşallah kızım» diye ellerini birbirine vuruyordu. Fakat yanına yaklaştığı zaman gözlerinde baş döndürücü yüksekliklerden bir uçuruma bakan bir insanın şaşkınlığını gördü. Birdenbire yıkılıp ölmesinden korkuyormuş gibi, arkasına geçip koltuklarının altından tutarak:
— Çok şükür çocuğum... Lâkin daha fazla kendini yorma... Bugünlük bu kadar yeter, dedi.
Büyük hanım, artık evin işlerine de bakmaya başlamıştı. Konaktaki kendi odası da bundan pek farklı olmamakla beraber, eteğini beline sokarak, eliyle hastanın odasını düzeltiyor. Karamusallı sütnineye sökük diktiriyor, bazen de Gülsüm'ü beraber getirerek mutfak takımlarını ovduruyor, odaları süpürttürüyordu.
Nadide Hanımın ev kadınlığı cihetinden büyük bir iddiası yoktu. Fakat, Murat Beyin işgüzar, temiz aile annelerinden daima hürmet ve mehtuniyetle bahsettiğini işittiği için kendini öyle gösteriyordu.
Artık, her gün köşke gelmeyi âdet eden mutasarrıf: «Teyzeciğim, sana nasıl teşekkür edeceğimi bilemiyorum. Gene dün zahmet etmişsin... Sayende gene temiz bir odada yattım, kursağıma iki lokma temiz yemek gitti... Meğer sen ne emsalsiz bir ev kadını imişsin!» dedikçe, ihtiyar kadının ağzı kulaklarına varıyor, hele o anda kanatları da bulunacak olursa okşanmış bir kedi gibi âdeta keyfinden hırıldıyordu.
Küçük hanımlar hâlâ: «Anne, sen bu adama âdeta âşık oldun. Eski nefretin neydi? Bu muhabbet ne?» diye alay ediyorlardı. Büyük hanım, bazen aldırmıyor yahut onlarla beraber gülüyor, fakat bazen de, kızarak:
— Ayol siz, insanlık, akrabalık ne olduğunu bilmez misiniz? Bu herifi ne seviyorum, ne bir şey... Lakin bugüne bugün akrabamız... Hem de ortada üç günlük ömrü kalmış bir zavallı hasta var, diye söyleniyordu.
Bu sözler, kısmen de doğru idi. Nadide Hanımın Murat'a eski nefreti kalmamış olmakla beraber, ona tamamıyla inanıp ısınmak bir türlü kabil olmuyordu. Murat, aile canlısı bir adamdı, akraba diye kendilerine dört elle sarılmıştı.
Karısına, çocuklarına karşı hiçbir kusuru olmadığı da artık anlaşılıyordu. Gerçi evinin idaresi bozuktu. Fakat, hakçası aranılırsa kabahat onun mudur? Her erkek, kadın gibi, ev işinden anlamaya mecbur değildir. Sonra, Allah için adamcağızın sarhoşluk, kumarbazlık gibi fena huyları da yok. Çoluk çocuğunu hırpalamıyor, karısının lâkırdısı açıldığı vakit, yüzünü bir sıktı mı gözlerinden sünger gibi yaş akıyor... Fazla olarak da zengin... Eh, bu zamanda böyle adama iyi denmezse kime denir? Kendi damatlarını herkes «melek gibi adamlar» diye metheder. Onlar, Allah göstermesin bu adamcağızın çektiği sıkıntının onda birini çeksinler de o zaman seyret bakalım melek mi imişler, ifrit mi?
Nihayet, Murat, içinden pazarlıklı bir insan değildi; kimseden çekinmeden iyiye iyi, kötüye kötü deyip çıkıyordu.
Ancak, bir kusuru vardı ki, büyük hanım bir türlü hazmedemiyordu: övüngenlik...
Murat, ikide birde cesaret ve zenginliğinden bahsediyordu; Kaymakamlığı zamanında bilmem nereden nereye giderken dört eşkıyaya tesadüf etmiş.. Herifler:
«Dur!» diye bağırmışlar. Fakat o, yanındaki jandarmalardan birinin tüfeğini alarak bir, kaya arkasına siper almış; eşkıyalardan birini öldürmüş, birini yaralamış, ikisini de kaçırmış.
