28
Birkaç sene evvel konakta gizli bir facia geçmiş, zavallı Nadide Hanım, kaç kere, sevdiğini elinden kaptırmış bir gelinlik kız gibi, başını yastığına gömerek sıcak hicran yaşları dökmüştü.
Yine bu felâket de Gülsüm'ün eseri idi. Hain kız, ne yaptıysa yapmış. Bülent ile haminninesinin arasına derin bir nifak sokmuştu.
Çocuk, o zamanlar Gülsüm için deli divane oluyordu. Gözünde Gülsüm bir yana, dünya bir yana idi. En kıymetli oyuncaklar onu bu pis ahretliğin bir sözü kadar alâkadar etmiyordu.
Balıkyağını Gülsüm'ün hatırı için içiyor, tırnaklarını onun hatırı için kestiriyor, yüzünü ve ayaklarını onun hatırı için yıkattırıyordu.
En şenlikli seyir yerlerinde bin türlü huysuzluk çıkardığı halde, Gülsüm'ün iki koltuğun üstüne bir yatak-çarşafı atarak kurduğu çadırın içinde, onunla baş başa, saatlerce sessiz sedasız oynuyordu.
Çocuk, o vakit dördüne, yani tam bülbül gibi dillendiği bir yaşa girmiş, yüzünün çizgileri artık seçilir bir hale gelmiş, saçları lüle lüle uzamış, yanağında, çenesinde tombul, beyaz ellerinin üstünde çukurlar açılmıştı. Tam haminnesinin dizlerine oturup pamuk kollarım boynuna dolayacağı, o çıtı pıtı sözleriyle gamlı gönlünü şenlendireceği bir zamandır. Fakat, gel gör ki, bu dilenci serseri sebebine çocuk, âdeta Nadide Hanımdan iğreniyordu.
İhtiyar kadın, bazen bu yatak çarşafından çadır altında onun başının kımıldadığını gördükçe dayanamıyor, içi kan ağlarken, dudaklarında yalancı bir gülümseme ile aralıktan kendi başını da sokuveriyordu. Fakat, çadırda derhal bir yaygaradır kopuyor, Bülent: «Git... git... istemem seni!» diye haminnesinin başına makaralar, maşalar fırlatıyordu.
Nadide Hanım, bu tekmenin nereden geldiğini pekiyi bildiği halde, hiç ses çıkarmadan çekiliyordu.
Şimdilik bu kıza karşı elinde hiçbir silâhı yoktu. Bülent, lâkırdı anlayacak bir yaşta değildi ki, ona hakikati anlatsın, yahut hiç değilse sitem etsin.
Hâsılı, kadıncağız, aldatılmış âşık vaziyetinde idi. Çok kibirli olduğu için derdini kimseye de açamıyor, kendi kendini yiyordu.
Nihayet, yine aldatılmış âşık politikalarından olmak üzere, Bülent'e ve bu maceraya karşı bir lâkaydi rolü oynamaya başladı.
Kendini kızlarına ve damatlarına artık çocuğu sevmiyormuş gibi gösteriyor, yalnız bu serserinin elinde yavrucağın büsbütün ahlâkı bozulacağına acıyordu:
— Zaten hastalıklı, huysuz bir çocuk... Bu ahlâksızın elinde büsbütün berbat olacak...
— Bu yaşta onun bu kızdan öğrendiği ayıp lâkırdıları sen, ben bilmeyiz vallahi...
— Hele birkaç sene daha geçsin... görürüz ne çiçek olacak... Artık mekteplerde filân da adam olmaz... Şimdi hastane de yok ki oraya verelim...
Kızlar, birkaç defa:
— Anne, bu kadar istemiyorsan kızı Bülent'in yanına sokmayalım bari, dediler. Fakat, o büsbütün kızdı:
— Siz de amma saçma şeyler söylüyorsunuz, mademki yumurcak o serserinin bitli kafasını koklamaktan zevk alıyor, Allah mübarek etsin!
Nadide Hanım, ahretlik parçasını kıskanmaya tenezzül edecek kadın mı? Vallahi vaktiyle velinimeti kocası, üstüne bir ortak, yahut odalık alsa zorla ayırmayı adilik sayardı. Ancak, bütün bu kahramanlıklar, bu gururlar başkalarına karşı bir gösterişten ibarettir. Yoksa Gülsüm ile Bülent'in öpüştüklerini, çocuğun çenesini kızın göğsüne dayayarak şaşı gözlerini muhabbetle seyrettiğini gördüğü zaman, yüreği derin bir ümitsizlikle dolar ve ağlamamak için dilini, dudaklarını ısırır, ötesini berisini çimdiklerdi.