Mutasarrıf, bu vakayı sekiz, on gün içinde üç defa anlatmıştı. Bu, deli göz Cafer'in oğlundan umulmaz bir hareket değildi. Nitekim büyük hanım, bu hikâyeyi her defasında tüyleri ürpererek dinliyordu. Fakat aradan kısa bir zaman geçince ihtiyar kadının içinde bir şüphe uyanıyor ve Murat Beye karşı tuhaf bir soğukluk duyuyordu.
Damat beylerden biri gazetede, meselâ birini tenha bir sokakta sıkıştırıp cüzdanım aldıklarını okusa, Murat Bey, mutlaka atılıyor:
— Bırakın efendim vs. diye bağırıyor ve soyan hırsızdan ziyade soyulan biçareye kızıyordu.
Para lâkırdısı açıldığı vakit de aynı dâva:
— Filân köşkü sekiz bin liraya satmışlar...
— Vah vah... Haber alaydım, parasını verir, alırdım.
— Filânı tanır mısınız?
— Nasıl tanımam? Başı sıkıldığı zaman benden para almaya gelir?
— Fakat bir memur borcunu -Vermediği için acından kendini öldürmüş...,
— Evvelâ haber alsaydım vallahi paraları verir, biçareyi kurtarırdım.
Murat'ın cesaret dâvası gibi, para dâvası da tabiî esassız değildi. Fakat, ne olursa olsun, insanın iki lâkırdıda bir: «Ben şöyleyim, ben böyleyim!» demesi, hele «para» kelimesi söylenirken ceketinin iç cebini göstermesi, yahut parmaklarıyla para sayma işareti yapması hiç hoş kaçmıyordu. Hâsılı, bu ve buna benzer bazı ehemmiyetsiz sebeplerden dolayı büyük hanım, Murat'ı. istediği kadar sevemiyordu.
Buna mukabil, Karamusallı sütnine, Murat'ı yere göğe koymamakta idi. Köşkte onun lâkırdısı açıldığı zaman teslim işareti yapar gibi ellerini kaldırıp avuçlarını açarak:
— Pardon dedim doğrusu, erkek dediğin böyle olur, diyordu. Parada para, erkeklikte erkeklik, akılda akıl, güzellikte güzellik... Lâkin ne çare ki, talihçiliği kötü... Başı bir ateşe yanmış ki...
Büyük hanım, methin bu derecesini mübalağalı buluyor :
— Kadın, sen sakın, Murat'ın kırmızı yanaklarını merhum Süleyman çavuşa mı benzettin, nedir? diye ona takılıyordu.
Gariptir ki, Murat Beyin de köşkte en ziyade Karamusallı sütnineye «Ehemmiyet» verdiği görülüyordu. Bazen bahçede baş başa saatlerce konuşuyorlar, mutasarrıf, teyzesine söyleyemediklerini ona söylüyordu.
Bir akşam, ortalık kararırken mutasarrıf, ağlıya ağlıya köşke geldi. Çehresi o kadar bozulmuştu ki, ev sahipleri, hastaya birdenbire bir hal oldu sandılar.
Fakat biraz sonra bunun sadece kadının bir baygınlığından ileri geldiği anlaşıldı.
Mutasarrıf, hıçkıra hıçkıra söylüyordu:
— Başını göğsüme koydum; yemek yedirmeye çalışıyordum. İçini çeke çeke yüzüme baktı: «Ah Murat! Sen durmazsın... Ben ölünce üç aya varmaz evlenirsin... Bu kucakta artık başka kadınlar yatacak» dedi. «Yapma, etme... Ben öyle vicdansız mıyım?» diye teselliye çalıştım. Lâkin başını koluma bırakarak bayılıverdi. Saat tuttum, tam bir çeyrek kendini bilmedi. Bereket versin, komşular, doktora adam koşturmuşlar... Neyse şimdi açıldı. Lâkin duramadım, kendimi sokağa attım.
Ev sahipleri, birbirlerine baktılar. Adamcağızı bu hal ile geri göndermek doğru olmazdı. Diğer taraftan hastayı yalnız bırakmak da vicdana sığar bir şey değildi. Büyük hanım, Murat'ı bir aralık damatlarına bırakarak kendi gitmeyi düşündü. Zahmeti, sıkıntıyı aramazdı, insan insana böyle günde muhtaç olur. Fakat, ne çare ki, kendi de öyle tam sıhhatli, tam akıllı bir insan değildi. Gündüz olsa neyse ne. Dişini tırnağına takar, Murat'a teyzelik vazifesini yapardı. Fakat geceydi. Karanlık, bir de bunun üstüne maazallah ölüm geliverirse birdenbire deli oluvermekten korkardı.
Nihayet, Karamusallı sütnine ile şöyle bir tertip buldular :
Sütnine, lala ile beraber hastayı beklemeye gidecek, kendi de burada, damatlarıyla beraber, Murat'ı avutmaça çalışacaktı.
Lala, eline muşamba bir fener, sütnine, ne olur, ne olmaz bir Kur'an aldı, uzun bir sefere gidiyormuş gibi, ciddiyetle köşkten çıktılar.
Eskiden binde bir —o da kendi yatak odasında kaynanasından gizli olmak şartıyla— iki kadeh rakı içen Feridun Bey son zamanlarda işi azıtmıştı. Her akşam yukarı balkona bir rakı sofrası kurdurtuyor, bazen yemeğe de inmeyerek saatlerce içiyordu.
Binbaşı, bu gece Murat'a da iki kadeh rakı teklif etti. Gerçi bir yanda karısı can çekişirken, öbür yanda onun rakı içmesi doğru bir hareket değildi amma, sırf def'i gam etmek için olduktan sonra ehemmiyeti kalmazdı. ilâç, kordiyal kabilinden iki kadehçik bir şey.
İlâç, ilk zamanda mutasarrıfın büsbütün sinirlerini bozar gibi oldu. Adamcağız, elini gökyüzüne kaldırarak :
«— Yarabbi! Bu mehtaplarda herkes zevk u safa ederken, o masumeyi yataklarda inletmek senin şanına yakışır mı?» diye Allah'la konuşuyor; sonra göğsünü yumruklayarak: «Ben yandım, ben mahvoldum. Ah, intihar etsem de kurtulsam!» diye ağlıyordu. Şakir Beyle Ferudun Bey: «Etme birader bey. Siz metin bir erkeksiniz. Size yakışır mı?.. Hem belki inşallah hemşiremiz kurtulur» diye onu teselliye uğraşıyorlardı.
Fakat, biraz sonra lâkırdının mevzuu ile beraber, Murat da değişti. O, şimdi meraklı ve gülünç av hikâyeleri anlatıyor ve bazen kahkahalarla gülüyordu.
Hava, serince olduğu için, Nadide Hanım, omuzlarında ince bir yün atkısı ile sofada, pencerenin yanında bir koltuğa oturmuş, lambayı kısmıştı. Rakı hakkında bu yaşına kadar bir fikir edinmemiş olan ve sarhoşluğu insana bütün bildiklerini unutturan bir nevi delilik zanneden ihtiyar kadın, bu değişikliği içkiden biliyor, fakat buna rağmen Murat'ın kahkahaları onda çirkin bir tesir bırakıyordu.
Mamafih, rakı, Murat'a pek tesir etmemiş olacak ki, ikide birde sözü yine karısına getiriyor: «Ben şimdi elimde iki çocukla ne yapacağım?» diye yanıp tutuşuyordu.