Mamafih, Bülent'in Gülsüm'e olan iptilâsı korkulduğu kadar uzun sürmedi.
Yaşı ilerledikçe çocukta bazı fena huylar peyda olmaya başlamıştı. Meselâ, değnekle kahve fincanlarını kırmaya, mürekkeple minder örtülerim boyamaya, yahut Şakir Beyin kıymetli kanaryasını kafesten çıkarmaya kalkardı. Gülsüm'e kalsa varsın yapsın. Fincanı değil ya, kendi kafasını kırsa o, razıdır. Elverir ki, onun hatırı hoş olsun. Fakat, ne çare ki, bu zararların hesabı neticede kendinden sorulmaktadır.
Kız: «Yapma cicim... etme kuzum!» diye yalvardıkça çocuk, büsbütün aksileşirdi. Yumurcak, bir şeye dikkat etmişti. Ne vakit Gülsüm'le arasında ihtilâf çıksa haminnesi, annesi araya giriyor: «Çocuğun, kuş kadar yüreğini yine üzüyorsun Nemrut!» diye kızın üstüne yürüyorlar, hatta bazen dövüyorlardı.
Bunun için ne zaman Gülsüm, Bülent'in bir yaramazlığına mani olsa: «Haminnine... bak bu pis kız, yine beni üzüyor...» diye bağırmayı âdet etti. Sonra, büyük hanımın bir kanaati daha vardı: «Evlâtlıklar, lalalar hain insanlardı. Analarının, babalarının karşısında çocukların her kahrına tahammül ediyor gibi görünürler, fakat onları tenhada ele geçirdikleri zaman her türlü zulüm ve fenalığı yapmaktan geri durmazlardı. Zavallı masumların dili yok ki, şikâyet etsin!
İhtiyar kadın, ne zaman torunlarından birinin evlâtlık veya lala ile yalnızken bağırdığını, ağladığım işitse hemen baskın yapar, çocuğu uzun sorguya çekerdi. Bülent, yalnız Gülsüm'den şikâyeti olduğu zaman değil, arada hiçbir kızgınlık, dargınlık olmadığı vakit de onu şikâyete başlamıştı. Haminninesini her gördükçe yanına koşuyor: «Haminne, bu pis kız beni dövüyor» diye Gülsüm'ü fitliyordu.
— Vah yavrum, vah evlâdım... Ben biliyorum onun ne yılan olduğunu amma, sana söz anlatmak kabil değil Kaltak sana büyü mü yaptı nedir? Ne çare, aklını başına alıncaya kadar çekeceksin!
Büyük hanım, sırasını savmış, ıstırap nöbeti şimdi muzaffer rakibe gelmişti. Gülsüm, dayak ve hakarete ezelden şerbetliydi. Fakat sevdiğinin bu vefasızlığı ona çok dokunuyor, hele çocuğun bu dakikalarda büyük annesiyle sevişip anlaşması yarasına tuz, biber ekiyordu.
Vaktiyle büyük annenin yaptığı gibi, şimdi de o, Bülent'in gönlünü yumuşatmaya çalışıyor:
— Ayıp değil mi sana cicim... Sen, neye öyle fitnecilik, ediyorsun?.. Ben senin dadınım... Sana ne yapıyorum?.. Bak bana haksız yere lâkırdı işittiriyorsun, diyordu.
Fakat çocuk, bir türlü rikkate gelmiyor:
— Sen pissin... Ben seni sevmiyorum... Sen çingenesin, diyordu.
Çocuk, artık akıllanmaya, iyiyi kötüden ayırmaya başlamıştı. Gülsüm'ün hırsız, arsız, edepsiz, çingene, pis, hatta aşüfte olduğunu büyüklerden işite işite o da öğreniyor, kız, ara sıra dayak yediği zaman herkesten ziyade o, seviniyordu.
Gülsüm de büyük hanım gibi birçok geceler yatağında, yüreği somun gibi şişmiş, bu derin ve ağır meseleyi düşündü; soğumaya başlamış bir sevgiye karşı beyhude tedbirler aradı ve ağladı. Nihayet, aşkın umulmaz mucizelerinden olarak onun sefil kalbinde de bir gurur uyandı: Artık çocuğa zaafını belli etmemeye, ona karşı bir kayıtsızlık rolü oynamaya çalışıyordu. Bu, aynı zamanda son bir tedbir de sayılırdı. Fakat netice itibariyle büsbütün zıt bir tesir yaptı. Ve Bülent'le büsbütün arasını açmaktan başka bir şeye yaramadı.
Bir gün, Gülsüm'ün başı ağrıyordu. Bu, ihtimal, ehemmiyetsiz bir ıstıraptı. Fakat, kız, hastalığa alışık bulunmadığı için dayanamıyor, içinde büyük bir kasvetle kaşım, gözünü çatıyordu. Bir köşede oyuncaklarıyla oynamaktan bıkan Bülent, bir aralık ona yaklaştı ve yüzüne bir tükürük attı.
Gülsüm:
— Yapma cicim, hastayım, dedi.
Çocuk, onun kızdığım görünce inadına devam etti. Ağzında tükürüğünü biriktiriyor, biriktiriyor, sonra Gülsüm'e yanaşarak «tuuu...» diye tükürüyordu.
Kız, nihayet isyan etti:
Haydi bakayım kendi kendine oyna... Şimdi seni döverim, diye onu kovdu.
Bülent, hemen sofaya fırladı ve köşedeki minderde bir bakkal hesabına dalmış olan büyük annesine koştu:
— Haminne gel... bu pis çingene: «Seni döverim, diyor. Onun ne haddineymiş beni dövmek?» diye bağırmaya başladı.
Kurdun çocuğu nihayet kurt olur. Demek Bülent de artık asaletini, Gülsüm'le arasındaki büyük insanlık mesafesini idrake başlamıştı!..
Çocuk:
— Haminne gel diyorum, bu hınzırı öldür, diye terter tepiniyordu.
Aksi gibi büyük hanımın elindeki hesap da bırakılacak gibi değildi. Bülent, bir aralık onun bileklerine yapışmış, Hızla çekiyordu. Fakat birdenbire: «Aman kolum... aman kolum!» diye acı bir feryat kopardı ve yere çömelerek sol elini tahtaya dayadı.
Çocuğun bileği çıkmıştı.
Nadide Hanımın aklı birkaç kere başından gitti, gitti, yine geldi.
Şamatya'dan «Şehbaz» diye bir Ermeni çıkıkçı bulup getirilinceye kadar çocuğa yerdeki vaziyetini değiştirtmediler.
Gülsüm, sevgiliyi tehlikede görünce, bütün infalini, bütün yapmacık gururunu unutmuştu. O, ağlaya ağlaya çocuğa saldırdıkça, tokatla, tekmeyle kovuyorlardı.
Bu vakadan sonra Gülsüm'le Bülent'i birbirinden ayırdılar. Hoyrat mahlûka çocuk emniyet etmek caiz olamazdı. Felâketin asıl mesulü Gülsüm'dü. O, kendi de bunu teslim ediyor:
— Ah, ne ettim de Bülent'i azarladım... Varsın yüzüme tüküreydi... Ölecek değildim ya, diye nedamet yaşları döküyordu.
Ayrılığın ilk haftaları Gülsüm'e çok acı gelmişti. Tilki gibi uzaktan çocuğu takip ediyor, yalnız zamanını bulunca hemen yanına yanaşıyordu.
Fakat çocuk, şimdi Gülsüm'den —eskici Yahudiden korktuğu kadar— korkuyor, onun kendisine geldiğini gördükçe:
— Git... defol... sen benim bir yerimi kırarsın, diye çığlığı basıyordu.
Gülsüm'ün Bülent'e olan lâkaydisi evvelâ bir rol, bir dargın âşık numarası olarak başlamıştı. Fakat, bir zaman sonra iş ciddileşti. Kız, İsmail gibi, Bülent'i de yavaş yavaş kalbinden çıkardı.
Mamafih, kızda insanlığın ve her türlü insan kabiliyetlerinin gradosu seneden seneye düşerken, böyle sevginin, aslındaki temizlikle devam etmesine zaten imkân yoktu.
Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top