Bir aralık:
— Beyler, ben gün görmedim, diye bir nutka başladı, şikâyet için söylemiyorum; o, benim başımın tacıydı, yaptığım fedakârlıklar, uğruna döktüğüm paralar helâl ve hoş olsun. Lâkin iyiliği zamanında da çok çektim... Amma, bilmezsiniz ne kadar çok... Bir kere dırdırcı bir tabiatı vardı. Bir şeyden memnun olmaz, vara, yoğa söylenirdi. «Yapma hanım, Allah'ın verdiği nimeti ağız tadı ile yiyelim. Bak önüne pırasa doğrar gibi para doğruyorum. Vallahi, sonra bu nankörlük, gayretullaha dokunur» dedim. Zahiren bana hak verir gibi göründü. Fakat huylu, huyundan vazgeçer mi? Yirmi dört saat sonra, yine dırdıra başlardı. Amma, bunları şikâyet için mi söylüyorum? Vallahi değil, tallahi değil. O, keşki sıhhatli olsaydı da her gün kafamın etini yiyeydi. Sonra, babasının evinde pek nazlı, pek şımarık büyüdüğü için, öyle ev hanımlığından filân da anlamazdı. Bir gün eline bir iğne alıp bir sökük diktiğini görmedim. Amma muhtaç olduğumuz için mi? Hâşâ... Eve bir düzine sökükçü, terzi tutmaya kudretimiz var... Lâkin malûm ya, bir erkek, karısında ne kadar ev hanımlığına istidat görürse, o kadar memnun olur.
Sütnine hanıma da söyledim ya... Bizim evde bir çorabın bir tarafı kuş gözü gibi delindi mi, doğru süprüntü tenekesine gider. Efendim, buna dayanılmaz...
Büyük hanım, yerinden doğrulmuş, başını pencereden uzatmış, derin bir hayret ve dehşet içinde bu nutku dinliyordu. Bu, ne çeşit muhabbetti? Murat, bir yandan hasta karısı için yanıp yakınıyor, fakat bir yandan da onu çekiştiriyordu. Hem de ne zamanda, ne lisanla... İnsanın ölüm döşeğine yatmış bir can düşmanından bile böyle bahsetmeye dili varmaz.
Sonra, mutasarrıfın «Sütnine hanıma da söyledim ya!» sözü de büyük hanımın midesini bulandırmıştı. Murat ile Karamusallı sütnine arasındaki sıkı ahbaplığın sırrını şimdi anlamıştı.
Demek, onlar bir köşeye çekilip ağız ağıza konuşurken, hep o zavallı hastayı çekiştiriyorlarmış! Karamusallı'nın dedikoduyu sevdiğini öteden beri bilirdi... Fakat, Murat gibi efendiden bir adama bu hareketi hiç yakıştıramıyordu.
Mutasarrıf, şimdi daha başka şeylerden bahse başlamıştı :
— Ben ne yapacağım? diyordu, bu kadıncağız giderse benim iki yavrucuğuma kim bakacak? Evin halini biliyorsunuz. Allah ömür versin, teyze hanım olmasa pislikten koleraya tutulacağız. Bana: «Yine evlenirsin!» diyorlar. Gül üstüne gül koklamak bana yakışır mı? Benim tekrar evlenmem, o merhumenin ruhunu tazip etmez mi? Öyle değil mi birader? Beynime bir kurşun sıksam öksüzlere yazık olmaz mı?..
Şakir Beyle, Feridun Bey, Murat'ı teselli için, artık lâkırdı bulamamaya başlamışlardı. Hasta, hakikaten ölmüş ve aradan bir, iki hafta geçmiş bulunsaydı, onların da belki merhume ve öksüzler hakkında söylenilecek bir fikirleri olurdu. Fakat, şimdilik ne deseler çiğ düşecekti. Mamafih, Murat, gittikçe dili ağırlaşarak, monoloğuna devam ediyordu:
— Farz-ı muhal olarak bir gün evlensem bile bu fedakârlığı sırf çocuklarım için yapacağım... Bundan sonra benim için karı da evlâtlarım, para da... Ah, ben yıkılmış, göçmüş bir adamım.
Nadide Hanım, artık dayanamadı: «Eh, bu oğlan adamakıllı sapıtmaya başladı. Artık bu kadarı da olmaz» diye nefretle ayağa kalktı. Alçak balkon kapısına kollarını gerip durarak: «Feridun Bey, bir iki lokma yeseniz, dedi. Murat daha ziyade içerse belki rahatsız olur.»
Mutasarrıf: «Ah, benim teyzeciğim... Anam da sensin, babam da... Dünyada senden başka kimsem kalmadı. Ben artık yaşamasam da olur... Allah benim ömrümü sana versin, seni başımızdan eksik etmesin» diye ağlıya ağlıya büyük hanımı öpmeye başladı.
Feridun Bey, Murat'ı evine götürdüğü zaman, saat bir geçiyordu.
Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top